Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

BİLİNÇ


Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Arkadaşlar merhaba,

Bilinç kavramı forumların çoğunda tartışma konusu olmuştu. Daha önce tartışıldı mı bilmiyorum...

Aşağıda linkini verdiğim bir siteden çevirdiğim yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum.

Böylece bilinç hakkında daha ayrıntılı şeyler tartışabiliriz...

 

Kaynak ve yazının devamı için: http://www.peterrussell.com/SCG/EoC.php

 

 

Bilincin evriminden önce bilincin ne zaman ortaya çıktığını ortaya koymak gereklidir. Yalnızca insanlarda mı bilinç vardır? Köpek gibi diğer hayvanlarda bilinç yok mudur? Köpekler bizim farkında olduklarımızın farkında olmayabilirler. Kendi dünyalarının ötesinde ne olduğundan haberdar değildirler. Duyuları ölçüsünde dünyayı tanımlarlar. Böylece okyanusların ardında ne olduğunu ya da dünyanın ötesindeki uzayı bilemezler. Şimdiki zaman dışında da bir şey bilmezler. Kaçınılmaz olan ölümden de haberdar değildirler. Ancak yine de bir şeylerin farkındadırlar. Köpekler dünyayı deneyimleri sayesinde tanırlar. Kendi dünyalarında görür, duyar, koklar ve tatarlar. Nere olduklarını hatırlarlar. Sesleri ayırt edebilirler. Bazı insanlardan ya da nesnelerden hoşlanabilir, sevmeyebilir ya da korkabilirler. Korku ve heyecan duygularına sahiptirler. Uyurken rüya görürler ve belki de hayal bile kurarlar. Bir bilince sahip olmadıklarını söylemek imkansızdır.

Köpekler bizden bilinç kapasiteleri bakımından farklıdır. Bizim gibi düşünemedikleri için bizden daha az bilinçlidirler diyebiliriz. Öte yandan, bizim duyamadığımız frekanstaki sesleri duyabilir, bizim ayırt edemediğimiz kokuları ayırt edebilirler. Öyleyse, duyusal algı bakımından insandan çok daha bilinçli ve yetenekli oldukları söylenebilir.

 

Bilincin doğasını anlamada en kullanışlı analojilerden (örnekseme) birisi “resim yapma”dır. Bir resmin kendisi bilincin içeriğine; üzerinde resim yapılan bir tuval bilinç yetisine karşılık gelir. Resimdeki sonsuz değişkenlik tuval üzerine çizilebilir, fakat hangi çizilen resim olursa olsun, hepsi tuval üzerine çizilmiş resim olma özelliğini paylaşacaktır. Tuval olmadan resim çizilemeyecektir.

 

Bilinç tuvalindeki resimler birçok biçim alır: dünya hakkındaki algılarımızı, düşüncelerimizi, inançlarımızı, değerlerimizi, hislerimizi, duygularımızı, korku ve umutlarımızı vb. Fakat bunlardan hiç birisi, bilinç kapasitesi konusunda birinci sırada yer almasaydık mümkün olmayacaktı.

 

Tüm Hayvanlar Bilinçli midir?

Köpekler bilinçli ise, aynı mantıkla, kediler, atlar ve yunuslar gibi birçok memelinin de bilinçli olduğu düşünülebilir. Diğer türlü, veterinerler neden anestezi kullansınlar ki? Memeliler bilinçli ise kuşların da bilinçli olduğu söylenebilir. Bazı papağanlar köpekler kadar bilinçli görünür. Bir kuş bilinçli ise diğer omurgalıların da bilinçli olduğu doğal olarak düşünülebilir. Yunuslar dünyayı sesler yardımıyla tanır, yılanlar kızılötesi radyasyon ile; köpekbalıkları elektrik duyularını kullanır. Peki bu çeşitlilik nasıl oluşmuştur?

 

Sınır çizgisini nerede çizeceğiz? Omurgalılarda mı? Böceklerin sinir sistemleri bizimkiler gibi karmaşık olmayabilir ve muhtemelen dünyayı bizim gibi algılama şansları yoktur. Ayrıca birçok değişik duyuları olduğu için bilinçlerinde çizdikleri resim farklı olacaktır.

 

Çok daha ileri gidersek, tek hücrelilerin bile bir bilince sahip olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim birçok tek hücreli fiziksel titreşime, ışığa veya ısıya duyarlıdır.

 

Bilinç ve Biyolojik Evrim

Herhangi bir yoldan tüm varlıkların bir bilince sahip olduklarını söyleyebiliyorsak, bilincin insan ile bir primat ile ya da herhangi bir memeli ile hatta biyolojik evrimin belirli bir derecesindeki başka bir varlık ile evirildiğini söyleyebiliriz. Bilinç her zaman vardı. Her hangi bir duyuya sahip olmayan ilk basit organizmalar, bakteri ve algler, en temel yolun – farkında olmanın zayıf bir ışığının - farkındaydılar. Onların dünya resimleri hiçbir şeydi, fakat insanla karşılaştırıldığında görsel olmayan, aşırı silik bir renk iziydi. Çokhücreliler geliştiğinde bu algılama kapasiteleri de gelişmiş oldu. Işığa, ısıya, titreşime, basınca ya da kimyadaki değişime duyarlı olan hücreler ortaya çıktı. Bu hücreler duyu organlarına dönüştü. Bu hücreler geliştikçe dışardan alınan bilgi de artmaktaydı. Gözler sadece ışığa duyarlı olmayıp farklı frekansları da ayırt edebilmekte ve ışığın yönünü de algılayabilmektedir. Bakterilerin en zayıf deneyim izi, farklı renk tonları ve şekiller haline değişti. Şekiller de, bilincin tuvalinde ortaya çıkmaya başladı.

 

Sinir sistemleri, bu veriler işlenerek ve organizmanın farklı parçalarına dağıtılarak gelişti. Çok öncesinde merkezi bir işlem sistemine bilgi akışına ihtiyaç duyuldu ve beliren dünyanın bütünleşmiş bir resmi elde edilmeye başlandı. Beyin evrilirken, bilince yeni özellikler de eklendi. Sürüngenlerle birlikte, hislerle birlikte beyinin bir bölümü olan limbik sistemler ortaya çıktı. Böylece hissetmek eklendi bilince.

 

Kuşlarda ve memelilerde sinir sistemi, çevresinde korteks oluşturarak daha da karmaşık şekilde gelişmiştir. Korteksin oluşumu yeni kabiliyetlerin yönünü açmıştır. Kortekse sahip olan canlılar hafıza yeteneğine sahiptirler. Dikkat edebilir ve bir amaç sunabilir. Bir kediyi bir köşede kovalayan köpek zihninde, kediyi artık göremeyeceği imajlar geliştirir. Primatlarla birlikte korteks, yeni bilinç özelliklerinin eklenmesiyle daha da büyümüş, daha karmaşık hale gelmiş ve neo-korteks adını almıştır. Bunlardan en önemlisi sembol kullanma yetisidir. Bu özellik iletişimin yeni bir biçimini de kazandırmıştır (sembolik dil).

 

Şempanze ve goriller bizim gibi konuşamayabilirler. Bu durum beyinlerinde, bazı şeylerin olmayışından kaynaklıdır. Ayrıca gırtlakları yoktur ve dillerini bizim gibi özgürce hareket ettiremezler. Buna rağmen diğer sembolik dil formlarını kullanırlar. Dil bir ses çıkardığında, sağırların kullandığı gibi, dikkate değer iletişim kabiliyetleri sunarlar. Kaliforniya’daki Coco adlı bir goril binlerce kelimelik hazneye sahiptir ve işaret dilinde cümleler kurabilmektedir.

Gönderi tarihi:

Beyin Nedir?

İnsan beyni, maddenin evriminin ulaştığı en üst noktadır. Fiziksel olarak yaklaşık 1,5 kilogramdır ve birçok insan organından daha ağırdır. Yüzeyi bir ceviz gibi kıvrımlıdır ve soğuk yulaf lapasını andıran bir rengi ve kıvamı vardır. Ne var ki biyolojik olarak son derecede karmaşıktır. Muazzam sayıda, muhtemelen toplam 100 milyar kadar hücre (nöronlar) içermektedir. Fakat her bir nöronun, kendisine destek hizmeti gören glia denen daha küçük hücrelerden oluşan bir topluluk içine gömülü olduğunu keşfettiğimizde bu sayı bile cüce kalır.

Beynin büyük bölümünü, iki eşit parçaya bölünmüş olan serebrum oluşturur. Serebrumun yüzeyi korteks olarak adlandırılır. Korteksin büyüklüğü insanı bütün diğer organizmalardan ayırır. Serebrum kabaca belirli vücut fonksiyonlarına karşılık gelen ve algısal bilgiyi işleyen bölgelere ya da loplara ayrılır. Serebrumun arkasında, vücuttaki tüm küçük kas hareketlerini kontrol eden beyincik uzanır. Bu kısımların altında omuriliğin devamı olan kalın bir sap ya da beyin sapı bulunur. Burası, her şeyi beyinle iletişime sokmak üzere, beyinden çıkarak omurilikten geçen ve vücudun tüm sinir sistemine uzanan sinir liflerini taşır.

İnsanları diğer hayvanlardan kesin olarak ayıran büyük beyine, esasen, neo-korteks olarak bilinen sinir hücrelerinin ince dış katmanının kalınlaşması yol açmıştır. Ancak bu genişleme beynin tüm bölgeleri için aynı değildir. Planlama ve öngörüyle ilgili olan ön loplar diğer bölgelerden çok daha fazla büyümüştür. Aynı şey, kafatasının arka kısmındaki beyincik için de geçerlidir; beyincik, otomatik beceriler edinme yeteneğiyle ve bisiklet sürme, araba sürerken vites değiştirme ya da pijamanın düğmelerini ilikleme gibi düşünmeksizin yerine getirdiğimiz bir sürü gündelik eylemimizle ilişkilidir.

Beynin kendisi, bir kan kaynağından uzak bölgelere besin taşıyan bir dolaşım sistemine sahiptir. Yaşamsal önemi olan oksijen ve glikozu taşıyan kanın büyük bölümünü beyin çeker. Bir yetişkinin beyni vücut ağırlığının %2’sini oluştursa bile, beynin oksijen tüketimi toplam oksijen tüketiminin %20’sidir. Bir bebekte bu %50 gibi büyük bir orandadır. Vücudun glikoz tüketiminin %20’si de beyinde gerçekleşir. Kalp tarafından pompalanan kanın beşte biri beyinden geçer. Sinirler bilgiyi elektriksel olarak iletirler. Bir sinirden geçen sinyal bunu bir elektrik dalgası biçiminde gerçekleşir; yani hücrenin gövdesinden sinir lifinin ucuna ilerleyen bir puls biçiminde. Demek ki beynin dili, sadece miktar açısından değil, frekans açısından da elektriksel uyarımlardan oluşur. Steven Rose şunları söylüyor:

Öngörülerimizi dayandırdığımız bilgi, çeşitli dalga boyları ve şiddetteki ışık ve ses dalgaları, sıcaklık dalgalanmaları, derinin belli noktalarındaki basınç, burun ya da dil tarafından saptanan belli kimyasal maddelerin yoğunluğu gibi biçimlerde vücudun yüzeyine ulaşan verilere bağlıdır. Vücut içerisinde bu veriler bir dizi elektriksel sinyallere dönüştürülürler, bu sinyaller özel sinirler üzerinden geçerek merkezi beyin bölgelerine ulaştırılır ve orada birbirleriyle etkileşerek belli tiplerde yanıtlar üretilir.

Nöron, bu bilgi aktarımını gerçekleştiren (mesajlar aksonlardan sinapslara ulaşır) çok sayıda özellikten (dendritler, hücre gövdesi, akson, sinapslar) oluşur. Diğer bir deyişle, nöron beyin sisteminin temel birimidir. Her koordine kas hareketinde binlerce motor nöron yer alır. Daha karmaşık hareketlerde milyonlarcası yer alır; her ne kadar bir milyon sayısı bile insan korteksindeki toplam sayının yalnızca yaklaşık yüzde 0,01’ini temsil ediyor olsa da. Ama beyin ayrı parçaların bir montajı olarak düşünülemez. Beyinin ayrıntılı bileşiminin analizi yaşamsal bir önem taşısa bile, bu yöntem ancak bir noktaya kadar işe yarayabilir.

“Beynin davranışının betimlenebileceği birçok düzey vardır” diyor Rose. “Atomların kuantum yapısı ya da beyni oluşturan kimyasalların moleküler özellikleri; içindeki tekil hücrelerin elektro-mikrografik görünüşü; karşılıklı etkileşim içindeki bir sistem olarak nöronların davranışı; bu nöronların zaman içinde değişen bir örgü olarak evrimsel ya da gelişimsel tarihi; söz konusu beyne sahip insan bireyinin davranışsal tepkisi; bu insanın aile ya da toplumsal çevresi vb. gibi düzeylerde beynin davranışları betimlenebilir.”[5] Beyni anlamak için, tüm parçalarının karmaşık diyalektik iç bağıntılarını kavramak gerekir. Bir sürü bilim dalını bir araya getirmek gerekir; etnoloji, psikoloji, fizyoloji, farmakoloji, biyokimya, moleküler biyoloji ve hatta sibernetik ve matematik.

Beynin Evrimi

Antik mitolojide tanrıça Minerva tam donanımlı olarak Jüpiter’in başından çıkıvermiştir. Beyin bu kadar talihli değildi. Bir anda yaratılmış olmak şöyle dursun, beyin, mevcut karmaşık sistemine ancak milyonlarca yıllık bir sürede evrimleşti. Evrimin çok ilkel bir düzeyinde ortaya çıktı. Tek hücreli canlılar belirli davranış kalıpları gösterirler (örneğin, ışığa ya da besinlere doğru hareket). Çok hücreli yaşamın doğuşuyla birlikte hayvan ve bitki yaşamı arasında keskin bir ayrım oluştu. Bitkiler, “iletişim” kurmalarını sağlayan iç sinyal aygıtlarına sahip olsalar da, bitki evrimi, sinirlerin ve beynin evriminden başka yöne döndü. Hayvanlar âleminde hareket, vücudun farklı kısımlarındaki hücreler arasında hızlı bir iletişimi zorunlu kıldı.

Tüm gereksinimlerine tek bir hücrenin içinde sahip olan en basit organizmalar kendine yeterlidirler. Hücrenin bir kısmıyla diğer kısımları arasındaki iletişim görece basittir. Öte yandan, çok hücreli organizmalar nitel olarak farklıdırlar ve hücreler arasında uzmanlaşmanın gelişimini mümkün kılarlar. Belirli hücreler öncelikle sindirimle uğraşabilirler, diğerleri koruyucu bir tabaka oluştururlar, diğerleri dolaşımı sağlarlar vs. Kimyasal sinyaller (hormonlar) en ilkel çok hücreli organizmalarda bile mevcuttur. Bu ilkel düzeyde dahi uzmanlaşmış hücreler bulunabilir. Bu, sinir sistemine doğru atılmış bir adımdır. Yassı solucan gibi daha karmaşık organizmalar, nöronların bir ganglionda* kümelendikleri bir sinir sistemi geliştirmişlerdir. Ganglionun, sinirler ve beyin arasındaki evrimsel halka olduğu saptanmıştır. Bu sinir hücresi kümeleri, böceklerde, kabuklu hayvanlarda ve yumuşakçalarda görülürler.

Bir kafanın gelişmesi ve göz oyuklarının ve ağzın bu kafada kendilerine bir yer bulmaları, hayvanın hareket etmekte olduğu yön hakkında bilgi edinmesinde bir avantajdır. Bu gelişimle uyumlu olarak bir ganglia grubu yassı solucanın başında kümelenir. Bu kümelenme, ilkel biçimine rağmen beynin evrimini temsil eder. Yassı solucan aynı zamanda, gelişmiş beynin kilit bir özelliği olan öğrenme yeteneği de sergiler. Bu gelişme beynin evrimine giden yolda ileri doğru devrimci bir sıçramayı temsil eder.

On yıl kadar önce Amerikalı sinirbilimciler insanlarda bellek oluşumu için gerekli olan temel hücre mekanizmalarının salyangozlarda da mevcut olduğunu buldular. Columbia Üniversitesinden Profesör Eric Kandel, Aplysia Californica denilen bir deniz salyangozunun öğrenme ve bellek yeteneğini inceledi ve bu salyangozların, insanlarda da bulunan bazı temel özellikleri sergilediklerini buldu. Fark şudur ki, insan beyni 100 milyar sinir hücresine sahipken, Aplysia daha büyük boyutlarda ama yalnızca birkaç bin sinir hücresine sahiptir. Bu mekanizmaları bir deniz salyangozuyla paylaşmamız olgusu, idealistlerin insanoğlunu tüm diğer hayvanlardan ayrı ve uzak, bir tür eşsiz yaratık olarak sunmaktaki inatçı çabalarına yeterli bir yanıttır. Beynin hemen hemen her fonksiyonu bir biçimde belleğe bağlıdır. Bu olguyu açıklamak için hiçbir ilâhi müdahaleye gerek yoktur. Doğal süreçler çok tutucu olma eğilimindedirler. Belli fonksiyonları yerine getirmekte yararlılığını kanıtlamış bir uyarlanma bir kez sağlanınca, artık evrim boyunca sürekli olarak tekrarlanır ve evrimsel avantaj sunduğu bir düzeye dek genişletip geliştirilir.

Evrim, hayvanların beyinlerinde, özellikle çok büyük beyinlere sahip üst primatlar ve insanlarınkinde birçok yeniliği gündeme getirdi. Aplysia bir şeyi birkaç hafta için “hatırlasa” da, onun belleği yalnızca, insanlarda alışkanlık olarak bilinen bir zihinsel etkinlik düzeyini içerir. Bu tür bir bellek, örneğin nasıl yüzüldüğünü hatırlamada söz konusudur. Beyni hasar görmüş insanlarda yapılan araştırmalar, olguları hatırlama yeteneğinin ve alışkanlıkların beyinde ayrı yerlerde depolandığını göstermektedir. Bir kişi olgu belleğini yitirebilir, ama yine de bisiklet sürebilir. İnsan aklını dolduran anılar, kuşkusuz bir salyangozun sinir sisteminde işleyen süreçlerden sonsuz ölçüde daha karmaşıktır.

Beynin süregiden büyümesi, hayvan evriminde büyük bir değişikliği gerektirdi. Eklembacaklıların ya da yumuşakçaların sinir sistemi, temel bir tasarım sorunu nedeniyle daha fazla gelişemez. Sinir hücreleri bağırsak etrafında bir halka biçiminde düzenlenmişlerdir ve eğer genişlerlerse bağırsağı gitgide sıkıştırırlar; örümcekte bu sınır çok keskin bir biçimde açığa çıkar, bağırsak sinir halkası tarafından öyle daraltılmıştır ki, örümcek yiyeceğini yalnızca ince bir sıvı olarak sindirebilir. Bünyeleri kendi ağırlıkları altında parçalanacağı için böcekler belirli bir büyüklüğün ötesinde büyüyemezler. Beyin büyüklüğü fiziksel sınırlarına ulaşmıştır. Korku filmlerindeki dev böcekler bilim-kurgu alanında kalmaya mahkûmdurlar.

Beynin daha da gelişmesi sinirlerin bağırsaktan ayrılmasını gerektirir. Omurgalı balığın ortaya çıkması, omurilik ve beynin sonraki gelişim modelini sunar. Kafatası boşluğu büyümüş bir beyni barındırabilir ve sinirler beyinden çıkarak omurga içinden geçip omuriliğin aşağılarına ulaşırlar. Göz çukurlarında optik desenleri sinir sistemine sunabilen görüntü oluşturucu bir göz gelişti. Karada amfibilerin ve sürüngenlerin ortaya çıkışı, ön beyin bölgesinin muazzam gelişimine tanık oldu ki, bu da optik loblar sayesinde gerçekleşti.

Yirmi yıl önce, California Üniversitesinden Harry Jerison, beyin büyüklüğünün vücut büyüklüğüyle bağıntılı olduğu fikrini geliştirdi ve bunun evrimsel gelişiminin izini sürdü. Jerison sürüngenlerin 300 milyon yıl önce küçük beyinli olduklarını ve bugün de öyle kalmış olduklarını keşfetti. Dinozorlar da dahil olmak üzere, sürüngenlerin beyin büyüklüğünün vücut büyüklüğüne bağlı olarak çizilen grafiği düz bir çizgi oluşturmuştur. Ne var ki, yaklaşık 200 milyon yıl önce ilk memelilerin evrimi göreli beyin büyüklüğünde bir sıçramaya işaret eder. Bu küçük gece hayvanları ortalama bir sürüngenden dört beş kat daha büyük beyinlere sahiptiler. Bu, büyük ölçüde, yalnızca memelilere özgü olan serebral korteksin gelişimi nedeniyleydi. Beyin yaklaşık 100 milyon yıl aynı göreli büyüklükte kaldı. Sonra, 65 milyon yıl kadar önce, hızlı bir gelişme gösterdi. Roger Lewin’e göre beynin gelişimi 30 milyon yıl içinde “dört ilâ beş kat artmıştı ve en büyük artışlar, ungulatlar (toynaklı memeliler), etoburlar ve primatların evrimiyle çakışmaktaydı.” (New Scientist, 5 Aralık 1992.)

Maymunlar, insansı maymunlar ve insanlar evrimleştikçe beyin büyüklüğü daha da arttı. Vücut büyüklüğü dikkate alındığında maymunların beyinleri modern memeli ortalamasının iki ilâ üç katıdır, ama insan beyni altı katıdır. Beynin gelişimi sürekli tedrici bir gelişme değil, kesintiler, başlangıçlar ve sıçramalardan oluşan bir gelişme sergilemiştir. “Kalın fırçalarla çizilmiş bu resim önemli ayrıntıları atlıyorsa da asıl mesaj yeteri kadar nettir;” diyor Roger Lewin, “beynin tarihi, değişim patlamalarıyla kesintiye uğrayan uzun durgunluk dönemlerinden oluşur.”

Beynin göreli büyüklüğü, beyin hacminin yüzde 70-80’ini oluşturan bir korteks geliştirerek 3 milyon yıl içinde –evrimsel bir sıçrama– üç katına çıktı. İki ayaklı ilk hominid türü 10 ilâ 7 milyon yıl önce evrimleşti. Ne var ki, insansı maymunlarla aynı düzeyde olan beyinleri görece küçüktü. Ardından, yaklaşık 2,6 milyon yıl önce Homonun doğuşuyla birlikte hızlı bir büyüme gerçekleşti. “Modern insanların atalarının evriminde bir sıçrama gerçekleşti” diyor Kiel Üniversitesinden jeolog Mark Maslin. “Bulunan kanıtlar” diye açıklıyor Lewin, “beyin büyümesinin 2,5 milyon yıl kadar önce, yani taş aletlerin ilk ortaya çıkmasıyla çakışan bir dönemde başladığı hissini veriyor.” Engels’in açıkladığı gibi, emekle birlikte beynin büyümesi ve konuşmanın gelişmesi çıka geldi. İlkel hayvan iletişimi, nitel bir ilerleme olarak dilin yolunu açtı. Bu durum ses tellerinin gelişmesine de bağlı olmalıydı. İnsan beyni, yakın akraba olduğumuz şempanzenin çok ötesinde soyutlamalar ve genellemeler yapma yeteneğindedir.

Beynin büyüklüğündeki artış, sinir şebekesinin karmaşıklığının artmasını ve reorganizasyonunu da beraberinde getirdi. Bundan asıl yararlanan, insansı maymunlardakinin altı katı büyüklükte olan korteksin ön kısmı, önyüz bölgesi olmuştur. Büyüklüğü nedeniyle bu bölge, diğer beyin bölgelerinden gelen bağlantıların yerini alarak orta beyne daha fazla lif bağlantısı kurabilir. “Bu durum, dilin evrimi için önemli olabilir” diyor Harvard Üniversitesinden Terrence Deacon, önyüz bölgesinin insanın belli konuşma merkezlerine ev sahipliği yaptığına dikkat çekerek. Bilincin bu gerçekliği, insanlarda kendinin farkına varışta ve düşüncede açığa çıkar. Steven Rose şöyle diyor:

Bilincin ortaya çıkışıyla, insanlarla diğer türler arasındaki kritik ayrımı oluşturan, ileriye doğru nitel bir evrim sıçraması olmuştur, böylelikle insanlar çok daha fazla çeşitlenmiş ve diğer organizmalar için mümkün olandan daha karmaşık etkileşimlere maruz kalmıştır. Bilincin doğuşu insanın varoluş tarzını nitel olarak değiştirmiştir; bilinçle birlikte, karmaşıklığın yeni bir düzeni, daha yüksek bir hiyerarşik örgütlenme düzeni görünür hale gelir. Ama bilinci statik bir biçim olarak değil de, birey ile çevresi arasındaki etkileşimleri de kapsayan bir süreç olarak tanımladığımızdan dolayı, insan ilişkileri insan toplumunun evrimi boyunca dönüşürken insan bilincinin de nasıl dönüştüğünü görebiliriz. Kafatası kapasitemiz ya da hücre sayımız ilk Homo sapiensten pek farklı olmayabilir, ama çevremiz –toplum biçimlerimiz– çok farklıdır ve bu nedenle bilincimiz de çok farklıdır; bu aynı zamanda beyin durumlarımızın da çok farklı olduğu anlamına gelir.

Gönderi tarihi:

devamı

Dilin Doğuşu

Bebekler, konuşma tam olarak gelişmeden önce, isteklerini dışa vurmak için göz teması, çığlıklar ve vücut dilinin diğer öğeleri gibi her türden işareti kullanırlar. Aynı şekilde, ilk hominidlerin de konuşmadan önce birbirleri arasında işaretleşmek için başka araçları kullanmış olmaları gerektiği açıktır. Bu tür bir iletişim diğer hayvanlarda ve özellikle üst primatlarda da mevcuttur, ama konuşma yalnızca insanlara özgüdür. Çocuğun, dilin altında yatan karmaşık kalıplar ve mantıkla birlikte konuşmaya hakim olmak için verdiği uzun mücadele bilincin edinilmesiyle eşanlamlıdır. Benzer bir yol ilk insanlar tarafından da kat edilmiş olmalıdır.

İnsan bebeğinin gırtlağı, insansı maymunlar ve diğer memelilerdeki gibi, ses oluğu aşağıda olacak şekilde düzenlenmiştir. Bu yolla hayvanlarınkine benzer çığlıklar atabilir, ama henüz düzgün konuşamaz. Bunun avantajı, boğulmaksızın aynı anda hem çığlık atabilmesi hem de yemek yiyebilmesidir. Daha sonra ses oluğu evrim boyunca gerçekleşen bir süreci yansıtarak yukarı doğru hareket eder. İnsan konuşmasının, birçok geçişsel biçim olmaksızın bir çırpıda ortaya çıkmış olması düşünülemez. Konuşmanın gelişimi, tıpkı insan bebeğinin gelişiminde gördüğümüz gibi, hiç kuşkusuz hızlı gelişim dönemlerini de içeren milyonlarca yıllık bir süreye yayılmıştır.

Dil olmaksızın düşünce varolabilir mi? Bu, “düşünce” ile ne kast edildiğine bağlıdır. Düşüncenin unsurları hayvanlarda ve özellikle belirli iletişim araçlarına da sahip olan üst memelilerde mevcuttur. Şempanzelerin arasındaki iletişim düzeyi oldukça karmaşıktır. Ama bunların hiçbirisinde, insanın düzeyinin uzağından bile geçecek türden bir dilden ya da bir düşünceden bahsedemeyiz. Üstteki alttakinden gelişir ve onsuz varolamaz. İnsan konuşmasının kökenleri bebeğin tutarsız seslerindedir, ama bu ikisini özdeşleştirmek aptalca olurdu. Aynı şekilde dilin insan ırkından önce de varolduğunu göstermeye çalışmak bir hatadır.

Aynı şey düşünce için de doğrudur. Erişilemeyen bir nesneye ulaşmak için bir çubuk kullanmak zekice bir davranıştır. Ama çocuğun gelişiminde böylesi bir davranış oldukça geç –yaklaşık 18. ayda– ortaya çıkar. Bu davranış, önceden düşünülmüş bir hedefi gerçekleştirmek için eşgüdümlü bir hareketle bir aletin –bir çubuk– kullanılmasını içerir. Kasıtlı, planlı bir eylemdir. Bu tür bir faaliyet insansı maymunlar ve hatta maymunlar arasında bile görülebilir. Yiyecek toplama etkinliğine yardımcı olarak, hazır bulunan nesnelerin –çubuklar, taşlar vb.– kullanımı hakkında çok şey yazılmıştır. Çocuk, on ikinci ayda, “ne olduğunu görmek” için bir nesneyi farklı yönlere atarak deney yapmayı öğrenir.

Bu etkinlik, sonuç elde etmek için tasarlanmış tekrarlanan amaçlı bir etkinliktir. Neden ve sonucun farkına varıldığını gösterir (bunu yaparsam şu olur). Bu bilgilerin hiçbiri doğuştan değildir. Deneyim yoluyla öğrenilir. Neden ve sonuç kavramını kavramak çocuğun 12-18 ayını alır. Bilginin en güçlü parçası! İlk insanların, tüm akılcı düşüncenin ve amaçlı eylemin gerçek temeli olan bu aynı dersi öğrenmeleri milyonlarca yıl almış olmalı. Doğa hakkındaki bilgimizin böylesine göz kamaştırıcı zirvelere ulaştığı zamanımızda, bazı bilimciler ve filozofların, nedenselliğin varlığını yadsımak suretiyle düşünceyi gerçekte ilkel ve çocukça bir düzeye doğru geri sürüklemeyi istemeleri haydi haydi saçmadır.

Çocuğun yaşamın ilk iki yılında, uzay, nedensellik ve zaman kavramlarının oluştuğu bir entelektüel devrim gerçekleşir. Ve bu devrim, Kant’ın tasavvur ettiği gibi gökten zembille inmez, bizzat pratik ve fiziksel dünyanın deneyimlerinin doğrudan bir sonucu olarak şekillenir. Tüm insan bilgisi, en soyut olanlar da dahil düşüncenin tüm kategorileri buradan türetilir. Bu materyalist anlayış çocuğun gelişimi tarafından açıkça kanıtlanır. Başlangıçta bebek gerçeklik ve kendisi arasında ayrım yapmaz. Ama belirli bir noktada, gördüğü şeyin kendisi dışında bir şey olduğunun ve görüş alanından çıktığında da varolmaya devam edeceğinin farkına varır. Bu büyük bir atılımdır; zekânın “Copernicus devrimi”. Maddi dünyanın varolmadığını ya da bunun kanıtlanamayacağını iddia eden filozoflar sözcüğün tam anlamıyla çocukça bir düşünceyi dile getirmektedirler.

Anne odayı terk ettiğinde ağlayan bebek, görüş sahasından çıktı diye annesinin yok olmadığını anlar. Ağlama eyleminin annesini geri getireceğini bildiğinden ağlar. Çocuk bir yaşına kadar görüş alanının dışında olan şeyin gerçekten de yok olduğuna inanır. İkinci yılın sonunda artık neden ve sonucu bilmektedir. Nasıl ki düşünceyi eylemden ayıran bir Çin Seddi yoksa, aynı şekilde çocuğun entelektüel yaşamıyla duygusal gelişimi arasında da mutlak bir ayrım çizgisi yoktur. Duygular ve düşünceler gerçekte birbirinden ayrılamaz. Bunlar insan davranışının tamamlayıcı iki yönünü oluştururlar. İrade unsuru olmaksızın hiçbir büyük girişimin başarıya ulaşmayacağını herkes bilir. Duygular insan eylemi ve düşüncesi için en güçlü maniveladır ve insan gelişiminde temel bir rol oynarlar. Ama her aşamada, çocuğun entelektüel gelişimi çözülmez bir biçimde etkinliğe bağlanmıştır. Zekaya dayalı davranış ortaya çıktıkça, aklın duygusal durumları eylemlerle ilişkilenir; neşelilik ya da hüzün bilerek yapılan eylemlerin başarısı ya da başarısızlığı ile bağlantılıdır.

Dilin doğuşu, bireyin davranış ve deneyiminde hem entelektüel hem duygusal bakımdan muazzam bir değişimi temsil eder. Nitel bir sıçramadır bu. Dile sahip olmak, Piaget’den alıntılarsak “geçmiş eylemlerini anlatı biçiminde yeniden inşa etme ve gelecekteki eylemlerini sözlü sunumlar aracılığıyla önceden gösterme yeteneğini” yaratır. Dil sayesinde geçmiş ve gelecek bizim için gerçek haline gelir. Şimdinin sınırlamalarının ötesine geçebilir, bilinçli bir plana göre tasarlayabilir, öngörebilir ve müdahale edebiliriz.

Dil toplumsal yaşamın bir ürünüdür. İnsanın toplumsal etkinliği dil olmaksızın düşünülemez. Dil, şu ya da bu biçimde, en eski insan toplumlarında, en eski zamanlardan beri varolmuş olsa gerektir. Bizatihi düşünce bir tür “iç dildir.” Dil sayesinde insanın gerçek toplumsal ilişki olanağı ortaya çıkar, yalnızca taklit etmenin aksine, öğrenilebilen ve önce sözlü sonra da yazılı bir biçimde kuşaktan kuşağa aktarılabilen bir kültür ve geleneğin yaratılışı söz konusu olur. Dil aynı zamanda antipati, sempati, aşk ve saygının daha tutarlı ve gelişmiş biçimde ifade edilebildiği gerçek insan ilişkilerini mümkün kılar. Bu unsurlar ilk altı aydan itibaren taklit biçiminde nüve halinde mevcutturlar. Telaffuz edilen ilk sözcükler genellikle yalıtık isim sözcüklerdir. Sonra çocuk sözcükleri bir araya getirmeyi öğrenir. İsimler yavaş yavaş fiillerle ve sıfatlarla bağlanır. Son olarak, mantıksal düşüncenin son derece karmaşık kalıplarını gerektiren gramer ve sözdiziminde ustalaşma gelir. Tür için olduğu kadar tek tek bireyler için de muazzam bir nitel sıçramadır bu.

Çok küçük çocukların gerçek anlamda dil olmayan, ama sırf yetişkinlerin konuşmasını taklit deneylerini ve çabalarını temsil eden seslerden oluşan “özel” bir dile sahip oldukları söylenebilir. Düzgün konuşma bu seslerden gelişir, ama bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Dil gerçek doğası itibariyle özel değil toplumsaldır. Toplumsal yaşam ve kolektif etkinlikten, en başta da, en eski zamanlardan beri tüm toplumsal yaşamın temelinde yatan üretim işbirliğinden ayrıştırılamaz. Dil ileri doğru muazzam bir sıçramayı temsil eder. Süreç bir kez başladı mı bilincin gelişimini muazzam ölçüde hızlandırır. Bu olgu çocuğun gelişiminde de görülebilir.

Dil insan etkinliğinin toplumsallaşmasının başlangıçlarını temsil eder. Ondan önce, ilk ön-insanlar çığlıklar, beden dili ve diğer jestler gibi başka araçlarla iletişim kurmuş olmalılar. Gerçekten de modern insanlar, özellikle büyük gerilim ve duygu anlarında böyle yapmayı sürdürürler. Ama bu tür bir “dilin” sınırları açıktır. Acil durumların ötesine geçmekte tamamen yetersizdir. İşbirliği temelinde üretime dayanan en basit insan topluluklarının ihtiyaç duyduğu karmaşıklık, soyut düşünce ve planlama düzeyi bile böylesi araçlarla ifade edilemez. Ancak dil aracılığıyladır ki, şimdinin darlığından kurtulmak, geçmişi hatırlamak ve geleceği öngörmek mümkün olur. Ancak dil aracılığıyladır ki, başkalarıyla gerçekten insani bir iletişim biçimini inşa etmek, kişinin “iç yaşamını” başkalarıyla paylaşması mümkün olur. Bu yüzden, tek konuşan hayvan olan insandan farklı olduğunu belirtmek için “dilsiz hayvanlardan” söz ederiz.

Düşüncenin Toplumsallaşması

Dil sayesinde çocuk, insan kültürünün zenginliğine açılır. Diğer hayvanlarda genetik kalıtım faktörü baskınken, insan toplumunda kültürel faktör belirleyicidir. İnsan yavrusu, yetişkinlere, özellikle de onu yaşamın, toplumun ve dünyanın gizlerine büyük ölçüde dil aracılığıyla ayak bastıran ebeveynlerine bütünüyle boyun eğdiği çok uzun bir “çıraklık” döneminden geçmek zorundadır. Çocuk kendisini, kopyalanacak ve taklit edilecek hazır bir modelle karşı karşıya bulur. Daha sonraları bu, özellikle oyun aracılığıyla, diğer yetişkinleri ve çocukları da içerecek şekilde genişler. Bu toplumsallaşma süreci kolay ya da otomatik değildir, ama tüm entelektüel ve ahlâki gelişimin temelidir. Tüm ebeveynler küçük çocukların kendi kendilerine oynarlarken nasıl da kendi kendilerine oldukça neşeli olarak uzun “konuşmalar” yaptıklarını zevkle gözlemiştir. Çocuğun gelişimi, ilkel benmerkezcilik durumundan kopma ve başkalarına ve genel olarak dış gerçekliğe bağlanma süreciyle sıkı sıkıya bağlıdır.

Piaget’nin orijinal şemasında, iki yıldan yedi yıla kadar olan dönem, basit “pratik” (“duyu-motor”) zekâ evresinden düşünceye geçişi göstermektedir. Bu süreç ikisi arasındaki her türlü geçişsel biçimle karakterize olur. Bu durum kendisini meselâ oyunda açığa vurur. Yedi yaşından on iki yaşına değin oyunlar, diyelim hayli bireysel olan oyuncak bebeklerle oynamanın aksine, ortak amaçları içeren kurallarla belirir. İlk bebekliğin mantığı, yetişkinlerde de hâlâ varolan ve Hegel’in “dolaysız” düşünce dediği sezgi olarak tanımlanabilir. Ebeveynlerin iyi bildiği daha geç bir aşamada çocuk neden diye sormaya başlar. Bu çocuksu merak, akılcı düşüncenin başlangıcıdır. Çocuk artık yalnızca şeyleri oldukları gibi almayı istememekte, onlar için akılcı bir temel aramaktadır. Her şeyin bir nedeni olduğunu kavramakta ve bunun ne olduğunu da anlamaya çalışmaktadır. “B”nin “A”dan sonra olduğu basit gerçeğiyle tatmin olmamaktadır. Onun neden olduğunu bilmek istemektedir. Böylelikle üç ilâ yedi yaş arasındaki çocuk, bazı modern filozoflardan daha akıllı olduğunu göstermektedir.

Geleneksel olarak belli bir büyü ve şiir havası verilen sezgi, gerçekte düşüncenin en geri biçimidir, ki çok küçük çocuklar için ve düşük bir kültürel gelişim düzeyine sahip insanlar için karakteristik biçim budur. duyuların sağladığı izlenimlerden oluşan sezgi, bizi belirli bir olaya karşı “kendiliğinden”, yani düşünmeden tepki vermeye kışkırtır. Mantığın ve tutarlı düşüncenin sıkıntıları onun semtine uğramaz. Bu sezgiler bazen gözalıcı biçimde başarılı olabilmektedir. Bu durumlarda, “esin parlamasının” apaçık kendiliğinden doğası, “içten” gelen ve ilâhi olarak esinlenmiş gizemli bir seziş yanılsamasını doğurur. Gerçekte sezgi, ruhun karanlık derinlerinden değil, bilimsel tarzda olmasa da imgeler vb. biçiminde edinilmiş deneyimin içselleştirilmesinden kaynaklanır.

Kayda değer bir yaşam deneyimi olan insan, karmaşık bir duruma dair son derece kıt bilgilere dayanarak sık sık doğru bir değerlendirmeye varabilir. Benzer biçimde bir avcı izini sürdüğü hayvanlar hakkında neredeyse bir “altıncı his” sergileyebilir. Gerçekten büyük beyinler söz konusu olduğunda esin parlamalarının bir deha niteliğini temsil ettiği düşünülür. Tüm bu durumlarda kendiliğinden düşünce olarak görünen şey aslında yılların deneyim ve düşüncelerinin damıtılmış özüdür. Ne var ki salt sezgi, çoğunlukla tatmin edicilikten son derece uzak, yüzeysel ve bozuk biçimli bir bilgiye yol açar. Çocuklarda “sezgi” muhakeme, tanımlama ve hüküm vermeyi becermeden önceki düşüncenin ilkel, ham evresine işaret eder. O kadar yetersizdir ki, bu evreyi çok önce geride bırakmış yetişkinlerin gözünde genellikle komik görülür. Tüm bu durumlarda gizemli hiçbir şeyin olmadığını söylemeye bile gerek yoktur.

Yaşamının ilk aşamalarında çocuk kendisiyle fiziksel çevresini birbirinden ayırt etmez. Gördüğümüz gibi, özne (“ben”) ile nesneyi (fiziksel dünya) birbirinden ayırt etmeye ancak yavaş yavaş başlar. Kendisi ile kendi çevresi arasındaki gerçek ilişkiyi, nesneleri elleriyle hareket ettirmek ve diğer fiziksel işlemler sayesinde pratik içerisinde anlamaya başlar. İlkel birlik darmadağın olur ve kafa karıştırıcı bir görüntüler, sesler ve nesneler bolluğu ortaya çıkar. Çocuk ancak bu andan sonra şeyler arasındaki bağlantıları kavramaya başlar. Deneyler, çocukların eylemde her zaman sözcüklerde olduğundan daha gelişmiş olduklarını göstermiştir.

“Saf entelektüel eylem” diye bir şey yoktur. Küçük çocuklarda bu çok açıktır. Kalp ile kafayı karşı karşıya koymak çok alelâdedir. Bu da yanlış bir karşıtlıktır. Duygular entelektüel sorunların çözümünde bir rol oynar. Bilimciler kavranılması en güç eşitliklerin çözümünde heyecana kapılırlar. Farklı düşünce ekolleri, felsefi, sanatsal vb. sorunlar hakkında ateşli tartışmalar içerisine girerler. Örneğin aşk, iki insan arasında üst düzey bir anlayışı gerektirir. Hem akıl hem de duygular rol oynar. Biri diğerini önvarsayar ve şu ya da bu ölçüde birbirlerine müdahale edip şartlandırırlar.

Toplumsallaşma derecesi ilerleyip geliştikçe çocuk, Piaget’nin “kişiler arası duygular” –insanlar arasındaki duygusal ilişkiler– dediği ihtiyacın giderek daha çok farkına varır. Burada, bizzat toplumsal bağın, cezbetme ve iticilik gibi çelişkili unsurlar taşıdığını görürüz. Çocuk bunu önce ebeveynleri ve ailesine ilişkin olarak öğrenir, ardından da daha geniş toplumsal gruplarla sıkı bağlar kurar. Sempati ve antipati duyguları gelişir, bu duygular eylemlerin toplumsallaşmasıyla ilintilenir ve ahlâki duygular ortaya çıkar; iyi ve kötü, doğru ve yanlış, ki bunlar “hoşlandıklarım” ya da “hoşlanmadıklarımdan” çok daha öte bir şey anlamına gelir. Bunlar öznel değil, toplumdan türetilmiş nesnel kriterlerdir.

Bu güçlü bağlar, daha en başından itibaren işbirliğine dayanan toplumsal üretime ve karşılıklı bağımlılığa dayanan insan toplumunun evriminin önemli bir parçasıdır. Bu olmaksızın insanlık asla hayvanlar âleminden çıkamazdı. Ahlâki değerler ve gelenekler dil aracılığıyla öğrenilir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Bununla karşılaştırıldığında, biyolojik kalıtım faktörü, insanoğlunun yapıldığı hammadde olarak kalmaya devam etse bile, tümüyle ikincil bir faktör olarak görünür.

Yedi yaşından itibaren gerçek bir okul eğitiminin başlamasıyla birlikte çocuk güçlü bir toplumsallaşma ve işbirliği duygusu geliştirmeye başlar. Kurallı oyunlarda bu kendisini gösterir; en basit bir misket oyunu bile karmaşık bir kurallar dizisini bilme ve kabullenmeyi gerektirir. Etik kuralları ve toplum yasaları gibi, bu oyun kuralları da kendi ayakları üzerinde durabilmek için herkes tarafından kabul edilmelidir. Kuralları ve bu kuralların nasıl uygulanacağını bilmek, dilin gramer ve sözdizimi kuralları kadar karmaşık bir şeyi kavramakla at başı gider.

Piaget şu önemli gözlemde bulunur, “tüm insan davranışları aynı anda hem toplumsal hem de bireyseldir.” Bu noktada karşıtların birliğinin en önemli örneğiyle karşı karşıyayız. Düşünceyi varlığın ya da bireyi toplumun karşısına koymak tamamen yanlıştır. Bunlar birbirlerinden ayrılamazlar. Özne ve nesne arasındaki ilişkide ve birey ile çevre (toplum) arasındaki ilişkide aracı olan etken insanın pratik faaliyetidir (emek). Düşüncelerin iletişimi dildir (dışsallaştırılmış yansıtma). Diğer taraftan düşüncenin kendisi, içselleştirilmiş toplumsal ilişkidir. Yedi yaşındayken çocuk, bakış açılarının eşgüdümünü mümkün kılan bir ilişkiler sisteminden ibaret olan mantığı anlamaya başlar.

Çok parlak bir pasajda Piaget bu aşamayı Yunan felsefesinin ilk dönemleriyle karşılaştırır, bu ilk dönemde İyon materyalistleri dünyanın ussal bir kavrayışına ulaşmak için mitolojiden kopmuşlardı:

İlk açığa çıkanlar (birleştiricilerin yeni açıklama biçimleri) arasında, tam da mitolojik açıklamaların gerilediği çağda Yunanlıların sergilediğine kaydadeğer bir benzerlik gösterenler olduğunu görmek şaşırtıcıdır.

Burada çok çarpıcı bir biçimde, daha gelişiminin en başlarında tek tek her çocuğun düşünüş biçiminin nasıl genel olarak insan düşüncesinin gelişimiyle kaba bir paralellik taşıdığını görürüz. İlk aşamalarda ilkel animizmle paralellikler vardır, çocuk güneşin doğduğu için parladığını düşünür. Daha sonra, bulutların dumandan ya da havadan geldiğini; taşların topraktan yapıldığını vb. tasavvur eder. Bu, maddenin doğasını, su, hava vb. şeyler aracılığıyla açıklama girişimlerini hatırlatmaktadır. Bunun büyük önemi şurada yatar ki, bunlar, evreni, din ya da büyü aracılığıyla değil de, materyalist, bilimsel araçlarla açıklamaya dönük çocuksu çabalardır. Yedi yaşındaki çocuk zaman, mekân, hız vb. kavramları kavramaya başlar. Ne var ki bu zaman alır. Kant’ın, zaman ve mekân kavramlarının doğuştan geldiğini ileri süren teorisinin aksine, çocuk böylesi soyut düşünceleri, bu düşünceler kendisine deneysel olarak gösterilmediği sürece kavrayamaz. Demek ki idealizmin yanlışlığı, bizzat insan düşüncesinin gelişim sürecinin incelenişiyle gösterilebilir.

 

Kaynak:Aklın İsyanı

Alan Woods - Ted Grant

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.