Misafir Marcus Gönderi tarihi: 7 Eylül , 2006 Gönderi tarihi: 7 Eylül , 2006 Ermeni karar tasarıları için "sözde" kelimesini kullanıyoruz, çünkü gerçeği Lozan, Lozan, hezimet mi, zafer mi, çok tartışıldı. Beş milyon km'den yediyüzbine düşen Osmanlı topraklarına bakıldığında hezimet, Sevr'den bakıldığında Zafer! Lozan'ı Ermeni tarihinin en kara günü olarak gören dünyaya yayılmış Ermeniler (diaspora) yüzyıldır tek birşey düşünüyor: Lozan. Lozan, Ermeniler için evhamlı bir taşkınlık. Lozan'a karşı kinleri sadece Türkler'e değil. 1830 Yunan ayaklanmasından beri, yüzyıldır ellerine silah verip, Anadolu topraklarında kışkırtan Batılı devletlere karşı bitmeyen bir öfke! Uğursuz, karanlık ve uzakta kalmış bir mezarın hikayesi. Yoldan geçen Arap şeyhlerine bile devlet verilip Ermeniler'in acılar içinde bomboş sürülüşü milli kudurmuşluğun asıl sebebi. Ermeni lobisi, aslında Fransa'da, Amerika'da, Sevrcilerden intikam alıyor. Hunharca öldürüldüklerini düşünen bir nesil, "bizi, neden yüzyıl kullanıp umut verdiniz, kardeş kardeşe bir cinayetin içine atıp, sonunda imparatorluğun yağlı parçalarını aranızda bölüşüp, Lozan'la bin yıldır yaşadığımız topraklardan ayrılmamıza imza attınız." Bu kin dolu ölüm şarkısı, Ermeniler'in milli ağıtı olmuştur. Son nefeslerinde dahi Trabzon'u hayal eden, Türkiye'den daha çok Trabzon'u düşünen, her yıl Trabzon resimleri sergisi açan, antika çarşıları tıka basa hala Türkiye'den götürdükleri eşyalarla dolu Marsilya'daki Ermeniler'i Fransız'ların avutması uzun bir yüzyıl sürmüştür. Fransa yeni bir vatan mı, sürgün, tutsaklık yeri mi, geri dönecekler mi, gibi, aklı karışmış Ermeniler'in yüzyıllık uzaklıktan karışmayan tek şeyleri: Ermeni Tarihi'dir. Hazan yaprağı gibi tarihten sallanıp kaybolmakta oluşları ödlerini kopardı. Ermeni tarihçiler yalnız milli savaş tarihlerini yazmadılar, sanat tarihinde, batı tarihine sessiz-sedasız ve destansı saldırılarda bulundular. Ermeni taş ustalarının ve Erzurum'da birkaç yapının planlarını tartışarak, dünya kültürünü dönüştüren Rönesans'ın gerçek öncüleri olduklarını iddia ettiler. Bu tartışmalarla dolu zengin bir kültür, sanat kütüphaneleri vardır. Osmanlı'nın rahat, ucuz, sıcak ve konforlu ahşap evlere düşkünlüğü, bir nesil yaşamadan seri yangınlarla kül olması, asırlara dayanıklı Ermeni taş yapılarına, zanaatkarlarına bizim de şaşkınlıkla kulak kabartmamızı, övgülerimize neden olmuştur. Ermeniler'in taşlara işledikleri melek resimleri bu topraklardadır ve kutsal emanetimizdir. Cumhuriyet'le inşa ettiğimiz Ankara'da 75 yılda mimari ustalığıyla tek bir yapı inşa edememiş oluşumuz, işte bu yüzden çok acıklıdır. Ermeni sanat tarihçilerinin yıkık-dökük eski kiliselerine bakıp, mutlu bir vatan özlemine kapılmaları, yabancı bir diyara itilmiş olmalarıyla hüzünle katlanmaktadır. Eski altın günlerin bir daha geri dönmeyecek oluşu, Ermeniler'i sonsuz bir acıya sürüklemekte, bu yalnızlık, bu sahipsizlik, Ermeni gençlerini her türlü barbarlığa zorlamaktadır. Fransa, Asala, kendi topraklarında kan dökmeye başlayınca, paniğe kapılıp bu kanı toprağından uzaklaştırmak için, Kürt meselesiyle-Ermeni meselesini, bir taşla iki kuş vurup, aynı siyasi daire içinde değerlendirmenin sözüyle Ermeniler'i avutmaya çalıştı. Yurdundan uzak Ermeniler Güneydoğu'daki iç karışıklıklarla Kürtleri de kendileri gibi mazlum, itilmiş, görüp bağırlarına bastı, umutla sarıldılar. Soylu övgülerle Kürt hareketini selamlayıp, hayırsever, demokrat, insanlık çıkışlarıyla bu övgülerin arkasına Batılı devletleri almaya çalıştı. Ancak Güneydoğu'dan netice alınamayacağının anlaşıldığı bugün, bir Ermeni'ye yapılacak en sert şaka, ona bir Kürt'ten bahsetmek. Ermeniler iki gün dolmadı, Kürt düşmanı oldular, birkaç yıla varmaz, Kürtler'i en çok aşağılayan, dışlayan ülke Fransa olursa, şaşırmayın. Karar tasarıları onaylandığına göre, Ermeni meselesi, asla ve bir daha tarihçilerin işi olmayacak, Ermeni meselesi ömrünü, intikam, nefret, kinle dolu bir politik savaş olarak sürdürecek. Çünkü, onların da, bizim de tarihçilerimiz birer "aziz", birer "yaşlı bilge" olamadı. Galeyancı bir kahramanlık inşa ettiler. Tasarıda üfürüldüğü gibi Türkiye'nin Ermeniler'e bir kuruş tazminat vermesi asla mümkün değil. Çünkü Lozan, cumhuriyetin sadece kuruluşu değil; kafatası. Batılı parlamentolar uysal bir cesaret görüntüsüyle bu kafatasına demirçubuklarla saldırıya geçti. Çelik zırhına her yıl milyar dolar (silah parası) ödediğimiz bu galeyancı kahramanlıktan asla taviz kopmayacağını biliyorlar. Olan, biz yoksul halkın ekmeğine olduğunu da biliyorlar. Batı demokrasisi, hem hayalperest Ermeniler'in al elma gönlünü alma, hem de, olmayacak bu duanın aminiyle, Batı kapısında diz çökmüş, yalvaran Türkler'i delirtmek istiyor! Bugünkü Ermenistan 1918'de kuruldu, hemen Sovyetler'e katıldı. Dünyaya yayılmış Ermeniler bu ülkeye doya doya vatanım diyemedi. Mutlu vatan kokusu duydukları yer, Anadolu'nun içleri, Trabzon, Erzurum, Kars. Geçtiğimiz yüzyıl, hangi Ermeni'ye Ermenistan'da yaşamak istersin, diye sorulsa, "nasılsa başkasının boyunduruğunda yaşayacağım, o halde Fransa'da daha özgürüm" derdi. Ve birçoğu, çok uzaklarda ütopyalar içinde, şiddetli bir rüzgar değişikliği kollayıp, Ermenistan'ı, Anadolu'ya sıçrama taşı olarak gören Taşnakçı oluverdi. Ermeniler'in dünyaya büyük göçü, buharlı gemilerin vızır vızır yeni bir dünya kurdukları 1840'lı yıllarda başlar ve Fransa ve Amerika'ya dağılırlar. Milli tartışma konusu, 1. Dünya Harbi'nde zorunlu göçe (tehçire) tabi tutulmaları. Bursa, Eskişehir, Ankara gibi şehirlerden bir gecede toplanıp, tren istasyonlarında çoluk-çocuk perişan, eşyalarını bir bavula dahi tıkıştıramadan, Anadolu'dan kovularak çıkarılmalarıdır. Doğu'daki kanlı savaşa çok uzak bu bölgelerden Ermeniler'in sürülmesi halen tartışılmakta. Bu sürgüne en çok Türk halkı karşı çıkmış, tren istasyonlarına koşup yardım etmiş, bir çoğunu gizlemeye çalışmış, vagonlara doldurulmuş Ermeniler'e, yemek, yiyecek taşımışlardır. İttihatçılar'da o günlerde Kars ve Erzurum'daki gibi iç isyanların-toplu katliamların bu bölgelere de sıçrar korkusu vardı. Tarihçilerin görüşü ortadadır: Rus ordusuyla beraber savaşan Ermeni isyanları ve zorunlu göçe sebep olan savaş, 1-1 berabere bitmiştir. Tarihçilerin görüşü dedikleri, terazide tartılan: Kan. Kanlar kuruyup gidince, toplu mezarlıklardan çıkartılan kemikleri saymaya, istiflemeye başladık. Soykırım iddiası da, işte bu göç sırasında, yolda, karda, kışta, ölen, kaybolan Ermeni nüfustur, Ermeni soykırım iddiaları parlamentolara taşınıncaya kadar, göç yolundaki bu büyük kırıma Türk tarihçileri umursamaz davranmış, "rakamlarla" hiç ilgilenmemiştir, çünkü,Rus ordularıyla birlikte Kars'ı, Erzurum'u yerle bir eden Ermeni çetecilere kin o denli fazlaydı ki, kendi ana-baba-dedesinin kemiklerini saymaktan, göç yoluna bakacak, zamanlar üstü bir insanlık bilgeliği şuuru şüphesiz fazla lüks olurdu. İttihatçılara karşı çıkıp, savaşa uzak bölgelerdeki Ermeniler'i sürgüne göndermenin gereği yoktu diyen tarihçiler bile, milli sohbetlerinde, Ermeniler yerinde kalsaydı, üç-dört yıl sonra başlayacak Yunan işgali sırasında Rumlar'la birlikte, işgal orduları safına geçebilirlerdi ve asıl katliam o zaman olurdu ve Kurtuluş Savaşı'nın rakamları o zaman büyürdü diyorlar! İçiçe girmiş bu kanlı savaşların trajedisinden haklı-haksız çözmenin hem imkanı kalmadı, hem de, haklı-haksız ayrımı yapmak, utanılacak bir intikam tarihinin köpüklü ağzını coşturmaktan başka işe yaramaz. Ermeniler'i yeryüzü topraklarında, taşkın, çırılçıplak heyecanlarıyla en iyi biz anlarız. Çünkü onlarla bin yıl aynı kadını sevdik: Anadolu. Bu güzel kadın uğruna ne onların ne bizim hiçbir zaman ölümden korkumuz olmadı. Bu kadının ıstırap verici sert bir özelliği var, sevgili aşıklarını dizginliyemiyor. Sevgililerini aynı soyun, aynı çığlığın içinde ne zaman eritmeye kalksa, bomba gibi patlıyor. Ermenilerle yaptığımız savaş değildi, elimizde patlayan bin yıllık bombaydı. Bu bomba, Anadolu'nun tüm kan damarlarını paramparça etti, birbirimizden ebediyyen ayırıverdi. Birileri hala, bu bombanın pimine dokunarak, bu edebi aşk ıstırabını dindirmeye çalışıyor. Sevgililerini arzuyla ateşleyen bu toprakların derin hatıralarında yaşayan rüyadan güzel masallar, bizleri hala delirtmeye devam ediyor! Diyelim bu güzel kadının sadece Rize'sini düşünün. Hadi, muhteşem, olağanüstü doğasını da bir kenara koyun, sadece Rizeliler'i düşünün. Sıcacık, neşeli, şekerden ve koşarcasına çalışan bu insanların ruh güzelliğini yeryüzü ikliminin hangi coğrafyasında bulabilirsiniz. Yüksek bir kültür, uygarlık, zenginlik, herşeyin sahibi olabilirsiniz, ama, yanıbaşında çabuk çabuk konuşan, hüznü, kasveti duman gibi dağıtan, bala bandırılmış bir coşkuyla her tür acıyı çağlayan tülüne dönüştürüveren ve insana takla attıran şaka dolu bir hayat öğrenirsiniz. Dinleyicisiz, yankısız ve bomboş parlamento sıralarında alınmış kararlarla böyle muhteşem bir halktan uzak düşmenin acısını çıkartmak istiyorlar! O günleri canlı canlı anlatan en güzel ve tek kitap: "İki Kıtal, İki Komitacı" adıyla Temel Yay., yazarı: Ahmet Refik. Sıcağı sıcağına cephe ateşi içinde, tren vagonlarında, kan ağlayarak yazıldı bu kitap, ve 1919'da basıldı. Ermeni tehcirini-isyanları tarafsız anlattığı için Türk basını tarafından çok eleştirildi. Mustafa Kemal'in dahi, Karpiç lokantasında Ahmet Refik'i, masa üstüne çıkartıp, eşşek gibi anırttığı hatıralarda anlatılır. (Birçok tarih kitabı yazan Ahmet Refik, konservatuvarın başına getirildi, Türk Tiyatro Tarihi adlı kitabı yazdı.) Yapı Kredi Yay., Doğu'da Mizah kitabı, Osmanlı mizahını anlatıp, sonunda Mısır, Tunus, Cezayir mizahından örnekler veriyor. Mesela, Mısır'da ilk mizah dergilerini Türkiye'den sürülmüş Ermeniler, Ermeni mizah basınını da Saruhan adlı ünlü karikatürist yönetiyor. Saruhan'ın çizgilerinde Lozan'ın hayalkırıklığı ve başka efendilerin boyunduruğunda yaşamak zorunda kalışlarının acı haykırışını izleyebiliyoruz. Meşrutiyet'le birlikte, Ermeniler Türkiye'de yirmiye yakın mizah dergisi çıkardı, Marsilya'ya uzandıklarında aynı gazeteler kaldığı yerden orda devam etti. Bir halk, kendi söz, davranış, geleneklerini eleştirerek mizah ve edebiyat yaratabilir, kültürünü, güvenle yeni çocuklarına aktarabilir. Ancak, içinde yaşadıkları toplumu eleştirme hakları yoktu. Yani, Osmanlı'ya, Türk'e karşı temkinli olmak asırlardır canlarına tak demişti ve bu gizli basınç gençleri uçurtmaya yetiyordu. Osmanlılar Ermeniler için her ne kadar kadim dost, sadık millet dese de, Ermeni Gazete ve dergilerin Türkler'in örf, adet, alışkanlıklarıyla dalgasını geçmesi sözkonusu olamazdı. Bir halkın yaşayabilmesi için başka bir halkın dedikodusunu, bozukluklarını, beğenmeyişlerini estetik takılmalar, iğnemelerle aktüel olarak işlemek zorunda, çünkü ermeni kültürü müzelik bir kültür, ölmüş, vakumlanmış bir kültür değildir. Daha sert ve cesurca söylersek, Kürtler'e dil, Kültür, Tv hakkı verseniz de bir işe yaramaz, birgün, gönüllerince kendi gazete ve dergilerinde Türk'ün adet ve gelenekleriyle ya da sert askeri, gaddar jandarma hikayeleriyle alay etmek isteyeceklerdir. Birbirleriyle iç içe yaşayan halklar, birbirlerine takılamazlar mı? Meşrutiyetçiler'in, basını özgür bıraktık, bunlar daha ne istiyor, deyip, anlamadığı buydu. İstanbul basını, asırlardır eteklerinde yaşayan halklarla dalgasını geçmiş, taklit, şive ve giyimleri "klişeleştirip", bu klişeler üzerinden kurumsal bir mizahı yapı kurmuştur. Laz, Acem, Arap şiveleriyle yüzlerce yıl bu kurumlar vasıtasıyla eğlenmiş İstanbul halkının aklına, birgün olsun, bizim de karikatürümüzü yaparlar mı, sorusu takılmamıştır. Tarihi, kültür çatışmalarından okursak, temkinli yaşamanın gerginliği, birgün demokratik halklarla kendini rahatça ifade etme imkanları bulduğunda, batının, ya da başkasının kışkırtması olmasa da, içinde yaşayacağı kültürlerle sert bir hesaplaşmaya girişmesi kaçınılmazdı. Modernleşme, içiçe yaşayan kültürlerin miyadını doldurdu. Asırlar boyu, pınarın başında güğümümüzü birlikte doldurduğumuz Ermeniler'in milli düşman oluşu, birilerinin kaşımasından çok, 19. yüzyılı fırtına gibi kavuran, bu kendini ifade etme, özgürlük-halk hareketlerinin rüzgar ekip fırtına biçtiği ve bu fırtınanın Anadolu topraklarından kanlı bir çıban gibi patlamasıdır! Bin yıl uslu bir çocuk gibi oturmuş Ermeniler'i, dostluğu ve huzuru bozup, bizleri canevimizden vuran hainler gibi durmaksızın lanetlememizin sebebi, içimizde yaşayan kültürlerin ağırlığını, sertliğini, canlılığını tarih boyu umursamaz oluşumuzdur. Bu kültürleri "içimizde erittiğimiz", erime derecesiyle sevdik. Ermeniler onun-bunun kaşımasından değil, asla erimek istemeyen bu kültürel reflekslerin fırlatmasıyla tarih sahnesinde bağımsızca bağırmak isteyip, çok geçmeden, azgın milliyetçi ateşlerce gözü kararıp, ölüme sürüklendiler. Safça ve cahilce bir tanım: Aynı uzuv, aynı aile içindeymişiz gibi halen 'hainlikle' suçluyoruz. İçimizdeki başkayı, aradan geçen yüzyıllara rağmen ve bugün hala tanıyamamış oluşumuz, o kültürlerin bu safça ve cahilce inşa ettiğimiz baskın kültürümüz yüzünden nefes alamayıp, seslerini çıkartamayışları yüzündendir. Çok geçmeden, uzaklara fırlayan bu azgın milliyetçilik, saçma sapan yüzlerce hikaye uydurmaya başladı. Amerika'da Ermeni lobisinin bir zamanlar yaptırdığı bir belgeselde, "Türkler savaşta, kaç düşman gözü çıkartıp getirirse o kadar kahramanlık nişanı alıyormuş.. Türkler, Ermeniler'in kulaklarını kesip pabuçlarına süs diye takıyormuş gibi..." Gazetenin olmadığı 1830'lu yıllarda fısıltıyla yaşayan İstanbul halkının dedikodularından aslı astarı olmayan bir yığın gulyabani kabus, gerçek bir tarih gibi karşımıza dikildi, güya tarafsız tarihçilerin, diyelim, Osmanlı'da İşkence kitabında Taner Akçam'da bile bu dedikoduları görmek mümkün. Gayrimüslimlere bir takım sosyal haklar, veren Tanzimat ve Meşrutiyet'in içimizdeki kültürleri silahlandırması, aydınlarımızın aklını başından aldı. Tanzimat'ı, gavurluk, Meşrutiyet'i vatan hainliğiyle suçlamakla kalmadılar, ne zaman, ne şekilde bir demokrasi talebi gelse, gaddar bir milli refleksle karşı koyan inanılmaz bir sertlik devletimizin iskeleti oluverdi. Üstüne, tüm demokratik taleplerin batıdan geliyor oluşu, halkımızın kuşkusunu paranoyaya, sonra, bu paranoyayı büyüten, sağcı partilerin kucağına itti. Ve bugün bu demokratik talepler öyle gülünç bir hal aldı ki, içimizden kim, işsizlik, maaş yüzünden miting meydanına yürüse, işte, vatan hainleri, diye suçlanıyor! DTC Fakültesi'nden Herkül Milas, Türk Edebiyatı'nı tarayarak, Türk yazarlarında, Rum, Ermeni tasvirleri, "Rum" düşmanlığının dökümünü çıkarttı, aynı çalışmayı Yunanistan'da da yaptı. Kitabı okuduğumuzda şu bilimsel sanılan görüş çıkıyor: "Türk yazarlarında milli düşmanlık had safhada!", Aslında, bu dayanak noktasından kitap yazıldı. Savaşın ateşinde, ya da babalarının katliam hikayeleriyle büyümüş yazarlarımızın metinlerinden, matematik, istatistik verileriyle milli edebiyattan milli hesaplar çıkartmayı hep kuşkulu bulmuşumdur. Bilimsellik görüntüsüyle Türk halkının kanaatlerine bir çirkin ve sert çivi daha çakılmak isteniyor. Bu görüşü tümüyle tersine çevirmemiz mümkün. Şu anda kütüphanemde 1870'lerden 1930'lara kadar çıkartılmış onlarca mizah dergisinin binlerce nüsha duruyor, uzun sürmüş darmadağınık bir savaştan çıkmış bu dergilerin manşetleri Rum, Ermeni düşmanlığıyla dolu olması aşikar bir gerçek! Ancak, son elli yılın mizah tarihini, hangi dönemi alırsak alalım, üstelik çizerlerimiz gündelik (popülist) konularda çizmek zorunda olmalarına rağmen, üstelik devletçe satın alınmış kanlı manşetlerin gölgelerinde yazmak zorunda oluşlarına rağmen, karikatüristlerimizden, edebiyatımızda çıkan neticenin tam tersini görüyoruz. Yani, karikatüristlerimizde, Rum, Ermeni düşmanlığı hiç olmadığı gibi, umursamaz davranmışlar! Hiç düşmanlık olmayışından sevinç ve mutluluk ve yüksek değerde bir insanlık kültürü çıkartmamız da gerekmez bundan. Çünkü, kendiliğinden, doğal tavırlarıdır. Üstelik bu karikatürcülerimiz ya da mizah dergileri, araştırmaya konu olan kitaplardan fersahlarca daha faza baskı yaptı, halkın ruhuna karıştı, tutuldu, sevildi. Sadece Leman Dergisi yazar çizerlerinin baskısı üçyüzün üstünde. Oysa Kardak Kayaları, Kürt Meselesi, Ermeni Taslağı, Rahmi Koç'un papazları alıp Trabzon limanına inmesi gibi meseleler, gündemden hiç düşmedi. Bu milli konulardaki düşmanlık, Türk yazarlarının ve Türk halkının keskin ve vazgeçilmez görüşü ise, bu düşmanlığı hiç umursamayan bu mizahi eserler, dergiler, neden bahsi geçen kitaplardan daha çok baskı yapıyor ve tanınıyor. Velhasıl, Herkül Milas, araştırma evrenini, son elli yılın karikatüründen ya da son on yılın en çok satan mizah dergisinden kurmuş olsaydı, Rum ve ermeni düşmanlığı Türk yazar-çizerlerinde hiç işlenmemiştir, gibi tam tersinden bir neticeye varacaktı. Milli edebiyattan milli hesaplar çıkartmaya kalkanlar, üçyüz adet bile satmamış bir kitaptan bir cümleyi büyütüp, resmi ideolojinin okullarda zorla okuttuğu kitapları abartıp, bağımsız, halkın içinden tırnaklarıyla, çığlıklarıyla yazar-çizer olmuş ve kitapları onlarca baskı yapmış yazar-çizerleri görmezlikten gelmesi vahim bir bilimsellik tuzağıdır. Bu tuzak, MHP ve onunla aynı teorik kumaştan Taşnakçıları mutlu kılar. Bu kadar vahim hesap hatası da her bilimadamına nasip olmaz. Kardeşlerim, Türkiye'yi gören bir yerden açın pencerelerinizi! Özdemir Erdoğan'la "İkinci Bahar" şarkısını söylemek istiyoruz. O şarkının içindeki bir mısra gibi: "Bugünkü aklımla sevmek." Rumlar, Ermeniler, Anadolu'nun binlerce yıl ciğerlerinde yaşadılar, yüzyıl süren savaşlar ciğerlerimizi söküp aldı. Bu talihsiz kopuşun sorumlusu, dünya fethine çıkmış işte bu demokrat görüntüsüyle kül bırakmayan batı aklının ta kendisi. Bu matematik, istatistik yanılmaların ta kendisi. Büyük kopuş yetmedi, şimdi de sosyal dokumuzu yeniden kemikleştirmek isteyen ideolojilerin ekmeğine yağ sürüyor. Bu bilimsel araştırmalar, yurtdışında diplomat, yazar ya da Taşnaklar tarafından okunduğunda, "Bakın alayı bize düşman" gibi, kendi kin ve nefretlerini doğrulayan görüşlerle yalancıktan mutlu oluyorlar. Düşmanlığın derinlerde hiç olmadığını, çoğunun medya yaygarası olduğunu, Avrupalılara söylediğinizde, hiç ciddiye almayıp, "evet, içlerinde bizim gibi demokrat düşünenler de var" gibi, çocukça baş okşayıp, bu halkın ve yazarlarının insanlık düşünü, siyasi bir aptallık gibi değerlendiren tehlikeli kurnazlık işlerine geliyor. Bu toprakları, bu insanları hiç tanımak istemiyor, resmi manşetlerden avuntu bulup, düşmanlığı kitleleştirmekten zevk alıyorlar. Biliyorlar ve iman ediyorlar ki, milliyetçilik, başkasına tahammülsüzlük, insanlığın tanıdığı en korkunç ideoloji, veba, devletimiz, İstanbul medyası, partilerimiz bu hastalığa yakalanmıştır ve bu halk, işte bu denli haklı sebeplerle kardeş kanına sürüklenmelidir. Bu ağır hastalık, batının arayıp bulamadığı müthiş bir plan gibi hoşuna gitmekte, bu kan gölünde çığlıklarla, ağıtlarla köylerimizi, şehirlerimizi terketmemiz, batılı uçakların fırlattığı yardım sandıklarının peşinden çamura batıp kayan ayaklarımız ekranlarda, tüm Avrupa'nın mutlu halkları seyrederek, kültürlerini-siyasetlerini yükseltmeliyiz. Tertemiz ve iyi kalpli Anadolu! Batının aklı, kendi topraklarında bir tek kişi öldüğünde yüzlerce duygusal film çeken, bizim topraklarımızda otuzbinkişi öldüğünde, yalnız silah tüccarlarını gönderen, bizi ölüm makinelerinin oyuncakları gibi görmekten, neden vaçgeçmiyor! Bakın, 1979 İran devrimiyle Türkiye üzerinden bir milyon İranlı geçti. Bunun yüzbinlercesi sessiz sedasız sosyal dokumuza karıştı. Bu yumuşak dokunun kalbine, Afganistan savaşından 1980'lerin başında yüzbinlerce yoksul Afganlı geldi, birçoğu geri döndü, onbinlerce içimizde bir yerlerde tutunup kaldı, Güney Irak'tan Balkanlar'dan milyonlarca insan ta kalbimizin ortasına gelip oturdu. İşte yüzbinlerce Romen işçi. İşte biri gidip, biri geliyor, tarih hareket ediyor ve kavimler rüzgarlarıyla geçip duruyor Anadolu'dan. Bakın, yumuşak dokumuzu gözlemleyip ülkemizde kalan turistlerin sayısı onbinlere ulaştı, birkaç yıla kalmaz bu rakam milyonlara fırlayacak. Uzaklarda ve derinlerde yüz yıllardır birileri, devletimizin artık zırhı olmuş bu milli düşmanlık hastalığını çok iyi planlayıp çok iyi nişan alıyor, sadece Rum'u, Ermeni'yi değil, Alevi'ye, Kürt'e, doğduğu Anadolu topraklarında huzur tanımıyor.. Kardeşlerim! Türkiye'yi gören bir yerden açın pencerelerinizi, halkımızın bu yumuşacık, sıcacık kalbini bir asırdır çelik bir zırhla kaplamak istiyorlar. Suriye'ye giden bir arkadaşım, taksiye biner, şoför Türkçe konuşmakta, "Türk müsün?" diye sorar, "Hayır, Ermeni'yim" der ve sonra arkadaş olup kahvelerine gider. Kahvede tüm Ermeniler Türkçe konuşmakta. Ermeni şoför, "O büyük göçte, beşyüz kişi yola çıktık, buraya on-onbeş kişi vardık, yolda ölülerimizi yiyerek. O, onkişiden biri de benim" deyip, hüzünlü hikayesini anlatır. Şoför'ün yanına çocukları gelir, delikanlı olmuşlar, masaya oturur, şoför, konuşmalarını gizler, anlatmaz. Çocukları gittikten sonra... "Çocukluğumdan beri çok düşündüm, başımızdan geçen bu kanlı felaketi çocuklarıma anlatayım mı?" diye. "Sonunda hiç anlatmamaya karar verdim, hiçbiri babalarının daha yedi yaşında bir çocukken dağ başlarında ölü eti yiyerek buraya geldiğini bilmesin istedim.." Bu yüksek ahlaki kültürü taşıdıkları için Ermeniler Anadolu'nun derinliğinde onbinlerce yıl yaşadı.. Artık ölü yemeyi de geçtik, mezarlardan dedelerimizin kemiklerini çıkarıp ekranlarda sıyırıp-sıyırıp yiyoruz! Babamla, Zigana'nın tepesinden gidiyoruz, karanlık basmış. Yolda, uzun boylu, hırpani giyimli, kör kara bir adam elinde asa yürüyor. Kurtların, canavarların kol gezdiği ıssız dağ başı, yürüyerek Bayburt'a gidiyor. Arabaya hiç binmezmiş. Allah'ın bir delisi, evliyası. Bağırarak merasimli, tantanalı bir selam verdi. Kısa bir hoşbeş, yolumuza devam ettik. Zigana'nın derin uçurumları kıyısında, babam anlatmaya başladı. Bu adam, dedi, savaşta masum bir Ermeni kızına silah çekti.. Tam kızı vuracak, kız bir melek olup elleri arasından göğe yükseldi. Adam, o an, silahı bırakıp askerden kaçmış, delirmiş, dağ başlarında gezer olmuş. Halk arasında anlatılan bu hikayeler masum bir Ermeni kızına çektiğimiz silahın bizi nasıl delirttiğinin muhasebesini yapıyor. Bütün siyasi ideolojilerin, devletin, manşetlerin beyin yıkamasına rağmen, halkımızın derinliklerinde başka bir insanlık rüyası, hesaplaşması yatıyor! Masum bir Ermeni kızına silah çeken bizlerin delirdiğini, delireceğini genç nesle, bizlere anlatıyor. İşte delirdik! 60'lı yıllarda Yunanistan'dan her yıl geldikleri gibi bir turist kafilesi gelir: "Helena Teyze'nin Başında Testi Kıran Hatice Teyzeyi Arıyoruz." Bu kadarcık istihbaratla nasıl bulunur, savaşın üstünden de kırk sene geçmiş. Araklı'nın bir köyünde Hatice teyze bulundu, bir kuru ihtiyar, sarıldılar, öpüştüler. Hikaye şöyle: Hatice teyze genç bir kız iken, Helena teyzeye su taşıyormuş. Silah sesleri duyulmuş karşı tepelerden, Helena teyze, Hatice'ye, "bir bak bakiyim, sizinkilerden mi bu ses, bizimkilerden mi?".. İşte o an Hatice Teyze: "Düne kadar sizinkiler, bizimkiler mi vardı" deyip, Helena teyzenin başında testiyi kırar. Helena teyze gittiği ülkede kırk yıl çocuklarına bu hikayeyi anlatır, çocuklar büyür, annelerinin memleketine gelir, hepsi altmış yaşlarında, Hatice teyzeyi ararlar. Hatice teyzeyi hepimiz arıyoruz. Hicret ederken, ailesinin görüşünü alır Hz. Muhammed, amcasıydı galiba, şöyle der: "Oğul, zordur buralardan gitmek!" Tek tek kiliselerini, evlerini, köylerini gezdim Ermeniler'in. Bu delirmiş kavgayı, bu kanlı çığlıkları, çok iyi anlıyorum, onlarınkini de, bizimkilerinkini de çünkü: "zordur buralardan gitmek!"... Bu kanlı milliyetçi çağ belki bir yüzyıl daha sürer, belki torunlarımız, ikinci bir bahar yaşar! Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.