Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Ağaçlar içten çürür ve ayakta ölür...


sardunyam

Önerilen İletiler

Başka bir dünya olmalı...

 

Değişiyorum, korkmadan, büyüyerek gelişiyorum... Kendi içimde kendimi öldürüp her bahar yeniden doğuyorum... Bakıyorum benimle birlikte herşey değişiyor, hiçbir şey aynı kalmıyor...

 

Eskiden asabiydim, her laftan kavga çıkaracak kadar hemde... "Asla"larım vardı asla yapmayacaklarım, bir gün baktım ki asla dediğim herşeyi yapmışım... Artık bu sözcüğü kullanmıyorum özellikle kendime karşı...

 

Derdimi anlatamayınca hemen ağlardım, çok alınırdım, çabuk kırılırdım... Geçti hepsi bana faydalarının olmadığını anladığım gün çöp kutusuna bıraktım hepsini...

 

Çok bildiğimi sanıyordum, çünkü yolda bulduğum kağıt parçasın bile okuyordum... Ne sorsalar verecek bir cevabım vardı mutlaka artık konuştuğumdan daha çok susuyorum, baktım ki bildiğim hiç birşey yok aslında... O kadar cahilmişim anyalacağın...

 

Ben kendimi kendimden ve cümle kalıplardan soyutladıkça, kendi giysilerimden soyundukça, gördüm ki bu kez insanlar başka şeylere yoruyor... Bazıları aşmışsın sen kendini diyorken, bazıları çelişkiler yumağı sanıyor...

 

Oysa hep arayış içindeyim içimde var olduğunu bildiğim gerçeğin ne olduğunu bile bilmiyorum... Başka pencerelerden bakmayı öğrendiğim günden beri görünen pek çok şeyin ilizyondan başka birşey olmadığına inandım... Başka görüyor başka anlıyoruz oysa baktığımız şeyin ardında çok başka manalar var... Yoksa bu kadar büyük bir yüreğe sahip olmazdı insan...

 

Başka bir dünya diyorum olmalı... Biz henüz et-kemikten soyunmamışken onu bulmalıyız... Ying/yang gibi dünya her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde bir iyilik var... İyi insan ve kötü insan yok ve sahip olduğumuzu sandığımız hiç bir şeye sahip değiliz aslında... Kendi canımıza bile...

 

O yüzden "benim" dediğimiz, bize ait olduğunu sandığımız herşeyi kiraladığımızı anlamıyoruz...

 

Böyle güzel şeylerden bahsettiğinde insan kötülükle tanışıp iyilikle tanışmayanlar tarafından defalarca kalbinize hançerler saplanıyor... Size tahammül edemiyorlar... Yalan söylemekten aciz bir insansanız bile yalancılıkla itham edilebiliyorsunuz...

 

İşte buna alışmak zor... İnsan kendisini tanımadan başkasını tanıyabilir mi?

 

Eğer bulunduğunuz dünyayı güzelleştirmeyi bilmiyorsanız bırakın bilenler güzelleştirsin bunun size zararı olmaz...

........................ :clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 114
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Akrep İle Şövalye

 

Akrep, küçük adımlarla geziniyordu kulede. Hızlı şövalye ona tam tepede yetişti. Her zamanki gibi yine alelacele bir öpücük kondurdu dudaklarına. Yoluna devam etmek üzereydi ki; ''Gitme,'' dedi Akrep, ''Bu kez gitme, ne olur.'' Akrep'in içtenliği yel kov(ala)maktan caydırdı Şövalye'yi. Zaman durdu, öylece kalakaldılar Akrep ile Yelkovan dudak dudağa. Yeni bir döngüye başlamak üzere olan dünya, ne yapacağını şaşırdı.

 

O günden beri, şehrin meydanındaki saat kulesine bakanlar, günün hangi vakti olursa olsun, saatin on iki olduğunu söylerler. Eski bir masalda durmuştur zaman. Belki de bu kez aşk öpücüğü durdurmak içindir zamanı, yeniden başlatmak için değil. Ne de olsa şövalye aşkına kavuşmuştur. Zaman duracaksa eğer, tam da burada durmalıdır. Kimse kurmamalıdır o saati.

 

O gün bu gündür saat hep on ikiyi gösterir. Kulede balo devam etmektedir. Büyü bozulmamıştır. Peri son bir iyilik yapmıştır aşıklara. Zaman burada durmalıdır. O saati kimse kurmamalıdır.

 

Kimse kurmadı o saati. Kuramadı. Kimse ayıramadı Akrep ile Yelkovan'ı. Aşk böyle bir şeydi bir zamanlar. Ve o zamanlar ancak o eski masallarda kaldı...

 

 

 

Pelin Yılmaz / Her Kadın Başka Türlü Ölüyor (Öykü)

Cinius Yayınları

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"Ağaçlar içten çürür ve ayakta ölür" deyince, akla çınar ağacı gelir.

 

Çınar uzun ömürlü, güçlü, gölgesi koyu bir ağaçtır. Fakat her canlıya olduğu gibi, hazin sona uğramaktan o da kurtulamaz. Yaşlandığında gövdesinde kovuklar açılır ve bu kovukların içi yanmış gibi siyah bir görünüm alır.

 

İşte bu içi yanmış görünüm, şairlerin duygularını coşturmuş ve hepsi bu manzarayı farklı yorumlamıştır. Kimine göre bahçelerin kenarlarına gölge yapsın diye dikilen bu ağaçlar, hep bahçenin hasretini çeker ve dallarını bahçenin içine doğru uzatırlar. Fakat oradaki çiçek açan, meyve veren ağaçları görünce, çiçek ve meyveleri olmadığı için kederden içleri yanar...

 

Doğayı seven, ondan etkilenen ve duygulanan, onun üzerine titreyenlere selam olsun...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

Kullanıma Uygun Birey Yaratan Sistem

 

 

"Modern dünyada etkin olan normlar, insanların ne yapması ya da yapmaması gerektiğini belirleyen kesin çizgileri gösterirdi. Bireyselleşmiş liberal dünyada ise hiçbir şeyin tanımı ve sınırı yoktur."

 

Her şey bireyin keyfine bağlı hale gelmiştir. Normların geçerliliğini ve yaptırım gücünü yitirmiştir. Bu durum değer ve normların hiyerarşisinin bozulması ve değersel bir kargaşanın topluma egemen olmasını sağlamıştır. Başka bir anlatımla, kurallar geçerliğini yitirmiş ve herkes tarafından benimsenecek yeni kurallar da yaratılamamıştır. Bireyleri toplumun bütününe bağlayan bağlar bir bir kopmuştur. Herkes kendisi için kendisi tarafından ve kendisine göre bir dünya inşa etmeye koyulmuştur.

 

Küreselleşen dünya, herkesi kucaklayan değerlerden yoksun bir dünyadır. Küresel gelişmeler insanların geleneksel olarak yaşama, topluma ve dünyadaki yerine daha geniş bir anlam yükleyen, genel kabul görmüş, tüm simgeleri yok etmiştir.

 

İnsanların da ortak anlamı aramak diye bir sorunu kalmamıştır. Bireylere, kendilerini özdeşleştirebileceği küçük gruplar, onların değerleri ve simgeleri yeterli gelmektedir. Bütünden ayrılmak, parçada birleşmek temel davranış biçimidir. İşin daha da tehlikeli yanı; toplumsal yaşamını parçalanmasının adının "özgürleşme" olarak nitelenir olmasıdır.

 

Aslında bireyler, normlarını, içinde yaşadıkları toplumun bütününden çok, yakın ilişki içinde oldukları aidiyet ve referans gruplarından sağlarlar. Bu aidiyet ve referans grupları vasıtasıyla bireyler milli kültürle ve toplumun diğer yanıyla bağlantı kurarlar. Son yıllarda aidiyet ve referans gruplarında da ciddi bir işlevsizlik söz konusu olmuştur.

 

Bireyin atomize edilerek yalnızlaştırılmasında aile bağlarının koparılmasının rolü çok büyük olmuştur. Aile bağları insanların kullaştırılmasını ve kullanılmasını engelleyen önemli faktördür. Ayrıca aile bağları, bireyi kullanmak isteyen grubun gücüne de büyük tehdit oluşturur. Tarikatlar, terörist gruplar ve hücreler aralarına yeni aldıkları üyeleri onların aile ve dostlarından ayırarak istedikleri gibi kullanırlar.

 

Böyle bir iklim kitle toplumunu ve kültürünü doğurur. Böylece birey milli kültürün ortak paydasından uzaklaşıp yüz yüze ilişkilerin egemen olduğu küçük birincil gruplara hapsedilebilir. Kitle iletişim araçları da bu sürece büyük bir katkı sağlar. Normlaşan sapkın simge ve stereo değerler büyük bir hızla yayılır. Sonuçta milli kültürle bağları koparmış ve kitle içinde kaybolmuş bireyler ortaya çıkar. İletişim araçları da görüntüleştirilmiş değer dışı normları devreye sokarak, toplumca benimsendiğini düşündükleri davranış biçimlerini pazarlarlar. Bu durum hangi normu izleyeceklerini bilemez hale gelen bireylerin sosyal yönden bütünleşmelerini giderek imkânsızlaştırır.

 

Köksüz, değersiz ve günübirlik yaşam sürdüren insan işte böyle bir sistemin kurbanıdır. Kendi evinde kendini yabancı hisseder. Milli, insani, tarihi ve ahlaki değerler onun için herhangi bir anlam ifade etmez. Başkalarına sığınarak var olmayı onur sorunu dahi yapmaz. Güncel tatmini sağlamak onun için her şeydir. Yarını ancak yeni tatminler için özler. Bu tür insan her anlamda kullanıma uygun bir insandır. Bu insan küresel sistemin kutsallaştırdığı insandır. Bu adamın türlü çeşit fonlarla ilişkisi vardır ama idealle ve Atatürk'le de bir işi yoktur.

 

 

Özcan Yeniçeri

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"HÜKÜMETLERIN ICRAATI MENFI OLUP DA MILLET ITIRAZ ETMEZ VE IKTIDARI

DÜSÜRMEZSE BÜTÜN KUSUR VE KABAHATLERE KATILMIS DEMEKTIR...."

 

 

 

 

K. ATATÜRK

Temel 20 senedir Almanya'da yaşıyormuş.

Bir gün göçmen bürosuna gidip Almanya'dan kesin dönüş yapacağını

söylemişGöçmen bürosundaki Almanlar Temel'i tanıyorlar, seviyorlar.

Sormuşlar ; 'Niye donuyorsun ?' diye.

 

Temel 'homoseksüeller yüzünden' demiş.

Bürodakiler şaşırmış, 'Seni rahatsız filan ediyorlarsa hemen bir

şikâyette bulun, gereğini yaparız. Buradan bu yüzden

ayrılmana değmez demişler'

 

Temel : 'Beni rahatsız etmiyorlar' demiş.

 

Bürodakiler yine şaşırmış; 'Peki neden gidiyorsun ?'

 

Temel cevaplamış :

 

'Burada 20 yıl önce homoseksüellik yasaktı,

10 yıl önce serbest oldu,

5 yıl öncede evlenmelerine izin verildi.

 

Homoseksüellik MECBUR olmadan dönmek istiyorum.!

 

*** KISSADAN HISSE ***

 

 

Türkiye'de 30 yıl önce türban diye bir şey yoktu,

20 yıl önce takmaya başladılar,

şimdi serbest oluyor,

MECBUR olmadan önce

bir şeyler yapmak lazım ...!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"Müslümana Haram" çeşmesi

 

 

Vaktiyle Bursa’ da bir müslüman, eski adı “Yahudilik Yolagzi”, bugünkü adi Arap Sukru olan muhitte çesme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemis:

 

“Her kula helâl, Musluman’a haram!..”

 

Bursa başkent, tabii Osmanlı karısmıs, bu nasil fitnedir diye...

 

Gitmisler Kadıya şikâyete, adam yakalanip yaka-paça huzûra getirilmis. “Bu nasıl fitnedir, dîni Islâm, ahâlisi Müsluman olan koca devlette sen kalk, hayrattir, sebildir diye ceşme yap, ama suyunu Musluman’a yasakla!..

 

Olacak is midir, nedir sebebi, aklını mi yitirdin?..” diye cıkışmışlar adama.

 

Adam:

- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin isbat ister, delil şarttir…”

dedikce kadı kizmis:

- “Ne delili, ne isbatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzûrunu kaçirdın, katlin vâciptir!” demiş.

Demiş ama, bir yandan da merak edermiş:

 

- “Nedir gerekçen?..” diye sormus.

Adam:

- “Bir tek Sultan’a derim…”

 

diye cevap verince, ortalik yine karışmış. Söz Sultan’a gitmis, adam yaka paça saraya götürülmüş.. .Padisah da sinirlenmis ama, diger yandan o da meraklanirmiş:

 

- “De bakalim ne diyeceksen. Bu nasil iştir ki, hem çesmeyi yaparsin, hem de her kula helâl,

Müslüman’a haram yazarsin?..”

 

Adam, başi önünde konuşur:

- “Delilim vardır, lâkin isbat ister.”

- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..”

- “O zaman boynum, hukme kıldan incedir Sultânim…”

- “Eeee?!..”

- “Sultânim, herhangi bir havradan (sinagog) rastgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…”

 

Dedigi yapılmış adamın. Bütün azinliklar bir olmuş, baslarinda Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulum?.. Bizim din adamimiza biz kefiliz, ne gerekirse soyleyin yapalim, o masûmdur, gerekirse kefâlet odeyelim...”

Cevre ulkelerden bile elciler gelmis, elciler mektup ustune mektup getirmis… Bir hafta dolunca, adam:

 

- “Sultânim, artik birakmak zamanidir” demis.

 

Haham birakilmis, azinliklar mutlu, bu sefer Sultan’a tesekkurler, hediyeler…

Az zaman gecmis ki, adam:

 

- “Ayni isi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz icinyaptiriniz Sultânim” demis.

Ayni sekilde bir papaz derdest edilip yaka-paca alinmis Pazar âyininden ve ayni tepkiler artarak devam etmis. Haftasi dolunca da serbest birakilmis. Mutlulukk ve sevinc gosterileri daha bir fazlalasmis, tesekkurler, sukranlar... Levantenler din adamlarina kavusmanin mutluluguyla

daha bir sarilmislar birbirlerine. ..

 

Sultan:

- “Bitti mi?..” demis adama.

- “Sultânim son bir is kaldi, sonra hukum zamanidir izninizle” demis.

- “Simde nedir istegin?..”

 

- “Efendim, pâyitahtimiz Bursa’nin en sevilen, en sozu dinlenilen, itimad edilen âlimini aliniz minberinden…”

Adamin dedigini yapmislar, Ulucâmi imamini Cuma hutbesinin ortasinda almislar, yaka-paca goturmusler. ..

Ve ne olmus bilin bakalim?..

 

Bir Allah’in kulu cikip da, “ne oluyor, siz ne yapiyorsunuz? .. Hic olmazsa va’zi bitene kadar bekleseydiniz” , gibi tek bir kelâm etmemis, imamin pesinden giden, arayan-soran olmamis...

 

Gecmis bir hafta, “nerde imam” diye gelen-giden yok!.. Aptal ve câhil bir imam tâyin edilmis yerine, ne konustugunu kendi kulagi duymayan tam yobaz cinsinden biri… Halk hâlinden memnun, baslamis bir dedikodu, o gecen hafta derdest edilen koca âlim icin:

 

- “Biz de onu adam bilmis, hoca bellemistik…”

- “Kimbilir ne halt etti de tevkif edildi!..”

- “Vah vaah!.. Acirim arkasinda kildigim namazlara…”

- “Sorma, sorma...”

Padisah, kadi ve adam izliyorlarmis olup-bitenleri. Sonunda Padisah cesmeyi yaptirana sormus:

- “Eee, ne olacak simdi?..

Adam:

- “Birakma zamanidir. Bir de ozur dileyip helâllik almak lâzimdir hocadan.”

 

“Haklisin” demis padisah, denilenin yapilmasi icin emir buyurmus ve adama donmus. Adam basi onunde konusmus:

- “Ey buyuk Sultânim, siz irade buyurunuz lûtfen, boyle Muslumanlar’a su helâl edilir mi?..”

Sultan aci aci tebessum etmis:

- “Hava bile haram, hava bile!..” demis...

 

H. IKBÂL

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tuna Kiremitçi/VATAN

 

Baba beni okula gönderme!

 

Okula gidersem kitapları görürüm. Görürsem onları okumak isterim.Okursam aklım bazı şeylere ermeye başlar.

 

Aklım ererse de Allah bilir yarın öbür gün, Ergenekon'un 165.dalgasında falan gözaltına alınırım. Gözünü seveyim, gönderme beni okula. Böyle kavruk, böyle azgelişmiş,dünyadan habersiz bir kız kalayım. Kalayım ki ülkemiz üstüne oynanan oyunlara ses çıkarmadan durabileyim.

 

Beni okula gönderme baba. Okulda Türkan Saylan'ın, Erol Manisalı'nın,İlhan Selçuk'un kim olduğunu öğretebilirler. Onları öğrenirsem, Atatürk'ün yapmış olduğu şeyin asıl anlamını dakavrarım yarın öbür gün. Onları öğrenirsem, dünyanın Türkiye'den ibaret olmadığını da anlarım maazallah. Beni okula gönderme baba. Hatta annemle iki kardeş daha yapın, üçümüzü birden göndermeyin. Çok lazım olursa hoca efendinin okulları ne güne duruyor? Verirsiniz onlardan birine, eğitimin başka türlüsünü alırım.

 

Tabii orada aydınlanmayı öğretmezler insana. Reform'u, Rönesans'ı öğretmezler. Galile'nin başına gelenleri, Newton'ı, Darwin'i de öğretmezler. Ya da başka türlü öğretirler.

 

Bu sabah televizyonda Tijen Hanım'ı gördüm, içim sızladı. Sabah sabah kapımı çalıp ellerimi kelepçelenmesini istemiyorum baba. Bırak Mehmet Altan ile Hasan Celal Güzel'in aydın olduğunu, AKP'nin demokratikleşmeyi hedeflediğini, Amerika'nın Türkiye'yi çok sevdiğini zannederek yaşayıp gideyim. "Kardelen" falan olmak istemiyorum baba. İnsanların beyinlerini donduran karı delmeye ne benim ne de senin gücün yeter.

 

Eğer gerçekten seviyorsan, ne olur gönderme beni okula.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

YALANCI BAHAR...

 

Havada çiçek kokusu var. Ağaçlar tomurcuk verdi,

yoncalar toprağı aralayıp ürkek ürkek başlarını uzattılar.

Güneş sıcak. Rüzgâr nazlı. Serçeler aşk danslarına başladılar.

Oysa ben biliyorum gülüm...

Bu yalancı bahardır, yalancı bahar.

 

Hiç ummadık anda bir soğuk rüzgâr çıkar. Kara bulutlar üşüşür.

Daha dün baharın geldiğini sanan kuşların yarım kalmış

şarkılarının yerini duvara vuran kepenklerin sesi alır.

Serçeler kaçışırlar. Anaç kumru tarumar.

Bir de bakarsınız ki kış geri gelivermiş.

Bir fırtına... Bir soğuk... Yağmurla karışık biraz kar.

İşte o zaman ben, çiçek tomurcuklarının daha başlarını

uzatır uzatmaz kavrulup yanmalarına dayanamam.

 

Yaşam zaten "yalancı bahar"larla doludur.

Kimi zaman bir gülücük, kimi zaman birkaç satır mektup,

kimi zaman bir hayal, kimi zaman bir düğün,

kimi zaman bir iş, kimi zaman bir küçük umut.

Tomurcuklar açar. Güneş sıcak, ılık rüzgâr...

Ama yalancı bahardır. Ben yalancı baharları bilirim.

Neydi o; saçımı ilk tarayışım. Komşu kızına yazdığım

ilk sevda mektubu. İlk diplomam. İşe ilk girişim.

Neydi o; yazı yazmaya başladığım zaman

dünya düzenini değiştireceğimi sanmam.

Gerçekleştiğini sandığım umutlarım.

Benim payıma düşen yalancı baharlardı gülüm.

 

Havada çiçek kokusu var.

Şimdi aklım havada, gözlerim ufuklarda bulut kovalar.

Serçelerin şarkılarının yarım kalmasını istemem.

Başını doğaya uzatan tomurcuklar,

ürkek çiçekler yanacak diye bulutlardadır gözüm.

Bir başka yalancı bahardır diye ödüm kopar.

Ben yalancı baharları bilirim gülüm...

 

 

Bekir COŞKUN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK

 

Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük bir tavuk yaşarmış. Tavuk kendi yiyeceğini kendisi bulur ve bu güzel çiftlikte çok mutlu bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş ve bunları ekerek daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak nasıl ekeceğini bilmediği için arkadaşlarından yardım istemiş:

 

'- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım edecek ?'

 

Ördek cevaplamış:

'- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve tohumu satabilirim. Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve istediğin kadar buğday alırsın.'

 

 

Domuz oradan seslenmiş:

'- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen ürünlerini ben satın alırım.'

 

Fare hemen atlamış:

'- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek için gereken parayı sana borç verebilirim, sonra ödersin.'

 

Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli şirin tavuk, bu sözler sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan vazgeçmiş.

 

Ancak kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım istemiş: '- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?'

 

Ördek:

'- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi için gereken gübreyi sana satabilirim' demiş.

 

Domuz:

'- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri zararlı böceklerden korumak i çin ilaca ihtiyacın var, istersen sana satarım' demiş.

 

Fare de:

'- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana borç olarak veririm ' demiş.

 

 

Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış, çalışmıııııış çalışmış.

 

 

Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten daha zormuş ve daha çok gübre ve ilaç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok zengin olacağını hayal ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve gerçekten de tavuk çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren arkadaşlarına seslenmiş:

'- Kahveleri satmama kim yardım edecek?'

 

 

Ördek:

'- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve paketlemek için benim fabrikama getirmelisin.'

 

Domuz:

'- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve ektiği için kahve fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez.'

 

Fare:

'- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana verdiğim borçları ödemen lazım.'

 

Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına varmış ve buğday yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu anlamış, çünkü borç içinde imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan ölmemek için yine yardım

istemiş:

'- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?'

 

Ördek:

- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.'

 

Domuz:

'- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği için buğday eken de kalmadı, yiyecek yok.'

 

 

Fare:

'- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını ödemediğin için para yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk olursan, belki senin o tarlada

boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday yetiştirmene izin verebilirim.

 

Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz, artık farenin olan eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını doyurmaya çalışıyor.

 

 

Kaynak : İngiltere de ilkokullarda okuma kitabı olarak okutulan 'The Little Red Hen' kitabı

 

Sanki öykü değil, Türkiye'nin son 50 yılı.

 

Ya bu öyküyü yazan Türkiye'den esinlendi, ya da Türkiyeyi 'Kırmızı ibikli Tavuk'a çevirenler bu öyküden esinlendiler.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yunanlıların aldığı bir bankanın üst düzey yetkilisi konuşuyor‏

Biliyorsunuz Türkiye’deki birkaç bankayı Yunanlılar aldı.

 

 

 

Yunanlıların aldığı Türkiye’deki bir bankanın üst yönetiminde eski bir arkadaşım çalışıyor.

 

 

 

Bugün (20.05.2009) konuştuk; konuşmalarını aynen aktarıyorum;

 

 

 

“Yunanlılar odama giriyor, gözlerini Atatürk’ün resminden ayırmıyorlar, domuz gibi bakıyorlar, neredeyse tutup indirecekler”

 

 

 

“Konuşmalar sırasında İstanbul’dan bahsetmek gerekince Konstantinopolis diyorlar, her seferinde düzeltiyorum, ısrarla Konstantinopolis diyorlar”

 

 

 

“Müşterilerden istedikleri masrafı kesiyorlar. Son olarak kredi müşterilerinin aylık işlem masrafını 70.-TL’ye çıkarıverdiler”

 

 

 

“Yunanistan’dan bir sistem gönderdiler, bunu alacaksınız dediler, her yıl 1.000.000.- Dolar ödemeye başladık”

 

 

 

“Bankanın sunum filminde haritalarda Türkiye’nin doğusu, yarısı yok. Gösterilmeyen yarısı Ermenistan ve Kürdistan”

 

Batı da onların… İşte Sevr…1918’e döndük…(Adnan Pelvanlar)

 

 

 

“Yunanlılar, bu bankaya verdikleri paranın birkaç katını çoktan çıkardılar”

 

 

 

“Bu Yunanlılara banka satanlar, Yunanlılardan daha suçlu”

 

 

 

Evet, arkadaşım bunları söylüyor.

 

 

 

Telefonda konuştuk, karşılıklı olsak kim bilir daha neler anlatacaktı…

 

 

 

Ülkemiz hızla neden fakirleşiyor? Çünkü her taraftan soyuluyor.

 

 

 

Peki, suç Yunanlılarda mı?

 

 

 

Yoksa bunlara yol veren, bizim zannettiğimiz Hükümetlerde mi?

 

Yoksa Halkımıza kendilerini Müslüman diye yutturanlarda mı?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...
"Ağaçlar içten çürür ve ayakta ölür" deyince, akla çınar ağacı gelir.

 

Çınar uzun ömürlü, güçlü, gölgesi koyu bir ağaçtır. Fakat her canlıya olduğu gibi, hazin sona uğramaktan o da kurtulamaz. Yaşlandığında gövdesinde kovuklar açılır ve bu kovukların içi yanmış gibi siyah bir görünüm alır.

 

İşte bu içi yanmış görünüm, şairlerin duygularını coşturmuş ve hepsi bu manzarayı farklı yorumlamıştır. Kimine göre bahçelerin kenarlarına gölge yapsın diye dikilen bu ağaçlar, hep bahçenin hasretini çeker ve dallarını bahçenin içine doğru uzatırlar. Fakat oradaki çiçek açan, meyve veren ağaçları görünce, çiçek ve meyveleri olmadığı için kederden içleri yanar...

 

Doğayı seven, ondan etkilenen ve duygulanan, onun üzerine titreyenlere selam olsun...

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 ay sonra...

Nâzım Hikmet’in, Kore’ye asker gönderen Adnan Menderes hakkında

25.6.1959’da yazdığı şiir.

 

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki gözünüzle bakarsınız,

iki kurnaz, iki hayın, ve zeytini yağlı iki gözünüzle bakarsınız kürsüden

Meclis’e kibirli kibirli ve topraklarına çiftliklerinizin ve çek defterinize.

 

Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki elinizle okşarsınız, iki

tombul, iki ak, vıcık vıcık terli iki elinizle okşarsınız pomadlı

saçlarınızı, dövizlerinizi, ve memelerini metreslerinizin iki

bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki bacağınız taşır geniş

kalçalarınızı, iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in, ve bütün

kaygınız iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden korumaktır.

 

Benim gözlerimin ikisi de yok.

Benim ellerimin ikisi de yok.

Benim bacaklarımın ikisi de yok.

Ben yokum.

 

Beni, üniversiteli yedek subayı,

Kore’de harcadınız, Adnan Bey.

 

Elleriniz itti beni ölüme, vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.

Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan ve ben al kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza

bindirip.

 

Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey, ölüler otomobilden hızlı gider, kör gözlerim, kopuk ellerim, kesik bacaklarımla peşinizdeyim.

 

Diyetimi istiyorum Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum, alacağım da."

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...
  • 2 hafta sonra...

KÜRESEL SAPIKLIK

 

Gündemi kimler nasıl belirliyor değil mi, tartışmak istediğimiz konuyu bile kendimiz seçemiyoruz... Heryerde hep aynı konular ve hep aynı cümlelerle tartışılıyor! Tıkandı kaldı insanlık, küresel bir sapıklığın içinde...

 

Bir kafeste tutulan kobay fare gibiyiz, silindirin ortasında koşup duruyoruz!!! Bir yere gidiyoruz sanıyoruz da,dönüp dönüp durduğumuzu farkedemiyoruz.

 

Küreselleşme adı altında her birimizi kobaylaştırıyorlar, tüketmek tüketmek ve tüketmek için...

 

Doğuyor, büyüyor okuyor, çalışıyor,emekli oluyor ve ölüyoruz... yaşamaya sıra gelmeden...

 

Bir kere olsun istediğimiz gibi dilediğimiz kadar özgür olamadan, korkularla yaşıyoruz...

 

Büyükşehirlerde adım başı açılan alışveriş merkezleri tek eğlence mekanlarımız oluyor! Ne tuhaf... Eğlencemize bile biz karar veremiyoruz... Zaten bu şehirde ve bu dünyada doğal olan herşeyin üstüne beton döktüler, en çokta duygu ve düşüncelerimize... Sokakta gördüğümüz insanlar bize yabancı biz onlara yabancı, konuşmadan geçip gidiyoruz birbirimizin hayatından, konuştuklarımıza bile başkaları karar veriyor... Gerçek düşüncelerimiz içimizde kalıyor, kendimize bile itiraf etmiyoruz...

 

Bir inanç benimsiyoruz, o inancı kendi istediğimiz şekilde özgürce ve kendimizce yaşayamıyoruz... Birileri karar veriyor biz uyguluyoruz... Namaz böyle kılınır, oruç böyle tutulur, ölü böyle yıkanır, böyle sevişilir...v.s.

 

Nerede başladı bu, nerede biter bilemiyoruz... Ya da biter mi?

 

Bizim istediğimiz filmler yok, istediğimiz şarkılar yok, sanat yok, sanatçı yok, mizah yok...

 

Sanat: Özgürce ifade edebilmek duygularını... Ne şekilde olursa olsun...

 

İçinde bulunduğumuz toplumun benimsediği kültür en başta sonra dünyayı etkileyen ayakta atıştırma kültürü... Herşeyi ayakta yaşıyoruz koşturarak bir kez olsun güneşin doğuşunu ve batışını göremeden, bir ihtimal belki bir kez görmüş olsak bile bize dayatılan hayat doğayla bütünleşmemize izin vermiyor...

 

Siyasetçiler en büyük yalancılar... onlar karar veriyor neyi tartışıp neyi yaşayacağımıza, nasıl konuşacağımıza, nerede duracağımıza... Bize yasak olanlar onlara serbest...

 

Bağımsızlık içimde sönmeyen ateş, bastırmamı istiyor küresel sermayeciler... Mtv veriyor müziğe ödülleri, dünya güzelini seçiyor bazı adamlar, çok anlamsız ve çok acayip şeyler oluyor, içimdeki ateş beni gittikçe daha çok yakıyor...

 

Tutamıyorum...

 

sardunyam

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:

Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.

 

Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.

 

Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş.

 

Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş.Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.Zenginlik, "Hayır, alamam.Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.

 

Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!", Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş.

 

Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim." Üzüntü "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var."

 

Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış.

 

Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.

 

Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi " O, Zaman'dı" diye cevap vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk. Bilgi gülümsemiş:

 

"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir"

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.