Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Bitmeyen Hikaye...


asterix

Önerilen İletiler

Arif derin bir uykuya daldı, gözyaşları yanağında kurudu.

Karanlık vagonun içinde sallanıp duran insanlar vardı ve Arif

derin bir uykudaydı. Bindokuzyüzonsekiz yılının Kasım ayıydı.

Soğuktu ve uyuyordu, tıpkı küçük bir çocuk gibi, günahsız, masum,

acılar içindeki kalbi, yorgun ruhu, ağarmaya başlayan sakalları

eskimiş elbisesi, omuzuna astığı ekmek torbası, su matarası, küçük gözleri

ve otuzbeş yaşın tüm hüznüyle uyuyordu.

Bir düş gördü, yüce bir dağın zirvesinde, ulu bir ağaç,

çağıldayarak akan coşkun bir su, yamaçlardan aşağı öfkeyle akan

beyaz köpüklerini saçarak çok aşağılarda gözden kaybolan yitip giden

bir güzel su gördü. Ve ulu ağacın altında onu gördü, o iri kara gözlerinin içinde

kaybolmaya hazır olduğu kişiyi, uğruna çöl Yemenlerde gençliğini tükettiği

bedenini kavuran ateşin ve yüreğini yakan acının ağırlığı ile, çöl kumunun

içinde bata çıka giderken ve bir koca dünya onunla beraber batarken yanıbaşında,

bir yürek sızısı, derin bir denizde vurgun yemiş felç olmuş bir balık gibi sanki.

İçine işleyen bir çift kara göz, içini delip geçen o bakışları gördü.

Yıllar geçti o bakışların içinden, bitmeyen sıkıntılar, uzun yürüyüşler, ayrılıklar

kederler, umutsuzluk, derin bir suskunluk. Heryerde kuşatılmış, her yerde

yenilmiş, yitirmiş ve yitmişti.

Her yerde ve her kavgada yenilen oydu.

Hiçbirşey yapmıyordu, kendi kavgasını çoktan yitiren, teslim olmadan sadece

üzerine ateş açılmasını bekleyen oydu.

Etine girecek küçük metal çekirdekleri ya da uzun kılıçların soğukluğunu bekliyordu

sessizce.

Bütün istasyonlarda yenilginin izleri, heryerde yenilmiş insanlar.

Arif kendini suyun içine bıraktı, su Arif'i içine aldı, sarmaladı. Yüreği kabardı Arif'in

çağıldayan suyla beraber yamaçtan aşağı akarken. Etrafını saran suyun içinden

yukarı baktı, hüzün içinde kendisine bakan bir çift kara göz. Sonra gözlerini yumdu

gözyaşları suya karıştı, Arif öfkeli suyun tüm hiddeti ile bir başka ulu suyun içine girdi.

Gözlerini açtı suyun içinde, etrafı seyre daldı, yukarıda seçilen bir ışık, gökyüzü,

suyun üzerine eğilmiş sanki kendisini seyreder gibi bakan ağaçlar. İçinde bir hafiflik,

ölüm duygusu gibi, huzur gibi bir şey. Sanki artık herşey bitmişti, artık bu sondu.

Şimdi bu soğuk ve sessiz derinliğin içinde bir başınaydı. Yosunlar ve su bitkileri

onu kollarına aldılar şevkatle, ağlayan küçük gözlerini sildi bir yaprak usulca.

Saçlarını okşadılar, onu yatırdılar, kulağına hiç bilmediği dilden bir şarkı

fısıldadılar. Yorgundu, çok uzun zamandır yorgundu. Yumuşak bir yatağa yatırdılar

su çağıldıyordu, ama Arif sadece o bilmediği yumuşak şarkının anlamadığı

sözlerini duyuyordu.

Öylece yattı Arif vurgun yemiş gibi. Şimdi gökyüzü hiç olmadığı kadar berrak,

tabiat hiç görmediği kadar yumuşaktı. İstanbul'u düşündü, ne de uzaktı. Hep uzaktı zaten,

Basra'da, Akabe'de, Şam'da, hep uzaktı.

En iyisi burada kalmak dedi, herşey çok uzak, erişilmez ve çok anlamsız geldi.

Şekillerin ve seslerin yarattığı bir dünyanın içindeydi.

Sanırım benim hikayem de böyleydi diye geçirdi içinden.

Bir avuç hüzün ve keder.

Hayatın anlamı üzerine konuşurlardı karanlık ve yıldızlı gecelerde İsmail'le.

İsmail çok uzaktaydı şimdi.

Bir anda yosunların tüm konukseverliğine rağmen içini garip bir yalnızlık duygusu kapladı.

Keşke demek istedi içinden, sözcükler dökülmedi dudaklarından, gülümsedi sadece

bir kuş geldi, üzerine doğru uzanmış bir ağacın dalına kondu. Telaşla dalın üzerinde dolandı

bir süre, sonra renkli tüylerden oluşan boynunu büktü, meraklı gözlerle Arif'e baktı.

Arif kuşa gülümsedi acıyla sonra kuş bir anda geldiği gibi telaşla havalandı.

Sonra gözlerini kapadı suyun içinde, derin bir uykuya daldı bir kez daha, bir düş içinde

başka bir düşe daldı. Biraz sonra rekli tüyleri olan kuş yine geldi ve o güzel ağacın dalına

kondu ve telaşla ötmeye başladı, sanki telaşla birşeyler anlatmaya çalışır gibi.

Sonra üzerine eğilen bir çift göz gördü, bir çift turna uçtu gökyüzünde, bir çift bakış

içine işledi. Beyaz bir elbisenin içinde bir çift göz gülümsedi Arif'e, bir çift el uzandı

suyun içinde gözyaşlarını sildi, sakallarını okşadı.

Arif dost yosunların, su bitkilerinin kollarından kurtardı kendini, yapma dediler,

umutsuzca arkasından, bırakmak istemediler, biri kulağına fısıldadı

tatlı bir ses, mutlu aşk yoktur...

Yerinden doğruldu Arif kendisini saran yosunlardan kurtuldu, ayağa kalktı,

kuş ağacın üzerinde neşeyle ötmeye başladı, neşeyle döndü kendi etrafında,

turnalar yollarından döndüler, alçalıp Arif'in üzerinde döndüler ona gülümsediler.

tüm çiçekler ona çevirdi bakışlarını. Beyaz bir papatya gibi suyun içerisinde salınarak gidiyordu,

birden arkasını döndü ve hüzünlü kara gözlerini dikti Arif'e.

Arif derin bir nefes aldı, hava genzini yaktı. Sonra gülümsedi ve tüm gücüyle

seni seviyorum diye haykırdı. Çiçekler neşe içinde dansetmeye başladılar,

kuş neşeyle dalların arasında sıçramaya başladı.

Güneşli bir gündü.

Dokuzyüzonsekiz yılının bir Kasım günüydü ve Arif yorgundu,

yorgun ve ümitsiz ruhu bir düş görmekteydi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İstanbul,

 

Gri bir siluetin içine bürünmüş şehir, soylu, narin, kırılgan, üzgün…

Hayat tüm hızı ve hoyratlığı ile onun içinden akıp giderken, tüm yaraları

ve acısına rağmen sessiz, vakur ve asil bir edayla ayakta durmaya çalışan şehir.

Gri kubbeleri ve gökyüzüne uzanan minareleri, karşıda Haydarpaşa toprak renkli gar binası

gri deniz, çırpıntılar içinde ve kayıkçılar ve martılar ve simitçiler ve karşıda Sarayburnu,

Kız Kulesi, Haliç, aktarlar, geçip giden faytonlar, kahve önlerinde nargile içen adamlar, koşuşturup duran bir kalabalık, örtüler içinde kadınlar, yanık yüzlü ihtiyar adamlar, üzgün yüzler, solgun yüzler, gülümseyen genç yüzler, aydınlık ve cefakar ve mütevekkil yaşlı kadın yüzleri, anne yüzleri, baba yüzleri, kardeş yüzleri, yük taşıyan hamalların kayıtsız yüzleri ve esnafın meraklı yüzleri, neşe içinde bağrışıp duran çocuk yüzleri; ve sesler birbirine karışmış sesler atların nal sesleri, kıyıya vuran dalgaların sesleri, martı sesleri, cami avlusunda birdenbire havalanan kuşların kanat sesleri, neşeli çocuk sesleri, gazete satan çocukların sesleri, iskeleden kalkan bir vapurun sesi, boyacıların sandukalarından çıkan sesler ve şerbetçilerin bağırışı ve yoğurtçunun çıngırağı ve ezan sesi ve sokak aralarında atılan naralar ve kestane kebap ve kağıt helva ve leblebi satıcılarının bağırışları ve çocuğunu azarlayan bir annenin öfkeli sesi, ve yokuşu tırmanan Arif’in ağır ve yumuşak adımlarının sesi.

Arif tüm bu kalabalığın içinde ürktü. Yıllardır alıştığı çölün o sessiz ve engin ve ıssız yalnızlığında durulan ruhu, bu enerjik kalabalık karşısında ürktü. Ayrı bir dünya gibi geldi ona İstanbul, bambaşka bir dünya, bıraktığı şehir bu değildi ve onu bir daha hiç göremeyecekti.

O şimdi bu şehre ait değildir artık, yorgun ve ürkek adımlarla Üsküdar’da bir yokuşu tırmanırken cumbaların içinden perdelerin ardından kendisine bakan gözlerden, kapı önlerinde koşuşturup duran çocukların ve şefkatli gözlerle bakan ihtiyar kadınların ve erkeklerin bakışlarından ürkerek, utanarak, ezilmiş gibi omuzları düşmüş, ince boynu kafasını iyice gövdesinin içine saklamıştır sanki. Üsküdar meydanından yukarıya doğru tırmanmaya başlayınca dar yokuşların sonunda evler seyrekleşti, bahçe içinde koca çıplak dalları ile incir ağaçlarının bulunduğu tek katlı yalnız ve yoksul evler. Arif bahçe kapısını tutan teli kaldırdı,

İçeri girdi, boynunda asılı duran künyesini ve ona iliştirilmiş muskasını çıkardı, hemen yanlarına asılı duran bir anahtarla kalın ahşap kapının kilidini çevirdi. Etraftan meraklı gözler, kadınların sevinç içinde sessiz fısıltıları, Saniye hanım’ın Arif değil mi bu?.

Arif kapıyı itti, ağır ahşap kapı gıcırdayarak açıldı. Saniye Hanım’ın oğlu Arif yorgun bedeni ile yalnızlığına sığınak olacak mabedinden içeri girdi. Çantasını omzundan çıkardı, ekmek torbası ve matara ve artık çok gerilerde kalmış bedbaht bir maceranın şu anda gereksiz olan ayrıntılarından sıyrıldı. Ayağındaki asker çarığını çıkarttı, sofadan içeri girdi.

Evi, bir zamanlar yaşayan soluk alan, işte şurda yemek pişerdi, şu gaz lambası yanardı,

Komidinin üzerinde duran fotoğraflar, annesinin oğullarının yokluğunda bakıp avunduğu siyah beyaz asker resimleri ve üzeri örtülmüş koltuklar, divanlar, sehpalar.

Arif can sıkıntısı içerisinde yorgun bedenini divanın üzerine bıraktı, gözlerini tavana dikti,

Eliyle sol kaburgasının altındaki yarayı kaşıdı.

Evine dönmüştü...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

Batmakta olan günün son ışıkları da çekiliyordu evin içinden yavaş yavaş.

İçeriyi şimdi loş bir karanlık kaplamaktaydı. Bu yarı karanlığın içinde gözlerini

tavana dikmiş öylece bakıyordu. Geldiği gibi uykuya dalmıştı ama uykumu yoksa uyanıklık mı

olduğunu anlayamadığı bir ruh hali içindeydi. Sanki gördükleri, hissettikleri gerçek gibiydi.

Uzun zamandan beri ilk kez yalnızlığın ağırlığını duydu ruhunda. Kırgın, öfkeli, yalnız ve yabancıydı.

Nerede olduğunu anlayamadı bir süre. Vücudu yanıyordu,ateşler içindeydi, üzerindeki asker kaputu ter içinde kalmıştı.

Gözlerini kararmakta olan odanın içinde gezdirdi. Pencerenin önünde çoktan solmuş olan menekşelerin kurumuş yaprakları, çıplak kimsesiz saksılar. Gözlerini pencereden yukarı tavana doğru kaldırdı, tavanla duvarın kesiştiği çizgiyi köşeye kadar izledi. Tam köşede o üçgenin olduğu yerde bir örümcek ağını gördü, sonra kendi ipinden tutunarak aşağıya doğru kayan örümceğin tasasız hareketlerini izledi.

Örümcek bir yandan aşağıya doğru kayarken bir yandan küçük çelimsiz bacaklarını hareket ettiriyordu. Örümcek etrafını dikkatlice kontrol ederek, ağır ağır hareket ettirmeye başladı kollarını ve bacaklarını, kumun üzerinde ilerliyordu, biraz sonra tıpkı ona benzeyen birkaç örümcek daha gördü. Örümcekler, sürünerek kendisine doğru yaklaşan ve gittikçe büyüyen örümcekler.

Biri eliyle onun bulunduğu yeri işaret etti diğerlerine, şimdi hızla yer değiştirip ona doğru yaklaşmaya başladılar. Ne tuhaf diye düşündü içinden, ne kadar çevikler, sonra biri kendisine doğru iyice yaklaşmış olan, kollarından birini gövdesine soktu ve bir şey çıkardı. Elinde tuttuğu şey bir süre sonra hafif bir duman çıkarmaya başladı. Arif hayran gözlerle bu azimli yaratıkları izliyor, bir yandan da gülüyordu. Gülümsüyor oluşuna şaşırmış gibiydiler ve hatta bu kahkahalardan endişe de duymaya başladılar, yakındaki örümcek anlamsız, öfkeli gözlerini Arif’e dikti, sonra yerinden doğrulup aceleyle elinde tuttuğu bombayı Arif’e doğru fırlattı. Arif gülmeye devam ediyordu, kumların içine düşen bomba patladı, Arif vücudunda bir yanma hissetti, vücudu alev alev yanıyordu, ter yanaklarından boncuk boncuk boşalıyor,

Arif yalnız ve karanlık evin içerisinde kahkahalarla gülüyordu.

Şimdi bu gördükleri gerçekmi yoksa bir rüyanın içinde gerçekmiş gibi gördüğü şeylermiydi anlayamıyordu.

Kızarmış gözleri ile örümceğe baktı bir müddet daha, sonra kararan günle beraber örümcek de kayboldu.

Sonra uzun bir müddet sanki havanın kararmasını beklermiş gibi annesi çıkageldi,

Ne zaman geldiğini ya da ne kadar zamandır burada olduğunu anlayamamıştı ama,

İşte şimdi, şu köşedeki koltuğun üzerinde oturuyordu. Hareketsiz gövdesini görüyor, üzerindeki örtünün altında varlığını hissediyor ama yüzünü bir türlü göremiyordu. Kadın hiç hareketsiz öylece duruyordu. Arif çok ayıp bir şey yapmış gibi kahkahalarına son vermesi gerektiğini düşündü.

Vücudu bir külçe gibi ağırdı, yerinden kımıldayamıyordu.

Annesine ya da annesi sandığı görüntüye baktı bir müddet, sonra tüm gücünü toplayıp doğrulmaya çalıştı yattığı yerden, başaramadı. Annesine seslenmeye çalıştı, garip bu sefer sesi bir fısıltı gibi çıkıyordu dudaklarından, kendisini o kadar zorlamasına rağmen ona seslenemiyordu. Yaşlı kadın ise hiç kıpırdamadan öylece oturuyordu.

Arif tüm bunlardan yorulmuştu, ruhu sıkıntı içindeydi. Karanlığın içinde garip şekiller görüyordu, hareket eden yer değiştiren tuhaf yaratıklar. Korkacak gücü dahi bulamıyor olmasına şaşmadı. Zaman ve mekan kavramını yitirmişti. İki dünya arasında kaybolmuş olabilirmiyim diye geçirdi içinden. Bir türlü huzura kavuşmayan ruhlar gibi.

Sonra bir kuş çıkageldi, Arif kuşu nerede gördüğünü hatırlamaya çalıştı. Kuş evin içinde bir müddet uçtuktan sonra, geldi Arif’in yorgun ve yaralı göğsünün üzerine kondu. Arif kuşun gözlerine baktı, siyah iri gözler gördü. Kuş bir pençesi ile Arif’in göğsüne vurmaya başladı,

Vurdu vurdu vurdu, olanca gücüyle ve tırnaklarıyla Arif’in göğsünü kanatmaya başladı.

Arif genç kadını omuzlarından tuttu. Yanağını okşadı, öfke dolu gözlerine baktı.

Ve ateşler içerisindeki vücudu ve ruhu yeniden derin bir uykuya daldı.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

Arif ateşler ve kabuslar içinde geçen o gecenin ardından yaklaşık bir hafta

hasta yatağında yattı. Gözlerini açtığında evin içinde göz alabildiğine bir aydınlık

ve sıcaklık vardı. Kendisine sevecen gözlerle bakan ihtiyar adamlar ve kadınlar vardı.

Nerede ve hangi zamanda olduğunu kavrayamasa da, dudaklarının arasına iliştirilen

kaşıktan içine akan çorbanın sıcaklığı ve lezzetiyle beraber derin bir huzur da kaplıyordu

yüreğini.

Tanıdık gibi görünen güler yüzler, hiç durmadan ona birşeyler söyleyen, mutfaktaki genç kadınlara

işler buyuran mütevekkil ve görmüş geçirmiş Osmanlı kadınları gördü. Ağarmış ak sakallarıyla

başucunda oturmuş gülen gözleriyle ona bakan ihtiyarlarlar gördü.

Boynuna astığı ve arkasından yerlerde sürüklediği su matarasına dönüp bakan güler yüzlü

bir çocuğun gülen ve mahçup gözlerini gördü. O gözlere ve etrafındaki diğer gözlere baktı,

hastalıktan çıkıyor olmanın, hayatındaki ve ruhundaki savaştan çıkıyor olmanın,

belki bir kış günü olmasına rağmen pencereden içeri giren güneşin ve pencere kenarına

konmuş yeni çiçeklerin ve kulağına çalınan çocuk seslerine karışan kuş cıvıltılarının verdiği

dayanılmaz bir yaşama sevinciyle baktı tekrar herşeye. Çok uzun zamandır yapmadığı

yapmayı unuttuğu birşeyi yaparak, kendisine bakan kara gözlü mahçup çocuğa,

başını okşayan ihtiyar kadına ve yanıbaşında oturan ak sakallı amcaya, saksılardaki menekşelere

ve güneşe ve kuşların cıvıltısına ve tarhana çorbasının kekremsi tadına gülümsedi.

Gülümsemesi, gözlerinden çıkan bir kıvılcım gibi etrafında dönüp duran bu havanın içinde

diğer insanların ve çiçeklerin ve kuşların gözlerinde yansıyıp kendisine geri döndü.

Doğrulmak istedi ama savaş yorgunu ve hastalık yorgunu bedeni izin vermedi,

Kuzum dedi yaşlı kadın, arkasına bir yastık koydular.

Arif huzur içindeki gözlerini bir süre daha odanın içinde gezdirdi, yutkundu önce sonra yaşlı kadına döndü

bir anda, hiç hesapsız, damdan düşer gibi apaçık sordu; herşey iyi olacak değil mi.

Komşu kadın birden kederlenen gözlerindeki buğuyu saklamaya çalıştı, tombul elleriyle

Arif'in okşadığı saçlarını sıktı, çakmak çakmak bir bakış, tepeden tırnağa bir öfke ve ümitle;

herşey iyi olacak çocuğum dedi,

herşey iyi olacak...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.