Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü X. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Normon bana dedi ki Osmanlı aydınlarının şu İslâm Rönesansı projesini desteklemesinin nedeni oryantalistlere öykünmekten başka birşey değil.. Normon’a katılıyorum. Tüklerin târihi de bu tür öykünmelerle dolu zâten.. Müslümanlığı kabûl etmeden önce Çinlilere, sonra da Farslılara ve Araplara ve daha sonra da Avrupalılara hep özenmişler. İşi o kadar ileri götürmüşler ki Müslümanlığı kabûl ettikten sonra kendi öz dillerini bırakarak Fars ve Arap dilinin karışımından oluşan garip bir dil îcât etmişler.. Ben Farsçayı da Arapçayı da bilirim, ama bu uyduruk dili, yâni Osmanlıcayı bir türlü sökemedim.. Türkler bu dili nasıl konuşuyor, anlayamıyorum doğrusu.. Dolayısıyla bunların aydınlarında bu tür öykünmeler de kuşkusuz hat safhâdadır.. Oysa ki ne İngilizler ne Fransızlar ne Almanlar ne de başka hiçbir millet modern paganlığı kabûl ettikten sonra kendi dillerini bırakarak Latinceye yönelmedi ve hattâ Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte İncilleri, yâni şu ilk modern paganların anı kitaplarını kendi dillerine çevirdiler ve kendi ibâdetlerini kendi dillerinde yaptılar.. Gerçi Britanya üzerinde Normonların, yâni Fransızca konuşan Almanların siyâsî egemenlik kurduğu dönemlerde bizde Kilisenin konuştuğu dil Latince, Sarayın konuştuğu dil Fransızca, halkın konuştuğu dil ise İngilizce olmuş, böyle bir dilsel farklılaşmaya gidilmişti. Ancak bu mesele kökensel karşılığını siyâsî egemenlik sorunlarında bulan bir meseleydi, Normonlar da Roma geleneklerini sürdürmüş, işgâl ettikleri yerlerin diliyle, dîniyle, kültürüyle oynamaya çalışmıştı. Dolayısıyla, durum Türkler hakkında çok daha vahim: Türkler birileri kendi üzerlerinde siyâsî egemenlik kurmamışken, onlara kendi dillerini, dinlerini, kültürlerini dayatmamışken bu işlere kalkıştılar. Onlara özendiler, taklîde yöneldiler.. Dolayısıyla Britanya’da Normonların siyâsî egemenliği sona erince biz özümüze döndük (belki hiç dönmesek daha iyiydi ya, neyse..), ama Türkler hâlâ aynı tutum ve davranışlarını sürdürüyor..

 

Düşünüyorum da Osmanlı aydınlarının oryantalizme karşı savaşımlarında, şu bir türlü başlatamadıkları, başlatma zorunluluklarını her geçen gün daha fazla duyumsadığım şu gecikmiş savaşımlarında en zayıf noktaları: şifâhî bir kültüre sâhip olmaları.. Hep sözle yetinmişler, hep kendilerine vaaz verenleri dinlemişler, kendi kutsal kitaplarını okumak yerine hacı-hoca takımının peşinde sürüklenmişler.. Görünen o ki Müslümanlığın ilk emri olan ‘oku’nun yerine çoktan ‘dinle’ geçmiş.. Fransız oryantalistleri bunun ne kadar farkındadır bilemiyorum, ama bizimkiler bundan pek güzel yararlanmakta.. Bu hacı-hoca takımını diledikleri yöne çektiklerinde reayanın da kendileriyle birlikte olacağını çok iyi biliyorlar.. Bu bir bakıma Türkleri Katolikleştirmek isteyenlerin de arzu ettiği bir durum. Böylelikle Müslümanların kutsallarını tartışmaya açacaklar, inançlarını tıpkı kendi inançları gibi akıl almaz çelişkilerle bozacaklar ve sonra da kendi istedikleri doğrultuya onları çekecekler.. Çarpık bir dînî inancın benimsenmesi için en gerekli şey kuşkusuz çarpık bir zihin yapısıdır. Dolayısıyla Türkler vakit kaybetmeden kendi dinlerinde bu anlamda bir reform yapmalı, kendi kutsal kitaplarını kendi dillerinde okuyarak modern paganlara karşı hem zihinlerini hem de kendilerini ve dolayısıyla da kültürlerini korumaya çalışmalı..

 

Yine düşünüyorum da Osmanlı aydınları bu gecikmiş savaşımlarında bir tür “garbiyatçılık” geliştirebilir ve hattâ geliştirmeliler de.. Garbiyatçılık kelimesini oryantalizmin panzehiri mânâsında kullandım, yâni Batının sömürgeciliğine karşı onun kültür ve medeniyetini en iyi şekilde tanımak ve Doğuya yönettiği silâhları kendisine karşı kullanmak.. Şüphesiz ki Asyalı ve Afrikalı aydınlar Batının kültür ve medeniyetini en iyi şekilde tanımak zorundadır, çünkü bu kültür ve medeniyetin oluşturucu öğeleri, başta modern paganlık olmak üzere tüm öğeleri Doğuya en yüksek değerler olarak pazarlanıyor, dolayısıyla öncelikle bunların hiçbir değerinin olmadığını görmeleri lâzım.. Sonra da onların argümanlarını bizzat onlara karşı kullanmalılar.. Türklerin bunu yapması gerçekten de hiç de zor değil, kendi dinleri buna imkân veriyor zâten.. Müslümanlık, Îsâ Mesih’in Tanrı olmadığını, Tanrı’nın onu evlât edinmediğini, Tanrı’nın ne bir eşe ne de bir geline sâhip olmadığını, bunların ********* yalanlar olduğunu, Kutsal Ruh’un maddî bir töze sâhip olmadığını, ilk günâh zırvalıklarının tamâmen uydurma olduğunu ve yeni doğan her bir çocuğun günâhsız doğduğunu, günâhları affetme yetkisinin Vatikan’da olmadığını ve bunun bizzat Tanrı’nın irâdesi altında gerçekleşebileceğini, Vatikan’ın Tanrı’nın üzerinde bir otorite olmadığını, Tanrı’nın yeryüzünde bozgunculuk yapmak gibi bir yetkiyi hiçbir guruba veya millete vermediğini/vermeyeceğini/veremeyeceğini ve daha başka pek çok hakîkati apaçık bir biçimde ve delilleriyle birlikte ortaya koyuyor.. Tanrım.. Şu Osmanlı aydınları oryantalistlerin kitaplarını okumaya ayırdıkları zamânı Kuran’ı okumaya ayırsalar şimdiye kadar bu savaşımı çoktan başlatırlardı.. Tanrım.. Şahsî kanaatim şudur ki bunu başlatmak Osmanlı aydınları için târihsel, kültürel ve entellektüel bir zorunluluktur, bu onların aslî ve biricik misyonu olmalıdır.. Üçüncü Dünyâ Aydınlanması için bu savaşım aşılması gereken zorunlu bir adımdır, çünkü bu savaşım başlamadan Asya ve Afrika halklarının uyanacağı yok gibi ve bunu ancak Türkler başlatabilir, çünkü kendi kültürel özellikleri ve değerleri îtîbârîyle ve Müslümanlık karşısındaki hassâsiyetleri nedeniyle başka hiçbir millet bu savaşımı başlatmaya onlar kadar doğru bir aday değildir.. İşte, bu savaşımın motor gücü kuşkusuz garbiyatçılık olacaktır..

 

Gerçekten de Osmanlı Devleti’nin karşısında Batı kültür ve medeniyeti ve bunun baş mîmarlarından olan Vatikan gibi inanılmaz entrika virtüözleri var ve bu durum garbiyatçılıkla ilgilenecek olan Osmanlı aydınlarının da en az onlar kadar ve hattâ onlardan daha usta birer entrika virtüözü olmalarını gerektiriyor.. Ancak ne kadar üzücüdür ki Türkler hiçbir zaman entrika kurmayı başaramamış; değil entrika kurmak, kendi üzerlerinde kurulan entrikaları bile anlayamamış ve bu entrikalar üzerinde kendilerine biçilen rolü yerine getirmeyi bile çoğu zaman bir tür kahramanlık olarak görmüş.. Meselâ Türklerin savaşçı bir ruha sâhip olduğunu bilen Abbâsî halîfeleri onları Bizans’ın üzerine salarken aslında İstanbul’u Arap şovenizminin emrine sunmak istiyor, bu kenti Türkler mârifetiyle ele geçirerek ezelî düşmanları olan Bizanslıları esir etmek istiyordu. Abbâsîler öncülüğünde Araplar Anadolu’da tutunamadılar, tutunamayacakları da ortadaydı, bunu ancak ve ancak Türklerin gerçekleştirebileceğini bildikleri için Anadolu’da Türklere uç beylikleri kurdurdular ve onları Bizans’ın üzerine saldılar.. İstanbul’un fethi konusunda II. Mehmet zamânına kadar önemli bir başarı kaydedemedilerse de yine de bu kenti ele geçirmeye yönelen tüm yöneticilerine Arap şovenizminin etkisiyle kahramanlık pâyesi verdiler..

 

Şahsî kanaatim şudur ki Abbâsîlerin bu entrikaları Vatikan’dan öğrenmiş olması muhtemeldir. Çünkü henüz halîfeliği yeni ellerine geçirdikleri 8. yüzyılın ortalarından îtîbâren Vatikan da Frank krallarını kullanarak onları İslâm coğrafyasının üzerine salmış, Frank kralları Vatikan’ın silâhlı gücü hâline gelmişti.. İşte, Abbâsîler kendi topraklarına çekirge sürüsü gibi dalan Frank ordularını hipnotize eden yalanları görüp öğrenmiş ve Türkler üzerinde bizzat uygulamış olabilirler.. Ancak bu konuda Vatikan’ın ilerisine geçmemiş/geçememiş oldukları da ortadadır.. Meselâ Papa III. Leo bu çekirge sürüsünün başı olan “Muhteşem”(!?) Karl’ı Kudüs’ü ele geçirmeye iknâ etmek için onu “Tanrı’nın inâyetiyle dünyâya yeniden gönderilen Kral Davut” ilân etmişti, sözüm ona Tanrı, Yahudileri bu mahlûkun “yardımıyla” Müslümanların elinden kurtaracakmış.. Tanrım.. Bu ne ********* ne aşağılık bir yalandır böyle.. Vatikan’ın bu yalanı uydurmasında neyin etkin olduğunu bilmiyorum, ama sanırım bu mahlûkun da kadınlara karşı Kral Davut’u aratmayacak işlere kalkışmasından etkilenmiş olabilir, çünkü Tevrat’ta Kral Davut’un, karısına göz koyduğu komutanını hayâtını kaybetsin ve eşini haremine katısın diye büyük bir savaşa sürüklediği, bunu bilerek ve isteyerek yaptığı yazıyor, Yahudilerin öve öve bitiremedikleri Süleyman da bu kadının çocuğu.. İşte, “Muhteşem”(!?) Karl isimli bu mahlûk da kadınlara karşı bu çabaların içine girmişse ki bâzı sosyâl târihçilerin bu yönde sunduğu çalışmalar var, Vatikan bundan etkilenerek onu Kral Davut ilân etmiş olabilir..

 

Bunlar bir tarafa, Türklerin târihi, kaynağı ne olursa olsun hep başkalarının kurduğu entrikalar yolunda adadıkları hayatlarla, siyâsi projelerle doludur. Dolayısıyla bence garbiyatçılık Türklerin özgürleşmesinin de yolunu açacak, onları bu entrika virtüözlerine karşı koruyacak ve karşı entrikalar geliştirmelerini ve düşmanlarını etkisiz hâle getirmelerini de sağlayacaktır..

 

Düşünüyorum da Türkler eğer entrikalar konusunda yeterli bilgi ve yeteneğe sâhip olsalardı Avrupa târihinde çok köklü başarılara imzâ atabilirlerdi, ancak entrikalar konusundaki bilgisizlikleri ve yeteneksizlikleri onları bundan alıkoymuş, hem üstelik sonunda başkalarının kendilerine büyük zararlar verecek olan entrikalar kurmalarına yaramıştır.. Bunun sayısız örneği var, ama bunlardan biri benim için çok daha önemli:

 

Babam Henry Crosner bize Papa IV. Paul’u hep örnek insan olarak gösterir, onun Katolikliğe bağlılığını örnek aldığını söyler ve bizden de aynı şeyi beklerdi. Ancak College’da aldığım târih eğitimi sırasında gördüm ki bu mahlûk Avrupa’da İspanyol ile Fransız ordularını birbirine düşürmüş, sonra da bu iki ordunun Vatikan üzerine yürümesi üzerine Türklerden, yâni Katolikliğin ezelî ve ebedî düşmanı ilân ettiği Türklerden yardım istemiş; bizzat kendi elyazısıyla o zamanki pâdişahları Kânûnî’den kendisini korumalarını istemiş.. İşte, Türkler bu mahlûkun yardım talebini kullanmak ve hattâ bu yolla Vatikan’ı târumâr etmek yerine onun talebine olumlu karşılık vermişler, ancak bu mahlûk yeniden güç kazanınca yaptığı ilk iş İspanya’daki Müslümanların Osmanlı ülkesine sürülmesi için ve buna direnenlerin katledilmesinin vâcip olduğu yollu bir direktif yayınlayarak Avrupa’daki Türk düşmanlığı üzerinden kendi dünyevî ve uhrevî egemenliğini sağlamlaştırmaya çalışmak olmuştur, bu göçler sırasında Müslümanlar İspanya’daki tüm mal ve mülklerinden olmuş, sersefil bir hâlde Osmanlı ülkesine sığınarak hayatlarını sürdürmeye çalışmış, bütün bunlara direnenler ise çok büyük bir katliâma mazhar olmuştur..

 

Gerçekten de eğer bilgileri ve yetenekleri olsaydı Türkler bu mahlûku İspanyol ordularının işbirliğiyle yerinden eder, onun yerine kendilerini destekleyecek bir Papa’yı başa geçirir, sonra da Avrupa’daki Türk düşmanlığını ortadan kaldırmayı deneyebilirlerdi.. Bu konuda Fransızlar da onlara yardım edebilirdi, çünkü o dönemler Fransa ile Osmanlı Devleti arasında ciddî yakınlaşmalar vardı, arada sıcak ilişkiler kurulmuştu, Fransa Kralı I. Fransuva’ya yeniden özgürlüğünü kazandıran da yine Kânûnî’ydi.. Ama bunları yapmak yerine Türkler içi boş bir merhamet anlayışı doğrultusunda Papa IV. Paul’un, bu mahlûkun yardım talebine olumlu karşılık verdiler ve sonunda da İspanya’da Müslümanlara uygulanan baskı ve zulümlere ve hattâ katliâmlara imkân tanımış oldular..

 

Tâ öteden beri Osmanlı yöneticileri anlayamıyor ki içi boş bir merhamet yarardan çok zarar getirir.. Asıl merhamet Tanrı’nın merhametidir, Tanrı dilediğini affeder, dilediğini de Cehennem’in dibine yollar.. İnsanoğlu bu mahlûklar karşısında gerekli tedbirleri almalı, onları kendi silâhlarıyla vurmalı; mâsumların canlarını, mallarını, nâmuslarını, haysiyetlerini vb. korumaya çalışmalı.. Hem sâdece Türkler değil, şu yeryüzünde hiçbir insan bir başkasına merhamet dağıtmaya kalkışmamalı, bu Tanrı’nın istencidir, bu Tanrı’nın adâletine uygun olan olanaklı tek yoldur.. Ama bizler kalplerimizden sevgi ve merhameti de aslâ eksik etmemeliyiz, bu ayrı bir mesele.. Bizler yine de bu mahlûklara karşı Tanrı’dan merhamet dileyebiliriz, bu bizim saygınlığımızdır, bizim insancıl yönümüzdür; ancak bu mahlûkları serbest bırakırsak işte o zaman onlar dünyâyı yaşanmaz bir hâle getiriyor ki buna seyirci kalamayız.. İşte, bu seyirci kalma durumu başta Türkler olmak üzere Asya ve Afrika’da maalesef çok yaygın.. Dilerim başta Osmanlı aydınları olmak üzere Asyalı ve Afrikalı aydınlar kişinin kendi içsel yaşantısında tecrübe ettiği merhamet duygusu ile ekonomik ve siyâsî olgu ve olayların aslâ yönetilemeyeceğini, bu denendiği taktirde hemen tüm dünyânın Cehennem’den daha beter bir yere dönüşüvereceğini ivedilikle anlar.. Hem bilgi ve yetenek dediğimiz şey sonradan kazanılamayacak, öğrenilemeyecek, geliştirilemeyecek birşey de değil, bu anlayış düzeyi Türklerde uyanırsa şâyet onlar da pekâlâ birer entrika virtüözü hâline gelebilirler, ama öncelikle bunu yapmaları gerektiğini ve böyle bir olanağın kendilerinde de olduğunu görmeleri ve anlamaları şart..

 

Aklımda Vatikan’a karşı müthiş bir entrika var: Vatikan’ı tâ öteden beri İsviçreli Katolik muhafızlar korur. Bunlar paralı askerlerdir ve bu askerler daha yüksek bir parayı bastıran kişi veya kurumların güdümünde olmaya dâimâ eğilimlidir.. Bu yolla Türkler, Vatikan içinde bir iç karışıklık çıkartabilir, Vatikan’ın güvenlik sistemini zaafa uğratarak toprakları üzerinde gözü olan Avrupalı senyörleri bu toprakların üzerine salabilirler, bu konuda bu senyörler işbirliğine kuşkusuz açık olacaktır, zâten Martin Luther zamânından beri benzer entrikaları kendileri de kurmuştur, ancak onlardan farklı olarak mâsum sivillerin bu işten en ufak bir zarar görmemeleri özenle sağlanmalıdır ki ben bu konuda Türklere güveniyorum.. İşte, demem o ki Batının kültür ve medeniyetini tanıdıkça, yâni garbiyatçılıkla uğraştıkça bu entrikaları onlara karşı kullanabilirler, toprakları üzerinden emperyalistleri kovabilirler, kendilerini özgürleştirebilirler.. Bakalım Türkler bu garbiyatçılığı ne zaman başlatacak ya da başlatabilecekler mi.. Tanrım, sen şu Türklere yardım et..

 

Gerçekten de insan yazdıkça, hele özellikle de günlük tuttukça kendini daha iyi tanıyor; kendi arzu ve beklentilerini, geleceğe dâir düşüncelerini, kendine ve çevresine karşı görev ve sorumluluklarını vb. daha iyi tanıyor, hem üstelik daha önce geliştirmiş olduğu, ancak zihninin bir köşesine fırlatıp attığı, belirli bir bağlama oturtarak ele almadığı, üzerinde etraflıca düşünmediği görüş ve önerilerini de yeniden tartışmaya açıyor, bu tartışmalar eşliğinde kendisini, kültürünü, inançlarını vb. sorguluyor.. Gerçekten de ben Osmanlı aydınlarının böyle bir misyon yüklenme gerekliliğini ne zaman düşündüm, Üçüncü Dünyâ Aydınlanmasında onlara nasıl bir rol biçtim, bunları hiç hatırlamıyorum, ama bunlar şu an geliştirdiğim düşünceler, görüş ve öneriler de olamaz.. Fakat demem o ki yazmak gerçekten de insana ayna tutuyor, hem bu ayna yalnızca kendi iç dünyâsını değil, aynı zamanda da kültürünü ve medeniyetini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.. Doğrusu benim Türklere ilgim sandığımın çok daha ötesindeymiş, işte şu an farkına vardığım da tam olarak bu..

 

Neyse.. Afgânî Müslümanların başına musallat edilen bugünkü ajan provokatörlerden yalnızca biri, Normon sâyesinde bu adamı da tanımış oldum.. Bu adam gibi daha kim bilir kaç tâne var.. Meselâ Lord Chodorow bir sohbetimiz sırasında bana Hindistan’da görev yapmakta olan Thomas Valpy French ve William Mouir hakkında bâzı şeyler anlatmıştı, bu mahlûklar da en az Afgânî kadar tehlikeli.. Bu mahlûkların amacı da Hindistan’da Müslümanlar arasında nifak tohumları ekmek, yerli halkı hipnotize ederek Muhammet’i heretik, Müslümanlığı da Hıristiyanlığın heretik bir mezhebi olarak göstermekmiş.. Lord Chodorow’un anlattığına göre Thomas Valpy French burada Ulemâyla ciddî tartışmalara girmiş, Kitâbı Mukaddeste Muhammet’e dâir hiçbir şey olmadığını, Muhammet’in Tanrı’nın elçisi değil, ancak bir toplum önderi olduğunu anlatmış, fakat Ulemâ, Thomas Valpy French karşısında uyanık davranmış ve onlara karşı güçlü bir kalkan geliştirmişler; kısa zaman içinde bu ajan provokatörler sınır dışı edilmiş..

 

Neyse ki Hint Ulemâsı dirençli çıktı da kendi dinlerini bu lânet heriflerden öğrenmeye yeltenmedi.. Tanrım.. Osmanlı aydınları ne zaman akıllanacak.. Ben bile Kuran’ı kendi dilimde, İngilizcede okuyabiliyorum, ama bir Türk bunu yapamıyor.. Şahsî kanaatim şudur ki Kuran tarikatımıza İncillerden çok daha yakındır.. Herşeyden önce aklı ve bilimi dışlamıyor, Tanrı’yı insanlaştırmayı insanı da tanrılaştırmayı kesinlikle yasaklıyor ve bunu en büyük günâhlardan sayıyor. Ve da nice değerli görüş.. Belki Türklerin bu tür bir reform çabası onlara bizim tarikatımızı da sevdirir.. Ama günün birinde Türkler bu uyduruk dili de bir kenâra bırakarak İngilizce veya Fransızca konuşmaya da başlayabilir.. Bu bir bakıma bizim oryantalistler ile Fransızlarınkinin performansları arasında da iyi bir mukâyese olacaktır(!?).. Oryantalizmin anavatanının Fransa olduğunu düşünürsek ve Sylvestre de Sacy’nin Pâris’te kurduğu Ezoles Bes Languages Oriantales’in yaklaşık bir asırdır sürdürdüğü faaliyetleri de dikkate alırsak Fransız oryantalistlerinin performansı bizimkilerinkinden önde görünüyor ve sanırım Türklerin Fransızca konuşmaya başlaması, öncelikle Latin alfabesini kabûl ederek bunun alt yapısını hazırlamaya yönelmeleri daha muhtemel görünüyor, dolayısıyla Türkler arasından da bir Mesrop Maştotz çıkması, en az bu herif kadar lânet modern paganlık işbirlikçilerinin çıkması yakındır; Kitâbı Mukaddes çevirileri üzerinden Osmanlıcaya Yunan-Latin kavram ve deyimlerini sokarak Türklerin zihin faaliyetleri üzerinde tahakküm kurmaya yönelmeleri, modern paganlığı kabûl edebilecek bir çarpıklıkta Türklerin zihinlerini yeniden formatlandırmaya yönelmeleri yakındır..

 

Gerçekten de Tanzîmat Fermânı’nın ilân edildiği dönemden îtîbâren Fransız oryantalistlerinin Osmanlı idâresinin kilit noktalarında bulunan yöneticilerle kurdukları yakın ilişkiler, özellikle de Mustafa Reşit Paşa’nın kafakola alınması, sonraki dönemde de Joseph Ernest Renan öncülüğünde sürdürdükleri faaliyetler bu yarışta Fransız oryantalistlerini bizimkilerin önüne geçirdi. Ama bizimkilerin en önemli “avantajı” (avantaj demek istemiyorum aslında, ama onlar için bu şekilde görünüyor..) Fransız oryantalistlerinin şu sıralar Cezâyir’le fazlasıyla meşgûl olmaları ve Osmanlı Devleti’yle yakından ilgilenememeleri.. Onların sâyesindedir ki Cezâyirli aydınlar arasında Fransızca yazma ve konuşma modası başladı. Kalvinist Papazlar da Cezâyirlilere hızla Fransızca öğretiyor.. Dilerim Osmanlı aydınları tüm bunlardan ders çıkartmayı başarır.. Bugün bir Ermenî ‘ben Ermenîyim’ demekle aslında ‘ben Yunan-Latin kültürünün Doğulu bir üyesiyim’ demiş oluyor. Bir Türk ise ‘ben Türküm’ diyemediği gibi, ‘ben Osmanlıyım’ dediğinde de ‘ben kendi kültürümden vazgeçtim, başka kültürlere özenerek kendime karma bir kültür yarattım’ demiş oluyor.. Tanrım.. Şüphesiz ki bu karma kültür Batının saldırılarına kendi kültürlerinden daha açıktır; ne halk Saray’ı tam olarak anlayabiliyor ne de Saray halkı tam olarak anlayabiliyor, ne aydınlar halkı ne de halk aydınları tam olarak anlayabiliyor; şu hâlde kendi kültürlerine dönmeleri ve Batının saldırılarından korunmaya çalışmaları gerekirken oryantalistlerin propaganda metinlerine mutlak hakîkat pâyesi biçen aydınlarına ne demeli.. Dilerim bu aydınlar daha fazla geç kalmadan kendi kimliklerini kendileri bulabilir; aksi taktirde şu Turancılık saçmalıklarının arkasında kendi kimliklerini tamâmen yitireceklerdir..

 

Şu sıralar Afgânî, Hindistan’daymış.. Belli ki şu sıralar buradaki Müslümanları İngilizler aleyhine kışkırtmakla meşgûl.. Dilerim buradaki Müslümanlar bu ajan provokatörün hipnozundan da ivedilikle kurtulur, Thomas Valpy French ve William Mouir’i kovdukları gibi bu mahlûku da ülkelerinden kovarlar.. Dilerim başta Türkler olmak üzere tüm Müslümanlar, İngilizlerin ve Fransızların dış politika alanında bütün bu siyâsî entrikalarını anlayabilecek ve bunlara karşı en az onlar kadar sağlam stratejiler geliştirebilecek bir aklî ve siyâsî zekâya sâhip olurlar.. Bu zekâ kuşkusuz garbiyatçılığın önünü açacaktır.. Tanrı onlara yardım etsin!..

 

...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Düşünüyorum da yazmak isteyip de yazmadığım/yazamadığım ne kadar da çok şeyim varmış böyle.. Bu gemi yolculuğu gerçekten de zihnimin içini boşaltmamı sağladı.. Neden bunları daha önce başka bir yerlerde ve başka biçimlerde anlatmadım diye düşünüyorum da ben bunları hiç kimseyle paylaşamayacak olmam nedeniyle kendimi hep erteledim sanırım.. Pekî şimdi değişen ne? Ben.. Evet, ben.. Bunları başkalarıyla paylaşabileceğimi düşünmemden dolayı değil ama.. Ben bunları başkalarıyla paylaşabileceğim doğru zamânı bekledim durdum hep, bunları hiç kimseyle paylaşamayacağımı anladığımda da işte böyle yazdım.. Gerçekten de insanın hayâlleri onu özgürleştirebiliyor da özgürlüğünü kaybettirebiliyor da.. Biliyorum, bu günlüğü hiçbir zaman yayınlamayacağım. Beni ne Avrupalı aydınlar tanıyacak ne de Asyalı ve Afrikalı aydınlar.. Hattâ adımı bile duymayacaklar, bu dünyâdan öylece yok olup gideceğim.. Ama hiç değilse içimde birşey kalmayacak.. En azından ben, en azından Naturalist bir Sümerolog burada benim kendi kültür ve medeniyetime olan öfkemi görecek, başta modern paganlık olmak üzere Batının felsefesine, sanatına, bilimine, ekonomisine, siyâsetine vb. kustuğum öfkeye tanıklık edecek.. Evet, bu satırları sâdece William Crosner okuyacak.. Benim sır küpüm, can yoldaşım, kader arkadaşım William Crosner..

 

Demek ki ben tek okuru olan bir yazarım.. Dünyânın en zengin ve en fakir yazarı.. Zenginim, çünkü okurumun benim hakkımdaki tüm görüşlerine vâkıfım; bugün hangi yazar okurlarının kendisi hakkındaki tüm görüşlerine vâkıf, hattâ yalnızca birinkilere bile!.. Ama fakirim, çünkü her yazar daha geniş halk kitlelerine seslenmek ister; onlara birşeyler katmak, ufuklarını genişletmek, dünyâlarını aydınlatmak.. Ama ben tek okuru olan bir yazar olsam da benim için William Crosner söz konusu olduğunda aynı sorumluluğun altındayım şüphesiz.. İşte, sanırım beni yazmaya motive eden en önemli unsur da bu.. Şu hâlde sevgili okuruma küçük bir not düşeyim, nasıl olsa biz bizeyiz:

 

Sevgili William Crosner.. Bu satırları okuduğunda dilerim yüzünün akıyla bu kazı projesini tamamlamış ve önemli bulgularla evine dönmüş olursun.. Eğer emekli olduysan benden sana tavsiye, halanın çiftliğine git ve toprakla ilgilen. Sen doğdun doğalı toprağı sevmişsindir zâten. Toprak da sana bonkör davranmış, ektiğin her ürüne karşılık sana 1’e 100 vermiştir. Yok eğer emekli olmadıysan da artık emekli ol ve yine bu dediğimi yap.. Yanında Edward’ı da götür, ama Başpiskopos Baldwin’le kalmak isterse ısrar etme ki seni reddetmek zorunda kalmasın, seni reddetmek onu çok üzer.. Yazmayı düşündüğün kitaba gelince: şu hayatta ne yapmak istediğine, gerçekten de ne yapmak istediğine doğru bir biçimde karar ver ve birkez o karârı verdikten sonra kendine hiçbir biçimde otosansür uygulama.. Karârının sonuna kadar arkasından git.. Aslâ vaz geçme.. Ve birkez bu kitabı yazma karârı vermişsen aldığın son nefese kadar bunun gereğini yap.. Ben sana güveniyorum..

 

3 Mayıs 1885

 

*

 

Tanrım.. Ne gündü ama.. Bugün sanırım on yaş daha yaşlandım.. Hayâtımın hiçbir döneminde kendimi bu kadar çok siyâsî entrikanın merkezinde hissetmemiştim.. Başpiskopos Baldwin’le birlikte karım Selmâ ile oğlum Yusuf’un cinâyetini araştırdığımız dönemde bile etrâfımızda bu kadar çok entrika yoktu.. Bu kadar çok cevapsız soru, bu kadar çok oyun, bu kadar çok tuzak..

 

Sabah kalkar kalkmaz Kaptan Plummer’in kamarasına doğru yöneldim. Kapısı kilitliydi. Sonra kaptan köşküne doğru yöneldim. İçerde Gage’yle birlikte konuşuyorlardı. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalıştım. Bugün Athenagoras’ı alacağımız için çok heyecanlı olduğumu ve bu nedenle uyuyamadığımı ve onlarla kahvaltı saatine kadar sohbet etmek istediğimi söyledim. Amacım Gage’yi bir şekilde oradan göndermek ve Kaptan Plummer’in ağzını aramaktı. Ama kısa bir süre sonra Kaptan Plummer güverteye çıkmak için izin istedi. Ben de dikkat çekmemek için Gage’yle sohbete devâm ettim. Gage’ye onu ne kadar zamandır tanıdığını sordum, çok değil, yalnızca iki yıl kadar önce tanıştıklarını söyledi. Daha önceki yolculuklarını nereye yaptıklarını sordum, Filistin’e olduğunu söyledi..

 

Biz bunları konuştuğumuz sırada içeri Stephen girdi.. Onunla yüzyüze geldiğimizde ikimiz de şaşırdık.. Bana sırtını dönerek Gage’ye Kaptan Plummer’in nerede olduğunu sordu, sonra da hızla güverteye doğru yöneldi.. Ben de Gage’ye lavaboya gideceğimi söyleyerek güverteye doğru yöneldim.. İkisinin de sırtı bana dönüktü, aralarında fısıldaşıyorlardı. Hiçbir şey duyamadım. Sonra da dışarı doğru yöneldim ve geldiğimde gözlerimi Stephen’in gözlerine dikerek sağlık durumunun nasıl olduğunu sordum. Stephen hiçbir cevap vermeden yanımızdan ayrıldı. Kaptan Plummer de konuyu değiştirdi..

 

Tanrım.. Şimdi düşünüyorum da belki de o sırada Sicilya Limanında gemiden kaçış plânları hakkında son rötuşları yapıyorlardı.. Tanrım.. Hem yanlarında İbn-î Ceydân bin Ekber’in kitabını ve Kaptan Plummer’in sandığını da götürmüşler.. Tanrım.. Günlüğümü almamış veya fark etmemiş olmaları bir şans mıdır yoksa Tanrı’nın bir mucizesi mi bilmiyorum, ama bu işin sıradan bir defîne avcılığı işi olmadığından artık eminim.. Eğer yanlarında sandığını götürmemiş olsalardı kitabı sonraki projelerinde kaynaklık etmesi amacıyla götürdüklerini düşünürdüm.. Hem sabah Kaptan Plummer’in kapısının önünde sunta parçacıkları görmüştüm, belli ki sandık Kaptan Plummer’in bilgisi dâhilinde taşındı.. Şu hâlde Geary ile Stephen’in birer Tapınak Şövalyesi olduğuna, gerçek kimlikleri ortaya çıkmasın diye sözde Tapınak Şövalyesi olan iki defîne avcısı gibi davrandıklarına inanmak için haklı nedenlerim var.. Tanrım.. Ne entrika ama.. Tanrım.. Hem Kaptan Plummer’in de mason olduğundan artık emin gibiyim.. Tanrım..

 

...

 

Tanrım.. Nasıl bir yolculuk bu böyle.. Kimin kime nasıl bir entrika kurduğu belli değil.. Yine işler karıştı.. Tanrım.. Gemide Tapınak Şövalyelerinin işi ne? Sandığın içindekiler nereye gidiyor? Kriptekste neler yazıyor? Sandıktaki elyazması kime âit? Bu şahıslar ben ve Edward’ın gerçek kimliklerini biliyor mu? Vatikan bu kazı projesinin neresinde? Ayrıca gemide Moses ve Daniel olmak üzere mason olduklarını düşündüğüm iki Yahudi daha var, eğer bu böyleyse Vatikan’ın onlar üzerindeki hesâbı ne? Tanrım..

 

...

 

Öğle sularında Sicilya Limanına vardık ve Athenagoras’ı aldık. O sırada geminin arka tarafından küçük bir tekneyle Geary ile Stephen yanlarında kitap ve sandıkla birlikte kaçmışlar.. Yemek salonuna geçtiğimizde Audrey’e herkesi buraya toplamasını söyledim.. Kaptan Plummer ise rotamızı çoktan Mora’ya doğru çevirmiş ve limandan ayrılmıştık.. Herkes toplandı, Kaptan Plummer de dümeni Gage’ye bırakarak yanımıza geldi. Ama Audrey, Geary ile Stephen’in kamaralarında olmadığını söyledi. Biz onlarla böyle konuşmamıştık, gemiden ayrılırken ekibe uygun bir mâzeret bulmalarını tembihlemiştim. Hızla kamaralarına doğru yöneldim, giysilerinin birçoğunu burada bırakmışlar, o beyaz tören kıyâfetleri ise yoktu. Sonra kamarama doğru yöneldim, içersi düzgündü, ama kitap gitmişti.. Günlüğüm ise her zamanki gibi dolabın içinde, çoraplarımı koyduğum çekmecenin altındaydı. Bunu görmediler mi yoksa almak mı istemediler, bilemiyorum.. Koridordan geçerken gözüm bir ara Kaptan Plummer’in kamarasına takıldı, kapısı sonuna kadar açıktı, içeri girdim. Tahmin ettiğim gibi sandık da gitmişti..

 

Yemek salonuna döndüğümde ekibe durumu şu şekilde anlattım, dedim ki: ‘Geary ile Stephen aslında birer arkeolog değil, defîne avcısıydı ve İbn-î Ceydân bin Ekber’in kitabını alarak kaçtılar..’ Bir an içinde salonu uğultular kapladı.. Herkes yanındakiyle birşeyler konuşuyor, kafamın içinde kazanlar kaynıyordu.. Ama içlerinde en çok Carlo gözüme takıldı, kendisi yere çömelmiş, çok bitkin bir biçimde ağlıyor ve gözlerini temizliyordu..

 

Edward’ı ve Athenagoras’ı alıp kamarama doğru yöneldim.. Edward da çok bitkin görünüyor, sürekli olarak ‘bu benim suçum’ diyerek ağlıyordu.. Edward’ın başını omzuma yasladım ve mendilimi çıkartıp gözyaşlarını temizledim.. Kendisi bir ara Nick için özel bir içecek hazırlamak için mutfağa gitmiş, o sırada Geary ile Stephen kamaraya girmiş olmalılar.. Edward da kitabı benim almış olabileceğimi düşünerek kitabın nerde olduğunu merak etmemiş.. ‘Bir kitaba sâhip çıkamadım’ diyerek o kadar ağlıyordu ki onu öyle gördükçe benim de içimden birşeyler kopup gidiyordu.. O an duygularım karmakarışıktı.. Gemideki Tapınak Şövalyeleri, masonlar, Vatikan’ın ve Lordlar Kamarasının siyâsî entrikaları, Edward’la benim durumumuz.. Tanrım..

 

İçeri girdiğimde Athenagoras’ı masaya oturttum ve Edward’ı tesellî etmeye çalıştım.. Kitabın şimdiye kadar kopyaladığı bölümlerinin nasıl olsa elimizde olduğunu, bize lâzım olan parçalarının büyük bir bölümünden zâten haberdâr olduğumuzu, bunların bize yeteceğini ve günlüğümün de yine bizde olduğunu anlattım.. Daha sonra da onu biraz temiz hava alması için güverteye yolladım..

 

Athenagoras için hiç de iyi bir karşılama töreni olmamıştı bu.. Oysa ki kafamdan neler geçiyordu.. Tanrım.. Ona meselenin iç yüzünü anlattım. Kendisi bu tür entrikalara fazlasıyla vâkıf biri. Henüz daha sözlerimi bitirmemiştim ki bana çok önemli bilgiler verdi, onun sâyesinde kafamı kurcalayan bâzı soruların cevaplarını bulmuş oldum:

 

Tahmin ettiğim gibi bizim kazı bölgesi tüm bu entrikaların merkezinde.. Rum masonlar Mora İsyânından sonra Megalo İdea Projesinin ilk adımı olan Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasını sağlamışlar, şimdi de ikinci adım için düğmeye basmışlar.. Amaçları: Batı Anadolu’nun aslında bir Yunan toprağı olduğunu, Türklerin burayı sonradan işgâl ettiğini, şimdi bu işgâle son vermeleri gerektiğini dünyâ kamuoyuna duyurmak ve Batı Anadolu’yu da Yunanistan’a katmak.. Daha önce Ephesos kazılarında da Rum masonlar aynı amaç doğrultusunda hareket etmiş. Fakat Carlo’nun anlattığına göre bu kazılar ödenek yetersizliği gerekçesiyle yarıda kesilmişti. Athenagoras bu kazıları yakından tâkip etmiş, ama o da kazıların niçin yarıda kesildiğini tam çözememiş.. Athenagoras’a göre Rum masonların diğer adımları ise önce İstanbul’u, sonra da Karadeniz Bölgesini, yâni Pontus’u Yunanistan’a katmak ve böylelikle eski Bizans İmparatorluğunu yeniden diriltmek.. Tanrım..

 

Athenagoras bizim kazı bölgesi hakkında çok ciddî araştırmalar yapmış, bundan altı ay kadar önce de bizzat bölgeye giderek yüzey incelemeleri yapmış. Ulaştığı kaynaklarda buranın adı Lysisya olarak geçiyor ve bu kent gerçekten de eski bir Grek kenti.. Ancak bu kentin sonradan nasıl yok olduğu hakkında kaynaklar hiçbir bilgi vermiyormuş. Ona bunları hangi kaynaklardan öğrendiğini sorduğumda bana söylemedi. Niye söylemediğini anlamadım, ama muhakkak bir bildiği vardır.. Belki kendisinin de bâzı şüpheleri vardır ve beni yanıltmaktan çekiniyordur, bilemiyorum.. Zâten konuşmamız sırasında ona Edward’ın kopyalarını verdim, bunları ivedilikle inceleyeceğini söyledi.. Athenagoras yaptığı yüzey incelemeleri sonucu bölgede çok büyük bir yangının çıkmış olabileceğini düşünmüş, bir ara kent merkezinde bir yerlerde kazı yapmaya yeltenmiş, ama kısa bir zaman sonra Cinaslı köyünün sâkinleri onu kaymakama şikâyet etmişler.. Ben köylülerin Athenagoras’ı defîne avcısı sanmış olabileceğini düşünmüştüm, ama Athenagoras bana çok enteresan birşey söyledi: köylüler burada bir evliyâ yattığına inanıyor, bu bölgeye pek uğramıyormuş.. Athenagoras’ın evliyâyı uyandırabileceğinden dolayı rahatsız olmuşlar.. Onu da zâten çocuklar görmüş ve ailelerine haber vermişler.. Falan filân..

 

Athenagoras burada Romalılar zamânında önemli bir konsülün toplanmış olabileceğine, eğer konsül kararlarını beğenmemişse Vatikan’ın direktifleri doğrultusunda bu kentin yakılmış olabileceğine ve kaynaklardan bu kente âit bilgilerin sildirilmiş olabileceğine inanıyor.. Bu olasılık gerçekten de mâkûl görünüyor. Zâten bin yıllık bir süre boyunca bu kaynaklar Vatikan’ın mutlak hâkimiyeti altında kaldığından dolayı bunu yapması zor değildi.. Ve hattâ kendi ekonomik ve siyâsî rantını koruyabilmek ve güçlendirebilmek için bu kaynakları tahrif etmesi de gerekirdi ve bu çok basit bir işti, bu yalnızca bir limon solüsyonuna ve bir de mürekkebe bakardı.. Zâten okuma-yazma oranı tâ öteden beri çok düşük bir düzeyde seyrettiğinden dolayı bunun farkına varan da çıkmazdı, farkına varsalar bile aforoz edilme korkusuyla bunu açıklayamazlardı.. Ne var ki bu kaynaklar Roma İmparatorluğunun siyâsî egemenliği altında olan kent-devletlerinin kütüphânelerinden devşirme olduğu için diğer kent-devletlerinin kütüphânelerinde Lysisya’ya ilişkin birşeylerin kalmış olma ihtimâli yükseliyor.. Dolayısıyla nasıl olup da İbn-î Ceydân bin Ekber’in bu kadar çok şey bildiği bu şekilde mâkûl bir nedene bağlanmış oluyor.. Bunlar bir tarafa, Athenagoras’ın bu düşüncesi bir başka bağlamda da Vatikan’ın zihniyetiyle son derece tutarlı görünüyor: daha üç yıl kadar önce de İskenderiye Kütüphânesini yağmalayan, burada beş yüz bini aşkın kitabı yakan, hem üstelik kütüphânenin yöneticisi ve aynı zamanda da ünlü bir matematik bilgini olan Hypatia’nın derisini deniz kabuklarıyla soyduran Başpiskopos Kyrillos’u aziz ilân etmesi de bu olasılığı güçlendiriyor..

 

Tanrım.. Eğer bu olasılık gerçekse demek ki Vatikan’ın derdi ben ve Edward’la değil ve aslında başka birşeyin peşinde; kazı ekibinin burada ne bulacağını merak etmişse veya kendi dünyevî ve uhrevî egemenliğini sarsacak bir bulgunun dünyâ kamuoyuna sunulmasına engel olmak istemişse yanımıza Tapınak Şövalyelerini veya masonları bir şekilde göndermiş olabilir.. Eğer bu olasılık gerçekse demek ki Lordlar Kamarasının bu kazı projesini desteklemesi de muhakkak Yunan Diasporasının ve Rum masonların işi.. Tanrım..

 

...

 

Athenagoras’la altı saati aşkın bir süre konuştuk, ama yine de kafamda bir dizi soru işâreti var: 1) British Museum ekibin başına niçin benim gibi bir Sümeroloğu geçirdi? Aklıma gelen en kötü senaryo şu: eğer Vatikan’ın ve Lordlar Kamarasının böyle bir ekibi bu ateş çemberinin içine sokacağını British Museum’da bana cephe alan masonlar öğrenmişse ki bunu öğrenmeleri hiç de zor olmazdı, bu durumda benden kurtulmak için bundan daha kolay ve etkili bir yol bulamazlardı.. Şu hâlde bu işi kim veya kimler örgütlediyse karım ile çocuğumun cinâyetinde de onların bir parmağının bulunma olasılığı kesine yaklaşıyor.. Tanrım.. Pekî bunca entrika çevrilirken bütün bunlar Lord Chodorow’dan nasıl gizlendi veya o da bu işlere şu ya da bu biçimde bulaştı mı!? Tanrım.. 2) Belki de Lysisya’da ilk yerleşimler Sümerler zamânında Mezopotamyadan yapılan göçlerle gerçekleşmiştir, çünkü biz Lagaş kazıları sırasında Rubert Pilkington’la Sümerlerin M.Ö. 1950’lerde Batı Anadolu’ya göç etmiş olabileceği olasılığı üzerinde epeyce durmuş ve bunu British Museum’a rapor etmiştik. Pekî ama British Museum nasıl bu kadar emin olabildi!? Diyelim ki emin oldu, benim yanıma bir başka Sümerolog daha koymaları gerekmez miydi!? Ben Sümeroloji alanında ne kadar iyi olursam olayım yanımda birikimine güvenebileceğim, kendisiyle tartışabileceğim bir başka Sümeroloğa da ihtiyaç duyarım şüphesiz.. Atama karârını duyduğumda ekipte başka Sümerologların da olabileceğini düşünmüştüm, ayrıca ekipteki dokuz kişiyi daha önceden tanımıyordum, bunların Avrupa’nın değişik bölgelerinde görev yapan Sümerologlar olabileceği ihtimâli bana mâkûl görünüyordu ve bu nedenle bunu merak da etmemiştim doğrusu ve ekibin başına geçirilmemi de şüpheyle karşılamamıştım.. Hem Rubert Pilkington emekli olduktan sonra bu işe benden daha iyi bir aday da pek yoktu hani.. Ama şimdi düşününce işler hepten karıştı.. Tanrım.. Yoksa bir anlık bir bencilliğin kurbânı olarak mı bu duruma bu kadar kayıtsız kaldım.. Tanrım.. Yoksa bir anlık bir bencilliğin sonucu mu kendimi olayların akışına seyirci bıraktım.. Tanrım..

 

...

 

Devâm edeyim: 3) Eğer bu kent Vatikan’ın direktifleri doğrultusunda yakıldıysa onu bu kadar kızdıran, bu kadar korkutan şey neydi? 4) Yoksa modern paganlıkta İznik Ukkin Plahrumundan önce veya sonra Katolikler ile Ortodokslar arasındaki bölünmeye benzer bir ayrışma daha oldu da Vatikan bu insan kitlesini toptan mı yok etmek istedi? 5) Belki de sandık aslında Geary ile Stephen’e âitti ve Vatikan’ın direktifleri doğrultusunda içindeki kripteksti bizim kazı bölgesindeki komitaya yolluyordu, çünkü Lord Chodorow bana Vatikan’ın son beş yıldır Batı Anadolu’da gizli bir komitayla buradaki Türkler ile Rumları birbirine kırdırdığını ve Türkleri Katolikleştirmekte olduğunu ve İtâlya’nın da Batı Anadolu’yu Doğu Akdeniz’de bir üs olarak kullanmak istediğini söylemişti.. Şu hâlde bu kripteks bir başka yolla Batı Anadolu’ya ulaştırılacaktır.. Ama bu da sâdece bir olasılık.. Eğer gemide başka bir mason varsa ki ben Moses ile Daniel’in de mason olduklarından şüphe ediyordum, bu kripteksi pekâlâ onlara da bırakmış olabilirler.. Tanrım.. Nasıl bir ateş çemberinin ortasına düştük böyle.. Tanrım.. Sen bize güç ver.. Sana sığındık ey Ulu Tanrım..

 

...

 

Athenagoras, Rum masonlar hakkında çok şey biliyor, kendisiyle bunları uzun uzadıya konuştuk, bunları da günlüğüme kaydedeyim: 1814’te Orta Avrupa’da Napolyon’a karşı Prusya ve Avusturya aralarında sağlam bir ittifak yapmış ve Fransızları yenmeyi başarmışlardı. Bu karışıklık ortamını fırsat bilen Çarlık, Balkanlardaki hedeflerini gerçekleştirmek için doğru zamânı bulmuş oldu, artık sıcak denizlere inmesini engelleyebilecek bir rakip ortalarda gözükmüyordu. Athenagoras’ın söylediğine göre Çarlık bu târihte Odesa’da gizli bir komita kurdurdu: Filiki Eterya (daha sonraki adıyla: Etniki Eterya). Komitanın başına da Çarın yâveri Aleksander İpsilanti’yi geçirdiler. Dört yıl kadar sonra bu komita demokratik ve meşru bir cemiyet görünümü veren bir yapıya büründü ve İstanbul’da şubeler açarak Rumlar arasında Megalo İdea’yı benimsettirmeye çalıştı.. Athenagoras bana büyük amcalarından birinin, Horace’ın da bu cemiyette üst düzey yöneticilik yaptığını söyledi, ama sonradan istifâ etmiş ve kısa bir süre sonra da öldürülmüş ki bu meseleye de başlı başına büyük bir sorun:

 

Etniki Eterya Cemiyetinin faaliyet gösterdiği ilk yıllarda İstanbul’da siyâsî birtakım karışıklıklar vardı. Saray, Tepedelenli Ali İsyânıyla meşgûlken bu komitacılar Eflâk ve Boğdan’ı ele geçirmeyi başarmıştı. Burada Balkan milletlerini Osmanlı idâresi aleyhine kışkırtmaya ve Rusların yanında olmaya çağırmışlardı. Fakat Osmanlı idâresi bu isyânı kısa sürede bastırmayı başarmıştı. Bunun üzerine cemiyetin Mora’da şubesini açmışlar ve bölgedeki Yunanlıları kışkırtmaya çalışmışlardı. Bu sırada örgütün başına Dimitri İpsilanti geçmiş ve Mora İsyânının öncülüğünü de yine bu zat üstlenmişti. Dimitri İpsilanti kısa bir zaman içinde bölgedeki Ortodoks din adamlarını örgütlemeyi başarmış ve Yunanlılar, Osmanlı idâresine karşı ayaklanmıştı. 1821 yılına gelindiğinde bu isyan hemen tüm Ege Denizine ve hattâ Kıbrıs’a kadar yayılmıştı. Osmanlı idâresinin bu isyâna tepkisi çok sert olmuştu. II. Mahmut ilk olarak onlarla işbirliği içinde olan Fener Rum Patriği V. Gregorius’u Patrikhânenin kapısı önünde astırmıştı. Daha sonra da Mısır Vâlisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım isteyerek bu isyânı büyük bedeller karşılığında bastırmıştı. Ancak Çarlığın vazgeçmeye niyeti yoktu: 1825 yılına gelindiğinde yönetime geçen I. Nicola yeniden Megalo İdea Projesini yürürlüğe koymak için Yunanlıları kışkırttı ve Osmanlı Devleti’ni barış müzâkereleri yapmaya zorladı, bir yıl sonra da Akkerman Antlaşması imzâlandı. Bu antlaşmaya göre Osmanlı Devleti, Rus bandrollü ticâret gemilerine Osmanlı karasularında serbest dolaşım hakkı tanıyacaktı. Ayrıca Eflâk ve Boğdan’a Rusların önereceği yeni bir voyvoda atanacak, Balkanlardaki Ortodoksların siyâsî ve sosyâl haklarında birtakım “iyileştirmeler” yapılacaktı..

 

İşte, Athenagoras’ın amcası Horace, Akkerman Antlaşmasına karşı çıkmış. Bana söylediğine göre kendisi Proodos Mason Locasına çalışıyormuş, bu loca Fransız obediyansından l’Union D’orient’te bağlı Rum masonlar tarafından 1823 yılında İzmir’de kurulmuş, ancak sonradan o da Pâdişah Abdülaziz’in direktifleri doğrultusunda kapatılmış ve yeraltına çekilerek faaliyetlerini gizli bir biçimde sürdürmeye devâm etmiş.. Rum masonlar Akkerman Antlaşmasını Bizans İmparatorluğunun kurulmasını engelleyici bir antlaşma olarak görmüş ve cemiyetle görüş ayrılıkları içine düşmüşler. İşte, Horace da bu nedenle istifâ etmiş.. Ben Athenagoras’a babasının ve kendisinin de mason olup olmadıklarını sordum, bana olmadıklarını, ama olmaları yönünde üzerlerinde uzun yıllardır baskı kurduklarını söyledi. Kendisine Megalo İdea Projesi hakkında ne düşündüğünü sorduğumda ise beni yine şaşırtmadı: yaşının, bilgi ve kültürünün ve bir bilimadamı olmanın verdiği kıvrak zekâ ve analiz yeteneğinin ışığında olsa gerek bana bu projenin emperyalizmin o ********* tuzaklarından biri olduğuna inandığını ve ayrıca amcasının da böyle ********* bir tuzağa katılıp bu uğurda ömrünü adadığına çok hayıflandığını söyledi. Amcasının Fransız emperyalizmi için Rus emperyalizmine karşı kullanılmasına ve sonunda bu işin hayâtına mâl olmasına çok üzüldüğünü söyledi..

 

İşte, Horace’ın cinâyeti de tam bir bilmece.. Kendisi İstanbul’da güpegündüz silâhlı bir saldırıya uğramış ve hemen oracıkta hayâtını kaybetmiş. Bu işi Etniki Eteryacıların mı, Fransız masonların mı, İtâlyan masonların mı yoksa bir başkasının mı yaptırdığı hâlâ aydınlatılamamış. Ama Athenagoras bu işin içinde muhakkak masonların parmağı olduğuna inanıyor.. Ailesine bu cinâyet Rum masonları tarafından Saray’ın işi olduğu yollu düzmece senaryolar anlatılmış, fakat aile buna iknâ olmamış. Athenagoras ve babası yıllarca bir ipucu aramışlar, ama sonunda onlar da hiçbir kanıta ulaşamayarak bu işten vazgeçmişler..

 

Athenagoras’a bakılırsa Proodos Mason Locası, Horace’ın ölümünün ardından hızla etkinliğini yitirmiş, ancak bundan on beş yıl kadar önce bu locayı yeniden diriltmeye çalışmışlar, locanın başına da Kleanti Skaliyeri isimli yeni bir Fransız ajanını geçirmişler. İki yıl kadar sonra da Osmanlı Devleti’nin üst düzey yöneticilerini ve aydınlarını masonlaştırmaya başlamışlar. Bunlar arasında Şehzâde Murat ki kendisi bundan dokuz yıl kadar önce masonlar tarafından Osmanlı tahtına çıkartılmış, sonradan delirdiği gerekçesiyle tahtan indirilerek yerine şimdiki pâdişah II. Abdülhamid çıkartılmıştı, işte bu zat ve Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa, Mithat Paşa, Mehmet Râgıp gibi aydınlar daha dikkat çekici.. Bu isimler şu Turancılık zırvalıklarını da fazlasıyla sâhiplenmiş kimseler. Dolayısıyla şimdi bu zırvalıkların arkasında Fransız masonların da bir parmağı olabileceğini düşünüyorum, bu konuyu daha sonra daha detaylı bir biçimde araştırmalıyım..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Masonların Osmanlı Devleti’nin en tepesini bile kontrol altına almayı başarabilmiş olması gerçekten de çok kaygı verici.. Athenagoras’ın söylediğine göre Şehzâde Murat, 20 Ekim 1872 târihinde Louis Amiable’nin evinde Kleanti Skaliyeri’nin yönetiminde düzenlenen ergime töreniyle locaya alınmış, dört yıl kadar sonra da Proodos Mason Locası tarafından örgütlenen bir darbeyle yönetime geçirilmiş.. Böylelikle Abdülaziz’in masonlara karşı yürüttüğü politikaların da intikâmını almaya çalışmışlar.. Ancak kısa bir süre sonra V. Murat’ın sağlık durumu kötüye gidince masonlar ondan ümidi keserek yerine II. Abdülhamid’i çıkarmışlar. İlk zamanlar II. Abdülhamid masonlara karşı biraz yakın durmuş, yönetimde kilit noktalara kendi ekibini yerleştirmeyi beklemiş. Daha sonra da Abdülaziz döneminde masonlara karşı uygulanan politikaları yeniden yürürlüğe sokmuş.. Bunun üzerine masonlar da II. Abdülhamid’i tahtan indirmek için V. Murat’ı gizlice kaçırıp Fransa’da tedâvi ettirip sonradan tahta onu yeniden geçirmek için bir plân yapmışlar, bu işten birinci derecede sorumlu kişi olarak da Ali Suâvi’yi görevlendirmişler.. Ancak bu kaçırma teşebbüsü sırasında Ali Suâvi öldürülünce bunu gerçekleştirememişler.. Ama Kleanti Skaliyeri’nin bu işten vazgeçmeye hiç niyeti yokmuş, yaklaşık iki ay kadar sonra bu işi bizzat kendisi yapmak istemiş, fakat o da başaramamış.. Daha sonra da II. Abdülhamid’i öldürme plânları yapıp durmuşlar, ama bunlarda da başarılı olamamışlar..

 

Tanrım.. Biz son iki yüzyıldır başta Birleşik Krallık olmak üzere hemen tüm Avrupa’da masonlardan çok çektik, görünen o ki masonların yeni hedefi Osmanlı Devleti.. Tanrı II. Abdülhamid’e güç versin..

 

...

 

Biz kendimizi bu meselelere o kadar kaptırmıştık ki Edward içeri gelip ekibin benden bir açıklama beklediğini söylemeseydi sanırım daha da devâm ederdik.. Athenagoras’la birlikte ekibe nasıl bir açıklama yapacağımızı kararlaştırdık ve yemek saatini bekledik.. İçeri girdiğimizde kitaptan aldığım notları Athenagoras’la birlikte dikkatlice incelediğimizi ve kitabın kulaktan dolma bilgilerle yazıldığını, bunlara güvenmememiz gerektiğini onlara îzâh ettim. Bana ne kadar inanıp ne kadar inanmadıklarını merak etmedim, defîne avcılarından kazâsız belâsız kurtulduğumuz için ekibi Tanrı’ya şükretmeye çağırdım, sonra da konuyu hızla değiştirerek bu olayı unutturmaya çalıştım..

 

Athenagoras’a Geary ile Stephen’in kamarasını verdik. Şu sıralar sanırım kitaptan aldığımız notları inceliyordur.. Edward çoktan üzerini çıkarttı ve uykuya daldı. Ben de az sonra yanına gideceğim.. Yârın yine çok yorucu bir gün olacak.. Çok bunaldım.. Yemek boyunca Dennis ve Carlo’nun şüphe dolu bakışları bizim üzerimizdeydi. Kaptan Plummer ise hâlinden fazlasıyla memnun görünüyordu.. Neyse.. Çok yorgunum şu an.. Bizi yârın kim bilir ne sürprizler bekliyor.. Tanrım.. Sen bizi koru ey Ulu Tanrım..

 

4 Mayıs 1885

 

*

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.