Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Tolstoy'dan bir hikaye


Misafir şevval

Önerilen İletiler

Tolstoy'dan bir hikaye

 

 

EN ÖNEMLİ AN...

 

 

Bir zamanlar bir kralın aklına söyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe

ne

zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli

şeyin ne

olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."

Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim

kendisine her

iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve

yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir

mükafat vereceğini

ilan etti.

 

 

Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar

birbirinden tamamen farklı çıktı.

İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek

için

önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve

sıkı

sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler.

 

"ancak böylece" dediler "her şey tam zamanında yapılabilir".

 

 

Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar

verilemeyeceğini,

kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş

olayları

izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka

bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir

kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız

olduğunu;

kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge

kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.

 

Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi

imkansız

bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir

kişi

anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler

olacağını

önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca

sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen,

sihirbazlara danışmalıdır.

 

İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en

fazla

ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar;

bazılarına

göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre

ise

savaşçılardı.

Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları

dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta

ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler. Bütün cevaplar

birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç

kimseye de ödül vermedi.

 

Ama hala doğru cevapları alamadığı için, bilgeliğiyle ünlü bir

münzeviye

danışmaya karar verdi.

Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan

başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek

kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü.

Münzevinin

kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp

yola

devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları

kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz

ve

zayıf birisiydi;

 

 

küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk

soluğa

kalıyordu.

Kral yanına gelip söyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun

cevabını

sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl

öğrenebilirim? En

fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem

gereken

insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim isler

nelerdir?"

 

 

Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya

devam

etti."Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz

dinlenin."Münzevi,

"Sağ olun" diyerek küreği krala verip yere oturdu.

 

Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine

 

cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve söyle dedi:

 

"Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım."

Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir

saat

daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği

toprağa

saplayıp söyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap

bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim".

 

Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral

arkasına

döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın

karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına

ulaşınca,

kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve

münzevi,

hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara

vardı.

Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin

havlusuyla

sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey

istedi.

Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada aksam olmuş hava

soğumuştu.

Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa

yatırdı.

Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral,

koşuşturmadan ve yapmış olduğu islerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe

çöktü

ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.

 

Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle

dikkatle

kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın

uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi,zayıf

bir

sesle.

Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki"

dedi.

 

 

"Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben,

kardeşimi

astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin

etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi

öğrendim

ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde

dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusulaya yattığım yerden

çıkınca

muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım

fakat

yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm.

Ben

sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam

şimdiden

sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı

şeyi

emredeceğim. Affedin beni."

 

 

Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı

için

çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu

gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade

edeceğine de söz verdi.

Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı.

Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica

etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları

tarhlara

çiçek tohumlarını ekiyordu.

 

Kral ona yaklaştı ve söyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size

son

defa yalvarıyorum!"

yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini

kaldırıp

krala baktı ve,

"Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye

sordu

kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim

dermansızlığıma acımayıp su tarhları kazmasaydınız, gidecek ve su

adamın

saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız.

 

 

 

Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi

bendim ve

en önemli isiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza

koşarak

geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer

onun

yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en

önemli

kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı."

 

"Bundan sonra şu gerçeği unutmayın:

Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli

vakittir,

çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi,

kiminle

beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp

görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır,

 

çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur."

 

 

Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BİR MÜDDET ZEYTİN YİYECEĞİZ, SONRA...

Kendisini karşılayan sekretere ; Nazif Bey'le görüşmek istediğini söyledi.

Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi.

"Evet, Nazif Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla

"Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine.

"Ya, öyle mi.?" diyebildi sadece. Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hü*** eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp "Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?" diye sordu.

"Evet var, oğlu Selim Bey....".

Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Bey'le görüşebilir miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,

"Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün

olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona yöneldi..

Sonra "Kim diyelim efendim?" diye sordu.

"Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi.

Daha sonra mütebessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin." dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü,elini uzatarak,

"Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi.

"Bendeniz de Selim Cebeci. Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı.

Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:

"Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl. Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım."

Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına

inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine:

"Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?"

Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek

başıyla "Evet" dedi.

Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı.

"Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi.

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı.

"Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi.

Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince,profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.

"Emanet mi?" dedi.

Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı.

Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Bey'e bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.

Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça,çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki

portresini göstererek,

"Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi."Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır

oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında

çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:

"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."

Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:

"Bir müddet sabredeceğiz, sonra..."

İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:

"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp,

"Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim."

Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak:

"Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey

yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: 'Bir müddet sabredeceğiz,

sonra alışacağız.' dedi . Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet

okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam

oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.

 

Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:

'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.' Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.

'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi,gözlerine yaşlar hü*** etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa o turdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu

gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam,

beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı.

Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.

Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki

çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi.

Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana:

Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının

hakkıdır.' diyor".

Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.

"Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım."

Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has tebessümü ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve gülümsedi. O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı.

İçinden kadife bir kese çıktı.Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında

merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.

 

Sevgili Mehmet Bey oğlum,

Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu Rabb'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında,

borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.Sevgilerimle, Nazif Cebeci.

 

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.