Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü IX. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Başlangıçta Paynslı Hugues ile Saint Omer’in örgütlediği özel bir ekibin koruyuculuğu altında, Kudüs’ün Caesarea ve Hayfa yerleşim birimleri arasındaki dağlık arâzîyi koruyan Tapınakçıların koruyuculuğu altında haç görevini yerine getiren modern paganların güvenlik gereksinmeleri zaman içinde artmış ve doğal olarak bu ekip içinde birtakım değişiklikler ortaya çıkmıştı. Eleman sayısı arttıkça örgüt içi disiplini sağlamak zorlaşıyor, örgütten beklentiler de katlanarak artıyordu. Kudüs’teki modern paganları korumak için Patriğin önünde yemin etmelerinden sonra Kudüs Patriği onlara belirli türden bir özerklik tanıdı, belirli bir miktar toprağı gelirlerini pay etmek üzere onlara tahsis etti. Daha sonra bu örgüte Süleyman Tapınağının Davut Kulesi tahsis edildi ve örgüt Îsâ Mesih’in Yoksul Şövalyeleri adıyla anılmaya başlandı, zamanla da Tapınak Şövalyeleri adını aldılar. Örgütlenme modellerini de kesin ilke ve esaslara dayandırdılar, bunlara mutlak itaati öngördüler, bu ilke ve esasların Kilise tarafından olumlanmasını sağlayarak bunlara kutsiyet atfettiler. Daha sonra da bu ilke ve esasları (Aziz!?) Bernard öncülüğünde Kurallar adlı bir broşürle yazıya döktüler, Tapınakçılara yapılan maddî yardımların bizzat Tapınakçıların istek ve hedefleri doğrultusunda özgürce kullanılmasını mümkün kıldılar. Vatikan yanlış hatırlamıyorsam 29 Mart 1139’da yayınladığı Omne datum Optimum isimli bildiride bu özerkliği artık resmen tanımış ve ilân etmiş oluyordu. Böylelikle Tapınakçılar istedikleri hemen her toprağa el koyma hakkına da sâhip oluyor, başlattıkları din emperyalizmi Kudüs ve civârında terör estiriyordu..

 

(Aziz!?) Bernard bu Kurallar’da Sümerlerin hemen tüm tapınak kültlerini modern paganlara duyurmuş oldu. Bu kültleri nereden öğrendiğini tam olarak bilmiyorum, ancak Kudüs’teki Talmud yazarlarından veya sözde Yahudi bilginlerinden öğrenmiş olma ihtimâli çok yüksek. Çünkü bu yazarlar ve bilginler Sümerlerin tapınak kültlerini çok daha anti-seküler bir hâle getirmiş ve başta Süleyman Tapınağı olmak üzere hemen tüm sinagoglarında devâm ettirmişlerdi.. Meselâ Sümerlerin tapınak kültlerinde bir râhibin evlenmesi yönünde herhangi bir engel yoktu, bu engeli hahamlar uydurdu. Tapınakçılar da bunu öğrenmiş ve sürdürmüş olmalı, çünkü tapınak kardeşliğine bir kadının alınması açıkça yasaklanmış olduğu gibi Tapınakçıların evlenmeleri ve hattâ bir kadına el sürmeleri bile açıkça yasaklanmıştı..

 

(Aziz!?) Bernard, Tapınakçılara tahsis edilen Süleyman Tapınağının başına bir baş râhip, sonradan verilen isimle: Büyük Üstat atanmasını öngörmüş ve onu tapınaktaki hemen her işten birinci derecede sorumlu tutmuştu. Sümerler bu baş râhiplere en derlerdi, Enler tanrıların özel işlerinden birinci derecede sorumlu râhiplerdi. Tapınakçılar için de Büyük Üstat düzenledikleri Ukkin Plahrumlarda Tanrı’dan emir alır(!?), bunu onlara bildirirdi(!?). Sümerlerde Enler aynı zamanda da tapınağa alınacak râhipler hakkında son karârı veren kimselerdi, bu râhiplerin kayıtlarını da Şatamlar tutardı, Tapınakçılar da bu Şatamlara tapınak komandörü adını vermişti.. Tapınakçılar için de ancak Büyük Üstat tapınak kardeşliğini benimseyip bundan sonraki hayâtını Tapınak Şövalyesi olarak geçirmek isteyen bir kimse hakkında son sözü söylerdi. Ayrıca hem Sümerler için hem de Tapınakçılar için tapınak içinde herhangi bir nedenle herhangi bir anlaşmazlığa düşülürse daha önce benimsenmiş olan ilke ve esaslar bu baş râhiplerin özgün yorumlarına göre yeniden değerlendirilir, baş râhibin ağzından çıkan her söz mutlak hakîkat kabûl edilirdi, çünkü baş râhibin (veya Büyük Üstat’ın) tanrılara (veya Tanrı’ya) en yakın kimseler olduğuna inanıyorlardı ve bizzat tanrılara (veya Tanrı’ya) danışarak bu anlaşmazlıkları karâra bağlayacaklarını sanıyorlardı..

 

Sümer tapınak kültlerinde Şatamların bir diğer görevi de tapınağa yapılan bağışların kaydını tutmaktı, bu işi Tapınakçılar da Tapınak Komandörlerine tahsis etmişlerdi. Bu komandörler tuttukları kayıtları belirli periyotlarla düzenlenen Ukkin Plahrumlarında Tapınakçılara sunar, bağışların ne şekilde kullanılacağı Büyük Üstat’ın öncülüğünde karâra bağlanırdı.. Sümer tapınak kültlerinde dînî törenleri düzenlemek, büyülerden korunmak, kehânette bulunmak, rüyâları yorumlamak ve yemek pişirmek ayrı ayrı râhipler tarafından yerine getirilir, tapınak içinde bu râhipler arasında özel türden bir hiyerarşi bulunurdu. Sümerler dînî törenleri düzenlemekle sorumlu râhiplere paşişu, büyülerden korunmakla sorumlu râhiplere aşipu, kehânette bulunmakla sorumlu râhiplere maş-şu-gid-gid, rüyâları yorumlamakla sorumlu râhiplere şa-ilu ve yemek pişirmekle sorumlu râhiplere de nuhammitu demişler, bu râhipler arasında yukarıdan aşağıya bu sıradan oluşan bir hiyerarşi kurmuşlardı.. Aynı hiyerarşi şu sıralar hahamlar arasında da uygulanmaya devâm ediyor mu, bilmiyorum. Ancak Kenneth Ouchi’ye bakılırsa bu hiyerarşi erken dönemlerde sinagoglarda da benimsenmiş, haçlı seferlerinin yaşandığı dönemlerde de başta Kudüs olmak üzere Trablusşam ve Antakya gibi Yahudi yerleşim birimlerinde de aynen sürdürülmüş..

 

...

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Bâbillilerin en önemli dînî merkezlerinden biri olan Borsippa’nın İsin’in kuzeybatısında, başkent Bâbil’in de güneyinde kaldığını söylüyor.. Eğer doğruysa bu kentte de yerleşimler çok eskilere dayanıyor olmalı, ancak kenti Hammurâbi’nin ele geçirmesinden sonra burası Bâbillilerin kutsal mekânlarından biri hâline gelmiş..

 

Rubert Pilkington, Lagaş kazıları sırasında bana Borsippa’nın koruyucu tanrısının Nabium, tapınağının adının da Ezida olduğunu ve bu kenti Hammurâbi ele geçirdikten sonra Ezida’yı Marduk’a adadıklarını söylemişti.. Kuvvetle muhtemeldir ki Nabium’un Marduk’un oğlu olduğu inancı bu dönemde doğmuştur, çünkü Ezida râhipleri Nabium ile Marduk arasında sağlam bir bağ kuramamış olsalardı işsiz kalırlardı!..

 

Erken dönemlerde Nabium, Sümerli lugalizlerin koruyucu tanrısıymış, Sümerler için lugalizlerin görev ve sorumluluklarının önemi zamanla Nabium kültünü geliştirmelerini sağlamış olmalı.. Sümer ülkesinde lugalizlerin temel görevleri kent krallarının emir ve buyruklarını yazıya geçirmekti. Hem krallarına ilişkin methiyeler yazmak ve bunları korumak, boş zamanlarında da tapınaklara gidip kayıt tutmaları sırasında şatamlara ve dînî törenlere ilişkin esasları, ilâhîleri ve birtakım ahlâk kurallarını yazıya geçirmekte olan paşişulara yardım etmek de lugalizlerin göreviydi. Dolayısıyla lugalizler Sümerler için geçmiş ile gelecek arasında bir köprüydü.. Sümerler Nabium’un lugalizleri ifritlere ve gidimlere karşı koruduğuna inanmışlardı. Lagaş’ta bulduğumuz bir silindir mühür bize bunları açıkça gösteriyordu. Hem bu mühürde Nabium’un simgesi olarak kama belirlenmiş, Nabium’u yarı yılan yarı ejderhâ garip bir canlının üzerinde göstermişlerdi ki bu canlı aracılığıyla lugalizleri ifritlere ve gidimlere karşı koruduğuna inanmış olmalılar..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Kiş kentinin Borsippa’nın kuzeyinde, Eridu’nun da kuzeybatısında olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Kiş, Bâbil’in doğusunda olmalı.. İbn-î Ceydân bin Ekber’e bakılırsa bu kent Tufandan sonra Sümerlerin ilk başkentliğini yapmış. Kuvvetle muhtemeldir ki Kiş bu dönemde büyük bir ticâret ve kültür merkezi hâline gelmiştir ve Kiş kralları da büyük bir îtîbâr kazanmıştır. Ama maalesef bugün îtîbârîyle arkeoloji dünyâsı Kiş hakkında da fazla birşey bilmiyor.. Biz Lagaş’ta Kiş krallarından biri olabileceğini düşündüğümüz Etana’ya ilişkin bir methiye bulmuştuk. Tablete de Etana Destânı Tableti adını vermiştik. Ne yazık ki tablet çok kötü bir hâldeydi ve bu methiyeyi tam olarak sökmeyi başaramadık. Ama söktüğümüz kadarıyla Etana kısırlığı ortadan kaldıracak bir bitki bulmayı başarmış ve bunu halkıyla paylaşmış..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Sippar kentinin Bâbil’in kuzeyinde, Kiş’in de kuzeybatısında olduğunu söylüyor. Hammurâbi zamânında bu kent de oldukça önemli bir kentmiş, ama Elâm Kralı Nahhunte tarafından yağmalandıktan sonra eski önemini kaybetmiş. Kentin en önemli yapısı olan Şerida Tapınağını da Kral Nahhunte yıktırmış. Daha sonra Bâbil Kralı Nabuapaliddina tapınağı yeniden yaptırmış.. Sümer mitolojisine göre Şerida, Utu’nun karısıdır. Utu da Larsa’nın kent tanrısı olduğuna göre Sipparlılar ile Larsalılar arasında ya çok sıkı bir ticâret ilişkisi vardı ya da birinden biri diğeri üzerinde siyâsî egemenlik kurmuş ve tanrılarını birbirleriyle ilişkilendirmişlerdi. Ama maalesef bu konu da belirsiz..

 

...

 

Aman tanrım!.. Saat sabahın dördü olmuş.. Yazmaya dokuz buçuk gibi başladığıma göre altı buçuk saattir yazıyorum demek ki.. Zamânın nasıl geçtiğini hiç anlamadım doğrusu.. Ama bu doğaldır, uzun zamandır hiçbir şey yazmamanın verdiği açlıkla kendimi bu işten alıkoyamadım.. Seyahatül Emînil Mihmandar biz Sümerologlar için gerçekten de bulunmaz bir hazîne.. Şu an tam karşımda duran kâğıt yumağına bakıyorum da Edward kitabın Mezopotamya bölümünü kopyalamayı bitirmiş ve bunu bana yatmadan önce söylemiş olmalı, ama duymamışımdır.. Ben de üstümü çıkartıp Edward’ın yanına gideyim.. Yârın, yâni bugün, bunları Pazar Âyininden önce Carlo’yla konuşmalıyım. Daniel’le de konuşacaklarım var.. Ama onlara kitaptan bahsetmeyi şimdilik düşünmüyorum..

 

Neyse.. Şimdi yatacağım..

 

3 Mayıs 1885

 

*

 

Sabah kalktığımda başım çatlıyordu.. Gözlerimi açmakta da epeyce zorlandım. Edward bana âcilen kalkmam gerektiğini, bugün Pazar Âyini yapılacağı için herkesin önünde çakı gibi görünmem gerektiğini söylüyor, bir taraftan da bana masaj yapıyordu. Gözümü açtığımda komodinin üzerinde özel bir içecek buldum. Edward benim bütün gece yazı yazdığımı bildiği için yorgun düşeceğimi tahmin etmiş ve bunu hazırlamış..

 

Yataktan kalkar kalkmaz kendimi banyoya attım. Soğuk bir duş iyi geldi.. Sonra da Edward’la birlikte hazırlanarak yemek salonuna doğru yöneldik.. Girişte Dennis’i gördüm. Yüzünde tuhaf bir merak okudum. Daha günaydın bile demeden bana kitap hakkındaki görüşlerimi sordu. Ayaküstü birşeyler söyleyip geçiştirdim, henüz yeterli bir inceleme yapamadığımı, biraz daha zamâna ihtiyâcım olduğunu söyledim..

 

Kısa bir süre sonra masada herkes yerini almıştı, Geary ile Stephen ise tembihlediğim üzere salonda değildi. Harold, Audrey’e nerede olduklarını sordu. Kaptan Plummer de Geary ile Stephen’in durumlarında bir değişiklik olmadığını, biraz daha dinlenmeleri gerektiğini söyledi. O an için Geary ile Stephen’in Kaptan Plummer’i kendilerinin rahatsız olduğuna inandırmış olabileceğini düşündüm, ama şu an böyle düşünmüyorum.. Ortada muhakkak gizli kapaklı birşeyler dönüyor ve gün geçtikçe içimi kaplayan şüphe atmosferi büyüyor..

 

Neyse, bu meseleye az sonra tekrar dönerim.. Dennis kahvaltı sırasında hemen hiç konuşmadı. Benim tam karşımda oturuyor, sanki hareketlerimi okumaya çalışıyordu. Sağımda Edward, solumda da Carlo vardı. Bir ara Carlo’ya kahvaltıdan sonra kendisiyle birşeyler konuşmak istediğimi söyledim. O an Dennis gözlerini büyüterek bize öyle bir baktı ki sanki kendisinden gizli birşeyler çevireceğimizi düşünüyordu.. Belli ki benden daha doyurucu bir cevap bekliyordu ve onu geçiştirmem kafasını bulandırdı.. Tanıyabildiğim kadarıyla Dennis aslında çok soğuk kanlı bir insan, ama bâzen çok fevrî hareketler sergileyebiliyor. Özellikle de işiyle ilgili konularda son derece hassas. Ben onu anlayabiliyorum.. Batı Anadolu’da yaşadıkları, onca acı ve sıkıntıya katlanmak zorunda kalmış olması Dennis’i mesleğine daha da fazla bağlamış ve bu gibi konularda daha da hassaslaştırmış olmalı.. Şimdi düşünüyorum da onu ayaküstü geçiştirmekte hatâ ettim.. Aslında amacım iyiydi, onu ve diğerlerini şimdiden heveslendirmek istemedim, hem Athenagoras’la da görüşmem lâzım.. Ama bunu daha uygun bir dille anlatmalıydım.. İlk fırsatta Dennis’in gönlünü almalıyım..

 

Kahvaltımızı tamamladıktan sonra Edward’la birlikte kamaramıza doğru yöneldik. Koridorun bitişiğinde Nick bana seslendi ve birşey konuşmak istediğini söyledi. Ben de ona şu an meşgûl olduğumu, Pazar Âyininden sonra kendisini dinleyebileceğimi söyledim. İçeri girdiğimizde üzerimizi çıkarttık ve Edward’la birlikte mutat şükür duâmızı yaptık. Sonra da giyindik ve ben Edward’ı aşağıya, kilere gönderdim, orada kimseye görünmeden kitabın geri kalan kısımlarını da kopyalamasını söyledim. Az sonra kamaraya Carlo geldi, içeri girdiğinde yüzünde çocuksu bir gülümseme vardı.. İhtiyar kurt hiç vakit kaybetmiyor, belli ki kendisiyle şu kayıp Eros Tapınağıyla ilgili birşeyler konuşabileceğimi düşünmüş olmalı..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber benim incelediğim bölümde Güney ve Batı Anadolu ile Mezopotamya ve özellikle de Persler arasındaki üç ticâret yolu hakkında geniş bilgiler veriyordu, bunları Carlo’ya danıştım. Kitaptan aldığım notları gördü, bunları nereden bulduğumu sordu, ben de yolculuğa çıkmadan kısa bir süre önce British Museum’un arşivinden derlediğimi söyledim. Carlo’nun yüzünde belli belirsiz bir hayâl kırıklığı vardı. Sanırım kendisiyle şu Eros Tapınağı hakkında konuşacağıma o kadar inanmış olmalı ki bana sitem dolu bakıyordu..

 

Carlo’yla kitaptan aldığım notlar hakkında uzun uzun konuştuk ve Dennis’in haritaları üzerinden epeyce tartıştık. Carlo, İbn-î Ceydân bin Ekber’in Pasargad, Hasede ve İpsos ticâret yolları hakkında söylediklerini yanlışlayabilecek hiçbir şey söylemedi ve hattâ bu bilgileri kendisiyle niye daha önce paylaşmadığım konusunda bana sitem bile etti. Ben onu da birkaç beylik cümleyle geçiştirmeyi denedim, ama ihtiyar kurt bana iknâ olmadı..

 

Aslında biraz daha dirensem susmayı kesinlikle başarabilirdim, ama İbn-î Ceydân bin Ekber hakkında ivedilikle konuşmak istiyordum, dün bütün gün ve gece boyunca zihnimden geçenleri birikimleri yüksek olan ve hayat tecrübesine de güvendiğim Carlo’yla paylaşmak konusunda kendime daha fazla engel olmamalıyım diye düşündüm ve sonunda ona durumu anlattım..

 

Tanrım.. Ben konuşurken Carlo’nun beni ne kadar dinlediğinden emin değildim, daha ilk cümlemden îtîbâren yine o çocuksu gülümsemesiyle ellerini ovuşturuyor, arada bir Tanrı’ya duâ ediyordu.. Carlo, İbn-î Ceydân bin Ekber ve Seyahatül Emînil Mihmandar isimli kitabından haberdâr olmamızı, bunun bu şekilde gerçekleşmiş olmasını Tanrı’nın inâyeti olarak görüyor, bu yolla tüm ömrünü adadığı şu kayıp Eros Tapınağının yerinin kendisine Tanrı tarafından sunulacağına inanıyordu.. Bana kitabı incelemek istediğini söyledi, ona bunun henüz mümkün olmadığını söyledim, ama uygun bir zamanda kitabı ona verebileceğimi söyledim..

 

Tam o sırada içeri Edward geldi, Âyinin başlamak üzere olduğunu ve bizi beklediklerini söyledi.. Kamaradan çıkarken Carlo’ya ağzını sıkı tutmasını ve bunlardan kimseye bahsetmemesini tembih ettim. Carlo o kadar heyecanlı ve sevinçli görünüyordu ki bunu ağzı yapmasa bile sanki gözleri yapacakmış gibiydi.. Hele bütün gün ondan Eros Tapınağı hikâyeleri dinleyen Nick ve Miles’ın Carlo’yu bu hâlde görür görmez birşeyler sezebileceğini düşündüm ve Carlo’ya âyine katılmasının doğru olmayabileceğini söyledim. Bana bu konuda kendisine güvenebileceğimi söyledi, kontrolünü kaybetmeyeceği konusunda temînat verdi, ama işler maalesef öyle gelişmedi:

 

Salona geçtiğimizde yine Moses ve Daniel ile Gage hâriç tüm ekip ve mürettebat oradaydı. Biz de yine ilk sıradaki yerimizi aldık, yine sağımda Edward, solumda da Carlo vardı. Kaptan Plummer de yine elindeki İncille birlikte duvardaki Îsâ Mesih portresinin önünde yerini almıştı.. Maalesef Geary ile Stephen de yine en arka sırada yerlerini almıştı. Onlara o kadar tembih ettiğim hâlde kamaralarından dışarı çıkıp ekibin arasına karışmışlardı.. Sonradan öğrendim ki onları oraya Kaptan Plummer zorla getirmiş.. Kaptan Plummer’in bu ikiliye olan ilgisi gerçekten de çok dikkatimi çekiyor, kendisi ekipte başka hiç kimseye göstermediği ilgiyi onlara gösteriyordu. Eğer Geary ile Stephen onu hasta olduklarına ustalıklı bir biçimde iknâ etmemişlerse ortada muhakkak benim bilmediğim birşeyler dönüyordu.. Kim bilir, belki Geary ve Stephen ile Kaptan Plummer’in tanışıklıkları çok eskilere dayanıyordur ve belki de Kaptan Plummer de onlarla işbirliği hâlindedir.. Hele Nick’le konuştuktan sonra bu konudaki kaygılarım daha kuvvetli bir hâle geldi..

 

Âyin bittikten sonra, tam dağılmak üzereyken Gelis, Carlo’ya yine o mutat şakalarından birini yaptı, ama Carlo’nun buna tepkisi alışıldık değildi, bir hışımla arkasına döndü ve gözlerini Gelis’in gözlerine dikerek ona Eros Tapınağının bizim kazı bölgesinde olduğunu, kazılar sırasında bu tapınağı bulacağımızı söyledi.. Tanrım.. Carlo o kadar sinirli, o kadar kendinden geçmişti ki her an Gelis’i dövebilirdi.. Tanrım.. Belli ki kafasından tüm ömrünü aslında bir hiç uğruna adamadığını, bu kazı sırasında ne kadar büyük bir arkeolog olduğunu kanıtlayacağını geçiriyordu.. Tanrım.. Gelis ona nasıl bu kadar kesin konuşabildiğini sorduğunda ise Carlo herşeyi anlattı.. Tanrım..

 

İşte, sonunda Carlo yapacağını yapmıştı.. Tanrım.. Ekip içinde homurtular yükseldi, her kafadan bir ses çıkıyor, bana kuşkulu bakışlar yöneltiyorlardı.. Ben de pencerenin önüne doğru yürüdüm ve ekibi susturdum. Onlarla konuşmak için Athenagoras’ı almayı beklediğimi, yârın Sicilya’ya vardığımızda geniş bir toplantı yaparak kendileriyle konuşacağımı, şimdilik bu konuyu kapatmaları gerektiğini söyledim ve Edward’la birlikte yemek salonundan dışarı çıktık..

 

Tanrım.. Gerçekten de Carlo’ya o an için çok kızdım, ekibin İbn-î Ceydân bin Ekber’i ve kitabını ilk benden duyması gerekirdi.. Ama şimdi düşünüyorum da Carlo’nun içinde bulunduğu durumda böyle bir şeye kalkışması hiç de anlaşılamaz değil.. Ve şu an kendi kendime şunu soruyorum: acabâ günün birinde ben de kayıp Meryem Ana İncilini bulursam bunu Başpiskopos Baldwin’e veya Edward’a danışmadan açıklar mıyım!? Ve hattâ Vatikan’ın aforoz karârını bizzat kendi ellerimle yazıp bunu St. Simeon Kilisesinin kapısına asar mıyım!? Bilmiyorum..

 

Günün ikinci büyük olayı Nick’ten geldi: kamaraya döndüğümüzde ben tekrar kitabı incelemeye koyuldum ve Güney ve Batı Anadolu’ya ilişkin bâzı notlar aldım. Bunları daha sonra günlüğüme geçeceğim.. Bir süre sonra kapı çaldı, gelen Nick’ti. Bana müsâit olup olmadığımı sordu. Ben de eğer İbn-î Ceydân bin Ekber ve kitabı hakkında değilse müsâit olduğumu söyledim. Bana Kaptan Plummer hakkında konuşmak istediğini söyleyince onu içeri buyur ettim, kitabı da kopyalamaya devâm etmesi için Edward’a verdim ve onu yeniden kilere gönderdim.. Doğrusu Nick’in söyleyeceklerini çok merak ediyordum, zâten kahvaltıdan hemen sonra da benimle konuşmak istediğini söylemişti, onu bu kadar hareketlendiren şeyin ne olduğu benim için dikkat çekiciydi. Ve sonunda anladım ki Kaptan Plummer hakkındaki endişelerimde pek haksız sayılmam:

 

Dün akşam Nick’in midesi çok fenâ hâlde bulanmış, Kaptan Plummer’in kamarasına giderek kendisine daha önce Miles’a ikrâm ettiği bitki çaydan yapmasını isteyecekmiş. İçeri girdiğinde Kaptan Plummer orta büyüklükte bir sandığın içine birşeyler tıkıştırıyormuş. Nick durumunu anlattığında Kaptan Plummer sandığı açarak çay için gerekli malzemeleri çıkartmış, o sırada Nick sandıkta bir adet kripteks ve eski bir elyazması ile iki adet Tapınak Şövalyelerine özel olarak tahsis edilen endüljans görmüş. Sandığın içinde başka şeyler de varmış, ama onları seçememiş.. Nick, Kaptan Plummer’e bunları nereden bulduğunu sormuş. Kaptan Plummer birdenbire endişelenmiş, elleri de titremeye başlamış. Nick’e bu sandık ve içindekilerin eski bir aile yâdigârı olduğunu, bunların büyük büyük dedelerinden kendisine kaldığını söylemiş. Nick kripteksi incelemek için sandığa doğru yöneldiğinde Kaptan Plummer onu sert bir dille uyararak bunu yapmaması gerektiğini söylemiş. Konuşurken alnından da terler damlıyormuş. Malzemeleri alarak kamaradan birlikte çıkmışlar.. Nick bu olup bitenlere, sandığın içinde gördüklerine bir anlam verememiş ve bunları benimle konuşmak istemiş..

 

İşte, durum iyice karmaşıklaşıyor.. Zâten başından beri bu kazı projesi hakkında çok ciddî kuşkularım vardı, artık kafam almıyor.. Ama gemideki ilk Tapınak Şövalyesi deneyimimden sonra Nick’in anlattıklarına karşı biraz daha temkinliyim ve kafamda Kaptan Plummer ile Geary ve Stephen arasındaki ilişkilere dâir bâzı olasılıklar uçuşuyor.. Kafamdaki bu sis perdesini dağıtmak için şu iki soruya ivedilikle cevap bulmalıyım: 1) Kaptan Plummer bir Tapınak Şövalyesi mi yoksa onlara sempati duyan sıradan bir Katolik mi? Eğer bana söylediği doğruysa, yâni gerçekten de evlenmişse şu hâlde Tapınak Şövalyesi olma ihtimâli azalıyor, fakat bu sefer de mason olma ihtimâli artıyor.. Çünkü İrlanda meselesi hakkında masonlardan yardım istemek için onlarla ittifak kurmuş olabilir, babasının ve dolayısıyla da ailesinin başına gelenler nedeniyle masonların koruyuculuğa sığınmak istemiş olabilir.. Eğer bu olasılık gerçekse bu gemi yolculuğunun da bir tür silâh kaçakçılığıyla ilgisi olabilir, belki de bölgeye kaçak silâh taşıyoruzdur.. Tanrım.. Bölgenin karmaşık siyâsî coğrafyası îtîbârîyle masonlar bu işe kalkışmış olabilir.. Tanrım.. Hem üstelik eğer bana söylediği gibi daha önce silâh kaçakçılığı konusunda başarısız olduysa, bu durum yetkililerce biliniyorsa Birleşik Krallığa girmesinin de yasaklanmış olması gerekir, şu hâlde içinde Lordlar Kamarasının parmağı olan bir projede İrlanda meselesinde aktif bir rol oynamış bir kimsenin yer alması Lordlar Kamarasındaki masonların bir başarısı olabilir.. Tanrım.. 2) Yoksa Kaptan Plummer de Geary ve Stephen gibi bir defîne avcısı mı ve aralarındaki samîmiyetin kaynağı bu mu? Belki de Kaptan Plummer, Geary ile Stephen’le çok daha öncelerde tanışmıştır, bu bölgede önemli bir defîne bulacaklarına inanmışlardır, ben Geary ile Stephen’i deşifre edince de çok büyük bir hayâl kırıklığına düşmüşler ve bana karşı çok büyük bir nefret duymaya başlamışlardır.. Bu durumda Kaptan Plummer’i bu projede görevlendiren kişi veya kişiler de Geary ile Stephen’i bir arkeolog gibi gösterip bizim aramıza yollayan kişi veya kişilerle aynıdır.. Ve dolayısıyla Kaptan Plummer’in mason olduğunu düşünmek için haklı bir neden kalmaz, şu hâlde sandığın içindekiler de sıradan bir aile yâdigârıdır.. Tanrım.. En kötü senaryo şu: belki de Anglikan Kilisesi, Lordlar Kamarası ve Vatikan arasında çok ********* bir hesaplaşmanın tam ortasındayız.. Tanrım, sen benim aklımı koru!..

 

...

 

Nick’i telâşa düşürmek istemedim ve Kaptan Plummer’in ağzını arayacağımı, durumu ivedilikle aydınlatıp kendisine haber vereceğimi söyledim ve onu yatıştırdım.. Bugün gerçekten de dehşet bir gündü.. Yolculuğumuzun başından beri kendimi en kötü hissettiğim gün bugündü.. Üst üste aksaklıklar, hatâlar, sır ve gizem dolu davranışlar, siyâsî entrikalar.. Yemek saatine kadar uzandım..

 

Şu son zamanlarda sinirlerim çok gergin.. Bâzen istemeyerek kalp kırabiliyorum.. Tanrım, sen beni istemeyerek yaptığım günâhlardan dolayı hesâba çekme.. Akşam yemeğinde Audrey’in kalbini kırdım.. Masada su bitmişti, ondan sürâhiyi doldurmasını istedim, gecikince sinirlendim ve ona sert çıkıştım.. Tanrım.. İçine düşmüş olduğum bu buhran dolu günlerimde hıncımı Audrey’den almaya çalıştım.. Tanrım.. Yemeğin ardından onun gönlünü almaya çalıştım, ama olan olmuştu; bunu ne kadar başarabildiğimi zaman gösterecek.. Tanrım..

 

Tanrım.. Sen bana iç huzuru ver.. Tanrım, iç huzurum kalmayınca başkalarını da huzursuz ediyorum.. Bu konuda Selmâ benden çok çekti, beni sevmese gücenirdi de, ama sevgimiz bu hareketlerimin üzerini örtecek kadar büyüktü.. Ben ne kadar soğuk kanlı birisi olsam da bâzen fevrî hareketler de sergileyebiliyorum işte.. Sürekli olarak British Museum’da engellenmem, çalışmalarımın sansüre uğraması, mason olduğunu düşündüğüm kimseler tarafından sık sık disiplinsizlik suçuyla ithâm edilmem ve bunun gibi şeyler Selmâ’yla olan ilişkilerime de yansıyordu. Kadıncağız onca sıkıntıyı göze alarak; ailesini, ülkesini, arkadaşlarını arkasında bırakarak binlerce kilometre uzağa, Londra’ya, benim yanıma gelmişti, bense onu fevrî hezeyanlarımla incitiyordum.. Kim bilir, belki de Selmâ’yı hiç hak etmemişimdir.. Bana kırgın olmadığını biliyorum canım karıcığım, ama seni kendime karşı koruyamadığım için beni affet..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yârın çok yorucu bir gün olacak.. Sicilya’ya saat on iki sularında varacağımızı sanıyoruz. Athenagoras’ı alana kadar şu Kaptan Plummer meselesini aydınlatmaya çalışmalıyım. Sanıyorum bu gizem perdesi şu sandığın içindekileri görürsem biraz olsun aralanacak. Bir yolunu bulup bunları incelemeliyim. Nick’e bakılırsa kripteks ve endüljanslar orijinâl.. Dilerim yanılıyordur, eğer yanılmıyorsa bile dilerim bu işin içinde Vatikan yoktur ve Kaptan Plummer bunları başka bir yoldan edinmiştir.. Dilerim yârın bunu aydınlatmayı başarırım. Tanrı bana yardımcı olsun..

 

...

 

Şimdilik bunları düşünmemek sanırım en iyisi.. Biraz kafamı dağıtsam iyi olacak..

 

Anladığım kadarıyla Normon çok başarılı bir arkeolog olmasının yanı sıra, aynı zamanda da bir o kadar başarılı bir antropolog.. Ben kendisiyle gemide tanıştım ve ona kısa zamanda kanım kaynadı.. Normon daha önce Çarlığın kuzeyinde sürdürülen Türkoloji çalışmalarına katılmış, Türkler hakkında geniş incelemeler yapmış. Ne var ki ekibin buradaki birtakım faaliyetlerini görünce onlardan ayrılmış, döndüğünde de Berlin Krâliyet Müzesi’nden istifâ etmiş ve İngiltere’ye, bir ahbâbını ziyârete gelmiş, bir daha da Birleşik Krallıktan hiç ayrılmamış. Kendisine Türkoloji çalışmalarını niçin yarıda kestiğini ve istifâ ettiğini sorduğumda bana özetle şunları söylemişti:

 

Almanlar, Berlin’den Basra Körfezine kadar uzanan coğrafya üzerinde siyâsî egemenlik kurmaya çalışıyor, Osmanlı Devleti’nin topraklarını da bir tür sıçrama tahtası olarak kullanmak istiyormuş. Hem Çarlığın Orta ve Uzakdoğu ticâreti üzerindeki tahakkümünü de kendi tekellerine almak ve İngilizlerin Hindistan’daki sömürgelerini ele geçirmek istiyorlarmış. Ne var ki Çarlık ile İngilizler birleşerek Anadolu’nun kapılarını Almanlara kapatınca onlar da bu coğrafyayı Berlin-Buhara demiryolu üzerinden Orta Asya’ya geçip buradan Orta ve Uzakdoğu’ya asker sevkıyâtı yaparak ele geçirmeye ve bu yolla Hindistan’ı sömürgeleştirmeye karar vermiş. Bu projenin gerçekleşmesi için Çarlığın kuzeyinde birtakım karışıklıklar çıkartılmalı, burada önemli bir çoğunluk olan Türkler, Çarlık yönetimine karşı kışkırtılmalıydı.. İşte, Normon ve ekibi de aslında bu işe hizmet etmek, buradaki Türklere, Türk olduklarını hatırlatarak bölgeyi Çarlıktan kopartmaya çalışarak Çarlığı Türklerle meşgûl olmaya zorlamakla görevlendirilmiş. Normon bunu anladığı anda ekipten derhâl ayrılmış ve gerisingeri Berlin’e dönmüş. Ekip ise bölgede yüzey incelemesi görünümü altında Turancılık propagandaları yapmaya devâm etmiş..

 

Şu Türkler gerçekten de çok enteresan bir millet.. Yetmiş iki millete hükmetmekle övünürler, ama siyâsî entrikalara ve emperyalistlerin kirli oyunlarına o kadar yabancıdırlar ki aslında kimin kimi yönettiğini anlayamazlar.. Ne kadar ilginçtir ki Turancılık asıl etkisini Çarlığın kuzeyinde değil, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da gösteriyor.. Tâkip edebildiğim kadarıyla şu son dönemlerde Osmanlı aydınları arasında Turancılık fazlasıyla moda olmuş durumda. İstanbul’da sık sık toplantılar düzenliyorlarmış, bunların haberleri bize kadar geliyor. Bizim oryantalistler bu tür entrikalar kurmaya pek meraklı olduğu için bu tür haberlerin Birleşik Krallıkta müşterisi çok. Özellikle de The Times’da bu konularla ilgili olarak haftada en az dört-beş makâle çıkıyor, zâten The Times, İngiliz yerli ve komprador burjuvasının yayın organından başka birşey de değil..

 

Gerçekten de şu Türkler çok enteresan bir millet, bunların aydınları da çok enteresan.. İçe dönük bir oryantalizm yapmakta olduklarını anlayamıyorlar. Batı emperyalizminin geliştirdiği kavram ve projelerle düşünenlerin, onların sömürgesi olmaktan kurtulamayacağını anlayamıyorlar.. Bu o kadar öyle ki kendi târihlerini bile Batılı târihçilerin kitaplarını çevirerek öğreniyorlar. Bilmiyorlar ki bu târihçilerin kaleminden çıkan her bir satır kendi hükümetlerinin jeo-politik ve jeo-stratejik hedeflerine hizmet eder.. Bu konuda Fransız târihçilerinin başarılarına(!?) diyecek yoktur(!?). Napolyon zamânından beri başta Balkanlar olmak üzere Orta Avrupa ve Kuzey Afrika’da ne kadar “bilimsel” araştırma yapılmışsa bunların hemen hepsi Fransız yönetiminin desteklediği sivil örgütlerle finanse edilmiş ve temel olarak Fransızların kendi kültürlerinin, toplumsal yapılarının, değerlerinin vb. üstün olduğu tezini kabûl ettirmeye yönelmiştir.. Ve hattâ bâzı Fransız târihçileri Afrikalıları atalarının sarışın olduğuna bile inandırmaya çalışmış.. Meselâ Louis Narmonte bu lânet heriflerin önde gelenidir.. Sözüm ona zencîlerin ataları sarışınmış, ancak onlar Tanrı’ya karşı işledikleri günâhların bedeli olarak ten renklerini kaybetmişler.. Narmonte’ye göre zencîler bu günâhların bedelini ancak Avrupalılara kölelik yaparak, onların takdîrini kazanarak, onların duâlarıyla Tanrı’ya yakarmalarıyla ödeyecek ve atalarının rengine kavuşacakmış.. Tanrım.. İşte şu ilk günâh zırvalıklarının değişik bir formu daha.. Tanrım.. Şu insanoğlu Tanrı’nın her bireyi ancak kendi günâhlarından dolayı sorumlu tutacağını, aksini düşünmenin ne denli saçma olacağını, bunun Tanrı’nın merhametiyle aslâ bağdaşmayacağını anlayamıyor.. Tanrım.. Ey Ulu Tanrım, niçin Barbara gibi zencîlerin sayısını az yarattın.. İşte, böyle çarpık zihniyetli insanları tanıdıkça, başta bu Fransız târihçileri olmak üzere bu lânet heriflerin kitaplarını okudukça, onların yol açtıkları felâketleri gördükçe Barbara’ya duyduğum saygı ve hayranlık da geometrik artışla katlanarak artıyor..

 

Tanrım.. Tâ öteden beri şu Alman târihçilerinin en büyük özlemi ve aynı zamanda da en büyük saplantısı da (sözde) Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunu diriltmek ve bu imparatorluğun bünyesi altında bir dünyâ imparatorluğu kurmak, Almanların dünyâ imparatorluğu kurmasını sağlayacak malzemeleri hazırlamak olmuştur. İşte bu târihçiler de Roma İmparatorluğunun hemen tüm ekonomik ve siyâsî politikalarını en yüksek değerler olarak sunmuştur/sunmaktadır. Bu târihçilere göre bu politikalar bir devleti ayakta tutmanın en ideâl yoludur(!?).. Pekî o zaman Roma İmparatorluğu neden önce ikiye ayrıldı ve sonra da her iki parçası da yok olup gitti.. Mesele sâdece teolojik bir mesele miydi ki bir mezhep bölünmesiyle bunlar gerçekleşti.. Meselâ Osmanlı ülkesinde de mezhep bölünmeleri var, ancak orada Şiîler ile Sünnîler niçin ayrı bir devlet çatısı altında yaşamayı istemedi, bunu akıllarından bile geçirmedi!? Hem de Îran’dan sürekli olarak Şiîlik propagandası yapıldığı hâlde bile.. Ve hattâ İmparator Konstantin’in Hıristiyanlık nâmına modern paganlığı seçmiş olmasının nedeni basit bir inanç meselesi değil, Doğuda büyük bir güç hâline gelen modern paganları yanına almak istemesinden kaynaklanıyordu ve hattâ modern paganlık eğer resmî din hâline getirilecek olursa Grek paganlığının Roma versiyonunun ve Mısır paganlığının yarattığı karmaşaya da son verilecek, belirli bir ortaklık sağlanarak devletin parçalanmasının önüne geçilecekti. Yâni İmparator Konstantin dîni siyâsete âlet etmiş, imparatorluğunun sınırlarını korumaya çalışmıştı.. Pekî ya Osmanlı Devleti’nin şu son dönemlerde içine düşmüş olduğu sorunların kaynağı olarak devletin resmî politikalarını gören ve bunların aşılması nâmına Romalıların ekonomik ve siyâsî politikalarını model olarak sunan Osmanlı aydınlarına ne demeli!? Şu hâlde bu aydınlar dîni siyâsete âlet etmeyi, halkın dînî inançlarını ekonomik ve siyâsî hedefler doğrultusunda sömürmeyi vb. kısacası din emperyalizmini öğütlemiş olmuyor mu..

 

Gerek Batı Roma İmparatorluğu gerekse Doğu Roma İmparatorluğu târih sahnesinde bu kadar uzun tutunabilmesini işgâl ettikleri yerlerde halkın diline, dînine, kültürüne, târihine vb. yaptıkları saldırılara borçludur. Meselâ Ermenîlerin modern paganlığı kabûl etmesi Doğu Roma İmparatorluğunun üstün bir başarısıdır(!?), bu başarı onlara Kafkasların kapılarını açmıştır.. Bu konuda en önemli işbirlikçileri de (Aziz!?) Mesrop Maştotz olmuştur; bu lânet herif de I. Narses tarafından Ermenîleri modern paganlığı kabûle hazırlamakla görevlendirilmiş bir işbirlikçiydi, Kitâbı Mukaddesi Ermenîceye çevirdi, bunu yaparken Ermenî alfabesi ile Eski Yunanca alfabesini birleştirdi, Ermenîcenin içine bu dilden yığınla kelime yerleştirdi, Ermenîleri dil, din ve kültür îtîbârîyle Yunan-Latin boyunduruğuna hazırladı.. Gerek I. Narses gerekse Mesrop Maştotz bu faaliyetlerin vahye dayandığını, Tanrı’nın istenci üzerine Ermenîceyi tanrı kelâmına uygunluklu hâle getirdiklerini iddiâ ediyordu. Yâni sözüm ona Tanrı, Ermenîleri eski dilleriyle anlamıyormuş, bu yeni dille birlikte kendisine yapacakları yakarışları anlayacak ve onları mükâfatlandıracakmış.. Tanrım.. Bu mahlûklar Tanrı’ya karşı ne büyük bir küfrün içindeler, emperyalist faaliyetleri haklı çıkartmak için Tanrı’yı ve dînî hassâsiyetleri nasıl da sömürüyorlar böyle.. Ne kadar acıdır ki Mesrop Maştotz da, bu kültür düşmanı ve emperyalizm işbirlikçisi mahlûk da aziz mertebesine lâyık görüldü.. Bu da yetmiyormuş gibi Ermenîleri dinsel şovenizme hazırlamak için Eski Yunan müziğinden türettiği, Ermenî otantik müziğinin yerine yerleştirmek istediği yeni müzik tarzında ortaya koyduğu ürünlere kilise ilâhîleri pâyâsı biçildi.. Yâni gerek Batı Kilisesi gerekse Doğu Kilisesi Ermenîlerin kendi kültürlerine yabancılaşmalarını anlatan çalışmaları ölümsüz bir âbide hâline getirdi ve bunları taçlandırdı.. Tanrım.. Oysa ki Osmanlı Devleti, Batının bunca saldırılarına, bunca entrikalarına, bunca aşağılamalarına rağmen hâlâ dipdiri ayakta olmasını tâ öteden beri uyguladığı hoşgörü politikalarına borçludur.. Bu o kadar öyledir ki Osmanlı Devleti’nin siyâsî egemenliğinin sona erdiği ülkelerde yerli halk dil, din ve kültür bakımından çok büyük bir sömürüye açık bir hâle geliyor, kim onların topraklarına göz dikmişse dilleri, dinleri ve kültürleri onlar tarafından eritiliyor.. Tanrım.. Bu aydınlar kendi târihlerini, kendi dinlerini, kendi kültürlerini vb. bu oryantalistlerden okumaya ne zaman son verecek!.. Ya da son verebilecekler mi!.. Tanrım.. İşte bu oryantalist târihçiler emperyalizmin işbirlikçileridir, yerli halkı Batının sömürgesi olmaya hazırlarlar.. Bu lânet heriflerin aptallık hipnozunda kalan yerli aydınlar da onların taşeronluğunu yapar.. Roma İmparatorluğunda yapıldığı gibi devlet mekanizmaları aracılığıyla din emperyalizmine kalkışılması Osmanlı Devleti’nde de ciddî karışıklıklar meydana getirecek, bu yolla devlet zayıflatılarak Batının kucağına oturtulacaktır.. İşte, bu içe dönük bir oryantalizm yapmakta olan Osmanlı aydınlarının kendi devletlerine, kendi milletlerine revâ gördükleri budur.. İşte, şu son dönemlerde Osmanlı aydınları arasında başlayan bu Turancılık modası da bu lânet heriflere yaptıkları taşeronluğun resmidir.. Tanrı şu Türklere ve aydınlarına akıl ve sağduyu versin!..

 

Düşünüyorum da içe dönük bir oryantalizm yapmakta olan Osmanlı aydınları aslında homojen bir görünümde değil, bunlardan bâzısı yanlış bir objektivizm görüşüne dayalı olarak bu işleri sürdürüyor. Ben bu aydınlardan Mahmut Hilmi Bey’i yakînen tanıyorum, kendisiyle Londra’da özel bir dâvette tanışmıştım. O zamanlar İslâm Üzerine Düşünceler isimli risâlesini henüz yeni yayınlamıştı. Risâlesini İngilizce olarak yazmış, ilk baskısını Londra’da yapmış, Osmanlıcaya da çevrilmek üzereydi. Bana da bu risâlenin bir baskısını hediye etmişti. Sevgili karım Selmâ’yla birlikte okumuştuk bu risâleyi ve bunun üzerinde uzun uzun tartışmıştık.. Maalesef Mahmut Hilmi Bey yanlış bir objektivizm görüşüne sâhipti, kendisi risâlesinde sergilediği tutum nedeniyle mâsum, ama oryantalistlere vermiş olduğu destekten dolayı insanlık vicdânında sorumlu tutulması gereken bir Osmanlı aydını.. Gerçekten de din olgusu karşısında kişinin objektifliğini koruması çok güçtür. Daha doğduğu ilk andan îtîbâren ailesi, yakınları, içinde bulunduğu çevre vb. kişiyi belirli yönlere doğru sürükler, onu koşullandırır.. Hem nasıl ki bir kâğıdı gözümüze ne kadar yaklaştırırsak üzerindeki yazıları okumamız da o kadar zorlaşır, başta din olgusu olmak üzere insan dünyâsında olup bitenler hakkında da benzer bir durumla karşılaşırız.. Ben meselâ modern paganlığın bu kadar sıkı bir eleştirisini yapabiliyorsam bunu kuşkusuz Naturalist olmama borçluyumdur; pagan geleneklerine karşı aldığımız tavra, kendi dünyâ görüşümüze, kendi değerler sistemimize.. Dolayısıyla, düşünüyorum da eğer sâdece bir Sümerolog olarak kalsaydım modern paganlığın eleştirisini belki de hiçbir zaman yapamayacaktım, çünkü edindiğim bulguları nereye oturmam gerektiğini, nereden hareketle neyi yerip neyi savunmam gerektiğini hiçbir zaman anlayamayacaktım.. Gerçekten de bâzen kendimize; hayâtımıza, ilişkilerimize, dünyâ görüşümüze vb. dışarıdan bakmamız gerekir, biz kaçsak da attığımız her adımda bu gerekliliği çoğaltır, sonunda da anaç bir hâle getiririz. Ancak dışarıdan bakmak için eğer özel birtakım amaçları olan insanlardan, gruplardan, kurumlardan vb. yardım isteyecek olursak işte o zaman işler değişiyor, bu tür bir objektivizm kişiyi o kişi olmaktan çıkartıyor, başkalarının kuklası hâline getiriyor..

 

İşte, Mahmut Hilmi Bey de risâlesinde kendi dînine dışarıdan bakmak nâmına oryantalistlerin sözcüğüne soyunmuştu.. Meselâ Nicolas Andre isimli bir Fransız oryantalistin bütün tek tanrılı dinlerin aynı tanrıya inandığı, aynı tanrıdan olduğu, aynı tanrıya ibâdete yöneldiği, ancak ibâdet ritüelleri arasında farklar olduğu, bunların ötesinde özü îtîbârîyle tüm tek tanrılı dinlerin aynı olduğu yollu görüşü Mahmut Hilmi Bey’i de derinden etkilemişti. Kendisi risâlesinde İbrâhimî Dinler biçiminde bir deyim kullanıyor ve Müslümanlığın ibâdet ritüelleri konusunda aşırı bir tutum sergilediğini, başka tek tanrılı dinlerde olduğu gibi bunlarda azaltmalar yapılabileceğini söylüyor ve modern paganlarda yalnızca ruhban sınıfının oruç tutmasını, diğerlerinin kefâletinin bu ruhban sınıfı tarafından ödenmiş olacağı inancını kendi görüşlerine kanıt olarak sunuyordu.. Mahmut Hilmi Bey bilmiyor ki Nicolas Andre de tıpkı diğer Fransız oryantalistlerinin yaptığı gibi Afrikalıları modern paganlığa hazırlamak için modern paganlık ile Müslümanlık arasındaki farkları azaltmak, Müslümanlığı özüne yabancılaştırarak Afrikalıları Kalvinistlerin kucağına oturtmak için bu görüşleri ortaya koydu ve hattâ Cezâyir’de geniş halk kitlelerini arkasına katmayı başardı..

 

Gerçekten de Batılılar için Müslümanlık, Hıristiyanlığın heretik bir mezhebidir ve Batılı bir ilâhiyatçı en temelde bu “heretik mezhep”i “düzeltmek”, “yola getirmek”, “iyileştirmek” ister, bunun alt yapısını hazırlar, bu konuda ortaya birtakım malzemeler koyar ve bunlar da oryantalistlerin teolojik nitelikli argümantasyonlarında kullanılır ki bunların Müslümanlara değil en ufak bir faydası, çok büyük zararlar vereceği ortadadır.. İşte, Mahmut Hilmi Bey bu yanlış objektivizminden dolayı aslen mâsum, ama insanlık vicdânında sorumlu tutulması gereken bir Osmanlı aydını..

 

Selmâ bu risâleyi okur okumaz Allah’ın Yahova’yla bir tutulamayacağını bu zâtın nasıl olup da anlayamadığını sorgulamış, benimle de sıkı bir tartışmaya koyulmuştu.. Gerçi bâzı konularda Selmâ’yla anlaşamazdık, ancak her ikimiz de şu İbrâhimî Dinler deyiminin oryantalizmin ********* bir tuzağı olduğunu biliyorduk, bu tuzağa karşı fazlasıyla duyarlıydık.. Ve her ikimiz de Mahmut Hilmi Bey’in iyi bir tatlısu aydını olduğunda da hemfikirdik.. Dilerim Osmanlı ülkesinde bu tatlısu aydınlarının sayısı giderek azalır ve bu aydınlar ivedilikle akıllanır, yırtıcı hayvanlara; yâni modern paganlara, evet bu hayvanlara yem olmaktan kurtulur..

 

Pekî o zaman nasıl bir objektivizm? Ama önce şunu sormak lâzım: kendimize dışarıdan bakarken kendisine başvurduğumuz kişi veya kurumların bizim üzerimizde kötü emelleri olmadığından nasıl emin olacağız? Bence mutlak bir emin olma durumu aslâ mümkün değil ve bu nedenle bu tür bir objektiflik aramamak lâzım.. Bence objektivizm ancak akıl ve olgu bilgileriyle olanaklı. İşte, asıl objektivizm kişinin kendi akıl ve olgu bilgileri eşliğinde kendini yargılamasıdır, bunu yaparken kendine karşı samîmiyetini aslâ yitirmemesidir.. Dolayısıyla aklın nasıl işlediğini araştırmak; akıl hîleleri, akıl yanılsamaları vb. konularda donanım sâhibi olması kişi için vazgeçilemez bir ödevdir, çünkü akıl insan doğasında bulunan irrasyonalizm eğilimi nedeniyle kişiyi çok başka yerlere de sürükleyebiliyor, tıpkı modern paganları sürüklediği gibi.. Ayrıca kişi olgu bilgileri konusunda da yine aynı yükümlülüğün altında olduğunu görmeli ve bunun gereklerini de yerine getirmeli..

 

İbrâhimî Dinler meselesi hakkında bizim oryantalistler Hindistan’da da son derece aktif, Gadadhar Ramakrişna isimli bir Hinduyu öyle masallarla kandırdılar ki sonunda Ramakrişna bu masallara îmân etti ve aklî dengesini yitirdi.. Tanrım.. Erken yaşlardan îtîbâren Ramakrişna, Tanrı’ya yönelmiş, kast sistemine karşı çıkarak insancıl temellere dayalı bir toplumsal yapıdan taraf olmuş ve bunun mücâdelesini vermeye koyulmuştu. Ancak Kalküta Tapınağına girdikten sonra ki bu tapınak kısa bir süre önce İslâm Araştırmaları Vakfının, yâni bizim oryantalistlerin denetimine geçmişti, işte bu tapınakta çok değişik birtakım içsel yaşantılara mazhar oldu, daha doğrusu böyle olduğunu zannetti. Sözüm ona sık sık Muhammet’i ve Îsâ Mesih’i rüyâsında görmeye başlamış, her ikisi de el ele tutuşmuş ve kendisini aralarına dâvet etmiş.. Tanrım.. İşte Kalküta Tapınağında Ramakrişna’nın beynini nasıl yıkadılarsa artık, tüm tek tanrılı dinlerin bir ve aynı olduğuna, farklı dinlerin Tanrı’ya giden farklı yollar olduğuna inanmasını ve daha da kötüsü: etrâfındaki insanları da oryantalizmin bu aptallık hipnozuna katmaya çalışmasını sağladılar.. Tanrım.. Müslümanlık neyse de modern paganlık ile Yahudilik ne zamandan beri tek tanrılı bir din oldu.. Tanrım.. Bunları Hinduların anlamasını beklemiyorum, modern paganlığın *********liğini görmeleri şu sıralar epey güç, ama günün birinde Hint Müslümanları Hinduların gözlerini açacağımız bir zihnî olgunluğa onları getirmeyi başaracaktır, fakat Hindular kendi inançlarının bile bu hipnozun içinde nasıl eritilmekte olduğunu anlayamıyor ki bu çok daha düşündürücü.. Tanrım.. Gadadhar Ramakrişna bu rüyâ palavralarını anlatmadan kısa bir süre önce de Yahova’nın kendisine tapınağın bahçesinde göründüğünü, kendisini Hinduları doğru yola sevk etmek için görevlendirdiğini söylemişti.. Tanrım.. Şu seçilmiş insanlar kültü sonunda Hindistan’ı da etkisi altına almaya başlayacak gibi.. Tanrım.. Bu adam çoktan akıl hastahânesine kapatılmalıydı, ama maalesef bizim oryantalistlerin desteğiyle Hindular onu bir tür Mesih olarak görmeye başladı, geçirdiği sara nöbetlerini de Tanrı’nın inâyetiyle dolup taştığı vecd nöbetleri zannediyorlar.. Tanrım..

 

Ben aslında Türkoloji alanında pek fazla şey bilmiyorum, benim Türklerle ilgilenmem şu sıralar Mezopotamyada Osmanlı Devleti’nin siyâsî egemenliğinin sürüyor olmasından geliyor, bir Sümerolog olarak bu benim için önemli. Ayrıca bir Naturalist olarak Hıristiyanlığın kutsal mekânlarının da şu sıralar Osmanlı idâresinde olması nedeniyle Türkler benim de ilgimi çekiyor.. Dilerim günün birinde bu topraklarda tarikatımız önemli bir nüfuz sâhibi olur ve Naturalizm bu topraklarda da tatbik edilir.. Normon’la Türkler hakkında epeyce konuşmuştuk. Bana bu Turancılık modasından önce Osmanlı aydınlarının İslâmcılık modasıyla hipnotize edildiğini söylemişti. Normon, Türkler hakkında gerçekten de çok iyi bir gözlemci.. Ben bu İslâmcılık modası hakkında hemen hiçbir şey bilmiyordum, Normon benim ufkumu açmıştı.. Bana bu konuda anlattıklarını da yeri gelmişken günlüğüme kaydedeyim:

 

İslâmcılığın fikir babası Cemâlettin Afgânî’ymiş. Eğitimini Bağdat’ta tamamlamış ve henüz öğrencilik yıllarında Rus destekli birtakım siyâsî oluşumlar içinde yer almış. Kısa zamanda önemli mevkîlere kadar yükselmiş ve bundan yirmi yıl kadar önce Afganistan’da Ali Han rejiminin devrilip yerine Âzam rejiminin kurulmasında etkin bir rol üstlenmiş. Ne var ki Âzam rejimi uzun ömürlü olamamış, İngilizlerin desteğiyle Ali Han rejimi yeniden kurulmuş. Bunun üzerine Ruslar, Afgânî’yi İstanbul’da görevlendirmiş: Afgânî burada İngilizler ve Ali Han rejimi aleyhine propaganda yapacak, Müslümanları İngilizlere ve Ali Han rejimine karşı kışkırtacakmış. İngilizler, Afgânî’nin çıkarttığı gazetelerden, düzenlediği toplantılardan rahatsız olunca Pâdişâh’a baskı yaparak onu Kâhire’ye sürgüne yollatmış. Aslında bu karar Afgânî’nin ölüm kararıymış: o sıralar (ve hâlâ) Kâhire üzerinde İngiliz emperyalizminin tahakkümü olduğu için İngilizler Afgânî’yi Kıptîlere yok ettirmeye hazırlanıyormuş. Bu dönemde Ruslar, Afgânî’ye olan desteğini de geri çekmiş, o sıralar (ve hâlâ) ilgi odakları Ermenîlermiş ve Afgânî’yi kullanılıp atılan bir mendil olarak görüyorlarmış.. Ama Fransızların Afgânî üzerinde birtakım hesapları varmış. Afgânî’nin Müslüman dünyâsı üzerinde etkin bir konumda olduğuna inanmışlar ve onu saflarına çekmeye karar vermişler. Kendisini Pâris’e çağırmışlar ve Kâhire yönetiminin koruyamadığı/koruyamayacağı can güvenliğinin burada emniyet altına alınacağına onu inandırmışlar. Afgânî de bu teklifi kabûl etmiş ve Pâris’e yerleşmiş. Burada Urvetül Vuskâ isimli bir dergi çıkartmasını sağlamışlar. Kısa zamanda bu derginin hemen tüm Arap Âleminde ve hattâ Hindistan’da bile şubeleri açılmış ve burada yazdığı yazılarla Afgânî’nin Müslümanlar üzerindeki nüfûzu katlanarak artmış. Oysa ki Fransızların asıl amacı: Müslümanları İngilizlere karşı kışkırtmak ve bu coğrafya üzerindeki İngiliz hegemonyasına son vererek buraları sömürgeleştirmek.. İşte, İslâmcılık ilk olarak Afgânî’nin Müslümanlar üzerindeki nüfûzunu arttırmasının, sonra da İngiliz emperyalizmine karşı Müslümanları harekete geçirmenin bir aracıymış. Afgânî bu coğrafyada İngilizler bulunduğu sürece Müslümanların İslâm dîninin ilke ve esaslarına göre yaşayamayacağı, İngilizlere karşı birleşerek dinlerine sâhip çıkmaları gerektiği konusunda onları harekete geçirmeye çalışmış. Böylelikle hem İngilizlerden hem de Osmanlı idâresinden intikâmını da almıştır kuşkusuz..

 

İşte, Osmanlı aydınları arasında şu sıralar moda olan Turancılıktan önce Türkleri uyuttukları İslâmcılık afyonu hakkındaki gerçekler.. Türkler tâ öteden beri kendi dinlerine sâhip çıkma konusunda çok duyarlı, ama bu duyarlılığı siyâsî entrikaları analiz etmek konusunda maalesef gösteremiyorlar.. Bu o kadar öyle ki Batı emperyalizminin kendi dinleri üzerinde kurduğu siyâsî entrikaları anlayamadıkları için dinlerini “çağdaşlaştırmak” adına saçma sapan bir çabaya girmişler: İslâm Rönesansı.. Sanki bir İslâm Ortaçağı yaşamışlar da.. Türkler ne çabuk unuttular Fârâbî, İbn-î Sînâ gibi bilginlerini.. Bu bilginlerin henüz Vatikan dünyânın öküz boynuzu üzerinde asılı durduğu saçmalıklarını yayarken matematikte, astronomide, tıpta ve diğer alanlarda kaydettikleri üstün başarıları..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.