Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Yazarlar... Çeşitlemeler...


sardunyam

Önerilen İletiler

LADİN ORMANLARI

 

 

Karadeniz otoyolu etap etap hizmete açılacak, ancak, yolun tam olarak bitmesi 20-30 yılı alacak. Dünya coğrafyasının en nadide bu eşsiz sayfası tarihe gömülürken hem suskunuz, hem de artık yapılabilecek birşey kalmadı. Yol çalışmalarını izlediğinizde eşsiz doğa parçası karşısında müteahhitlerin tam bir canavar yöntemi izlediklerini görürüz. En ucuz, en kısa yoldan yolu tamamlamak için doğanın en güzel yerlerine merhametsizce saldırıyorlar. Yerkürenin ilk kurulduğu günden beri tüm kültürleri büyülemiş, Allah'ın ve doğanın eşsiz manzaraları, tarihe karışıyor. Kumsal yok oluyor. Koyulan mendirekler yeniden kum tutmaya başladı, cici sahilimiz oluştu diye seviniyor aptallar. Beş yüz kilometrelik denizi yüzmetre ileriye atacaklar... Nasıl atacaklar, dünyada örneği var mı? Tabii ki bataklığı bizden sonraki kuşaklar görecek. Doğanın yüzbinlerce yılda oluşturduğu enfes koylar, enfes küçük kayalıklar hiçe sayılıyor. Her biri dünya güzeli sahil kayaları yerine kaya parçaları dökülüp, asfaltın altına gömülüyor.

 

Karadeniz sahili artık İstanbul'un Sultanbeylisi, Ankara'nın Lalahan'ı oldu, bu kadar biçimsiz, tiksinti verici bir çirkinlik. Eskiden insan o yollara düşünce doğanın güzelliğinden için için ağlardı, şimdi, utanarak, mideniz kalkarak geri dönüyorsunuz. Duyan, gören yok. Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük inşaat alanına medyanın, yazarların ilgisi hiç yok. Çünkü ******** bilmiyor olup biteni. Müteahhitler Karadeniz'i cehenneme çevirdi, gören yok. Ses çıkartan hiç yok. Sahil yolu yapıldığında geri zekalı ve *****kitleler ne güzel yolumuz oldu demeye şimdiden hazır. Bu yeni yapılan asfalt yoldan İspanya'da, İtalya'da hatta ırak'ta yüzbinlerce kilometre bulabilirsiniz. Bulamayacağımız ve burayı eşsiz yapan, dağların dik olarak denize inişi. Ve ormanla kaplı bu güzelliğin dalgaların içine kadar gömülmesi. Kaybolan bu güzellik. Karadeniz sahillerini güzelleştiren ormanla dolu dik dağların denize hücumu, şimdi, tam denizle dağ arasında elli metrekilk düzlük çekiyorsunuz. Bu inanılmaz, mucizevi doğayı alalade bir Malatya, bir Konya yoluna çeviriyorlar. Karadeniz'in bütün coğrafyalardan üstün, çarpıcı, güzelliği asfalta arabaara, koçlara kurban edildi. "Kalkınma, ilerleme, bina, beton" üzerine beyinler öyle yıkanmış ki, düz bir beton gören, kapkara asfaltı gören kalkınıyoruz diye seviniyor. Eşsiz doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu güzellikleri kimse umursamıyor. Dayanılacak gibi değil.

 

Karadeniz manzaradır, manzara yokedilmiştir. Karadeniz sahile gümbür gümbür inen dağlardır, dağlar yokedilmiştir. Karadeniz binlerce küçük koyuyla eşsiz, esrarlı güzellikler taşır. Bu minik koylar tamamen kayayla örtülüp, yokedilmiştir. Buna can dayanmaz. Çevre örgütleri, medya, yazarlar suskun, çünkü, ülkelerini, güzelliklerini okumamışlar, görmemişler, bilmiyorlar! Bu kadar cahil oldukları için patronları bunları parayla köpek yaptı gazetelere, TV'lere!

Yani, bugüne kadar, para, ya da fırsat bulup Karadeniz'e gitmemişseniz, Karadeniz'in coşkulu ormanlarının dalgaların üstüne hücumunu görmemişseniz, artık olup biteni kitaplardan okuyacaksınız. Hiçkimseye güzellik gösterecek yer kalmadı. İşte herşey siz yaşarken, siz TV programlarını, o sanatçıları, o gazeteleri okurken oldu. Sizler bu ülkede nefes alıp verirken, elinizden coğrafyanız alındı. Herkes sorumlu bu alçaklıktan. Duymadınız. Ne diyeyim ben size.

 

Yüzlerce alternatif taşımacılık dururken, her yatırım, her kalkınma hamlesine otoyolla başlamayı isteyen kimlerse artık, sahilleri oydular, değil insanları susturup öldürmek, mapuslara tıkamak, artık dağları, coğrafyaları imha ettiler. Kapkara ormanlarla dolu dağ başlarını kelleştirip kaya ve beton yığını yaptılar. Alkışlayın bu kahramanları, onların gazetelerini alın, onların gazetelerinde yazar olun, onların otomobillerine binin.. Binin, binin..

 

Ben geçimini sağlayamayan bir yazarım, gücüm, kuvvetim nedir, bir yazmayla olacak iş mi bunlar. Yazmanın çizmenin hiçbir işe yaramadığı büyük bir medya işgalinin sonucunu izliyorsunuz. Özgür basın, bağımsız yazarlığı hiçe saymanın sonuçlarını okuyorsunuz. Önce gazetelerinizi, TV'lerinizi elinizden aldılar, sonra dünyanın en eşsiz doğa parçasını toz toprak çakıl taşına çevirinceye kadar unufak ettiler! Olsun canım, siz de gider Rodoslar'da tatilinizi geçirirsiniz!.

Kimseye kızacak, karşı koyacak gücüm kalmadı.. Bu merhametsizlik karşısında kemiklerim hamur gibi, mecalim kalmadı. Şimdi çok iyi anlıyorum, insanlara, gurur, onur, bağımsızlık, güzellik duygusu öğretmeden, yatırım, kalkınma, ilerleme anlatmanın tam bir zebanilik olduğunu..

 

Bu faciayı geçen yıl yazdım, tek bir köşe yazarı ilgilenmedi, tek bir yazar ilgilenmedi, yazarlığı bırakacağım dedim, inadım inad. Birçok köşe yazarına olup biteni özetleyip gönderdik. Sayfalarında yer açmadılar. Bu kadar eşsiz güzellik taşıyan coğrafyayı bu aptallara teslim edince, olacağı budur. Demek ki, onu bunu köşeyazarlığı atamak, tayin etmek, basit bir torpil konusu değil. Duyarlı olmak, coğrafyayı tanımak, bütün bu soylu terbiyelerden geçmeden insanların eline kalem vermek tam bir canavarlık! Bir küçük haberi hala çıkmıyor!

 

Bunlar nasıl ekmek yiyor, bunlar bizim gibi normal insanlar gibi çay içiyor, çocuklarıyla konuşabiliyor mu? Hadi siz alın bu kalemi. Siz söyleyin. Peki neden bu kadar mahkeme açılıyor bana. Ülkemizde olup bitenleri söylemek suç mu? Neden önümüzü kesmeye çalışıyorlar. Bunları söylediğimiz için bizleri paramparça etmeye uğraşıyorlar, dergimizi, bölüyorlar, adamlarımızı ayartıyorlar, her türlü entrikalar deniyorlar. Yaşamımıza izin vermiyorlar.

 

Şimdi bana söylenen şu. Sen bunları söyleme, seni Nazım kadar şöhret yapalım. Ne yapacağım. Susacağım. Ulan, sanki elimde kimsenin bilmediği derin devletin gizli raporları varmış gibi. Gördüğümü herkes görüyor, sadece kimse yazmıyor, çünkü bütün dergiler, gazeteler işgal altında. Otobüse binip gidin, siz de görün.

 

Çok gizli belgeleri ele geçirmiş bir gazeteciymişim gibi bana teklifte bulunuyorlar. Hiç gizli belge yazmadım, çünkü, gizli belgelere ulaşacak kadar gücüm, kudretim, adamlarım olmadı. Demek ki, hasbelkader derinlerden haber alan gazeteci türü olsak hiç dayanamayacak çekip vuracaklar bizi.

 

Bütün bilgilerimizi toplayıp yeni baştan konuşalım. Dağlar, kapkara ve sık ormanlar, geniş ağaçlar, deniz ve dalgalar iri kaya ve iri dağ gövdeleri, bunlara tabiat denir, insana yücelik, güzellik derinlik gibi ilahi duygular verir. İnsanlar, Tanrıya, ötelere, coşkuya, estetiğe, çalışmaya, aşka, buraları görerek, yaşayarak ulaşır. Ey benim ***** milletim. Coşkuyla didinip çalışan fırtınalı ruhları bu muhteşem tabiatın rüzgarları ve güzellikleri yaratır. Bu aşk dolu, coşku dolu sahilleri, ormanları ırmakları göstermezsek, insan yetiştiremeyiz. İnsanlar eğitimini, tabiatın muhteşem bu esrarengiz ve kıran kırana heyelarından, rüzgarlarından, dalgalarından, bulutlarından alır. Bu beton yığınlarından neyi alacaklar! Ulusoy'un, Koç'un arabaları satınca ********* mu olacak! ********* çuvalından milyonlarca genç beyin! İki feribot, bir tren, ya da tünelle dümdüz İç Anadolu'ya açılmak varken, bu eşsiz tabiatın ırzına geçmek kimin fikri! ANAP'ın, Özal'ın, Demireller'in, Çillerler'in, sağcıların, gerizekalı gazetelerin, dangalak sürüsü köşeyazarlarının fikri. Bu utanç dolusu insanlarla dolu bir coğrafyada yaşamak imkansızlaştı!

 

Nihat Genç

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu yeni yapılan asfalt yoldan İspanya'da, İtalya'da hatta ırak'ta yüzbinlerce kilometre bulabilirsiniz. Bulamayacağımız ve burayı eşsiz yapan, dağların dik olarak denize inişi. Ve ormanla kaplı bu güzelliğin dalgaların içine kadar gömülmesi. Kaybolan bu güzellik. Karadeniz sahillerini güzelleştiren ormanla dolu dik dağların denize hücumu, şimdi, tam denizle dağ arasında elli metrekilk düzlük çekiyorsunuz

 

Yani, bugüne kadar, para, ya da fırsat bulup Karadeniz'e gitmemişseniz, Karadeniz'in coşkulu ormanlarının dalgaların üstüne hücumunu görmemişseniz, artık olup biteni kitaplardan okuyacaksınız

 

insanlara, gurur, onur, bağımsızlık, güzellik duygusu öğretmeden, yatırım, kalkınma, ilerleme anlatmanın tam bir zebanilik olduğunu..

 

Dağlar, kapkara ve sık ormanlar, geniş ağaçlar, deniz ve dalgalar iri kaya ve iri dağ gövdeleri, bunlara tabiat denir, insana yücelik, güzellik derinlik gibi ilahi duygular verir. İnsanlar, Tanrıya, ötelere, coşkuya, estetiğe, çalışmaya, aşka, buraları görerek, yaşayarak ulaşır. Ey benim ***** milletim. Coşkuyla didinip çalışan fırtınalı ruhları bu muhteşem tabiatın rüzgarları ve güzellikleri yaratır. Bu aşk dolu, coşku dolu sahilleri, ormanları ırmakları göstermezsek, insan yetiştiremeyiz. İnsanlar eğitimini, tabiatın muhteşem bu esrarengiz ve kıran kırana heyelarından, rüzgarlarından, dalgalarından, bulutlarından alır. Bu beton yığınlarından neyi alacaklar!

 

Yazmak, tüm kötürümlüklere, boyun eğmelere, yaltaklanmaya, aymazlıklara, görmedim, duymadım, bilmiyorumdan elde edilen kazanç yollarını ortadan kaldırmaya bir başkaldırı ise Nihat Genç hakiki bir yazar...O yazar da biz ne yaparız...

Evet, dönüp Nihat Genç'in yüreğine sağlık diyeceğiz. Evet, dönüp Nihat Genç'e bırakma, sen olmazsan belki de kimse yazmaz, kimse hatırlamak istemez ve de hatırlatmaz...

 

Gitmedim, görmedim, tam olarak nasıl bilmiyorum. Ama, Nihat Genç'e güvendiğim için o söylüyorsa doğrudur diyorum. Yürekten konuşan bu adama inanmamak mümkün değil...Gitmedim, görmedim, bilmiyorum, 5 yıl sonra orada ne göreceğim. İşte asıl mesele bu...Tüm doğayı yokediyoruz...Halbu ki o doğayı biz yapmadık, biz üretmedik, o halde neyi, niye bozuyoruz. Bunu yoketmeye hakkımız yok...Geleceğe ne bırakıyoruz...Otoyol mu? Gerçekten artık Deniz bir dağa değil de betona çarpıyorsa, betonu dövüyorsa orada bir manzaradan söz edilir mi? Orada bir bozmadan, yoketmeden söz edilir...

 

Bu yazıyı taşıdığın için teşekkürler sardunya...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yazmak, tüm kötürümlüklere, boyun eğmelere, yaltaklanmaya, aymazlıklara, görmedim, duymadım, bilmiyorumdan elde edilen kazanç yollarını ortadan kaldırmaya bir başkaldırı ise Nihat Genç hakiki bir yazar...O yazar da biz ne yaparız...

Evet, dönüp Nihat Genç'in yüreğine sağlık diyeceğiz. Evet, dönüp Nihat Genç'e bırakma, sen olmazsan belki de kimse yazmaz, kimse hatırlamak istemez ve de hatırlatmaz...

 

Gitmedim, görmedim, tam olarak nasıl bilmiyorum. Ama, Nihat Genç'e güvendiğim için o söylüyorsa doğrudur diyorum. Yürekten konuşan bu adama inanmamak mümkün değil...Gitmedim, görmedim, bilmiyorum, 5 yıl sonra orada ne göreceğim. İşte asıl mesele bu...Tüm doğayı yokediyoruz...Halbu ki o doğayı biz yapmadık, biz üretmedik, o halde neyi, niye bozuyoruz. Bunu yoketmeye hakkımız yok...Geleceğe ne bırakıyoruz...Otoyol mu? Gerçekten artık Deniz bir dağa değil de betona çarpıyorsa, betonu dövüyorsa orada bir manzaradan söz edilir mi? Orada bir bozmadan, yoketmeden söz edilir...

 

Bu yazıyı taşıdığın için teşekkürler sardunya...

 

Güzel katkından ötürü ben teşekkür ederim Nihat Genç'e bende güvenirim... SkyTürk'te ki programını izlemenizi tavsiye ederim... :clover:

 

Kis Ikindisinin Evinde, Kursat Basar

 

Disarda Kötülük Vardi

 

Pencerelerden disari bakmak kötülüktü. Disarda kötülük vardi.

 

Zaman - neresinde oldugumu hiç belirleyemedigim zaman -

 

ama gökyüzü dünyamiza dahil degildir.

 

Iste zaman böyle birseydi, hayatin düsmaniydi, ölümdü.

 

Ama sevmenin de sürüp giden birsey olmadigini bilmiyordum. Keske bilmeseydim, bir yalanla yasayabilseydim, bu yalan benim varolusum olsaydi.

 

Hem ölüm yeni birsey degildi ki, insanlar kadar korkutucu degildi ki...

 

oysa son kibritim bu benim.

 

Kis Ikindisinin Evinde

 

Cehennemin, kisinin çirilçiplak yalnizligi oldugunu yeni anliyorum.

 

"Tanri olmak istemiyorum artik!"

 

Ask sihirli bir yolculuktu, yalnizca bir kez yapilacak bir yolculuk, geri dönülmeyen bir yolculuk. Ve sonraki tüm asklar o ilk coskunun yeniden hatirlanmasi, yeniden yasanmaya çalisilmasindan baska birsey degil. Simdi hayal meyal hatirliyorum: Tüm baharlar o günlerin acisiyla canli kaliyor ve yasam o güzel günlerin acili tortusu...

 

Simdi yeniden arkama baksam incecik, görülüp yiten karaltilar belirecek. Ama geri dönmeyecegim, dönsem yitecekler.

 

f a k a t n e d e n s e n y o k s u n ?

 

sonsuza dek yasayacagim çünkü ölümüm ben

 

Cem'in Günlüğünden

 

Böylesi geç kalmasaydik, sönmekte olan atesin korlarina birkaç odun daha atsaydik, içimizde yükselen o kipirti özgür kalabilseydi - artik neye yarar - yüzlerimizi içimize degil birbirimize dönseydik böyle olmazdi.

 

"Bu yaz birini sevdim ama yanimda yoktu." demisti Selin. Kimse sevdigine dokunamadi. Simdi uzagiz birbirimizden.

 

"Ölümün ardindan yürüyoruz"

 

zaman geçip gitti ellerimizin arasindan, çocukluk günleri bitti, bu, özgürlügün basladigi degil, korunagin yikildigi gün.

 

Kül ve bakir. Bütün gündoguslarinda yitirilecek, bir daha hiç görülmeyecek bir sevgiliye, ama tüm gerçek asklar gibi tek basina sevilmis bir sevgiliye, bütün gündoguslarinda bakip da söyledigim bu!

 

Nevit'in Yazdıkları

 

Yazi makinamin yaninda duran saati ileri geri alarak ayarliyorum öykünün kurulusunu. Yuvarlak, beyaz kadrandaki zamani tüketmenin imkansiz oldugunu, bu tuhaf çeliskiyi uzundur biliyorum.

 

Kisi yasamini ve kendini yine kendiyle paylasacak denli çogul degil ama.

 

tüm bu yenilenmelerde, degismelerde büyülü birsey varsa: susuyoruz. Varolusumuzun, gerçekligimizin en belirgin özelligi bu.

 

Elfe’ye bakiyorum. Birseylerin çoktan degistigini, asklarin, dostluklarin, durulmaz bir coskuyla birbirimizi çagirdigimiz aksamüstlerinin bittigini, artik kimi zaman o anlasilmaz yürek burkuntulariyla, gözyaslariyla animsanacak birer düsgünü gibi saydamlastigini, simdi dingin bir aciyla tüm bunlari günlük islerin bitimlerinde anlik bir gögüsgeçirmeyle unutacagimizi - söylenmeksizin - bilmezden geliyor.

 

- birbirimize dokunarak, çünkü tenlerin iletisi olmadan insan iliskisi hep eksik kaliyor - hiç konusmadan, çünkü dagilan, bizi birbirimizden koparip uzaklara atan zamani baska nasil hissedebiliriz?

 

"Her geçen yil sevdigimiz birini ardimizda birakiyoruz, bir daha karsilasmamacasina..."

 

Bütün ölümlerin anlamsizligi, çaresizligi, zavalliligimiz, diye düsünmüstüm.

 

Bir Ateş Sarayında

 

Yine de bekleyisler olmali, yoksa bu soguk gölün yüzüne yansiyan agaçlara bakip, bir sonbahar yapragina bakip, onu bir baska seyle, onu bir baskasiyla, sonra bir baskasiyla sürekli anlamlandirmak imkansiz olurdu. Yasam, kafamiza sokulan o saçma sapan düsünce tuglalarindan, gözü kapali yargilardan, sürekli aci veren kisitlamalardan çok daha öte, çok daha güçlü anlamlar tasiyor, bilemiyorum, bunlari bir baskasina anlatabilecegimi sanmiyorum, tam bunlari anlatacagim an, söylediklerimin, yazdiklarimin tümüyle baskalasmasi gerektigini, yoksa yine anlatilmaz olanin önünde kalacagimi anliyorum. Bir yeralti galerisinde, yüzyillar sonra isigi görür görmez yitip giden duvar resimleri gibi, onu bir görüp bir yitirmemin nedeni ne, diye sormuyorum artik.

 

"yarin" hiçbir zaman, hiçbir anlam tasimiyor, söylendiginin tam tersine.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Nerdesin?..

 

NERDESİN arkadaşım?

Soluğun çıkmaz, sesin duyulmaz.

Yarım asırdır beklerim seni yoksun.

 

Kaç kez çağırdım seni meydanda buluşalım, tutuşalım el ele, senin derdin-benim derdim, birlikte dizlerimize vuralım.

Yoksun, yok...

*

TÜİK 2004 verilerini açıkladı; açlık sınırının altında yaşayanların sayısı 909 bin, yoksulluk sınırının altında yaşayanlar tamı tamına 17 milyon 991 kişi...

14 milyon kişi sadece 4.3 dolarla geçiniyor...

10 milyon aile mutfak yoksulluğunun kucağında...

Daha da açıkçası; bu ülkede her dört kişiden birisi yoksul, yarı aç, yarı tok...

*

Peki nasıl olur sesin çıkmaz?..

Nerdesin?..

Eminim futbolda gol atılınca kahvede havaya fırlayıp bağırıyorsundur, seninki hangi takım?

"Kurtlar Vadisi" Polat filmine de gitmişsindir, eminim...

Allah bilir ya Demirel'i yedi kez geri getiren de sendin, Özal'ı üç dönem orada tutan da... Anketlere bakıyorum; açlık arttıkça iktidarın oyları da artıyor, AKP'ye oy veren de sensin, bilirim...

*

Sen yine de bana bakma...

Benim her şeyim var, tuzum kuru...

Ama bu yoksulluğa canım sıkılır.

Kimi geceler uzakta ağlayan bir bebeğin sesini duyarım.

Dönerim yatağımda, yastık batar.

Ya maması yoktur karnı aç, ya ilacı yoktur sancısı var bebeğin susmaz sabahlara kadar... Sen?..

Nasıl sesin çıkmaz?..

Nasıl tepkisiz, sessiz, uyuşuk, pısırık, kadere razı orada öyle oturabilirsin iki gözüm?..

Nasıl yanmaz için?..

Nasıl açılmaz dilin?..

Nasıl kör gözün?..

TÜİK, yoksulluk sınırının altında 18 milyon, açlık sınırında bir milyon kişi diyor.

O zaman...

Nerdesin?..

 

Bekir Coşkun

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Genç okurlar sık sık sorar...

"Kimleri okursunuz?"

"Hangi yazarları tavsiye edersiniz?"

 

Küçük ilanları tavsiye ederim.

 

Kendileri "küçük" tür ama, "büyük" manzarayı anlatırlar bize...

Bizzat vatandaş tarafından yazıldığı için "hayatın gerçeği" dir.

Sağlam fikirler verir, nasıl bir ülkede yaşadığımız hakkında.

 

Mesela... "Otopark işinde 5 yıl deneyimli, kefil verebilecek eleman aranıyor" demiş bir tanesi.

Manzara budur.

"İşsizlik azaldı" deniyor ama, otopark kahyalığı için bile "kıdem" ve "torpil" gerekiyor bu ülkede.

 

"Dershanemize acilen Türkçe öğretmeni alınacak, stajer olabilir" demiş biri.

Hakikaten acil.

Stajer yazmalarından belli.

 

"Yeni açılacak pastanemize tecrübeli garson aranıyor, görüşmeler gizli tutulacaktır..."

Sanırsın MİT'e alıyor garsonu.

 

"Çay ve kahve yapmayı bilen aşçı aranıyor..."

Bilmeyeni var demek ki.

"Sulu yemekten anlayan dönerci aranıyor."

Ya "zeytinyağlı döner" icat etti...

Ya da "dönerci yevmiyesiyle bütün mutfağı sana yıkacağım, haberin olsun" demenin kibarcası...

 

"Hastanemize tam gün çalışacak, tecrübeli beyin cerrahi uzmanı alınacaktır."

İster misin Gazi Yaşargil başvursun...

 

Ama en güzeli şu:

"Yeni kurulan hastanemiz için nöroloji, göz, genel cerrahi, plastik cerrahi, dermatolog, dahiliye, çocuk, kadın doğum, kardiyoloji, radyoloji, fizik tedavi, anestezi uzmanları ile ameliyat ve yoğun bakım hemşireleri aranmaktadır."

Ha gayret!

Geriye kaldı, üç nal, bir at.

 

"Telefona bakacak bekâr ve fiziği düzgün bayan aranıyor."

Evli ve paçozlar telefona iyi bakamıyor, malum.

"28 beden, 1.65 veya 1.70 boylarında sekreterlik yapabilecek eleman alınacaktır."

Oha!

"Evinden çalışacak tecrübeli veya tecrübesiz sohbet operatörü bayanlar aranıyor."

Ön sevişme şartı yok yani.

Tecrübesiz de kabul.

 

"Üniversite mezunu, halkla ilişkilerde en az 5 yıl deneyimi olan, yabancı dil bilen, diksiyonu düzgün, otomobil ehliyeti sahibi, yurtiçinde seyahat engeli olmayan erkek eleman aranıyor."

Beni tarif etmiş adam...

Aradım telefonla.

Maaş 500 lira.

Artı yemek.

Pazarlamacı.

 

Şuna bayıldım...

"Büyükbaş hayvanların çiftlik işinden anlayan aile alınacak... Ciddi olanlar arasın."

İnekler karakter sahibi çünkü.

Hoşlanmazlar yılışıklardan.

 

Şöylesi bile var...

"Ülke sorunlarının çözümü ile ilgili araştırmalar yapmak üzere kurulmakta olan araştırma kurumunun yönetiminde yeralacak, araç kullanabilen asistan alınacaktır..."

Benim anladığım şu...

Şoför alacaklar!

Arada bir arka koltuktan "ülke sorunlarının çözümü" için soracaklar,

"ne olacak bu memleketin hali?"

 

Bugün pazar...

Vakit bol.

Açın, okuyun küçük ilanları. Memleketin halini merak ediyorsanız, hepinize tavsiye ederim.

 

Yılmaz Özdil

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Acaba Cumhuriyet gazetesindeki aydınlar "tehlikenin farkında mısınız" derken kafayı mı yemişlerdi?

 

Bende bu paranoyanın bir parçası mıydım?

Bir ülke toptan bir deliliğin pençesine düşmüş olabilir miydi?

Yoksa Türkiye ,cumhuriyet tarihinin en büyük takiyyesi,samimiyetsizliği ile başka bir noktaya mı çekiliyordu?

 

Gelin birlikte düşünelim:

 

Türkiye son dört yıldır büyük bir medya karartması altında mı? Evet.

 

Büyük basının neredeyse tamamı teslim vaziyette mi ? Evet.

 

Bunun sebebi hükümetle vazgeçilmez iş ilişkilerinde olmalarından kaynaklanmıyor mu? Evet

 

Büyük basının,medya organları düne kadar görüşlerine karşı oldukları yazarları gazetelerine bu sebepten transfer etmediler mi ? Evet

 

Bu köşe yazarları olan biten her şeyi çarpıtıp yada olmamış gibi gösterip medya karartmasında yada türkçesi halkın kafasını bulandırma operasyonunda en önemli görevi yapmıyor mu? Evet

 

İslami diye nitelendirilen basın ki ben bu adlandırmaya en başından beri karşıyım.

İslami basın adlandırması hepimize açılmış bir üçkağıttır.Bir başka kafa bulandırma oyunudur. :excl:

"İslami basını takip edenler müslüman, etmeyenler değil".İşte bu kadar basit bir zihin yıkama oyunudur bu.

Bu oyun Türkiye'de inançlı kesim üzerinde yıllardır oynanmaktadır.

Bu basının adı olsa olsa anticumhuriyetçi,antidemokratik,antilaik yada karşı devrimci basın olmalıydı.

İşte bu basın her zamankinden fazla güçlenip,iktidarın her türlü nimetinden beslenmiyor mu? Evet

 

İktidar partisi ile laisizm,milliyetçilik,Atatürkçülük,yolsuzluk,bağımsızlık meselelerinde mücadele eden muhalefet partilerine üye olan işadamları bile hükümete hoş görünmek için bu kanallara reklam vermiyor mu? Evet

 

Bu reklamlarla beslenen antidemokratik basın Türkiye'nin özellikle az eğitilmiş kesimlerine seslenecek hertürlü yayını ile hükümet partisine yeni oy depoları sağlamııyor mu? Evet

 

Atatürk devrimine "karşı devrimin "zamanı geldiğinin hatta geçtiğinin ve hatta gerçekleşmekte olduğunun,psikolojik,sosyolojik,toplumsal analizleri bu televizyon ve gazetelerde makaleler ve yorumlar halinde tefrika tefrika yer almıyor mu? Evet

 

Ailesinde," Atatürk'le silah arkadaşlığı yapmış,soy isimleri Atatürk tarafından konmuş , laik cumhuriyeti destekleyen sanat,iş ve siyaset alanlarında vakıflar,partiler,dernekler kurmuş" büyükleri bulunan işadamları,yeşil sermaye ile patlatılan inşaat,enerji,medya sektörlerinden pay alabilmek için özelleştirme peşkeşlerinden nemalanabilmek,yıllardır beklettikleri kaçak ,kanunsuz işlerini legalize etmek için hükümet mensuplarıyla birarada görünmeye ,onlarla aynı sofralara oturmaya çalışmıyor mu ? Evet

 

Milli eğitim bakanlığında gizlenen kadrolaşma iddiaları hükümetin güç kaybetmesi üzerine bir bir ortaya çıkmıyor mu? Evet

 

Bu kadrolaşmanın sonucu olarak cumhuriyet Türkiye'sinde hiç görmeyeceğimizi sandığımız türlü rezillik manşetlere taşınmaya başlamadı mı? Evet ,evet

 

Son dört yıldan beri çocuklarımızı emanet ettiğimiz okullarımızda, antilaik eğitim sistemine doğru kayıldığı iddiasına doğru diyebilir miyiz öyleyse ?Çocuklarımız göz göre göre zehirleniyor mu? Evet,evet.

 

Bazı belediyeler içki yasağı getimeye çalışmadı mı ? Evet

 

Cumhuriyet tarihinde ilk kez Danıştay basılıp ,laisizmi savunanan hakimler vuruldu ,türban yüzünden şehit edilmedi mi? Evet

 

Şehit edilen hakimin cenazesi sırasında sayın başbakan kavşak açmadı mı ? Evet

 

Şehit edilen hakimin naaşı yeni toprağa verilmişken aynı gece sayın Başbakan gençlik şöleni düzenlemedi mi ? Evet

 

Bu katliamdan hemen sonra bazı bakanlar çıkıp "bu işin altından başka şeyler çıkacak "dedi mi? Evet

 

Soruşturma sırasında isminin içinde Atatürk geçen bir sürü uyduruk örgüt yakalanıp ,bir şey çıkmayınca serbest bırakılmadı mı ? Evet

 

Yani "bu işin altından başka şeyler "çıkarılmaya çalışıldı ama çıkmadı mı? Evet

 

Bazı belediyelerin dağıttığı resmi kitapçıklarda, Çanakkale savaşını bulutlardan gelen ermişlerin kazandığı iddiası yer almadı mı? Evet

 

Bu belediyelerin başkanları ile ilgili hiçbir şey yapılmadı mı? Evet

 

Sayın Başbakan PKK belası yıllar önce sona erdirilmiş,Abdullah Öcalan yıllar önce hapse atılmış,Kürt kökenli vatandaşlara kendi dilinde yayın gibi sosyal haklar verilmişken ,"Türkiye'de Kürt sorunu vardır "demedi mi? Evet

 

Güneydoğuda sona erdirilmiş terör yeniden başlamadı mı? Evet

 

Diyarbakır başta bütün güneydoğuda devlet görevlileri ,polis,jandarma aileleri sokağa çıkamaz hale gelmedi mi? Evet

 

Neredeyse hemen her gün bir şehit haberi gelmiyor mu?Bir ananın daha yüreği yanmıyor mu? Evet,evet.

 

Irak'ta Türk askerinin başına çuval geçirilmedi mi? Evet.

 

Askerlerin görevi yeri geldiğinde ölmek değil midir? Evet

 

Sayın Başbakan,sayın Genelkurmay Başkanına "hocam" demiyor mu? Evet

 

Van savcısı ağustosta Genelkurmay Başkanı olması beklenen ve Atatürkçülüğü ile öne çıkan Kara Kuvvetleri komutanı hakkında çetecilikten iddianame hazırlamadı mı?Van'da Türkiye'nin terörle mücadelesi 35'şer yıla mahkum edilmedi mi? Evet,evet

 

Laik kimliği ile tanınan Van üniversitesi rektörü hapse atılmadı mı? Evet

 

Üniversite genel sekreteri suçsuzken hapsedilmiş olmanın psikolojik baskıyla kendini asmadı mı? Evet

 

Rektör suçsuzluğu ispat edilip serbest kalmadı mı?O zaman intihar eden genel sekreter pisi pisine ölmüş olmuyor mu ? Evet,evet.

 

Diğer rektörler üzerinde, sorguya çağırmak gibi benzeri uygulamalarla baskı kurulmuyor mu? Evet

 

Bütün bu baskı ve germe politikalarıyla, bu ağır propagandayla Laisizm= Atatürkçülük=Dinsizlik 'tir denmeye çalışılmıyor mu? Evet

 

Bitmedi.23 nisanda çocuk diye 21 yaşında ki adamları -yaşıtları terörle mücadelede şehit bayraklarına sarılırken- meclis kürsüsüne çıkarmadılar mı? Evet

 

Bu adamların ortak özelliği İmam Hatip'li olmaları değil miydi? Evet

 

Acaba bu operasyon hükümetin meclisteki bir güç gösterisi değil miydi? Evet

 

"Bak beğenmediğin imam hatipliyi,seninle dalga geçer gibi, yaşı geçkin olsa da çocuk diye getirip buraya oturturum "diyenler tabanlarına mesaj vermek için Türkiye Büyük Millet Meclisini ve Atatürk'ün çocuklara hediye ettiği bayram gününü siyasetlerine alet etmiş olmadılar mı? Evet

 

Bu skandal sonrası Meclis Başkanı çocuk kılığındaki adamları savunmadı mı ? Evet

 

Meclis Başkanı, Danıştay saldırısı sonrası aynı şekilde, saldırıyı yapan kişi hakkında savunma konuşması yaptı diye eleştirilmedi mi? Evet

 

İktidar partisine bağlı belediyelerle ilgili yolsuzluk haberleri Ali Dilbo manşetleri ile ayyuka çıkmadı mı? evet

 

İktidar partisinin milletvekili "yolsuzluk ayyuka çıktı" dediği için partisinden ihraç edilmedi mi? Evet

 

Başbakanın danışmanı olarak Amerika'ya giden kişi,Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını kastederek " bu kişiyi delikten süpürmeyin" demedi mi ? Evet

 

3 kasım seçimlerine kadar neredeyse hergün düzenlenen türban eylemleri, bu hükümet görev başına geldikten sonra bıçak gibi kesilmedi mi ? Evet

 

Başbakan sıkıntıya düştüğü son zamanlarda yine türban kartını açmadı mı?Berlin büyükelçisi herkesin gözü önünde Başbakan tarafından türban yüzünden azarlanmadı mı? Evet ,evet

 

Bu iki örnek bile bize türbanın bir inanç özgürlüğü arayışı değil bir siyasi baskı aracı olarak kullanıldığı hakkında yeterli fikir vermiyor mu? Evet

 

Bu listeye eğer istersem yüzlerce madde daha ekleyebilir miyim?Ekleyebilir misiniz? Evet,evet.

 

Demek Türkiye 'de son dört yılda "Kaç Atatürkçü var" sorusunu sorma zemini, göz göre göre ,bile bile yaratılmış.

 

Demek ki ne ben ne de milyonlarca sıkıntı yaşayan Atatürkçü kafayı yememişiz.

 

Demek ki Türkiye'de Atatürkçü geçinip yolunu bulan çok kişi varmış.

 

Demek ki gerçek Atatürkçüler basit bir çağrıda bile beş milyon,on milyon toplanabiliyormuş.

 

Demek ki gerekirse altmış milyon gerçek Atatürkçü gereken yanıtı verebilirmiş.

 

Ve demek ki yeni siyaseti belirleyecek temel merkez güç herkese ,herşeye inat Atatürkçülük olmalıymış.

Ben Atatürkçü değilim diyen herkesi bu büyük adamı bir kez daha okumaya hatta onu aşacak fikir bulurlarsa açıklamaya ,yazmaya davet ediyorum.

 

Atatürkçülüğü bugüne kadar bize, size ,herkese dayatılan bir kara kaplı kitap sananlar,öyle kullananalar,karşısında bu savla duranlar bugün kaybettiğimiz her erdemin sorumlusudur.

 

Yeni siyaset, Atatürkçülüğü:

 

Büyük olmaya,

Bağımsız olmaya,

Güçlü olmaya,

Akıllı olmaya,

Medeni olmaya,

Cesur olmaya bir çağrı olarak kabul etmektedir.

Yani özünde olduğu gibi.

Arkasında saklanacağımız değil önünde duracağımız bir Atatürkçülük ve yeni siyaset Türkiye'nin çıkış noktasıdır.

Şimdi bir kez daha soruyorum ve yine yanıt bekliyorum

Yeni siyaseti siz belirleyeceksiniz:

 

Yeni siyasete var mısınız?

 

Kerimcan Kamal... :clover:

 

(bu kadarmı aklımdan geçenleri okur bir insan binlerce teşekkür) :wub:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bekir Ağabey vatandaşlıktan çıksın mı?

 

 

 

 

Ey yurtseverler bu ülkede artık cadı avı misali Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi avı başlamıştır. Hayırlı, uğurlu ola�

 

Önce Emin Çölaşan 'ı diyet olarak verdi Doğan Grubu, ve bunu Ertuğrul Özkök'ün kaleminden en ucuz şekilde duyurdular. Özkök neredeyse Çölaşan'a "başka kapıya" dedi. Bu medya tarihinde kara bir leke olarak kalacaktır. Ertuğrul Özkök'ün yazısını kesip saklayın. O yazıyı Özkök'e anımsatacağımız gün mutlak gelecek. Tarih Emin Çölaşan'ı mutlaka yazacaktır. Ama Özkök'ten tarih sayfalarında hangi tanımlamalarla söz edileceğini kestirmek hiç güç değil. Özkök'ün yazısı bir utanç vesikasıdır.

 

Sıra kimde? Sıra biz Kanaltürk'e çoktan geldi de ellerinden şimdilik bir şey gelmiyor. Gelse bir karış suda boğacaklar. Ama Kanaltürk patronsuz, özgür bir platform. Ne kamu ihalelerine gireriz, ne de bu ülkenin öz varlıklarını ucuza kapatmak için iktidarlarla pazarlık yaparız. Biz yalnızca gazetecilik yaparız. Doğru bildiğimizi söyleriz.

 

Sıra kimde? Sıra kürekleri bırakmaya niyeti olmayan, akıntıya karşı kürek çeken diğer yazarlarda. Örneğin; Bekir Coşkun'da�

 

Ne demiş Bekir Ağabey; "Türban için Türkiye Cumhuriyeti'ni AİHM'ye veren Abdullah Gül cumhurbaşkanıdır. Gül benim cumhurbaşkanım değildir..."

Bekir Ağabey'in cümlesi demokratik bir tepkidir. Yazan, çizen, düşünen her aydının verebileceği bir tepkiden başka bir şey değildir. Evet Abdullah Gül, benim irademle cumhurbaşkanı seçilmiyor, benim ulusal değerlerimle Gül'ün savundukları örtüşmüyor, ben Gül'ün ve Tayyip Erdoğan'ın yaptıklarının çoğunu onaylamıyorum. Ben de diyorum ki; "Gül benim cumhurbaşkanım değildir" Çünkü Gül beni temsil etmiyor. Bu ülkede yaşayanların çok büyük bir çoğunluğunun görüşleri ve hassasiyetleri Abdullah Gül'ün temsil ettiği düşünceden çok uzak. Ben seçmedim, benim cumhurbaşkanım değil deme hakkına doğal olarak sahibim. Gül cumhurbaşkanı, Erdoğan Başbakan kartviziti taşıyor olabilir. Ama ben her ikisine de Cumhurbaşkanım veya Başbakanım dememe hakkına sahibim. Benim cumhurbaşkanım Sayın Ahmet Necdet Sezer gibi olmalı diyorum. Bu benim en doğal hakkımdır. Ben bunu söyledim diye kimse beni aforoz edemez.

 

Peki kim aforoz edebilir böyle bir şey söylerseniz sizi. Başbakan Erdoğan, Bekir Coşkun'a şöyle yanıt veriyor. "Maalesef edep adap bilmeyenler de var. Onu diyebilen insan önce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkması lazım. Bu da benim hakkım. Çünkü bu ülkede cumhurbaşkanı kim olursa olsun hepimizin cumhurbaşkanıdır. Senin değilse o zaman çık buranın vatandaşlığından kimi seçiyorsan oraya git, oradaki cumhurbaşkanı senin cumhurbaşkanın olsun"

 

 

 

Buyurun buradan yakın şimdi. Başbakan Erdoğan ve Abdullah Gül ile aynı görüşleri temsil etmeyen herkes vatandaşlıktan çıkmalı, hatta bu ülkeyi terk etmeli. Orada bir dur bakalım Başbakan Erdoğan. Burası benim vatanım, bu devlet benim devletim, bu cumhuriyet benim cumhuriyetim.

 

Bu özgür ülkeyi benim dedelerim kurdu. Ben İstiklal Savaşı Gazisi Ali Bulut'un torunu Adnan Bulut olarak bu ülkenin en asli unsuruyum. Anadolu'mun dört bir yanında istiklal mücadelesi veren Ali Bulut kurdu bu ülkeyi. Elini, parmaklarını, kanını Afyon'da Kocatepe'de bıraktı döndü Kars'ın Ortagedik Köyü'ne�Dedemin istiklal madalyasına baktıkça, O ve arkadaşlarının yaptıklarını anımsadıkça ben diyorum ki; ben bu ülkenin sahibiyim. Kuvayı Milliyeciler işgal altındaki Anadolu'da bağımsızlık mücadelesi verirken bir gurup ümmetçi, hilafetçi, satılmış padişahla, işgal güçleriyle işbirliği yapıyordu. Bunları kimse unutmasın. Bekir Coşkun'un atası, dedesi Şanlıurfa'nın Bozova'sında işgalci kovalıyordu. Urfa neden şanlı oldu bilmiyor musunuz?

 

Bekir Ağabey de bir yere gitmez, biz de bir yere gitmeyiz. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız, biz bu ülkenin gerçek sahipleriyiz. Bu böyle biline. Bu ülke babamın malı mı? Evet babamın, dedemin malı.

 

Adnan Bulut

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu yazımı genç sanatçı ve genç yazarlar için kaleme alıyorum. Konusu, küçük kasabalar ve suç örgütleri ya da aynı şekilde, kapalı ideolojiler ve suç örgütleri.

 

Onlarca kasaba seçkininin tecavüz ettiği Remziye adlı kızcağımızın hazin ölüm hikayesini okudunuz. Buna can dayanmaz. Bu sütunlardan, bu nasıl vahşettir, bu nasıl canavarlıktır diye bağırmanın faydası yoktur. Sorun, bizim, kendi içimizdedir. Biz, kendi içimizdeki ahlaki sorunlarımızı çözmeye yanaşırsak, Remziye ve Remziyeler'e karşı toplumsal sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluruz.

 

Remziye öldü ve o kasabada birileri artık mutlu olmalı. Çünkü suç delili ortadan kalktı. Artık konuşamayacak. Kasaba böyledir. Binlerce küçük trajedi, arkadaşlık, akrabalık, namus, diyerek örtbas edilir. Kasabada herkes birbirine sarılarak saklanır. Herkesin birbirine bir işi düşmüştür ve işi düşenler gün gelir birbirlerini aslanlar gibi korur, zırhtan duvar. Tek bir itirafçı çıkmaz. Hesabımız, toplumadır, kasabaya değil diyen çıkmaz. Hesabım Allah'adır diyecek vicdan kasabalarda çok zor oluşur. Sımsıkı bağlıdır arkadaşlıklarına. 13 yaşındaki kızın sahibi ise yoktur. Arkadaşlıkları olacak kadar yaşamadı zaten. Ya da 'acı çekiyorum' gibi bir cümleyi kuramayacak yaştaydı. Çırpındı, tekmelendi, suçlandı, ortaya atıldı, taşlandı, küfredildi. Top yerine fare leşiyle oynanan mahalle maçı gibiydi. Ayaktan ayağa, duvara yapıştırıldı leşi.. Kanları kasaba duvarına yapıştı..

 

Ve sonuç, bir tarafta kasabanın namusu, diğer tarafta o zaten o...puydu laflarıyla fare leşini duvardan temizlemeye çalışan seçkin kasabalı.

 

Mutludur şimdi o seçkin kasabalı. Belki de yine okey masası etrafında laf açıldıkça, 'ya boş ver, o...punun tekiydi, takma kafanı' diyerek birbirlerine güç veriyorlardır.

 

Ancak, 'o...puydu zaten' diyerek de kendilerini bir ömür koruyamazlar. Arkadaş grubudur bu. Dayanışmadır, sadakattır, gizliliktir. Başkasına karşı yan yana gelmelidir, kasabanın namusudur.

 

Bir zaman sonra bu arkadaş grubu 'alaycılığa' başlamak zorunda. Yani, ..... zaten lafları yetmeyecek, küçücük kızın, kendi özel tecavüz anlarındaki hallerini ayrıntılarıyla birbirlerine anlatıp, espriler, fıkralar işin içine girecektir. Yani, arkadaşlıklarını 'alaycılıkla' koruyacaklardır.

 

Alaycılık parlak bir ışıktır. Suçu, kederi, kasveti, günahı, sorumluluğu, her şeyi unutturur ve alayı döndürüp döndürüp çeviren grubu korur.

 

Kasabadaki bu suç örgütünün içine girip onlara şöyle güç verenler de çıkar, 'ya kardeşim, Hüseyin ağbi gibi kaymakama yapılır mı, onun bu kasabaya hizmetleri çoktur, turizme, tarihi eserlere düşkündür, o zaten küçük bir o...puydu, bir o...pu bakın kasabanın ahlakını bozuyor...'

 

Yani, 13 yaşındaki kızı küçük bir kasaba seçkini, fare leşi gibi dışlayıp suçlayıp ciğerlerini, beynini ayaklarıyla çiğneyip yoketmeye devam edecek, çünkü Remziye'nin sadece kendisi öldü, suç kasabada yıllarca yaşayacak.

 

Suç, kasabada yaşıyorsa bizler bu örgütlü arkadaş çetesinin suçunu tanımamız lazım.

 

İşte böyle. Bunlar ülkemizde oluyor, yüzlercesi oluyor. Sessiz kalıyor, binlerce küçük kadını, kızı, kimsecikler duymuyor. Kast gibi duvar gibi çelik disiplin gibi dayanışmalı erkekten örgütler kendilerini koruyor... Dışarı bilgi sızmıyor. İtirafa kimse yanaşmıyor. Olan çocuklara, altta kalanlara, mağdurlara, kimsesizlere, zayıflara, çelimsizlere oluyor.

 

Peki, yazarlar toplum içine niçin çıkar. Toplum içinde olup bitenleri dert edindiği için... Toplumla, ya içinde büyüdükleri için, ya insanlık ailesinin parçası olduğu için, ya da hepimizi Allah yarattığı için, ya da bu toplumla, aynı dağlar, aynı çiçekler, aynı aileler, aynı geçmiş kültür, ahlak içinde yaşadığımız için...

 

Ve şüphesiz tatlı bir huzur duygusuna doğru ilerleyebilmek için...

 

Bu kasabanın seçkin suç örgütü, belki bizim de yazılarımızı okuyor, gazetemizin bulmacalarını çözüyordur. Hatta Kıbrıs konusunda fikir dahi tartışıyorlar, belki de Galatasaray başkanına kızgınlıkla küfür ediyorlardır. Yani, toplumun dertlerine heyecanlarına karışıyorlar.

 

Ama aynı adamlar, şeytani bir can sıkıntısının ya da kendi iç dünyalarına açıklayamadıkları ve hep üstü kapalı kalan s.pıklıklarına doğru patlaya patlaya kendilerini kaptırıyorlar. Nasılsa kimse görmez, duymaz, demişler ve iç sıkıntılarını bu derin duvarlar arkasında heyecanlaştırmak için bir küçük kızı kurban seçmişlerdir.

 

Oysa, tam tersi, derin çözülmez kasvet anlarında dünyayı hepimize /herkese sevdirecek ortak şeyler bulabilmeliyiz.

 

Bu dünyada, en küçük hücrede, en dar yerde, en uzak kasabada dahi, bu dünyanın hepimizi ikna edici bir tatlılığı ve bir insanlık neşesi mutlaka vardır.

 

İşte biz yazarlar, bu neşe ve tatlılığın 'itiraf' olduğuna inanırız. İtiraf sadece kendinle, toplumla ve Tanrı'yla konuşmak değildir. İtirafın yani iç heyecanların yüksek, yüce, estetik biçimleri vardır.. :excl:

 

Dünyayı sarsan yüzlerce sanatkar bir küçük kasabadan hiç çıkmadan o büyük eserleri yazmışlardır.

 

Ya da eserlerinin içine girelim. Mesela ünlü bestekarımız Dede Efendi'nin ününü hala koruyan 'Ferahfeza' eseri gibi. Ya da yine Dede Efendi'nin meşhur diğer ayini şerifleri gibi.

 

Yüksek, yüce sanat eserleridir bunlar. İçimizdeki sıkıntıların estetik itiraflarıdır. İçimizdeki sıkıntıları bertaraf edici, temizleyici, arındırıcı, derinlikte fırtınalar yaratır..

 

Bu fırtınayı oluşturabilmek için cezbelere ihtiyaç vardır. Yani, toplumla, Allah'la, kendinle yoğunlaşıp, taş gibi ağırlaşıp, sonra o taş içinden kuş gibi fırlamak. Taş önce yosunlaşır, sonra içinden sular akar, sonra çakmaklaşır ve kıvılcımlar gözlerinizi, kalbinizi tutuşturmaya başlar. Ve melodi olarak fırlar, güzel söz olarak fırlar. Mimari eser olarak şekillenir.

 

Duyguların ateşini, söze, taşa, vicdana, ahlaka giydirebilmek... Bizler, yani, bu yüce sanat eserlerini izleyenler, en kalın mahrem duygusal örtülerin altında neler olduğuna baktığımızda, hepimizi içine alan dramatik ve şaşırtıcı şaheserlerle karşılaşırız.

 

Bizi kendine aşık hayran eden manevi bir iç evrenle yüzleşiriz. Ağlarız, kendimizi kaybederiz, şaraplaşırız. İçimizdeki ağırlık gider, taşın renklerini, dokusunu hissederiz, sonra, yosunlaşıp yeşillendiğini, içinden renkli gözyaşı suları aktığını...

 

Ancak, bu soylu yüce eserlerden tad almamız için başka şeyler de olmalı. Yani, siz de içinizi açabilmeli, kendinizi esere koyvermelisiniz. Zaten eserlerin bizleri yumuşatıp eritebilme özellikleri vardır. İçinizi açarlar. Açılabilmek için Tanrı'yla, kendinizle, toplumla ve olup bitenle gökkuşağı gibi ya da manolya yaprağı gibi incecik bir ruh haliniz olabilmeli.

 

İşte bu muhteşem eserler orada duruyor. Ferahfezalar, Saba Buselikler. Ayini Şerifler. Onların neden şaheser olduğunu dahi anlamıyor, hayatımıza hiç koymuyoruz. Bir karşılaşsak belki bizi de kor melodik ateşinin içine alıverecek.

 

Dede Efendi, yani Mevlevi dervişi İsmail Hamamizade... Dervişlik için babasının hamamını satan adam. Henüz genç yaşta çilehaneye kapanır. Yani, ayini şerifler bestelenmeden çok önce kendi içinde gizli ayinler tertipler...

 

Çilehaneye kapanma sebebi de budur. Gizli ve kendinizle olan ayininizde ciğeriniz, yüreğiniz, beyniniz etiniz tutuşmaya başlıyorsa... Yani tutuşabilme kıvamına gelmişseniz, siz artık, bir toplumun yüreğini yakabilecek yüce sanatkarın kendisi olmuşsunuz demektir.

 

Ancak.. Genç yazar kardeşlerim. Gizli ayininizde, kendi başınıza kaldığınızda, hala sakladığınız, koruduğunuz, gizlediğiniz, taraf tuttuğunuz şeyler varsa... Ve sizin arkadaşlarınız, takımınız, tekkeniz...dünyadan, toplumdan, insanlıktan ve kalplerimizden daha değerliyse... :excl:

 

Siz hiçbir zaman itirafa yanaşamazsınız. Yüksek sanatçılar şüphe yoktur ki gizli ayinleriyle mekansızlaşmış sanatkarlardır. Onlar bir arkadaş grubuna göre, tarikata göre, kasabalıya göre konuşmazlar... Bu yüzden onların eserleri bugün bütün insanlıkla konuşur. -_-

 

Ve kasaba sıkıntısının ucu bucağı yoktur. Korkunç bir kuvveti vardır. Ve etrafınızda olup biten şeyleri kendinize karşı, düşmanca görmeye başlar, 13 yaşındaki küçücük kızları dahi fareleştirip leşlerini hırsla çiğnemeye başlarsınız...

 

Şimdi, bu yazdıklarımdan ne anlam çıkıyor. Özetleyeyim...

 

Ülkemizde 13 yaşındaki kızları o...pulaştıran ve fareleştirip öldüren yüzlerce küçük kasabalar var. Yazarların bu küçük kasabalara karşı tavrı ne olmalı...

 

Ve aynı ülkede ölünceye kadar dinleyebileceğim Dede Efendi'nin ayini şerifleri gibi soylu yüce eserler de var...

 

Ben bir insan olarak, 13 yaşındaki kızın bu trajik akıl almaz insanlık dışı hallerini görmezlikten gelebilirim. Umursamaz davranabilirim. Kendi bencil huzurum için yüce eserler dinleyip, mutlu olabilir (miyim?)... -_-

 

Hayır! Konformist bir hayat anlayışıyla bir kenara çekilemeyiz. Modern insanın sıkıntısı burada. Yüce bir eserden tad alabilmek için, topluma ve kendine ve Tanrı'ya, tıpkı o yüce eseri oluşturan sanatkar gibi, içimizdeki gizli ayinle ciddi bir hesaplaşmamız olmalı. Yoksa, Soros, hepimizden zengin, dünyanın en büyük bestekarlarını odasına çağırıp onların müziğiyle uykuya dalabilir..

 

Ya da arkadaşınıza gidip ben şu eseri dinledim diye hava atarsınız, ama, o eseri besteleyen sanatkarı hiç tanımamış olursunuz.

 

Eğer o yüce eserlerin içindeki ruh çırpınışlarını anlayamazsam, o eserlere hiç yazılmamış gibi davranmış olurum. Yani, dünyanın güzelliklerinden habersizliğim devam eder.

 

Yani, bir iç huzur için, çağların içinden yüzlerce sanatkar zincirlenerek bugüne yüzlerce eser taşıdı. Bu soylu sözleri, melodileri, rüzgarı, aşkı, hiç tanımadan bu dünyadan gitmek olur mu? -_-

 

Ancak eserlerin iç yasaları vardır. Yani, 'ahenk' olmadan hiçbir sertlik çözülmez. Eğer, şiddetli ıstıraplar taşıyorsak, önce bu şiddetli ıstırapların edebi, melodik, ritmli hallerinden düzenlerinden haberdar olmalıyım.

 

Ve o zaman.. Bu ahenk içindeki eserlerin, bana itirafı öğrettiğini, konuşmayı öğrettiğini, bana söyleyemediklerimi cesurca söylettiğini görürüm. Artık beni kimse tutamaz. Kuş gibi hafiflerim. :)

 

Karşımdaki ağbiye, kasabaya, çirkin namusuna, despot ahlakına aldırış etmem... Gülüp geçerim. Ya da karşılarına çıkacak bir gücüm olur, bağırırım.

 

Yüce eserlerin söz ve melodi düzenlerini inceleyenler, bu söz ve melodilerin taşıdığı ahengin içimizdeki çok derin uyumla esrarengiz bir aşk ilişkisine girdiğinden söz eder. Böyledir.

 

Yani, esrar perdesi altında gizlenmiş şeytani derinliklerde başkaları 's.pıklaşırken', soylu sanatkarlar, bu şeytani derinliklerden Tanrı'nın ellerine dokunan sonsuzluğa uçuveren cezbelerle inip çıkar...

 

Eser dediğimiz şey ilahi iç düzenin sanat haline dökülmesidir. Bu yüzden eser sahibi olmayan insanlar anlaşılmaz, karmaşık, kaosa ve ahlaksızlığa yatkın insanlardır. Eser sahibi olmamız gerekmez. Soylu eserleri izleyerek onların estetik düzenini içimize almaya çalışırız.

 

Biz yazarlar dünyanın bin türlü meşgalesi içinden soylu edebiyatı seçmemizin sebebi de budur. Yüce eserler yazan, okuyan, izleyen herkesle eşitlik, kardeşlik, iç ahlak gibi insani sorunları insanoğluyla tartışıp bölüşmeye çalışırız.

 

Velhasıl... Bu satırlar gazete yazısı için fazla. Hepimiz isterdik, o küçük kızın, ayini şeriflerden haz alan genç bir kadın olmasını. Hepimiz isterdik, o küçük kıza tecavüz edenlerin, Ferahfeza gibi yumuşak, melodik dünya genişliğinde huzurlu insanlar olmasını...

 

Ama olmuyor. Olması için birkaç yüz tane daha küçük kızımızın o...pulaştırıp fareleşmesini bekleyemeyiz.

 

Bugünden, yazmaya başladığımız ilk günden itibaren, itiraflara hazır olmalıyız. Arkadaşlarımıza, tekkelere, liderlere, kasaba namusuna, kastlara, duvarlara karşı gelerek, kendi iç ayinlerimizden başka 'hesap' 'vicdan' aramamalıyız... :excl:

 

İçimizdeki o kutsal ayinde, ağbi, aile, kasaba, arkadaşlık, taraf tutma, benim adamım, hiç yoktur.

 

O kutsal ayinde bu dünyaya niçin geldik, ne yapıyoruz, çiçekler bana söylüyor, sorumluluklarımız nedir, neleri övmeli, bu tatlı iç resmimizi başkalarına hangi formlarla anlatabiliriz endişesi vardır...

 

Ve bilelim. Ferahfezalar'ı besteleyenlerin dünyasında değiliz artık! Bir takım telefonlar, medya, şöhret, bilmem neler'in dünyasındayız. Yani, artık içimizdeki ayini düzene sokmak, zordur.

 

Şüphesiz toplumumuz birkaç yüz yıl daha suçlarıyla örgütlenmiş bu canavar kasabalarıyla birlikte yaşayacak. Ve küçük kızlarımız birkaç onyıllar, yüzyıllar daha fareleştirilip bu toplumdan parçalanarak dışarı atılacak...

 

Ama devreye girebilir, tutuşabildiğimiz kadar tutuşabiliriz...

 

Kabul edelim ki, çocuklarımıza hayat güzeldir diyebilmemiz için, önce bu güzel hayatın bir güzel düzeni olduğuna, bir ilahi iç neşesinin diliyle güzeldir diyebilmemiz için, önce bu güzel hayata kendimizin de inanması gerekir.

 

Yani, kendimiz itirafa yanaşamadıysak, çocuklarımıza, Tanrı'ya, topluma söyleyecek sözümüz yoktur.

 

Yoksa, işte bir yazı daha yazdım. Telifini alırım, yarın başka laga luga yazılar yazarım, yine telifimi alırım. Ve pastaneye gidip muzlu dondurmalardan tıksırıncaya kadar yerim, sonra kasetler alır sabaha kadar dinlerim...

 

Yani, bir iç ortaklığım, bir iç neşem olmadan her şeye bakar, her şeyi dinlerim...

 

Şüphesiz, herkesin sanat tarzı, kişilik tarzı aynı keskinlik ve derinlikte olmayabilir. Ama iyi kötü her sanatçının kendi başına kendi iç örtüsünü birazcık kaldırabilecek bir iç neşesi olabilmeli...

 

İşte, ben de, o suç örgütüne dönüşen kasabaların, ideolojilerin içinde büyüdüm. O suç örgütlerini içimde ve dışımda yırta yırta eserler yazmaya çalıştım...

 

Bunları kahraman bir yazar olmak için değil, sizlere göstermek için hiç değil, sadece, içimdeki o gizli ayini usul usul bestelemek için yaptım!..

 

Yoksa yazar olmak için yola çıkıp bir suç örgütünün üyesi olup ömrümüz o örgütü savunmakla geçer.

 

Şüphesiz Remziye'nin yaşadığı kasabada Yunus Emre'nin, Mimar Sinan'ın da adını bilen seçkinler vardı. Ama bu muhafazakar seçkinler Yunus Emre'ye laf edenin anasını diye bir raconla anlıyordu ahlak ve neşeyi.

 

Ve seçkin kasabalının fikirleri zaman içinde değişebilir. Dün Remziyeler'e komünist diyorlardı, bugün ...... derler, yarın faşist derler...

 

Fikirler değişebilir. Ve bizler bugün, Şekspir ve Dede Efendi'nin ideolojilerine, dünya görüşlerine şüphesiz inanmayız.

 

Ama onların iç neşeleri ve iç ateşlerini içimize almak isteriz. Ve onlarla içeriden bir insanlık zinciri kurmak isteriz... Ve bu ilahi iç ateşi ülkemizin bütün karanlık kasabalarına ve oranın bütün mağaralarına yaymak isteriz.

 

Remziyeler'in karanlık kasabalarına bu yüce eserler, ahlak hiç girmemişse, bizler de bu anlaşılmaz yazılarımızla, bu s.pık seçkinler gibi tuhaf bir kastın üyeleri oluruz.

 

Genç kardeşlerim. Bu yüzden, yazarlığa giriş için ilk cümlemiz şudur: İtirafta kudret ve neşe vardır...

 

O zaman dünyanın dertlerine ve sevinçlerine ortak olabiliriz. İşte o zaman içimiz içimize sığmaz olur.

 

İçimiz içimize sığmaz oldukça, yazmaya, şakımaya, yontmaya başlayıveririz...

 

Yazarlıktan benim anladığım bunlardır. Tabii ki sizler, kasabanıza, hemşehrilerinize, arkadaş ve ağbilerinize sahip çıkmakta hür ve serbestsiniz!..

 

Nihat Genç :clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Erdoğan'ın şifresi :excl:

 

Kadın aldatıldığını düşünmektedir. Aslında kocasının ilgisine, davranışlarına bakıldığında kadının kuşkulanmak için elle tutulur bir sebebi de yoktur. Koca son derece ilgilidir. Hatta öteki erkeklere bakıldığında bu ilginin, özenin neredeyse ideal olduğu bile söylenebilir. Evlilik öncesinde kocanın yemediği halt kalmamıştır ama evlendikten sonra “artık değiştim” diye açık açık söylemesi, bunu ve karısına olan aşkını her fırsatta yinelemesi, zamanında yediği bütün haltları çevrelerinde çoktan unutturmuştur.

 

Ancak kadınlık içgüdüleri, kadını rahat bırakmamakta, onu içten içe kemirmektedir. Ne yazık ki kadın, kuşkularını haklı ya da haksız çıkartacak kanıtlara ulaşmak olanaklarından da yoksundur. Çaresizdir. Arada bir dayanamayıp “beni aldatıyor musun” diye sorduğunda koca kısaca “evet” ya da “hayır” demek yerine uzun uzun sevgi lafları etmekte, dürüstlükten, bağlılıktan söz etmektedir. Yalanı asla sevmediğini eklemeyi de ihmal etmez. O artık bir tövbekardır. Karısını bu konuda inandırmak için yerli yersiz her yerde aynı şeyleri söylemekte ve özellikle üçüncü kişilerin önünde karısına toz kondurmamaktadır.

 

Kocanın yalan söylemediği doğrudur, ancak doğruyu da söylememektedir. Evet, koca zina işlemektedir, ancak “aldatıyor musun” türünden sorulara “hayır” demediği için yalan söylemiş sayılmaz. Evliliğinin bekası uğruna “evet” de diyememektedir. Durumu kurtarmak için her seferinde ikna edici süslü sözlerle fırtınaları atlatmaktadır.

 

Bu öykü, aslında Türkiye’nin ve iktidarın öyküsüdür. Kamuoyu vicdanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkında rahat değildir, kuşkuları bitmemiştir. Bir ömür süren rejim aleyhtarı icraattan ve ateşli onlarca konuşmadan sonra insanın bu kadar kolayca değişmesi en başta akla aykırıdır çünkü. (Keşke değişmek o kadar kolay olsaydı, oysa değişmenin hele hele 40’ından sonra değişmenin etten et koparmak kadar zor ve sancılı olduğunu bilenler bilir.)

 

Erdoğan siyasi zina işlemektedir. Geçmiş siyasi yaşamının herhangi bir sayfasına bakmak bile buna yeter. (Zaten Erdoğan’ın bu bölüme itiraz ettiği hiç görülmedi. O yüzden camilerin hala kışla, minarelerin süngü olup olmadığını bilmiyoruz. Keza camilere taşınmak istenen muhalefet kendini hiç beklemediği bir anda iktidarda bulunca camilere de gerek kalmadı. Bu, İslam dininin ve Türkiye’nin bir bakıma şansıdır.) Ancak “redd-i mazi” karşısında -o da net, açık değil ama- ahlaken yapılabilecek bir şey yok. Öyleyse iddiamızı iktidardaki icraatlarına dayandırmak, kanıtlamak zorundayız.

 

 

Gelelim yazının gelişme yani en can alıcı bölümüne: Erdoğan asıl siyasi zinayı dış politikada işledi. ABD ile imzalandığı ayyuka çıktığı halde hakkında hiçbir yalanlama yapılmayan 9 maddelik belge, aslında bu zinanın en büyük kanıtıdır. Ancak ABD istemediği sürece o belgeye ulaşmamız olanaksız… ABD yönetimi de günü geldiğinde, (çıkarları gerektirdiğinde) o belgeyi “sızdıracak” ve Erdoğan yönetiminin ipini kolayca çekiverecektir.

 

Kesin olan bir şey var ki, o gün geldiğinde Türkiye için çok geç kalınmış olacaktır. Türkiye’nin çıkarları Washington’da birilerinin keyfini bekleyemez. Aslında beklemeye de gerek yok, çünkü siyasi zinaya işaret eden başka gelişmeler de oldu geçen dönemde. Erdoğan ve ekibinin bu işaretleri yalanlaması ve karşı tezlerini ispatlaması gerekir. Aksi takdirde şaibeden ve “kamuoyu”nun vicdanında mahkumiyetten kurtulamayacaktır.

 

Yazılarımızın birinde dedik ya “şeytan ayrıntıda gizli” diye… Aslında bu ayrıntılar daha AKP’yi kurma hazırlıkları sürerken başladı. Şöyle bir düşünelim, bir grup siyasi yeni bir parti kurma çalışmaları yapmaktadır. Hem de genel seçimlere az bir zaman kala… Parti kurmak, turşu kurmaya benzemez. Zor iştir, hummalı çalışmayı gerektirir. Kurmaylar evlerine yalnızca uyumak, kıyafet değiştirmek, traş olmak gibi asgari ihtiyaçları gidermek için gider. Ama herhalde işini gücünü bırakıp Amerikalara gitmez.

 

Abdullah Gül, yanına birkaç kurmayını da alarak, öyle bir dönemde ABD’ye giderek, Washington ve New York’ta yaklaşık bir hafta süren temaslar gerçekleştirir. Temaslarda yalnızca Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye masasından yetkililer yoktur. Kısa zaman önce Ankara’nın İran ile yakınlaşmasından rahatsız olup, “Ermeni olayları bir soykırımdır” açıklaması yaparak, Türkiye’ye gözdağı veren “Anti-Defamation Leage” de vardır. Bu Yahudi düşünce kuruluşu aslında ABD’deki Yahudi lobisinin kaptan köşküdür. Yalnız o ülkedeki değil bütün dünyadaki Yahudi çıkarlarını temsil eder ve korur. Türkiye’de 1980’den sonra iktidara gelen bütün liderlerin ABD’ye gittiğinde gezi programına muhakkak aldığı bir kuruluştur.

 

Peki parti kuran bir grup siyasi acaba neden o toz duman içerisinde bu kuruluşa gider? Bunu söylemek için belgeye ihtiyaç duyan varsa, açıklanmasını beklesin (tabi ömrü yeterse)… Ancak işin içinde bulunan ve aklını kullananlar için bu sorunun yanıtı ortadadır. Türkiye’yi değil, yalnızca kendi siyasi çıkarlarını temsil eden Gül ve ekibi o görüşmelerde Yahudi lobisinden kurulacak parti için maddi-manevi destek istedi. Bu destek verildi (elbette karşılığı istenerek) ve parti kuruldu. Bu aşamada ABD’den gelen lojistik destek, parti kurma çalışmalarını çok kolaylaştırdı ve hızlandırdı. Karşılığında ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne ve Irak politikasına maddi-manevi destek, Kıbrıs’ta en azından pasif bir politika, Kuzey Irak’a girmeme gibi yaşamsal konularda Türkiye’nin can damarlarını kesen ödünler verildi.

 

Aynı ekip partiyi kurduktan sonra bir kez daha ABD’ye gitti. Hem de tam seçim arifesinde… seçime az bir zaman kala (muhalefetteki) bir partinin lideri ve kurmayları neden başka bir ülkeye gitsin ve neden bu ülke –ne rastlantıdır ki- hep ABD olsun?

 

Gittiler… Yine Washington ve elbette New York… (Ankara ve İstanbul gibi bu kentlerden biri siyasi biri de iş dünyasını temsil eder.) Ve elbette gezinin en önemli noktalarından biri yine aynı Yahudi kuruluşu idi…

 

Buradaki görüşmelerden döner dönmez AKP seçim listesini hazırladı. Açıktır ki, ABD’deki görüşmelerde seçim listesine ilişkin ilkeler belirlenmiştir ve listenin çerçevesi çizilmiştir. Nitekim villalarda oluşturulan bu listenin stratejik yerlerinde hep önceki dönemlerde bakanlık yapmış, iktidarda bulunmuş, ABD’ye yakın, liberal isimler vardır. ANAP kökenli bu isimler ABD’den gelen lojistik desteğin bir başka faturasıdır.

 

Ve 2002 seçimlerinde ilk iktidar döneminin kapısı açılır. Dünyada pek tanınmayan Erdoğan var gücüyle iktidarın nimetlerinden yararlanıp, fırsat buldukça başka ülkelere gider. Amacı bütün dünyada tanınmaktır. İngilizce bilmeyen Erdoğan için, Abdullah Gül’ün gölgesinden kurtulmanın tek çıkar yolu budur.

 

Erdoğan bu dönemde –başka varsa şimdilik bilmiyoruz- ikinci siyasi zinasını işler. Erdoğan’ın birinci iktidar dönemini bir tarayın… Avrupa Birliği sürecinde ne zaman ilişkiler tıkansa devreye Erdoğan girer. Kalkar ilgili başkente gider ve ertesi gün malum gazetelerin birinde “Erdoğan gitti ,çözdü, geldi” türünden başlıklar okunur. (Yeri gelmişken belirtelim, bütün anlatılanlar için internette arama verin, çok daha fazlasını bulacaksınız.) Bu başkent kah Brüksel’dir, kah Berlin’dir, kah Paris’tir. İnandırıcılığı artırmak için, basında şu türden yazılar çıkar: “Erdoğan Paris’te tanıtım atağına geçti.” Ya da bir bakmışsınız Erdoğan Viyana’da üye ülkelerle aday ülkeler karmasında top oynuyor. Acaba diyorum, Başbakan’ın hipnotize edici bir fiziksel özelliği mi var, çünkü koca koca liderler ne zaman Erdoğan ile bir odaya kapansa, odadan çıktıklarında Türkiye karşıtı söylemlerden vazgeçiyorlar suskunlaşıveriyorlar. Hani nerede Türkiye düşmanı Merkel, hani nerede bırakın Türkleri, yabancı düşmanı, faşist Avusturya Başbakanı Heider’in Türkiye düşmanlığı…

 

Erdoğan ile bir odada yalnız kalan liderler artık bambaşka biri oluveriyor. Hani korku ya da bilim kurgu filmlerinde olur ya, uzaylı gelir adamın içine girer falan öyle bir şey….

 

Konuyu sulandırmama adına yazıyı sürdürüp, bir ayrıntı daha verelim: Bu görüşmelerde Erdoğan’ın yanında yalnızca Egemen Bağış ve Abdullah Gül bulunabiliyor. Bütün ikili görüşmelerde Dışişleri Bakanlığı’ndan bir zabıt memuru (daha sonra arşive konmak üzere not almak amacıyla) bulunurken, Erdoğan’ın bu türden kritik görüşmelerine bu memur da alınmaz. Neden? İşte asıl soru budur. Çünkü bu sorunun yanıtı siyasi zinaya işaret eder. Erdoğan, Gül ve Bağış odada konuşulanların, anlatılanların verilen ödünlerin sızmasını, kamuoyunda duyulmasını istemez.

 

Şimdi Erdoğan ve Gül, Türkiye karşıtı o liderleri nasıl susturduğunu, belki Türkiye’nin yanında yer almaları için değil ama hiç olmazsa söylemlerini yumuşatmaları ve hatta mümkünse gündemden düşürmeleri için neler söylemişler, ne gibi ödünler vermişlerdir? Yarın birgün, bu ülkelerden biri çıkıp, Erdoğan (ve/veya Gül) bize o görüşmede asıl niyetlerini, siyasi planlarını anlattılar ve kamuoyundan saklanan o planlar bizim politikamıza uygundu o yüzden sustuk” deseler ya da “o görüşmede bize şu ödünler verildi” deseler, bu ikili gerçekte öyle olmadığını nasıl ispat edecek? Unutmamak gerekir ki, Dışişleri tutanakları özellikle siyasiler için can simidi gibidir. Başı darda kaldığında, aleyhinde bir iddia ortaya atıldığında, başvurulabilecek noter onaylı belgeler gibidir. Yeri geldiğinde adamı ipten kurtarır. Eee, şimdi ülkenin biri öyle bir açıklama yaptığında, bu ikili hangi belgeyi gösterip kendisini kurtarabilecek?

 

Ülkeleri sayarken Fransa’yı nasıl unuttuk? Mitterand (ki karısı tam bir PKK sempatizanıdır) nasıl oldu da bir anda çark etti, Mitterand’ı geçtik. Allah aşkına hani nerede Sarkozy, hiç ağzından Türkiye karşıtı bir söz duymaz olduk. Gerçi, akil adamlar projesini ortaya atarak Türkiye karşıtı düşüncelerinden caymış görünmüyor. Ama üzülmeyin, hele şu halk oylaması da atlatılsın, Erdoğan-Gül ikilisi oraya da el atar. İkili artık birlikte mi gider yoksa iş birine mi düşer bilinmez. Ama göreceksiniz, Paris’te yapılacak o görüşmenin ardından Sarkozy dut yemiş bülbüle dönecek. İşte o dut Erdoğan’ın siyasi zinasıdır.

 

Erdoğan da Gül de zamanında rahle-i tedrisatta kendisine verilen nasihatleri, daha da önemlisi kim bilir kaç kere okudukları o kutsal emirleri unutmuş görünmektedir, tabii birileri dünya çıkarı yüzünden onlara cevaz vermediyse…

 

“Zinaya asla yaklaşmayın, çünkü zina çok çirkin bir fiildir, kötü bir yoldur.”* isra suresi 32, ayet

 

Kaynak; Deniz Duvarcı

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 ay sonra...

Bu kez bir yazarın değil 9 yaşında bir çocuğun Türk Askerine yazdığı mektubu paylaşmak istedim... :)

 

 

Türk askeri seni her gün haberlerde görüyorum.Sizin şartlarınız nasıl bilmem ama bizimki iyiyse hep senin sayende.Bende bir gün asker olacağım.Ama Türk askeri olacağım!!! O duyguyu bilemem ama bence o duygu gurur,azim ve şereftir.Sizi haberlerde her duyduğumda benim tüylerim diken diken oluyor.Hani diyorum ki şehit olsam o kadar kötü olur mu ? Ama bence olmaz.Çünkü ben vatanım için şehit düşmüş olurum.Tabutdayken o ay yıldızlı kırmızı bayrağa sarılmak öyle bir onur öyle bir gururdur ki dünyaya bedeldir.Siz şehit düşseniz bile üzülmeyin.Çünkü arkanızda öyle hırslı askerler var ki gerekirse ölecekler vatanları için.Siz orada canla başla savaşıyorsunuz biz ise burada sizin bize yarattığınız keyfin tadını çıkartıyoruz.Keşke Şırnak’ta veya Hakkari’de asker olsam da sizle birlikte canla başla savaşsam .Bizim en büyük zorluğumuz sınava girmek ama sizin ki teröre karşı koymak.Ulu Önder Atatürk’ün yolunda sonuna kadar sadece siz değil herkesin ilerlemesi gerekir.Size bişey sorucam.Hani siz zor bir eğitimden geçiyorsunuz ya ama o gurur ve azim eğitimi kolaylaştırıyor değil mi ? Ama ben şunu biliyorum ki siz bizim askerlerimiz oldunuz sürece biz rahat ve keyif içinde olacağız.Ama sizin içinizde rahat olsun Çünkü siz teröre öyle bir darbe vurdunuz ki bizde öyle bir darbe vuracağız ki terör yok olacak.Sizi tebrik ediyorum ve sizinle gurur duyuyorum.Benim dayımda şimdi askerde ama hiç korkmuyorum çünkü o vatanı için savaşıyor.

 

 

Hakan Kantarcı.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

AKP Hükümeti, alevi milletvekili Reha Çamuroğlu aracılığıyla “Alevilik Açılım” ya da “Alevi Projesi” adıyla yeni bir tartışma başlattı.

Buna göre, baskın yerel seçim öncesi alevi yurttaşlarımıza bugüne kadar istediği her şey verilecekmiş gibi görünüyor.

 

ALEVİLER NE İSTİYOR?

 

Peki, aleviler ne istiyor?.. Alevilerin yıllardır süregelen talepleri şöyle:

 

- Cemevlerinin ibadethane sayılması,

- Genel bütçeden alevilere pay ayrılması,

- Din derslerinde alevi inancının öğretilmesi(müfredat değişikliği),

- Cemevleri yapımına devlet yardımı,

- Dede ve zakirlere binlerce kadro ve maaş verilmesi,

- Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili düzenleme yapılması.

Bu son istek, bir anlamda “Alevi Diyanetinin” kurulması talebi.

Ancak, bugün 700 ile 1000 arasında olduğu söylenen alevi dernek, vakıf ve federasyonları arasında “ortak istek” henüz belirlenmiş değil.

Başta, önderliğini Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın yaptığı Cem Vakfı olmak üzere birçok kuruluş, “samimi olmak” koşulu ile AKP’nin vaatlerine evet diyor. Diğerleri ise, bunun “AKP’nin alevileri asimile etme oyunu” olduğunu ileri sürüyor.

 

ORTAK FİKİR YOK..

 

AKP’liler arasında da bir görüş birliği yok. İktidar partisinin alevi milletvekilleri bile aralarında anlaşamıyor. Reha Çamuroğlu bu vaatleri sıralarken, diğer milletvekili Hüseyin Tuğcu, bu maddelere karşı çıkıyor ve en başta “Cemevleri ibadethane sayılamaz” diyor. Devam ediyor: “Alevi Diyaneti olamaz.” AKP’li Tuğcu, alevilik tanımında bile farklı düşünüyor. “Aleviler arasındaki Marksistler var” diyor.

 

CHP de, görünürde alevilere yıllardır destek veriyor ama, 98 milletvekili arasında yalnızca 13 milletvekili var. Ceviz Kabuğu programında, CHP’nin alevi milletvekili Malik Ecder Özdemir’e sordum: “Genel Başkan Deniz Baykal alevi mi?”

“Hayır” dedi.

 

Alevilerin tüm örgütleri de CHP ile yüzde yüz anlaşamıyor. Örneğin, Cem Vakfı ve aynı yöndeki Alevi Vakıfları Federasyonu (Başkanı Doğan Bermek) CHP’yi suçluyor. “Köy Enstitüleri bile CHP döneminde kapatıldı” diyorlar. “Türkçe ezan CHP’nin tümünün oylarıyla Arapça’ya döndü” diyorlar. Doğan Bermek, “Alevi bayraktarlığını CHP’ye yamamayın” diyor.

Bir açıdan bakınca, farklı partilerden olunca alevi milletvekilleri arasında bile dayanışma olmuyor.

 

TEKKE VE ZAVİYELER Mİ AÇILACAK?

 

Bu açılıma kuşku ile bakanlar ise, “Aslında diğer tarikatların önünü açmanın formulü aranıyor” diyorlar.

Kendisi de alevi olan, AKP Kütahya milletvekili Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’nun, “Tekke ve Zâviyelerin Kaldırılması ile İlgili Kanun’un, sosyal ihtiyaçlar çerçevesinde tekrar gözden geçirilmelidir” sözü bu kuşkuyu destekliyor.

 

Görünen o ki, bu proje bir başka seçime kalacak ve yeni bir “seçim kozu” olarak kullanılacak.

 

 

HULKİ CEVİZOĞLU

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

“Zor spas”: çok teşekkürler

Beyaz Türk ırkçılığının artık giderek sıradanlaşmaya başlayan hezeyanlarının yeni bir örneğini, Birgün gazetesinde Mithat Sancar’ın, “Türkiye’den Irkçılık Manzaraları: İzmir’in Mardinlileri” başlıklı yazısından öğrendim. Sancar, Hikmet Çetinkaya’nın 30 Kasım 2007 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazısında okumuş bu son cevheri...

 

Çetinkaya şöyle yazmış:

 

“İzmir Konak Belediye Meclisi’nde meclis üyelerinin çoğunluğu Mardinli... İzmir’de Mardinliler Konak’ı işgal etmiş. Dönerciler, kokoreççiler o güzelim Halit Ziya Bulvarı’nın içine etmişler... Bir süre önce İzmir’de o çirkin görüntüleri görünce çok üzüldüm... O güzelim kent giderek İzmirlilerden uzaklaşıyordu...”

 

Bir de bir zamandır beyaz Türk ırkçılığının klasikleri arasına girmiş olan ve kendisine yakıştırdığı isimle tam bir mizah örneği sunan “Türk Solu” dergisinin en son performansı çıkmış piyasaya; “Alışverişimi Türk’ten yapıyorum, param PKK’ya gitmiyor” yazılı rozetler dağıtmaya başlamış bu derginin promosyon sorumluları...

 

Daha önce de çeşitli zamanlarda “Kürt yemekleri yemeyin”, “Kürt müziği dinlemeyin” gibi bildiriler yayınlayan bu grup, bu rozet kampanyasını desteklemek için sarılmışlar gene kaleme, kağıda ve bir yandan “Hiçbir yerde Türkçeden başka dil kullanmamalıyız, kullananlara da taviz vermemeliyiz” derken, diğer yandan “Türk’üm diyen herkesin önündeki en acil milli ve devrimci görev”in özellikle ekonomide olduğunu, “düşmana” karşı verilecek temel savaşın bu alanda olduğunu yazmışlar. Yani bu “devrimci ekonomik mücadele doktrini” temel olarak “alışverişlerimizi Türklerden yapmak – Kürtlerden yapmamak” gibi oldukça tekamül etmiş, derin bir tefekkür ürünü olan bir prensibe dayanıyor.

 

Aslına bakılırsa, inşaatında Kürt işçilerin çalıştığı binalarda oturmamak, mutfaklarında Kürt aşçı ve yamakların çalıştığı lokantalarda yemek yememek gibi yeni faaliyetlerin de gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu yüzden her lokantanın ya da binanın kapısında şu türden bir tabela olmalı mesela: “Bu binanın inşaatında / yemeklerin pişirilmesinde Kürtler çalışmıştır / ya da çalışmamıştır” gibi... Ya da kapıya yedi göbekten etnik köken şeceresini gösteren bir belge konmalı mesela... Buruşmayacak şekilde, bir şeffaf naylon dosya içine güzelce konulursa iyi olur; güneşte solmaz, yağmurda erimez... Ama bu yedi göbek nasıl bulunur ve ispatlanır, onu bilemem... Tabii, başka seçenekler de gündeme gelebilir; mesela çoluk çocuk bütün Kürtlerin göğüslerinin üzerine –bir zamanlar Yahudiler için uygulandığı gibi- sarı bir yıldız (ya da daha yaratıcı bir işaret) konulabilir...

 

Bu doktrin çerçevesinde, savaşa katılacak olan “ekonomi devrimcilerinin” Mardin’e falan da asla gitmemeleri gerekir; çünkü orası bildiğiniz gibi Mardinli kaynayan bir şehirdir ve lokantalarında bol miktarda Mardinli çalışmaktadır; tabii ki binalar, oteller de Mardinliler tarafından inşa edilmiştir. Bu Mardinliler ise Kürt ve Arap gibi “Türk olmayan” her tür insan olabilir... Yani bu durumda “Türk olmayan” bir ekonomiye çok büyük bir hizmet edilmiş olunur... Yani mazallah!

 

Neyse, “Mardinlilerin çirkinliklerini”, “Kürt yemekleri ve müziklerini” dert edinenler, verdikleri mücadelenin ayrıntılarını düşünedursunlar; artık beyaz Türk ırkçılığı gizlenmeye, lafı dolaştırmaya gerek duymuyor; samimi, dürüst bir şekilde içini dışarıya açıyor... Yani “içi dışı bir” artık. Bu tabii ki çok hayırlı bir gelişme. Özellikle bu memleketi zihinlerinde bölmüş olanların bölücülüklerinin böyle ortaya serilmesi, açıkça bilinmesi, onların böldüklerini nasıl birleştirmemiz gerektiği hakkında da ipuçları veriyor.

 

Birleştirmenin ipuçları, adını “Kürdistan” olarak telaffuz etmekten korktuğumuz, bir iç tüketim malzemesi olarak varlığı “tehlike” olarak ilan edilip, kriz nedeni olarak tüketilen “Kuzey Irak”tan geliyor mesela...

 

Geçtiğimiz günlerde yaşadım böyle bir deneyimi... Irak’ın kuzeyindeki Kürdistan bölgesinde... Beyaz Türk ırkçılığının bir başka “tehlike” olarak adlandırdığı Fethullah Gülen hareketinin okullarını ve bölgeyi biraz olsun yakından görmek maksadıyla gittiğim Erbil ve Kerkük’te...

 

Kuzey Irak’ta 1994’ten bu yana faaliyet gösteren Feza Eğitim Kurumları’na bağlı 7 okul bulunuyor. Bu okullarda Kürt, Türkmen, Arap, Keldani, Asuri; Müslüman ve Hıristiyan öğrenciler okuyorlar. Türkçe, İngilizce, Kürtçe ve Arapça dillerini öğreniyorlar...

 

Dile kolay; dört dil öğreniyorlar, dört dilde birbirlerini anlıyorlar... Türkçe, Kürtçe, Arapça dillerinde birbirlerinin şarkılarını söylüyorlar; birbirlerinin halkoyunlarını oynuyorlar...

 

“Koskoca Türkiye”nin beyaz ırkçılarının hem korkuyla hem aşağılayarak baktıkları “Kürdistan”da, Türkiye kökenli okullar verdikleri barış mesajına cevap buluyorlar. “Küçücük Kürdistan”da, bütün iç gerilimlere ve çatışma potansiyeline rağmen, bölünmeye karşı, “bir arada yaşayarak, içiçe geçerek” nasıl durulacağının mütevazı dersi veriliyor.

 

Kürdistan bölgesi için o topraklarda Kürtlerin, Türklerin, Arapların, Asurluların, Keldanilerin bulunması zenginlik yaratıyor... Aynı Türkiye’de Türkler, Kürtler, Ermeniler, Çerkesler ve içiçe geçmiş daha bir çok kültürün olmasının yarattığı zenginlik gibi...

 

Beyaz Türk ırkçıları anlamasalar bile, savaş açsalar ve bölseler de, insanlar aslında burada da iletişim kurarak birbirlerini tanıyorlar ve kalplerinde çoğalıyorlar. Orada veya burada, “sınır”lı milliyetçiliklerin ve onların en uç tezahürü olarak ırkçılığın tersine, çok daha evrensel bir mesaj dolaşıyor.

 

Bu durumda, bu evrensel mesajın yaşamasında varlıklarıyla destek verenlere, bizim zihnimizin pencerelerinin, sınırlarının açılmasını sağlayanlara savaş açmak değil; teşekkür etmek gerekir.

 

Hiç olmazsa onların dillerinden bir şeyler öğrenerek, mesela Kürtçe “zor spas” diyerek, çok teşekkür ederek...

 

 

 

6 Aralık 2007, Perşembe

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı...

Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde..

Deniyordu ki; "arada bir, çok bunaldığınızda,hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün"...

Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım...

Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum...

Ama " kendi ölümümüzü ve cenazemizi " düşünmemiz tavsiye

ediliyordu...

Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an...

Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim...

Özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın...

Diyordu ki; " bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız...

O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün...

Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin...

Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın...

Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz...

Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi...

Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini...

Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin...

Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım...

Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm

çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine...

Birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini...

Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı...

Görüyordum işte "babaaaa..." diye ağlayan biricik oğlumu...

Eşim kucağında "ağlayan emanetimle" ayakta durmaya çalışıyordu per perişan...

Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu,o gözümden hala gitmeyen vakur duruşuyla...

Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını...

Kardeşlerim, akrabalarım "çok erken gitti, doyamadı oğluna.." diyordu acıyan ses tonlarıyla...

Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı...

Bazısı "daha dün birlikteydik, nasıl olur.." diyordu...

Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını

okumadan kitabın...

Bunları seyredip onlara "hayır ölmedim, burdayım.." demek istedim hayal olduğunu unutup...

Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide...

Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar...

Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne de isteğim...

Almam gereken dersi ve mesajı almıştım...

Şimdi ne kitabın adını ne de yazarı hatırlamıyorum...

Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum...

Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik...

Biraz kendime geldikten sonra devam ettim hayatımın en zor hayaline...

Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler söyleyecekleri vardı.. Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında...

Onlarda bıraktığım izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde...

İçlerini okuyacaktım, senaryo bana ait olarak...

Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım...

Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin...

Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu...

Özleyecekti, yokluğumu hissedecekti..Ağlayacaktı aklına geldikçe...

Belki ölümün ne anlama geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları...

Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim 2 saniyede oğlumu...

"hayal - meyal hatırlıyorum be baba seni...

Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle...

Bak mezuniyet törenimde de babasızdım...

Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine...

Diyecek canı yanarak bir köşede...

Sevgili eşim... Benim muhteşem hatunum...

Nasıl dayanır bensizliğe?...

O ki, benim için her şeyini feda edip koşmuştu bana...

Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı...

Bir daha " Seni seviyorum " diyemeyecekti...

Bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı...

Ve her gelen gece bensizliğini haykıracaktı yüzüne...

Her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün...

Tek cümlesi takıldı o an içime;

" Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik ?..."

 

Babam-annem,o bugüne kadar evlat olarak mutlu edecek hiçbir şey yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar...

Helaldi şüphesiz hakları...Bilerek hiç kırmamıştım onları...

Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım.... Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evladının cenazesinde bulunmak... Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek...

Diğerlerine geçmiyorum...

Bu yazıyı şu an yazıp sizlerle paylaştığıma göre "diğerlerine" artık sizler de dahilsiniz...

Düşünün, bir gün bir mail ulaşıyor mail-boxınıza "ölmüş“ diye...

Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız...

Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi... Oysa ki yazarın amacı "Yaşamanın ve hala nefes alıyor almanın kıymetini" göstermekti...

Benim de öyle... Lafı çok uzattım farkındayım...

Ama dediğimiz çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar girintili çıkıntılı...

Ben o gün kurduğum o hayalle,canımın tüm yanmasına rağmen YENİDEN DOĞDUM... Bilgisayar diliyle "format attım hayatıma"...

Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim...

Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş, oyun perde demişti...

Peki ya hayal değil de, gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak üzere kapansaydı...

Belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer bence...

İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı...

Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim...

Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki...

Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın...

LÜTFEN ARADA BİR, BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN,DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇİRİN...

Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah' tan başka bilen yok...

İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın,azığınızı hazırlayın,ertelemeyin...

Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın... Bilerek - bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin...

Ve en önemlisi; VERDİĞİ-VERMEDİĞİ,ALDIĞI-ALMADIĞI HERŞEY İÇİN,

TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDİN,HAMD EDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN'A

 

CAN DÜNDAR...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

SADECE son bir haftada gidenler:

 

 

Yargı...

Türk-İş...

Medyanın yarısı...

YÖK...

Sıra size gelecek.

*

Meslektaşlarımız örtme-gizleme çabası içinde yine, yeni YÖK Başkanı için "muhafazakár liberal demokrat" tanımı yapıyorlar.

Hem "muhafazakár" hem "liberal" nasıl olunur?

Delikli şemsiye gibi...

 

Yazgıya bakın; o yaptığı araştırma ile "Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olacağını" biliyor, Abdullah Gül de onu çağırıp "YÖK Başkanı olacağını" biliyor.

 

İşin hikmetine bakın ki; bu kadar rektör-dekan içinden, yeni YÖK Başkanı şart olan "dekanlık-rektörlük" şartını taşımıyor ama, "türban serbestliğinden" yana...

Yani YÖK'te "türbandan yana dönem" başladı.

Bence "değişik" bir hoca yeni YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan.

Diyelim ki "cami sayısı üzerine" araştırması var, minareleri saymış...

İslami makalelere özel bir ilgisi var, dolayısıyla birçok İslami makalenin sahibi.

Birçok gazetede bu bilgi yoktu; ama Malezya İslam Üniversitesi'nde iki yıl görev...

Ve "vahi" üzerine çalışmalar...

Sonunda "vahi" geliverdi zaten:

"YÖK Başkanı oldunuuuuz..."

*

Neticede YÖK de gitti.

Bu elbette son değil; bundan sonra iktidarın etkili olamadığı ne kadar üniversite yönetimi varsa...

Akademiler, yüksek okullar...

Bilim kurum ve kuruluşları...

Elbette "ılımlı İslam"ı benimsememiş bilim adamları...

Arkasından:

Sivil toplum örgütlerinden, spor kulüplerine kadar...

Medyanın kalanı...

Sermaye...

Tepeden tırnağa her şey gidecek.

Artık kaçınılmazdır.

Sıra size gelecek...

 

 

Bekir Coşkun

Hürriyet

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ferhat kentel gazetem net

 

Kuzey Irak: tek coğrafya, üç anlam

Türkiye’den Kuzey Irak’a -yani Kürdistan’a- 17. yüzyıldan kalma Westphalia mantığıyla –yani kazanmak ve kaybetmek ikilemi üzerine kurulu olan mantıkla- bakınca bol miktarda fantezi üretmek mümkün. “Aşiret ya da kabile devleti”, “peşmergeler”, “Türkiye’nin ulusal çıkarları için tehlike”, “PKK destekçisi” vb... Hele iflah olmaz popülist damarlarda gezinen, cinsellik, milliyetçilik gibi konularda iç gıcıklamak için her türlü belden aşağı yöntemi kullanan kocaman medya organlarının zaviyesinden bakınca, manzara daha da “********”...

 

Ancak kısacık bir gezi bile durumun hiç de öyle olmadığını, Kürdistan’ın ya da Kuzey Irak’ın tabii ki güllük gülistanlık bir yer olmadığını; hiçbir özete izin vermeyecek kadar karmaşık bir yer olduğunu, her şeyin oluşum ve inşa sürecinde olduğunu ve anlamak için başka türlü bir göze, kulağa, akıla ve belki de en önemlisi kalbe ihtiyaç olduğunu gösteriyor...

 

Şimdi burada yazacaklarım da anlam dünyalarına sokulması zor olan bu karışık memleketi biraz olsun anlayabilmek için bir çabadır sadece...

 

Bu karmaşıklık, esas olarak, iki kent düzeyinde yoğunlaşmış ideal-tip anlamlarla belki biraz kendini açabilir. Yani bir yanda Erbil’de, diğer yanda Kerkük’te kendini görünür kılan anlamlar... Ama hareket halinde olan bir üçüncü anlam daha var gibi görünüyor.

 

Erbil... Basit değil; dünya kadar sorun var. Ancak yükselmekte olana, inşa olunana bakıldığında, Kerkük’le karşılaştırıldığında, sanki “modern” bir durum; medeniyetin, düzenin, söylemin ve teorinin hakimiyeti ön planda. Güvenlik yerinde; kentin planı işliyor... Rasyonalitenin ağırlığı hissediliyor...

 

Bir Erbilli Kürt’ün ifadesiyle, “Hep savaş hep savaş! O kadar çok savaştık ki, artık bıktık ve silahlarımızı bıraktık...” Tabii ki, kalplerin bir kenarında yeniden ölüm korkusu var; ama diğer yandan Türkiye'den daha güvenli bir yer; “kapkaç yok”; “seyyar döviz büroları”nda paralar kaldırımda açıkta duruyor. Para tezgahı kaldırımda, “büro sahibi” apartmanın merdiveninde duruyor; gelip geçene, arada bir de paralarına bakıyor....

 

Kürdistan’ın Erbil şehri kuruluş mitinin de beslendiği, “biz” kelimesinin giderek güçlendiği bir kent... Tanıdık bir dille bunu ifade ediyor: “Tehlike -ya da El Kaide terörü- hep dışarıdan geliyor.”

 

Korkunun bir nedeni Türkiye ama “anlaşılmaz bir Türkiye”... “92’de KDP ile Türk askeri PKK’ya karşı omuz omuza savaş verdi. 3500'den fazla şehit verdik. Türkiye istediği için değil, kendimiz için savaştık. Biz de PKK'dan çok zarar gördük... Ama Türkiye bunu hatırlamak istemiyor...”

 

Erbil bir arada yaşama söylemine tutunmuş; sadece Kürt resmi otoritelerinin ya da sıradan vatandaşın değil; Erbil’de yaşayan Türkmenlerin de söylemi benzerlik taşıyor. Bozulmamış Türkçesi'yle övünen, Erbil Müftüsü Türkmen Molla Beşir’e göre, bölgenin en önemli özelliği “hısımlık ve komşuluk”; Türk, Kürt, Arap, Müslüman ve Hıristiyanlar içiçe yaşıyor: “Biz karışık milletiz. Erbil milleti efendi millettir.”

 

Erbil, içinde yaşayanların dillerini birbirine benzetiyor; “her şey yolunda” diline alternatif bir dili zar zor duyuyorsunuz. Bir yerlerde bir Kürt delikanlısı “her şey yolunda değil” diyor: “Muhalefet etmek çok kolay değildir burada...” “Modern iktidar”, “modern-rasyonel disiplin” iş başında...

 

Öte yandan Kerkük... Erbil’le karşılaştırmak bile abes... Adeta bir kaos; irrasyonalitenin zirve yaptığı, orman kanununun hüküm sürdüğü, ne yapacağı belli olmayan, içinde dolaşırken güvensizliği iliklerinizde hissettiğiniz bir kent...

 

Güvenlik duygusu Kaf dağının ardında... Kenti zamanında -akşam olmadan- terkedebilmek için sabah erkenden gidiyoruz. Kerkük'e girmeden evvel araba değiştiriyoruz. Erbil plakalı (“kente yabancı”) ve zengin gösteren –dolayısıyla “av” olabilecek- arabadan inip, ufak bir arabaya biniyoruz. Kent insanın içini ürpertiyor. Erbil’in “disiplini” yok... Delik deşik binalar, delik deşik asker ve polis araçları... Kum torbaları ve dikenli tellerle çevrilmiş resmi binalar...

 

Kerkük'te korkulan şey sadece El Kaide gibi “siyasal terörist” örgütler değil; belki çok daha tehlikeli çeteler... Onlar adam kaçırıp, fidye istiyorlar. Ya da sadece “korumak için”, tehditle rüşvet istiyorlar, eğer vermezseniz dükkanınız, işyeriniz bombalanıyor; sabah işe gittiğinizde dükkanın yerinde yeller esebiliyor. Mesela şöyle bir hikaye: Çeteciler bir işadamından 200 bin dolar istiyorlar. Adamcağız vermiyor. Cevap hızla geliyor; adamın üç katlı binası havaya uçuruluyor. Akabinde bir telefon geliyor işadamına: “Sana 100 bin dolarlık zarar verdik; 100 bin dolar daha borcun kaldı.”

 

Kerkük: “Modern öncesi”, “disiplin öncesi”, “düzen öncesi” bir durum... Ama bir dengeye işaret eden “modern öncesi”ni başka türlü anlamak gerek... Belki hiçbir zaman olmamış bir durum; sadece teorik olarak algılanabilecek bir durum... Aslolan kaos ve korku; fakat bir miktar da “düzen” eşliğinde anlaşılabilecek bir durum.

 

Hemen hemen herkes bir katkıda bulunuyor bu kaosa... Korkarak... Erbil’deki Türkmen örgütlerinden farklı olarak Irak Türkmen Cephesi (ITC) de bu korkuyu beleyen ve korkuyla beslenen bir örgüt; ITC “Kerkük mantığı”nın bir parçası... Yöneticilerinden bir kısmının söylemi, “savaş dili”: “PKK-KDP-KYB arasında fark yok”; fakat daha da ötesi var: “Bu örgütler ve Kürtler arasında da fark yok. Her Kürt aynı şuura sahiptir.”

 

Bu iki anlam arasında, dış dünyanın, başta Türkiye’nin oynayabileceği çok önemli roller var.... Sanki çözüm büyük öçüde Türkiye'nin elinde; güven vererek... Oradaki insanlara olan bakışını biraz değiştirerek; hakaret etmek yerine saygı göstererek... Belki kendi içinde normalleşerek, Kürtlere daha barış amaçlı yaklaşarak...

 

Erbil’deki Türkmenlerin ve partilerinin arzusu da bu: “Türkiye’nin Irak’a başka gözlerle bakması; buradaki insanları duymaya ve hissetmeye çalışması gerek... Biz Türkiye ile Kürdistan arasında güçlü ilişkiler olmasını istiyoruz. Biz köprü olmak istiyoruz. İyi ilişkiler olursa, bundan Türkmenler de faydalanacak.”

 

Ve Erbilli Türkmenlerin çok sağlam bir argümanları daha var: “Kürdistan'da Kürtlerle kardeşçe yaşadık. Kardeşçe yaşamak için mücadele ediyoruz. ITC bizi Kürt yanlısı olarak gösteriyor... Saddam rejimi zamanında çok baskıya uğradık. Türkiye neden o zaman destek olmadı?” (Evet, neden olmadı?)

 

Türkiye’den bu türden bir “başka bakış” ya da “kaos dışında” başka bir bakış kısa vadede ortaya çıkacak gibi görünmüyor... Çünkü Türkiye’nin resmi semalarında bugünkü hakim durum şu: “Ya kazanacakasın ya kaybedecekesin”... Yani “birlikte kazanabilme” mantığı bizim buralarda devlet katında pek anlaşılır mantık değil henüz...

 

Ancak Türkiye’den gelmese bile, bizzat orada gerçekleşen başka bir seçenek ya da “bakma yolu” daha var. Bu seçenek Erbil ve Kerkük mantığından farklı; ne bir “ulus” kuruyor ne de “kaos” tellalliği yapıyor. Türkiye’den Kuzey Irak’a giden hastaneler, okullar ve o okullarda çalışan doktorlar ve öğretmenler inşa ediyor bu seçeneği...

 

Onlar Türkiye’den çıkıp, dünyanın 130 küsür ülkesine yayılmış, “misyoner” gibi çalışan, gittikleri yerde her şeyden önce insanlara saygı gösteren, eğilip hastasının ayağına terliklerini giydiren ve efsane olan doktorların; Karadeniz’den çıkıp, sular seller gibi Kürtçe öğrenip, öğrencilerinin en derin duygularını hissetmeye çalışan öğretmenlerin işaret ettiği seçenek ya da anlam...

 

Bu doktorların ve öğretmenlerin “Fethulahçı” ve de “emperyal” bir yayılmanın aracı olduğunu mu düşünüyorsunuz?

 

Belki de... Ama ilginç bir “emperyalleşme” bu... Gittikleri yere saygı göstererek “Kürtleşen” ya da Hıristiyanlar ve Müslümanlarla; Kürtler, Türkmenler, Asuriler ve Keldanilerle içiçe geçen, hep beraber özne olmanın yolunu açan bir “emperyalleşme” bu...

 

Belki de dünyayı ezen tek bir imparatorluğa, herkesi kendine benzetmeye çalışan etnikleşmiş uluslara karşı direnmenin en güçlü yollarından biri...

 

 

 

13 Aralık 2007, Perşembe

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Mehmet Altan

 

Boğularak, donarak

Türkiye’de yol iz bilmeyen bir grup mülteci... ‘İnsan tacirleri’ tarafından... Herkesin gözü önünde... Araçlara bindirilip Seferihisar’a götürülüyor...

 

Bir diğer grup ise...

 

İstanbul’da bir araca dolduruluyor Onların da adresi Seferihisar... Seferihisar’ın Sığacık sahilinde bir araya getirilen bu yaklaşık 85 mülteci...

 

‘İnsan tacirleri’ tarafından gece yarısı lodosa rağmen 15 metre boyundaki küçücük bir tekneye balık istifi bindiriliyor...

 

Bodrum Güllük’ten geldiği ve üzerinde ‘Güllük’ yazdığı öğrenilen tekne ile yola koyuluyorlar...

 

Bu arada lodos şiddetini daha da artırıyor...

 

Normal şartlarda içindeki 85 insanı taşıması mümkün olmayan tekne, açıldıktan 1.5 saat sonra Seferihisar’ın Doğanbey beldesi açıklarında batıyor...

 

 

* * *

Gün ağardığında cesetler Seferihisar’da, Sığacık, Akkum, Killiburnu, Akarca mevkisinde kıyıya vuruyor...

 

Aralarında 13-14 yaşlarında kız çocukları var...

 

İnsan kaçakçıları işledikleri bu cinayetlere karşılık bir de mültecilerden kişi başına 2 bin 500 Euro alıyor...

 

Üstelik bu olaylar hepimizin gözleri önünde tekrarlanıp duruyor...

 

Kesintisiz katliamların suç ortakları gibiyiz aslında...

 

 

* * *

Dün gazeteleri tararken gerçekten sorulması gereken esas soruları bir tek Sabah Gazetesinin sorduğunu gördüm.

 

Göz göre göre öldürülmelerine kayıtsız kaldığımız bu insanlar, hangi mekanizmanın kurbanıydılar?

 

Ve aşağıdaki soruların cevapları ne?

 

Bir grup mültecinin İstanbul’dan geldiği iddia ediliyor. 600 km.’lik yolu yakalanmadan nasıl geçtiler?

 

Türkiye’yi tanımayan, yol yordam bilmeyen Filistinli, Iraklı, Somalili 85 kişi, nasıl kimseye fark ettirmeden İzmir’in göbeği Alsancak’ta buluştu?

 

Seferihisar’dan kimseye görünmeden Ege’ye açılmayı nasıl başardı?

 

Teknenin sahibi kim ya da kimler?

 

 

* * *

Dün gazeteler sanki bir ölüler günü yaşıyor muşuz gibiydi...

 

İnsan Hakları Günü yeni bir yaşam ararken soğuk sularda yitip giden mülteciler...

 

Isparta Eğridir Dağ Komando Okulunun subay ve astsubaylarının eğitim tatbikatında donarak ölen üsteğmen ve kader kapıyı çaldığı için yitirdiğimiz Sabahattin Zaim...

 

Bir buçuk yıl kadar Şişe ve Cam fabrikalarında planlama uzmanı olarak çalışmamı kendisine borçlu olduğum ilk planlamacılardan Osman Nuri Torun...

 

 

* * *

‘Allah sıralı ölüm versin’ derler...

 

Ölüm insanoğlunun en trajik serüveni...

 

Ama bu çok genç yaştaki çocuklarımızı gelip bulunca daha da korkunçlaşıyor.

 

24 yaşındaki Üsteğmen Emre Ercan’ın ölümü de böyle...

 

Tatbikatta ölen bu gencecik yaştaki üsteğmenin resmen kalp krizi sonucu öldüğü açıklansa da dünkü Hürriyet Gazetesinin web sayfasında bulamadığım ama gazetenin kendisinde okuduğum şöyle bir bölüm vardı:

 

‘Otopsi sonucunda şehit üsteğmen Ercan’ın kalp krizi ya da donma sonucu ölmüş olabileceği, ancak kesin ölüm nedeninin belirlenemediği belirtildi.

 

Donma ve kalp krizi bulgularının bir birine çok yakın olduğunu belirten yetkililer, kesin ölüm nedeninin belirlenmesi için Ercan’dan alınan doku örneklerinin İzmir Adli Tıp Kurumu’na gönderildiğini belirtti.’

 

Gazeteden aktarageldiğim bu bölüm internette olmamasına rağmen, üsteğmenin ölümü farklı soru işaretlerine yol açmıştı bile.

 

Örneğin, aşağıdaki İlker Olcay adlı okura ait yoruma, gazetenin web sayfasında, hemen haberin altında rastladım:

 

‘Donan her insanın kalbi durur. Ne biçim tatbikat, ne biçim organizasyon, o kadar süre nasıl yardım gelmemiş. Onlarca helikopter vardır orada. Burnunun dibindeki askeri kollayamayan kontrol edemeyen yarın öbür gün savaşta ne yapar. Bence bu olayın üstüne gidilmeli ve ihmali bulunanlar cezalandırılmalı. 11/12/2007 - 14:19’

 

 

* * *

İnsan tacirlerinin yol açtığı bir cinayet sonucu mültecilerin boğulması...

 

Gencecik üsteğmenimizin tatbikatta muhtemelen donarak ölmesi...

 

Bir şeyleri eksik yaptığımızı göstermekte...

 

Özeleştiri, insan hayatlarına mal olan yönetim hatalarını ortadan kaldırmaya yarar...

 

Kiminin boğularak, kiminin donarak ölmesini istemiyorsak, sağlıklı bir özeleştiri mekanizmasını da özgürce çalıştırmalıyız.

 

 

 

13 Aralık 2007, Perşembe

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Erdoğan'ın şifresi :excl:

 

Kadın aldatıldığını düşünmektedir. Aslında kocasının ilgisine, davranışlarına bakıldığında kadının kuşkulanmak için elle tutulur bir sebebi de yoktur. Koca son derece ilgilidir. Hatta öteki erkeklere bakıldığında bu ilginin, özenin neredeyse ideal olduğu bile söylenebilir. Evlilik öncesinde kocanın yemediği halt kalmamıştır ama evlendikten sonra “artık değiştim” diye açık açık söylemesi, bunu ve karısına olan aşkını her fırsatta yinelemesi, zamanında yediği bütün haltları çevrelerinde çoktan unutturmuştur.

.

.

.

 

Ülkeleri sayarken Fransa’yı nasıl unuttuk? Mitterand (ki karısı tam bir PKK sempatizanıdır) nasıl oldu da bir anda çark etti, Mitterand’ı geçtik. Allah aşkına hani nerede Sarkozy, hiç ağzından Türkiye karşıtı bir söz duymaz olduk. Gerçi, akil adamlar projesini ortaya atarak Türkiye karşıtı düşüncelerinden caymış görünmüyor. Ama üzülmeyin, hele şu halk oylaması da atlatılsın, Erdoğan-Gül ikilisi oraya da el atar. İkili artık birlikte mi gider yoksa iş birine mi düşer bilinmez. Ama göreceksiniz, Paris’te yapılacak o görüşmenin ardından Sarkozy dut yemiş bülbüle dönecek. İşte o dut Erdoğan’ın siyasi zinasıdır.

 

Erdoğan da Gül de zamanında rahle-i tedrisatta kendisine verilen nasihatleri, daha da önemlisi kim bilir kaç kere okudukları o kutsal emirleri unutmuş görünmektedir, tabii birileri dünya çıkarı yüzünden onlara cevaz vermediyse…

 

“Zinaya asla yaklaşmayın, çünkü zina çok çirkin bir fiildir, kötü bir yoldur.”* isra suresi 32, ayet

 

Kaynak; Deniz Duvarcı

Sayin Keskin kalem,

Sanirimki bahsettiginiz 9 maddelik anlasmayi ABDULLAH ÖCALAN söylesi yaptigi FIRAT AJANSA kismende olsa fisildamis gibi.Daha önceki iktidarin baslattigi birsürec Erdoganla devam etmektedir.Gelecek günlerde cok sürprizler olabilir,ben sahsen olaganüstü gelismeler bekliyorum siyasi alanda.Bu arada AKP anayasasida pisirilmis gibi,yakinda bomba gibi patlayacaktir gündemde.Ermenistanla ilgili bir gelisme var gibi,dün Ermenistan basbakani Erdogan'in Ermenistanla görüsmek istedigini söyledi gazetecilere,bence bu önemli bir gelisme.Bekleyelim ve görelim.

 

saygilarla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Iste Mehmet Altan,o kadar ölümün icersinde bula bula Silahli Kuvvetlerle ilgili bir ölüm buldu ve hemen zehirini dökmeye basladi.Gerci Mehmet Altandan baska birsey beklenmez ama yinede insanin soracagi geliyor.

ZORUNUZ NEDIR TSK ile Mehmet ALTAN?

 

 

saygilarla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

mehmet altanın babası azılı bir koministti diye suçlamışsınız,başkalaranın babası amerika adına tetikçilik yaparken sırtını devlete dayarken,çetin altan onurluca faşizme karşı duruyordu,herkes babasına bakmalı,acaba.......saygılarımla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Üsteğmen ve barış

Siz, bir korku filminin dekorları arasında yaşıyorsunuz.

 

Bütün bu gördükleriniz, okuduklarınız dekor.

 

Korkunç bir şiddetin içinde çalkalanan bir ülkede yaşadığınızı düşünüyorsunuz, değil mi?

 

Ben Adana’dan arabayla yola çıktım, Mersin, Antep, Urfa, Mardin, Midyat, Diyarbakır dolaştım.

 

En küçük bir olayla karşılaşmadım.

 

İnsanlar şiddetten uzak yaşıyorlardı.

 

Bölgedeki herkes çığlık çığlığa “barış” diye bağırıyordu.

 

Onların sesini size duyurmuyorlar.

 

Size sadece “savaşın” gürültüsünü, büyük hoparlörlere bağlayarak dinletiyorlar.

 

Yaşanan her olayı siz yüz misli gürültüyle duyuyorsunuz.

 

İnanın bana, size yemin ederim, bu ülke barışa hazır.

 

Eğer Türk medyası, sadece bir hafta dürüst gazetecilik yapsa bu ülke barışın kapısından geçebilecek hale gelir.

 

Türk milliyetçiliğini, şiddeti, silahı, ölümü, kıyımı öven yayınlarından vazgeçseler, çekilen acıları, dağılan aileleri, insan dramlarını, o trajedileri size de izletseler, siz de öfke yerine merhamet duyarsınız.

 

Çocuklarınızı, geleceğinizi, ülkenizi kurtarmak için barış istersiniz.

 

Ama yapmıyorlar.

 

Sizi kızdıracak, öfkelendirecek, intikam isteklerinizi bileyecek haberlerle gerçekleri çarpıtıyorlar.

 

Bakın, eğer istersem ben sizi İstanbul’un bir cinayetler kenti olduğuna ikna edebilirim.

 

Aynı gün işlenen bütün cinayetlerin haberlerini yan yana koyarım.

 

Televizyona ardı ardına cinayet görüntülerini yüklerim.

 

Korkudan evden çıkamaz hale gelirsiniz.

 

Söylediklerim doğrudur ama “gerçek” değildir.

 

Cinayetlerin olduğu doğrudur ama İstanbul’un “yan yana konulmuş haberlerin” yansıttığı gibi her an adam öldürülen bir kent olduğu doğru değildir.

 

İşte size Güneydoğu’yla ilgili aynen bunu yapıyorlar.

 

Sadece savaş haberlerini gösteriyorlar.

 

“Barış” haberlerine hiç yer vermiyorlar.

 

Siz bambaşka bir Güneydoğu yaşıyorsunuz.

 

Gerçekleri saklıyorlar sizden.

 

Bakın, en son bir “dağda unutulan üsteğmen” olayı yaşadık.

 

Haberi bizim gazete verdi, bazı gazeteler de bunun doğru olmadığını kanıtlamaya çalıştı.

 

Haber doğruydu.

 

Biz, bu haberin arkasındayız ve doğru olduğunu biliyoruz.

 

Kim söyleyecek bunun gerçeğini şimdi insanlara?

 

Çoğu insan bizim gazeteyi görmüyor bile.

 

Onlar işin aslını hiç bilmeyecek.

 

Jandarma Komutanlığı da bir açıklama yayınladı.

 

“Üsteğmenin kaçmış olabileceğini” söylüyorlar.

 

İki ihtimal var, ya biz yanılıyoruz ya Jandarma Komutanlığı.

 

Diyelim ki koskoca Jandarma Komutanlığı “yanılmaz”, doğru söylüyordur.

 

Peki.

 

Şu sorunun cevabı var mı?

 

Daha yeni bebeği olmuş, orduyla kontratını daha yeni yenilemiş bir doktor üsteğmen neden askerden kaçar?

 

Kontratını yenilemeyip ordudan çıkabilirdi.

 

Kalmış.

 

Bu gerçeğe rağmen, Komutanlık “onun kaçmış olabileceğini” ileri sürüyor.

 

Niye kaçtı peki?

 

Ne oldu?

 

Ne yaptınız?

 

Bu şartlardaki bir üsteğmen doktorun “kaçması” için dehşet verici olayların yaşanmış olması gerekir.

 

Neydi o olaylar?

 

Jandarma Komutanlığı bunu açıklamalı.

 

Ya da Komutanlık yanılıyor.

 

Ve, kendi hatasını saklamak için bir üsteğmenin hayatını harcıyor.

 

O zaman da, “bir daha hangi personeliniz size güvenir” diye sormak gerekiyor.

 

Üsteğmenin birliğindeki herkes olayın gerçeğini biliyor.

 

Güvenebilecekler mi bundan sonra komutanlıklarına?

 

Aslında, sadece tek başına bu “üsteğmen” olayı bile barışın bu ülkeye ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor.

 

O üsteğmen kaçmış da olsa, unutulmuş da olsa, bu olay, artık bu ülkede herkesin savaştan yorulduğunu gösteriyor.

 

Ama gazeteler bu gerçekleri anlatmıyor, anlatmayacak.

 

Bu ülkeye barış gerek.

 

Ve, barışın şartları hazır.

 

Siz yalanlara inanmayın.

 

Yepyeni bir hayat, mutluluk, zenginlik, güven, huzur bir adım önümüzde duruyor.

 

Tek bir adım.

 

O adımı atacak biri çıkacaktır sonunda.

 

Çünkü barışı sadece insanlar değil, hayatın bizzat kendisi istiyor artık.

 

Taraf Gazetesi, 15 Aralık

 

 

 

17 Aralık 2007, Pazartesi

 

 

 

 

[email protected]

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Eser Karakaş

 

Burası bir Cumhuriyet mi?

Cumhuriyet kavramını hem en hafife alan hem de en çok bu kavramı dilinden düşürmeyen millet galiba biziz.

 

Daha önce de bu konuda yazmaya gayret göstermiş, örnekler vermiştim.

 

ANKA’nın Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerinden yaptığı belirlemelere göre 2007 senesinin ilk on ayında gerçekleşen toplam ihracatın yüzde 56’sını İstanbul yapmış, diğer 80 ilin toplam ihracat büyüklüğü İstanbul’un epey altında kalmış.

 

Böyle bir ülkeye ne kadar Cumhhuriyet deneceğini tartışmak lazım.

 

 

* * *

Türkiye’de biz ağırlıklı olarak ikinci cumhuriyet kavramını tartışıyoruz, mevcut Cumhuriyet’in demokratikleşmesini, askeri vesayet ve velayetten kurtulmasını, çağa ayak uydurmasını vs. talep ediyoruz.

 

Yani, ortada bir Cumhuriyet olduğu varsayımından kalkıp, bu yapıyı çağdaş hale getirmeye, hukukun üstünlüğünü yerleştirmeye çalışıyoruz.

 

Oysa bir yönetim biçimine cumhuriyet adının verilebilmesi herhalde o ülkede sadece ve sadece yönetimin babadan oğula geçmemesi ile sağlanabilecek kadar basit bir mesele değil ve olmamalı.

 

Cumhuriyet meselesini bu kadar basite indirger, saltanatın ilgasıyla özdeşleştirirsek, cumhuriyet kavramına ve bu kavram çerçevesinde önemli işler başarmış ülkelere büyük haksızlık etmiş oluruz.

 

Bir yönetim tarzının cumhuriyet olarak nitelenebilmesi için yönetimin babadan oğula geçmemesi belki bir gerekli koşul ama çağımızda herhalde yeterli koşul pek değil.

 

Bu cumhuriyet kavramının içinin evrensel hukuk, demokrasi, insan hakları, bölgesel dengesizliklerin en aza indirilmesiyle de doldurulması şart.

 

Hukukun üstünlüğünün yaşama geçmediği, demokrasinin pek işlemediği, insan haklarının ayaklar altına alınabildiği ve bölgesel dengesizliklerin büyük boyutlara ulaşabildiği ülkelere cumhuriyet demek cumhuriyet kavramına haksızllık.

 

Bizim sekter cumhuriyetçilerimiz dahi bu cumhuriyet kavramının şemsiyesi altına Libya, Suriye, İran cumhuriyetleri gibi ülkelerle beraber girmekten sanırım pek hoşlanmazlar, ya da hoşlanmamaları gerek.

 

Ama, son ihracat verilerine, Malatya ve Hrant Dink davalarına baktığınızda da, mesela Fransa’nın da bizle aynı cumhuriyet şemsiyesi altına girmekten pek hoşlanmayacağını düşünüyorum.

 

 

* * *

İçinde bulunduğumuz yılın ilk on ayında İstanbul’dan ya da merkezi İstanbul’da bulunan şirketlerden yapılan ihracat 56 milyar dolar, diğer seksen ilden yapılan ihracat ise 38 milyar dolar.

 

Öte yandan da Ardahan ilimizin hiç ihracatı yok, Tunceli, Gümüşhane, Bayburt, Bingöl, Erzincan, Muş illerimizin ihracatı bir milyon doların, Osmaniye, Bartın ve Kırıkkale illerimizin üç milyon doların altında.

 

İstanbul toplam ihracatın yüzde 56’sını, ilk on il de yüzde doksanını yapıyor.

 

İhracatın bu dağılımı ortadayken, bizler cumhuriyet kavramının içini hukukla doldurmaktan bahsediyoruz.

 

Galiba esas konu ortada bir cumhuriyetin olup olmadığı konusu.

 

Bölgesel dengesizliğin bu kadar çarpıcı olduğu 84 senelik bir cumhuriyete cumhuriyet demek kavramın özüne ihanet olabilir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Alevilik Araştırmalar Merkezi Başkanı Ali Yıldırım, cumhuriyet, laiklik ve demokrasi ilkelerinin tehdit altında olduğunu ifade ederek, 'Sanatçı Fazıl Say'ın ülkemizi karanlıkla boğmak isteyenlere yönelik çığlığı Alevi toplumunun da sesidir. Fazıl Say'a Alevi Toplumu sahip çıkacaktır' dedi.

 

Araştırmalar Merkezi Başkanı Ali Yıldırım yaptığı açıklamada, Piyanist Fazıl Say'ın Sivaz Madımak Oteli'nde hayatını kaybeden Metin Altıok adına bestelediği oratoryo ile Altıok'un şahsında tüm 'Sivas şehitleri'ne sahip çıktığını kaydederek, 'Oratoryo bu iktidarın kültür bakanı tarafından sansürlenmiştir. Fazıl Say Alevilerin kanayan yarasına yaptığı bestesiyle tüm Sivas Şehitlerine sahip çıkarak merhem olmaya çalışırken iktidar çevreleri bu yaranın daha da kanamasını istemişlerdir adeta' dedi.

 

Alevi toplumunun varoluşlarının güvencesi olarak gördükleri cumhuriyet, laiklik ve demokrasi ilkelerinin bugün ciddi bir tehdit altında bulunduğunu vurgulayan Yıldırım, şu ifadelere yer verdi:

 

'Ülkemizi ortaçağ karanlığına götürmek isteyen güçler kendi dışlarındaki hiçbir inanç ve kültüre yaşam hakkı tanımak istemeyen bir ruh haliyle hareket etmekte, bu anlayışları doğrultusunda kamuda yoğun bir kadrolaşma faaliyeti içerisinde bulunmaktadırlar. Son zamanlarda alevi öğrencilerin nazarında Alevi inanç ve kültürüne yönelik baskılar gözle görülür bir biçimde artış göstermektedir. Sanatçı Fazıl Say'ın ülkemizi karanlıkla boğmak isteyenlere yönelik çığlığı Alevi toplumunun da sesidir. Fazıl Say'ın sahip çıktığı değerler Alevi toplumunun da vazgeçemeyeceği değerlerdir. Bu ortak insanlık değerlerine sahip çıkan Fazıl Say'a Alevi Toplumu da sahip çıkacaktır.'

 

(ANKA) - 19 Aralık 2007

 

 

 

*** Alevi Haber Ajansı *** Alevilerin Gören Gözü, İşiten Kulağı, Söyleyen Dili ***

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Her yıl haziran ve aralık aylarında gazetelerimizde büyük manşetler atılır. "AB bizi dışladı", "AB kapıyı araladı", "Artık Avrupa'dayız" benzeri başlıkları sıkça gördük. AB'nin Türkiye politikasını serinkanlı değerlendirdiğimizde bu medya başlıklarındaki yanlışları, doğruları ve yalanları ancak o zaman görme olanağı elde ederiz.

 

1991 Maastrich Anlaşması'ndan bugüne kadar AB'nin Türkiye politikasını anlamak için şu öğelerin göz önüne alınması gerekir:

 

1) Brüksel ile Ankara arasında imzalanan belgeler, "ana hatları ile ne gibi özellikler gösteriyorlar?" Bu anlaşmalar sonuçta Türkiye ile AB arasında nasıl bir yapılanma getiriyorlar?

 

2) AB Parlamentosu başta olmak üzere, AB kurumlarının , "hem Türkiye hem de Türkiye-AB ilişkileri üzerinde" almış olduğu kararlar nelerdir? Bu kararların içeriğinde "AB tarafı Türkiye ile ilişkilerini nereye götürmek, nereye yönlendirmek istiyor?"

 

3) Türkiye-AB ilişkilerinde mevcut hukuki ve kurumsal yapılanmalar, "Türkiye'nin AB ile ilişkilerini fiilen nasıl etkiliyor ve yönlendiriliyor?"

 

4) 1990'dan itibaren AB'nin iç yapısında, "genişleme ile ilgili olarak ne gibi politika değişiklikleri olmaktadır?"

 

5) AB'nin ABD ile "bölgeye ve Türkiye'ye yönelik ortak siyasi, iktisadi ve askeri politikaları nasıl gelişiyor?"

 

6) 2002'den itibaren AKP'nin iktidara gelmesinin ve "bu iktidarın Brüksel'e (ve Washington'a) endekslemesinin AB tarafında getirdiği yeni politika değişiklikleri nelerdir?"

 

Başlıcalarını belirttiğim bu faktörler, objektif ve serinkanlı olarak değerlendirince AB'nin yeni Türkiye politikalarındaki gerçekleri, "medyatik pazarlamaların dışına çıkarak" görmüş oluruz.

 

Bana göre, çıkan sonuçlar...

 

Yıllardır konunun içinde her boyutu ile yaşayan ve çalışmalar yapan bir bilim insanı olarak vardığım sonuçlar şunlardır:

 

1) Avrupa Birliği Türkiye'yi kesinlikle dışlamak istemiyor ve dışlamıyor da. Türkiye'yi dışlamak, Türkiye'yi dışarı itmek AB'nin iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel çıkarları ile çatışır.

 

2) AB Türkiye'yi içine de kesinlikle almayacak. Yapmak istediği şey, "içine almadan denetimi, güdümü, himayesi altında tutmak. İktisadi, siyasi, askeri ve kültürel olarak, Avrupa ülkelerinin çıkarları doğrultusunda istediklerini Türkiye'ye yaptırmak."

 

3) Ayrıca Avrupa'nın Türkiye politikasında, "AB'nin (ve ABD'nin) himayesi altına alınmış" bir Türkiye devleti (Türkiye Cumhuriyeti) bulunmuyor. Üniter devlet kimliğinin, ulus devlet yapısının, Lozan'ın kazanımlarının ve Cumhuriyet'in değerlerinin ortadan kaldırıldığı bir yeniden yapılanma isteniyor.

 

Soğuk Savaş sonrasında Batı kapitalizminin yeni küresel kavgasında Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar ve Türkiye hedeflerin başında geliyor. Türkiye, "AB ve ABD'nin küresel ve bölgesel hesaplarının bir parçası olarak algılanıyor" . Ve bu algılama, "AB'nin Türkiye politikalarını belirleyen faktörlerin başına gelip oturuyor."

 

Soğuk Savaş sonrasında Avrupa'nın (ve Batı'nın) Türkiye'yi algılaması şöyleydi:

 

- Aidiyet (ve kimlik) olarak "Avrupalı kabul edilmese de" Batı'nın yanında tutulmalı ve Doğu Bloku'na kaptırılmamalıydı.

 

- İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD'nin izlediği politika, Batı Avrupa'ya kabul ettirilmişti.1963 Ankara Anlaşması, 1970 Katma Protokol, 1995 Gümrük Birliği, 1999 sözde adaylık ,"Washington'un Brüksel üzerindeki yönlendirmeleri sonucu yapıldı." Bunların ayrıntıları Hayatım Avrupa'nın beş kitabı içinde belgeleri ile ortaya konmuş bulunuyor.

 

- Sovyetler Birliği'nin dağılması ile Amerika ve İngiltere'nin öncülüğünde Batı kapitalizminin belirlediği Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), AB ve ABD'nin Türkiye ve Ortadoğu politikalarını hem yakınlaştırdı hem de bütünleşmelerini sağladı.

 

Bazı örnekler verelim; Türkiye üzerindeki ABD ve AB ortak dayatmalarında önde gelen şu başlıklar var:

 

1) Kürdistan projeleri birlikte yürütülüyor. Irak'ın kuzeyini ABD, İngiltere ve İsrail; Güneydoğu Anadolu'yu AB sürüklüyor.

 

2) Sözde soykırım tasarılarında ABD ve AB eşgüdüm halinde çalışıyorlar ve çıtayı birlikte ayarlıyorlar.

 

3) Fener Patrikhanesi'nin bağımsızlaştırılması AB ve ABD'nin ortak politikaları haline geldi.

 

4) Türkiye'nin federal bir yapıya götürülmesi için benzer dayatmaları sürdürüyorlar.

 

5) Atatürk 'ün Türkiye Cumhuriyeti yerine kendileri ile işbirliği halinde bir İslam devletini "AKP'yi birlikte destekleyerek sağlamaya çalışıyorlar."

 

6) Türkiye ekonomisinin tamamen serbest ve dışa açık bir piyasa yapısıyla ABD ve AB'nin hizmetine sunulması için yeni düzenlemeleri beraberce yapıyorlar.

 

7) Ve AKP iktidarını birlikte destekliyorlar. AB'nin Türkiye politikasını bütün bu gerçeklerin ışığında daha net görebiliyoruz.

 

- AB'nin içine alınmadan, onun denetimi altına sokulmuş bir Türkiye isteniyor, uygulamalar bu yönde gelişiyor.

 

- Bugünkü sınırları ve ulus devlet kimliği ortadan kalkmış federal bir devlet yapısı dayatılıyor.

 

- Cumhuriyet'in değerleri yerine İslam devleti kimliğinde bir ülke ABD ve AB'nin ortak politikaları oldu.

 

- İktisadi geleceği, "Batı tekellerinin ve sermayesinin eline geçmiş bir piyasaya terk edilen sömürge" düzeni elde etmeye çalışıyorlar.

 

Bu acı gerçekler belgelere, açık ve gizli anlaşmalara ve yaşamakta olduğumuz uygulamalara bütün çıplaklığı ile yansıtılmış bulunuyor.

 

AB'nin Türkiye politikasını Sarkozy ve Merkel 'in sözlerine göre değil bu gerçekler ışığında değerlendirmeliyiz.

 

Erol Manisalı

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.