Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü II. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Bugün saat on iki sularında Nerstrost Adalarını geride bıraktık.. Bu adaların anlamı benim için hep çok büyük olmuştur, masalsı bir yerdir bu adalar benim için hep.. Halamın çiftliğinde kaldığım günlerde benimle halamın hizmetçisi Barbara ilgilenir, bana masallar anlatırdı. Bu masalların hemen hepsi de Nerstrost Adalarında geçiyordu. Barbara’nın büyük büyük dedeleri bu adalardan toplanmış, Britanya’ya getirilerek köleleştirilmiş.. Ne kadar ilginçtir ki zencîler arasında “bizlik bilinci” hemen hiç gelişmemiş; biraraya gelmeyi, örgütlenmeyi, kendi hakları için ortaklaşa hareket etmeyi hiçbir zaman başaramamışlar. Fakat Barbara’da zencîlerde görülmedik türden bir özgürlük ateşi vardı hep. Bu o kadar öyleydi ki halam Karen ona birşey söylemeye çekinir, bir ihtiyâcı olduğunda çiftlikteki diğer hizmetçilerden yardım isterdi..

 

Barbara beni çok severdi, tıpkı bir anne gibi.. Çiftlikte kaldığım günlerde benimle yakından ilgilenir, akşamları masallar anlatırdı, daha doğrusu: kendi masalsı dünyâsına beni de katardı.. I. Elisabeth zamânında çıkartılan sürgün yasalarıyla birlikte zencîlere uygulanan baskı ve zulümlere karşı çıkan, demokratik hak ve özgürlükleri uğruna Kraliçeye meydan okuyan Nerstrost yerlileriydi bu masalların kahramanları.. Benim imgelemimde Nerstrostluların hep ayrıcalıklı bir yeri olmuştur; ama gerçek, ama düş.. Hem çoğu zaman gerçekler ile düşleri birbirinden ayırmak biz insanoğlu için hemen imkânsız değil midir.. Benim için Nerstrostlular da öyledir işte.. Hem asıl önemli olan da bunlardan ders çıkartmak değil midir.. Bunlardan doğru dersler çıkartmayı başarabilirsek neyin gerçek neyin düş olduğunun bir önemi kalır mı..

 

Barbara hiç evlenmemiş, evliliğe karşı olduğu için veya doğru insanı bulamadığı için değil, bunu aklına bile getirmemiş.. Henüz daha iki aylıkken annesi Maria’yla birlikte halamın çiftliğinin 10 km kadar kuzeyinde Ruaridhlerin çiftliğinden buraya gönderilmişler; Philippe Ruaridh’in eşi Jeanne, kocasının Maria’yla bir ilişkisi olduğundan şüphelenmiş ve anne kızı soğuk ve yağmurlu bir kış günü halamın çiftliğine göndermiş. Maria aradan bir yıl kadar geçtikten sonra yakalandığı verem hastalığından dolayı hayâtını kaybetmiş. Barbara’yı çiftliğin kâhyâsı Fergal ile eşi Eleanor büyütmüş.. Ben Fergal’ı hayâl meyâl hatırlıyorum, ben sekiz-dokuz yaşlarındayken bana ata binmeyi öğretmeye çalışırdı, onu da veremden kaybettik. Melekler onu yanına aldı.. Eleanor ise bundan altı ay kadar önce hayâtını kaybetti, melekler onu da kocasının yanına götürdü..

 

Fergal ile Eleanor da birer zencîydi, zâten o dönemler çiftliklerde çalıştırılanların neredeyse tamâmı zencîydi; düşük ücrete tam gün çalıştırılacak en uygun “köleler” onlardı çünkü.. Gerçi ben kendimi bildim bileli halam Karen hiçbir çalışanına kölelik muamelesi yapmamıştır, ben hiç böyle birşeye tanıklık etmedim, ama Eleanor ile Barbara’nın yanında geçirdiğim anlarda bana görüp duyduklarını, tanık oldukları üzücü olayları anlatırlardı.. Barbara da annesini Eleanor’dan öğrendi desem sanırım yanlış olmaz.. Eleanor, Philippe Ruaridh’i de yakından tanıyordu, adamın çapkınlıkları dillere destandı.. Jeanne kocasına lâf geçiremediği için tüm hıncını etrâfındaki kadınlardan çıkartırdı ve hattâ dâvetlerde kocasının yamacına hangi kadın sokulursa sokulsun, muhakkak Jeanne’nin “küçük kazâları”na uğrardı, en iyi olasılık: üzerine şarap dökülmesi.. Bir keresinde Eleanor’u da lâğım çukuruna itmiş.. Tanrım.. Eleanor bana bu kadının dünyâdaki tüm kadınların soyunu tüketmedikçe rahat edemeyeceğini söylemişti, gerçekten de Jeanne gibi insanlar için bu olasılık hiç de yabana atılır gibi değil hani..

 

Ben annesiz büyüdüm, ama benim için Barbara hep bir anne, Eleanor da hep bir büyükanne gibiydi. Yazları çiftliğe gittiğimde kendimi hep o özlediğim aile ortamı içinde bulurdum.. Halamın çiftliği Bradford’un 45 km kadar kuzeybatısında kalıyor, Fraiberglerin Çiftliği olarak biliniyor. Halam Karen bu çiftliğe gelin gelmiş, kocası Gerbner Fraiberg öldükten sonra çiftlik halamın üzerine kalmış. Çocukları olmamış, halam da Gerbner’in ölümünden sonra bir daha evlenmeyi hiç düşünmemiş.. Kız kardeşim Jane çiftlik hayâtını hiç sevmez, en fazla iki gün kalıp şehre gidelim diye tuttururdu. Fergal’dan sonra çiftliğe gelen kâhyâmız Vincent da onu kolundan tuttuğu gibi şehre götürür, bense çiftlik hayâtının tadını çıkartırdım.. Halam Karen bize karşı hep mesâfeliydi ve hâlâ öyledir de. Düşünüyorum da ben onu hiçbir zaman başımızı okşarken görmemişimdir veya ağladığını, kahkahalarla güldüğünü, umutsuzluğa düşüp insanlara çâresiz gözlerle baktığını.. Çocukluk yıllarımda halam benim için duvarda asılı duran bir portreydi hep. Aklım ermeye başladığında bu portrenin konuşabildiğini de anladım. Ama hâlâ insan sevgisine, insânî duygu ve zaaflara vb. sâhip olup olmadığını anlayamamışımdır doğrusu.. Ama meselâ Eleanor öyle değildi.. Hele bir gülmeye başladı mı kahkahaları tüm çiftliği sarar, sonunda da halamın îkâzlarıyla kesilirdi..

 

Eleanor aslen Yeni Zelanda’nın Maori yerlilerindendi, İngiliz kolonistlerinin topraklarını işgâl etmesi üzerine çıkan savaşlar sırasında ailesiyle birlikte önce Melbourne’a, oradan da Manila Adalarına göç etmişler. İngiliz misyonerlerden edindikleri bilgiler doğrultusunda babası Haangi, Birleşik Krallıkta daha iyi bir yaşamın kendilerini beklediğine inanarak ailesini buraya sürüklemiş, önce Stathamların çiftliğinde çalışmaya başlamışlar, Martin Statham iflâs edince halamın çiftliğine yerleşmişler. Kısa bir süre sonra da Eleanor önce babasını vebâ salgınında, annesi ile kız kardeşini de ahırda çıkan bir yangında kaybetmiş..

 

Düşünüyorum da Eleanor benim için İtâlyanların colombina dedikleri insanlardan biriydi.. Özellikle de İtâlyan romanlarında ve bunlardan etkilenen Fransız yazarlar için colombina tipi çok önemli.. Bu insanlar çiftliklerde hanımlarının her işlerine koşturur, gizli entrikalarına ortak olur, zekâları ve yetenekleri sâyesinde hanımlarını türlü olumsuzluklardan kurtarır.. İşte Eleanor benim için tâ öteden beri Fransız romanlarından çıkıp hayâtıma katılan bir masal kahramânı gibi olmuştur, hattâ Fransızcayı öğrendiğim ve Louise Colet’i okumaya başladığım ilk yıllarda Eleanor’un La Jeunesse de Mirabeau’da anlatılan öyküden kaçıp buraya geldiğini; çiftlik hayâtını düzene sokmak, çalışanları kontrol altında tutmak, çiftliğin biriken borçlarını ödemek için çalışanlar arasında rekâbeti ve işte verimi arttırabilecek oyunlar düzenlemek için halam Karen’in onu Fransa’dan getirmiş olduğunu sanırdım hep.. Çocuk aklı işte.. Halam Karen ile Eleanor üst katta bizden gizli olarak sık sık biraraya gelir, aralarında fısıldaşır, aşağıya da ayrı ayrı inerlerdi; ben onların hep bu tür entrikalar tasarladıklarını sanırdım, buna inanmak isterdim. Çünkü çiftlik benim için bir aile ortamıydı, benim aile algım da Fransız romanlarından etkilendiği için ve hattâ etkilenmenin de ötesinde bunlarla oluştuğu için bu buluşmalar benim masal dünyâm ile gerçek dünyâmın buluşma noktalarıydı..

 

Bu fısıltılaşmaların, gizli oyunların yanı sıra Eleanor bâzı günlerde özel birtakım masklar takar, o zamanlar aklımın ermediği ama seyretmeye de doyamadığım birtakım ritüeller yapardı ve bu masklar benim için hep colombinaların taktığı masklardandı.. Gerçi ne şekil ne renk ne de işlev bakımından bu maskların hiçbir ortak yönü yoktu, ama bunun benim için pek de bir önemi yoktu, ben Eleanor’un taktığı maskları bizim çiftliğin colombinasının taktığı masklar olarak görürdüm hep. Ayrıca Louise Colet’in bahsettiği ritüeller ile bu ritüellerin de hiçbir ortak yönü yoktu, ama bunun da benim için hiçbir önemi yoktu.. Eleanor topraklarından henüz çok küçük yaşlarda ayrılmak zorunda kalmış ve sonraki hayâtında Katolikliği benimsemiş olsa da Maori geleneklerinden tam olarak sıyrılmayı hiçbir zaman başaramamıştı. Çocukluğumun o ilk yıllarında meselâ her yıl Temmuz ayının ilk pazar günü kocasıyla birlikte Fırtına Duâsı yaptıklarını hatırlarım, Fergal’ı kaybettikten sonra bu duâyı hiç yapmamıştı, nedenini sorduğumda bana bu duânın karı-kocanın birlikte yapması gereken bir duâ olduğunu söylemişti.. Maorilerin inançlarına göre bu duâ toprakları üzerindeki kolonistleri büyük bir fırtınaya mazhar edecek, onları mülksüzleşmekten ve kölelikten kurtaracaktı. Eleanor bana bu duânın ilk defâ Te Wherowhero, yâni I. Potatau tarafından düzenli bir ritüele dönüştürüldüğünü, tüm Maorilerin yılın bu zamânı eşleriyle birlikte bu duâya katılmasını istediğini, bunu yapmayanların atalarının lânetlerini üzerlerine çekeceklerini söylemişti. Maoriler kendilerine ve topraklarına yönelik ilk saldırıları 1827 yılının Temmuz ayının ilk pazar günü yaşadıkları için Te Wherowhero bu günü anmanın Maoriler arasındaki birlik ve berâberliği güçlendirmenin ve fiîli yolla başedemedikleri kolonistlere karşı mistik bir mücâdele vermenin bir yolu olarak görmüş ve bu duâyı düzenli bir ritüele dönüştürmüştü.. İşte, Eleanor da aradan bunca yıl geçmiş olmasına ve hattâ Katolikliği seçmiş olmasına karşın Maorilerin bu kabîle kültünü kocası Fergal’la birlikte yaşatıyordu..

 

Eleanor bu ritüellerin her birinde ayrı bir mask takar, her biri için ayrı birtakım fiziksel hareketler yapardı. Ben Fırtına Duâsında kullandığı maskları hayâl meyâl hatırlıyorum, aradan bunca yıl geçmiş olmasına karşın bende en çok yer eden masklar da bunlardı; diğer masklardan hiçbiri bunun kadar korkunç değildi.. Halam Karen bu tür şeylere hiç sıcak bakmasa da onlara karışmaz, ama benim onların arasına katılıp bu tür şeyleri izlememi de engellemeye çalışırdı. Gerçi ben halamdan kaçıp mutfağa gider, bahçeye açılan kapının arkasından onları gizlice izlerdim ve işleri bitince Eleanor bana bu ritüellerin anlamını anlatır, ama ben hiçbirşey anlamazdım, bu ritüeller bana çocukluğumun o ilk yıllarında değişik ve güzel birer oyun gibi görünür, halamın benim bu oyunlara niçin katılmamı istemediğine hiçbir anlam veremezdim.. Hattâ Fergal hayâtını kaybettikten sonra Eleanor bana onun masklarından birini hediye etmişti, bu mask onun Ayçiçeği Duâsında kullandığı son derece süslü; allı morlu, dallı budaklı bir masktı, ancak halam Karen bunu elimde görür görmez sinirlenmiş ve maskı parçalamıştı. Ben ise bu güzel şeyi kaybettiğime değil, Eleanor’un bu özel ve anlamlı hediyesini, Fergal’dan bana geçen ve bir anlamda beni de bu oyunların içine katacak olan, beni bu oyunların bir parçası; aranan, beklenen, vazgeçilemeyen bir unsuru yapacak olan bir şeyi kaybettiğime üzülmüştüm.. Halam Karen’in bu davranışını o zamanlar anlayamamıştım, ama içimde ona karşı alttan alta büyük bir öfke birikiyor, bu da beni Eleanor’a ve bu oyun sandığım ritüellere karşı daha da bağlıyordu.. Barbara bana bir keresinde Çoban Gigis’in hikâyesini anlatmıştı, bu hikâyeyi ona da daha önce Fergal anlatmış. Hikâyede Gigis kendisini istediği zaman görünmez yapan sihirli bir yüzüğe sâhipti ve bu yüzük sâyesinde kralın muhafızlarını aşıp onun sarayına girip onunla birlikte dost olmayı başarmıştı.. İşte, ben de böyle zamanlarda hep Gigis’in Yüzüğü’ne sâhip olmayı, halam Karen’den gizlice kaçıp Eleanor ve Barbara’yla birlikte oyunlarımıza kaldığımız yerden devâm etmeyi düşlerdim..

 

Selmâ’yla evlendikten kısa bir süre sonra halamın çiftliğine gitmiştik, onu halamla ve çiftliktekilerle tanıştırmayı çok istiyordum. Selmâ’ya halamı anlatmıştım, onu gördüğünde sâdece soğuk bir karşılamayla yetinmesine ve hattâ akşam yemeğini bile bizimle yememesine hiç aldırış etmedi. Sözüm ona midesi rahatsızmış.. İnsan hiç çiftliğine ilk defâ gelen birine, hem de yeğeninin eşine böyle soğuk, böyle ilgisiz davranabilir mi.. Tanrım.. Gerçekten de Selmâ fazlasıyla insan sevgisi dolu bir kadındı ve bu sevgisi halamdan bile üstün geldi..

 

İşte hayâtımda yer eden kadınlar.. Ah şu kadınlar.. Eleanor bana bir keresinde hiçbir kadının erkeğine güzel görünmek, kendini ona beğendirmek, onu kendine bağlamak için kendine bakmadığını, başka kadınlar nezlinde erkekler tarafından beğenilen bir kadın olduğunu kabûl ettirmek için kendisiyle ilgilendiğini söylemişti.. Tanrım.. Eleanor gerçekten de insan psikolojisinden çok iyi anlıyordu, başkalarını da çok iyi gözlüyordu.. Yaşamadığım, ama görüp duyduğum, okuduğum olaylar bana Eleanor’un haklı olduğunu defâlarca ispatladı.. Gerçekten de kadınlar erkekler için değil, diğer kadınlar için kendilerine bakıyor, kendilerine özen gösteriyor.. Erkekler tarafından beğeniliyor olmak bir kadın için başka kadınlar nezlinde üstünlük belirtisi âdetâ.. Bu târihin erken dönemlerinden beri hep böyle olmuş.. Ben Lagaş kazıları sırasında bulduğumuz bir mahkeme tutanağında buna bizzat tanıklık ettim. Bu tutanak bir boşanma dâvâsına ilişkindi, Şimburduna isimli bir tüccar karısı Gustişimbulia’yı boşamak istiyor, boşanma nedeni olarak da Gustişimbulia’nın kozmetik harcamalarını gösteriyordu. Şimburduna karısının bu masraflarını karşılayamadığından yakınıyor; iyi bir eşe, iyi bir yuvaya ve iki çocuğa sâhip olmalarına karşın ve eşine dâimâ sâdık kaldığı hâlde karısının hep daha güzel görünme “saplantısı”na artık tahammül edemediğinden yakınıyordu.. Biz bu tablete Şimburduna’nın Kaderi Tableti adını vermiştik, bu tablet şu sıralar British Museum’un depolarından birinde olmalı. Ama sanırım burada karşımıza dikilen kader biz erkeklerin kaderi aslında..

 

Londra’ya döndüğümüzde College’dan yakın dostum Joan’a evlendiğimizi söylemiş, kendisini nikâhımıza niçin çağırmadığım konusunda ondan azar işitmiştim.. Doğrusu Joan benim College’daki en yakın dostumdu, derslerden ve sosyâl aktivitelerden artakalan zamanlarımızın neredeyse tamâmını birlikte geçirirdik. Gerçi kendisi bizim tarikattan değildi, ama Naturalist kardeşlerimin dışında kendime en yakın gördüğüm kişi Joan’dı, o benim hep ikinci bir kardeşim gibiydi.. Kendisini haklı bulduğumu, ama sevgili karım Selmâ’nın üzülmemesi için nikâhımıza kimseyi çağırmadığımızı, ona ailesiyle olan ilişkilerini hatırlatmak ve kendisini yapayalnız hissettirecek bir durum içine onu sokmak istemediğimi söyledim, bunları duyunca Joan da anlayışlı davrandı. Ayrıca Selmâ’yı çok merak ettiğini, onu tanımayı ve eşi Lisa’yla da tanıştırmayı istediğini, hem ayrıca biz eski dostların uzun zamandır biraraya gelemediğimiz için bunun iyi bir fırsat olduğunu, zâten Lisa’yla birlikte şu sıralar bir parti hazırlığı içinde olduklarını ve bizi de bu partide görmek istediklerini söyledi. Bunun üzerine ben de ancak Selmâ’yla konuştuktan sonra kesin birşey söyleyebileceğimi, ama kendisinin de bu partiye katılmak isteyeceğini tahmin ettiğimi söyledim ve öyle de oldu..

 

Lisa’yla da College’dan arkadaştık, Joan’la birbirlerine gerçekten de çok yakışıyorlardı.. Tâ o zamanlarda flört etmeye başlamışlar, ancak son senede ilişkileri daha derinleşmişti.. Lisa ile Selmâ gerçekten de çok kolay kaynaşmış, parti sırasında birbirlerinden hemen hiç ayrılmamışlardı. Sanırım bizim dedikodumuzu yapıyorlardı..

 

Lisa partiye Râhibe Cornelia’yı da çağırmıştı ve Selmâ’yla bir ara çok koyu bir sohbete koyulmuşlardı.. Lisa tâ öteden beri Katolikliğe fazlasıyla bağlıydı ve sonradan öğrendiğime göre Râhibe Cornelia’nın kurduğu Kutsal Çocuk Îsâ Vakfında onunla birlikte aktif bir görev üstleniyordu. Daha önce de gelirleri bu vakfa bağışlanmak üzere çok sayıda yardım konseri düzenlemişler, iki de bahar şenliği organize etmişler.. Eve döndüğümüzde Selmâ’ya Râhibe Cornelia’yla neler konuştuklarını sormuştum, bana anlattıkları karşısında ise çok şaşırmıştım: ben dînî meseleler, Doğu-Batı farkları vb. konularda konuştuklarını sanırken onlar kadın kadına sohbet etmişler, Râhibe Cornelia’nın eşiyle olan sorunlarını tartışmışlar. Eşi Peirce Connelly hanımı tam dört çocuk doğurduktan sonra râhip olmaya karar vermiş ve onları terk ederek Roma’daki Trinità dei Monti Manastırına kapanmış, bir yıl sonra da papazlığa kabûl edilmiş. Râhibe Cornelia bu vakfı kurduğunda kocası da onunla birlikte çalışmayı istemiş ve vakfa mürâcaat etmiş, ancak kabûl edilmemiş. Bunun üzerine Peirce Connelly yasal haklarının çiğnendiği gerekçesiyle mahkemeye başvurmuş, ancak bundan da bir sonuç alamamış. Bunun üzerine papazlıktan ayrılmış ve kamuoyunda Râhibe Cornelia ve Kutsal Çocuk Îsâ Vakfı hakkında yıpratıcı propagandalar yapmaya başlamış..

 

Tanrım.. Mâdem Katolikliğe bu kadar bağlıydın, o zaman karını ve çocuklarını niye terk ettin.. Mâdem râhip olmaya birkez karar verdin, o zaman papazlıktan hem de böyle bir nedenle niye ayrıldın.. Katoliklikte yalan söylemek en büyük günâhlardan biriyken ve hem de papazlığa lâyık görülen “örnek bir insan”ken(!?) neden karın ve çalışmaları hakkında bu çabaların içine girdin.. İnandıkları ve kendilerine seçtikleri ilkeler insanlık dışı olsa da bu vakfın çalışmaları sâyesinde karınlarını doyuran, kendilerine sıcak bir yuva bulan, sıcak bir anne kucağına kavuşan çocuklardan ne istedin.. Bu propagandalarla gelirleri azalan vakfın onlara sağladığı imkânların azalmasına neden olmakla eline ne geçti.. Ama kendi çocuklarını terk edip giden bir insandan başkalarının çocuklarını düşünmesini beklemek de sanırım yersiz olur.. Tanrım.. Peirce Connelly’yi anlamak, nasıl bir kafa yapısına sâhip olduğunu anlamak gerçekten de çok güç.. Gerçi tüm modern paganlar için böyle bir güçlük söz konusu, ama bunlar arasında dengesiz olanlar için bu güçlük çok daha derin bir biçimde duyumsanıyor.. Pekî ya bu konuşmalar üzerine boynundaki aile yâdigârı altın kolyeyi ve bileziklerini çıkartıp Râhibe Cornelia’ya, bu vakfa sığınan çocuklara bağışlayan sevgili karım Selmâ’ya ne demeli..

 

Selmâ gerçekten de hayâtımda tanıdığım en duyarlı kadınlardan biriydi ve hattâ sanırım en duyarlı olanı.. Bir hafta sonra, yâni 17 Nîsan gecesi sevgili karım Selmâ, Lisa ve Râhibe Cornelia, Chelmsford’ta gelirleri yine bu vakfa bağışlanmak üzere özel bir anma gecesi düzenlemişti; ölümünün 178. yılında Râhibe Sor Juana Inés de la Crus’u anma gecesi. Gecede ben, Başpiskopos Baldwin ve Edward ile College’dan pek çok ahbâbımız ve kız kardeşim Jane de hazır bulunmuştuk.. Râhibe Crus gerçekten de 17. yüzyıla damgasını vurmuş ve insanlığa büyük hizmetleri olmuş bir kadındı. San Jerónima Manastırında Cizvitlere ve onların şahsında erkek egemenliğine ayak diremiş, özellikle de Cizvit Râhip António Vieyra’ya karşı çok ciddî bir mücâdele vermişti. Manastırda kadınların okur-yazarlık oranının yükselmesi için özel dersler vermeye başlamış, okumayı özendirmek için yaklaşık altı bin kitaptan oluşan muazzam bir kütüphâne kurmuş ve sonra da bunu halkın hizmetine sunmuştu.. Gerçekten de Cizvitler tâ öteden beri Vatikan’ın eğitim ve kültür propagandalarını üstlenen ve hattâ bu amaçlar doğrultusunda kendilerine özel birtakım ayrıcalıkların tahsis edildiği bağnaz bir Katolik topluktu ve Râhibe Crus onların bu çalışmalarını sekteye uğratıyordu. Kendisi bir Naturalist olmamasına karşın gerçek Hıristiyanlıkta Meryem Ana’nın rolünü tanıdığım, gördüğüm, duyduğum, okuduğum tüm Katolikler arasında en iyi anlayan kişiydi ve Katolik toplumlarda kadının aşağılanmasına şiddetle karşı çıkıyor, bunun ilâhî bir temele dayanmadığını, dayanmasının da mümkün olmadığını yüksek perdeden haykırıyordu. Sâdece sözle de değil, aynı zamanda yazdığı risâleler, ilâhîler ve oyunlarla da bu görüşlerini geniş halk kitleleriyle paylaşıyordu. Ben bu çalışmaları arasında en çok Hombres necios que acussés isimli şiirini beğenirim. Bu şiirin İngilizcesini sevgili karım Selmâ’ya okuduğumda o da çok beğenmiş, bunu bu özel gecede benim okumamı ricâ etmişti. Ben de onu kırmamış, Râhibe Cornelia’nın açış konuşmasının ardından kürsüye çıkarak bu şiirin İngilizce tercümesini okumuştum..

 

Sevgili karım Selmâ, Râhibe Crus’u henüz tanımıyordu, onu bu anma gecesinde tanıdı ve İngilizlerin Anglikan olmalarına karşın Katolikliğe derinden olan bağlılıklarını bildiği için Râhibe Crus’un biz İngilizler tarafından niçin bu kadar sevildiğine bir anlam veremedi.. Gerçekten de sevgili karım Selmâ dışardan bakan gözleriyle bunu göremez, anlayamazdı; ona biz İngilizlerin temel bir eğiliminden bahsettim: biz İngilizler kimi sevip kimden nefret edeceğimizi hükümetlerimizin takdîrine bırakırız, hükümetlerimiz ekonomik ve siyâsî gereksinmelerimize göre bize “inler-outlar” listesi sunar, biz de bu listeye bağlı kalırız. Eminim ki bundan birkaç yıl öncesine kadar Britanya Adalarında Râhibe Crus’un adını duyan pek kimse yoktu. Ne zaman ki Kanadalı Cizvitler burada kendilerine daha önceden Vatikan tarafından tahsis edilen dirlikleri İngilizlerin desteğini kazanabilmek ve onların silâh gücünden yararlanmak için İngiliz kolonistlere devretmişken ânî bir karar değişikliğiyle bu kolonistlerden bu dirlikleri geri alma yoluna girdi, işte o zaman Britanya Adalarında birden bire ömrünü Cizvitlere karşı mücâdeleyle geçirmiş insanlara karşı çok büyük bir sevgi seli doğdu.. İşte, biz İngilizler kimi sevip kimden nefret edeceğimizi hükümetlerimizden öğreniriz.. Gerçekten de sevgili karım Selmâ bunları duyunca çok şaşırmış, günün birinde hükümet ile Cizvitlerin arası düzeldiğinde Râhibe Crus’a karşı yıpratıcı propagandaların başlayabileceği tehlikesine karşı üzülmüştü.. Ve kısmen haklı da çıktı.. Sevgili karım Selmâ’nın ölümünden dört yıl kadar sonra Britanya Adalarında Râhibe Crus’u hatırlayan bir tek İngiliz kalmamıştı..

 

Düşünüyorum da biz Naturalistler Râhibe Crus gibi insanlığa büyük hizmetler etmiş tüm insanlara; dînî, siyâsî, ideolojik vb. özelliklerine bakmadan bütün bu insanlara karşı çok derin bir saygı ve sevgi duyarız.. Biz kendi değerlendirmelerimizi aslâ hükümetlerimizin dümen suyunda belirlemeyiz, kendi akıl, sağduyu ve bilgi birikimlerimizi kullanarak ve insânî ölçütlerle düşünürüz. Dolayısıyla bence Naturalizm biz İngilizlerin insan olma ve insan kalma olanaklarını koruyan ve bunu gerçekleştirmelerine katkı sağlayan en önemli mekanizmadır..

 

...

 

Öğleden sonra saat dört sularında La Hague Burnuna vardık ve sonra da St. Malo Körfezine doğru yol aldık. Limanda çok sayıda savaş gemisi vardı, Fransızlar sanırım yeni bir deniz saldırısına hazırlanıyor. Kaptan Plummer limana yaklaşmak istemedi.. Kendisi çok titiz bir kaptan. Bizimle de pek konuşmuyor, birşey soracak olduğumuzda da kısa tümcelerle cevap veriyor. Ama konuştuğu zaman da hakkını vererek konuşuyor hani.. Sesini kullanmayı, konuşurken elini kolunu nereye koyacağını pek güzel biliyor..

 

Ekip gemi yolculuklarına pek alışkın olmadığı için sanırım kamaralarından pek dışarı çıkmıyor.. Bir ara Dennis’le ayaküstü birşeyler konuşma fırsatım oldu ve ondan birkaç harita istedim. Kendisi Aubagine Üniversitesinde kartografi eğitimi almış ve uzun yıllar Rodos’ta yaşamış, Batı Anadolu’ya âit çok sayıda haritayı bizzat kendisi hazırlamış.. Ben onu British Museum’dan tanıyorum. Arşivde onun imzâsı bulunan çok sayıda harita vardı. Ama hiç sohbet etme imkânım olmamıştı. Ancak dün güvertede göçmen kuşları seyrederken uzunca bir sohbet edebilmiştik..

 

Çalışmaları sırasında başına çok ilginç olaylar gelmiş Dennis’in. Hattâ bir dönem Osmanlı idâresi Dennis’i Yunan ajanlığı yapmak suçundan dolayı yargılamış ve hapse bile atmış. Daha sonra British Museum’la temâsa geçilmiş ve serbest bırakılmış. Ama bir süreliğine Osmanlı topraklarına girişi yasaklanmış. O da Rodoslu balıkçılarla ahbaplık kurarak Batı Anadolu’ya kaçak giriş yaparak çizimlerini sürdürmüş. Arşivinde yaklaşık bin kadar harita var, bunlardan yüz kadarını yanında taşıyor. Bu haritaları incelemek için sabırsızlanıyorum.. Dennis istediğim birkaç haritayı kamarama bırakacağını söyleyerek yanımdan koşar adımlarla ayrıldı. Ben de kaptan köşküne doğru yöneldim ve Kaptan Plummer’e müsâit olup olmadığını sordum. Beni içeri buyur etti ve bir fincan sütlü çay ikrâm etti, onunla epeyce sohbet ettik..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ya dokuz ya da on yaşlarındaydım.. O yıl Paskalya Bayramını halamın çiftliğinde geçirmek üzere babamdan izin almıştım. Benim için bayram demek dilediğimce hareket edebileceğim, üzerimdeki Katolik sınırlamaların gevşeyeceği bir zaman aralığı demekti.. George’un da bana eşlik etmesi için Lord Chodorow’dan izin istemesi için babamı iknâ etmeyi de başarmıştım.. Tanrım.. Hayâtımın en güzel Paskalya Bayramını sanırım orada, George’la birlikte yaşadım, ama çocuksu yaramazlıklarımızla değil, içimizi saran Tanrı coşkusu ve Îsâ Mesih sevgisiyle.. Paskalya gecesi tüm çiftlik görevlileriyle birlikte yemek salonunda toplanmıştık, ayrıca Ruaridhler de bizimleydi ve halam Karen kasabanın papazı David Scarman’ı da çiftliğe dâvet etmişti. Yemeğe geçmeden önce Papaz Scarman’ı dinlemiştik, kendisi bize Îsâ Mesih’i o kadar güzel anlatıyordu ki ben kendimi daha önce hiç böyle hissetmemiştim. Konuşurken arada bir gözleri nemleniyor, mendiliyle temizleniyor, heyecandan titreyen sesini düzeltmek için derin derin nefes alıyordu. Ben daha önce babamdan Tanrı ve Îsâ Mesih hakkında pek çok şey dinlemiştim ve bu anlatılanları da az buçuk biliyordum da, ama Papaz Scarman’ın hitâbet gücü karşısında büyülenmiştim doğrusu.. Ben inandıklarını onun kadar coşkulu, onun kadar içten ve onun kadar inançlı bir biçimde savunan bir başkasını daha önce hiç görmemiştim, tâ ki Kaptan Plummer’le sohbet etmeye başlayıncaya kadar..

 

Kaptan Plummer uzun yıllar Amerika’da yaşamış, ama birgün İrlanda’ya dönme umudu hep saklı kalmış.. İrlanda’dan ayrıldığında yalnızca yedi yaşındaymış. Anlattığına göre ailesiyle birlikte Belfast’tan sürgüne yollanmış. Babası Fryer, Demokratik İrlanda Cumhuriyeti Kurtuluş Cephesinde üst düzey yöneticilik yapıyormuş. Bu cephe halkın bilinçlenmesi ve İngiliz yönetimine karşı ayaklanması için çalışıyormuş. Fryer de kaptanmış ve İrlanda’ya kaçak silâh sokuyormuş. O sıralar bu örgüte en büyük destek de Dublin Başpiskoposu Paul Cullen ve Armagh Kilisesinden geliyormuş, ancak Cullen birtakım görüş ayrılıkları nedeniyle bu örgütten desteğini çekince Fryer ve arkadaşları çok zor bir duruma düşmüş; toplanan yardımlar, düzenlenen seminerler vb. hep Cullen’in ve Armagh Kilisesinin adına yapılıyormuş gibi gösterildiğinden artık üzerlerindeki kamuflaj perdesi kalkmış ve kısa bir zaman sonra İngiliz Hükümeti bu örgütten ve faaliyetlerinden haberdâr olmuş, Fryer ve arkadaşlarını yargılayarak aileleriyle birlikte sürgüne yollamış.. Cullen ise kısa bir zaman sonra kardinalliğe yükseltilmiş, İrlanda’nın ilk kardinali olmuş.. Fryer ve arkadaşları kendilerini Cullen’in İngiliz Hükümetine bildirdiğinden şüphelenmiş, ama iş işten geçtiği için ellerinden birşey gelmemiş.. Plummer tâ o yıllarda kendini bu dâvâya adamış ve sonunda Fenian Hareketine katılmış, o da kaçak silâh işine girmiş, ne var ki o da başarılı olamamış..

 

Kaptan Plummer tüm İngilizlerin sömürgeci olduğuna inanıyor. Oysa ki ben İrlandalıların bağımsızlık mücâdelelerinde onları haklı buluyor ve destekliyorum.. Bunu Kaptan Plummer’e söylediğimde gözlerinin içinde belli belirsiz bir tebessüm hissettim. Nedenini sormaya çekindim. Sanırım verebileceği cevaptan korktum.. Bu tebessüm o kadar tanıdık bir tebessümdü ki o an içimi garip bir ürperti kapladı.. Evet, bu tebessüm İulüs’ün o çok meşhur Proteus büstüne ince ince işlediği vakur, ihtiyatlı, ama bedbin bir tebessümdü.. Yunan mitolojisinde anlatıldığında göre Proteus denizlerde yaşayan ünlü bir kâhinmiş ve kendisine sorulan tüm sorulara doğru cevaplar verir, ama geleceğini karanlık gördüğü kişilere cevap vermeden önce böyle bir tebessüm edermiş. İulüs bu tebessümü büste işlemek için tam yirmi altı yıl boyunca uğraşmış, ama sanırım buna değmiş, bu tebessüm onun bu büstünden daha güzel bir biçimde anlatılamazdı doğrusu..

 

Düşünüyorum da Kaptan Plummer’in böyle davranması hiç de haksız değil.. Bu yolculuğa çıkmadan kısa bir süre önce The Times’da Londra’daki göçmenler hakkında bir yazı dizisi çıkmıştı, manşet ise: ‘Bu adada İngiliz bulmak günbegün zorlaşıyor.’ Bu yazı dizisine göre başta İrlandalılar olmak üzere Londra hızla “kuşatılmakta”, göçmenler tarafından hızla işgâl edilmekteydi.. Tanrım.. Londra çok eski zamanlardan beri hep göç almıştır ve hattâ 10. yüzyıldan îtîbâren Birleşik Krallığa Asya ve Afrika’dan köleler taşınmıştır, sanâyî devrimiyle birlikte artan ucuz işgücü gereksinimi nedeniyle de Birleşik Krallığa getirilen bu kölelerin sayısı hızla artmıştır.. Bunlar biz İngilizler tarafından mâlûm gerçeklerdir, zâten içinde yaşadığımız durumlardır.. The Times’ın bu feryâdı, kopardığı bu yaygara ise aslında çok başka bir amaca hizmet ediyor: başta İrlandalılar olmak üzere İngiltere’ye göç edenler veya göç ettirilenler erken dönemlerde pek beceri gerektirmeyen, yüksek performansa dayalı fakat düşük ücretli işlerde çalışıyordu. Başka deyişle onların emek gücü İngiliz burjuvası tarafından açıktan açığa sömürülüyordu. Ancak bu yüzyılın başlarından îtîbâren bu insanlar ellerinde güç belâ biriktirdikleri sermâyeleri yatırımlara dönüştürmeyi ve yüksek kazançlar elde etmeyi başardılar. Kendi işletmelerini kurdular, kar marjlarını da günbegün arttırdılar ve böylelikle İngiliz burjuvasıyla rekâbet eder bir hâle geldiler. İşte, The Times yabancı düşmanlığını körüklemek, bu yolla bu işletmelerin piyasa ekonomisi içinde rekâbet gücünü azaltmak niyetinde.. Maalesef körükledikleri bu yabancı düşmanlığı başta İrlandalılar olmak üzere tüm göçmenlerin yaşam koşullarını; toplumsal ilişkilerini, değerlerini, inançlarını vb. zedeleyecektir/zedelemektedir de..

 

Kaptan köşkünden ayrıldığımda saat sekize geliyordu. Akşam yemeklerimizi saat sekiz buçukta yiyoruz. Yemek salonumuz oldukça geniş. Kaptan Plummer ve yedek kaptan Gage ile yardımcısı Erving de bizimle birlikte yemek yiyor.. Ben kamarama doğru yöneldim ve yemek saatine kadar Edward’la biraz sohbet ettim, ona Kaptan Plummer’den bahsettim. Sonra da yemek salonuna geçtik. Yemekte dana rosto, spagetti ve kırmızı şarap vardı. Kadehlerimizi Kaptan Plummer’in şerefine kaldırdık. Bir an onunla göz göze geldiğimde sanki babasının ve arkadaşlarının şerefine kadeh kaldırıyormuşuz gibi bir duyguya kapıldım. Kaptan Plummer bunu hissetti mi, bilmiyorum.. Yemek bitince kamaralarımıza çekildik. Bu duygumu Edward’la paylaşınca o da bana aynı şeyi hissettiğini söyledi. Kim bilir, belki günün birinde Demokratik İrlanda Cumhuriyeti’nin kurulmasına ve bunda emeği geçenlerin şerefine özgürce kadeh kaldırırız..

 

Kamaramızda bir saat kadar geçirdikten sonra biraz temiz hava almak için güverteye çıktım, Edward da Tizard’ın Armagedon isimli risâlesini okumaya koyuldu. Ben geldiğimde Normon gökyüzünü seyrediyor, yıldızlara bakarak birşeyler mırıldanıyordu. Pek de keyifliydi Normon. Beni gördüğünde yanına çağırdı ve onunla epeyce lâfladık.. Normon’la pek güzel sohbet ettik, pek çok konu hakkında konuştuk. Özellikle de yıldızlar, gökyüzü olayları, bunları değişik biçimlerde anlamlandırmaya çalışan insanlar ve tabiî ki astroloji.. Normon’a astrolojinin anavatanının Sümerler olduğunu söyledim ve bu konuda bildiklerimi anlattım. O da bana modern dünyâda astroloji hakkında pek çok trajikomik olay anlattı. Bunlardan III. Mustafa’nınki çok ilgimi çekti doğrusu:

 

O dönemler Prusya, Avrupa’nın en gözde krallığıydı, Friedrich hemen tüm Avrupa’da oldukça büyük bir îtîbâr gören bir kraldı. Onun bu îtîbârı tâ Osmanlı ülkesine kadar ulaşmış, ancak III. Mustafa bu tür şeyleri yıldızların hareketlerine bağlıyormuş, sözüm ona yıldızlar Friedrich’ten yana olduğu için kral üstün başarılara imzâ atmış.. Bunun üzerine III. Mustafa, Friedrich’e elçiler göndererek kendi sarayına üç müneccim yollamasını istemiş. Friedrich ise şu cevâbı vermiş: ‘Kuvvetli bir ordu, güçlü bir ekonomi ve sıkı bir târih bilgisi.. Ben başarımı işte bunlara borçluyum, bunlardan başka bir müneccimim yoktur.’ Gerçekten de Friedrich doğru bir tespit yapmış, gerçi ben olsam târih bilgisini başa koyardım ya neyse.. Asıl mesele şu: Osmanlı Devleti’ni III. Mustafa zamânında yoksa müneccimler mi yönetti.. Belki Friedrich’in bu cevâbından sonra III. Mustafa akıllanmıştır, ama ya ondan önce.. Dilerim Osmanlı yöneticileri artık akıllanmışlardır.. Bilmezler mi ki târih boyunca ortaya çıkan pek çok savaşın, pek çok insanlık suçunun arkasında bu adamların muhakkak bir parmağı vardır.. Tanrım.. Hem de Müslümanlık bu tür şeyleri açıkça yasaklamışken aynı zamanda da halîfe, yâni Müslümanların dînî başkanı olan bir zat müneccimlerden medet umuyorsa vay şu Müslümanların hâline..

 

Gerçekten de insan içinde yaşadığı olgu ve olayların nedenlerini ve sonuçlarını, ama bunlar hakkındaki olasılıkları değil, bunların apaçık nedenlerini ve sonuçlarını bilmek istiyor, bunu mâkûl yollarla bilemeyince de böyle işlere başvuruyor.. Bu ister büyük bir imparatorluğun başında bulunan bir kimse olsun isterse sıradan bir kimse olsun hep böyle.. Normon’la sohbetimiz sırasında ona edebiyat hakkındaki bir düşüncemi açtım ve bu konuda epeyce tartıştık. Dedim ki: ‘Edebiyatta insanın olgu ve olayların apaçık nedenlerini ve sonuçlarını bilme tutkusu ete kemiğe bürünüyor, yazar için olduğu gibi okur için de bu böyle oluyor. Çünkü yazar anlattığı olayları kendi zihninde kuruyor, eğer gerçek bir olaydan hareketle eserini ortaya koymuşsa bile o eser içinde bu bilgilere apaçık sâhiptir, bunlar zihnindedir. Okur da bunları görmeyi, hikâyenin nereye doğru sürükleneceğini kendi başına öngörmeyi bekler, bu bakımdan aslında yazar mutlak bir özgürlüğe sâhip değildir.’ Bu düşünceme Normon îtirâz etti ve bana şunları söyledi: ‘Edebiyatta hep birtakım ideâlleştirmeler yapılır. Belirli birtakım insan özellikleri belirli kahramanların şahsında toplanır ya da belirli bir dönemin tinselliğini oluşturan unsurlar belirli kahramanların şahsında özetlenir. Aslında gerçek hayatta böyle ideâl tipler yoktur, yâni gerçek hayattaki kahramanlar aslında hep çelişkili varlıklardır, bunların hareketleri önceden kestirilemez ve bu bakımdan yazar aslında mutlak bir özgürlüğe sâhiptir.’ Şimdi düşünüyorum da Normon’un bu îtirâzı Romantizmin etkisinde kalan Alman edebiyâtı hakkında doğru gibi görünüyor ve hattâ bir ölçüde bizim klâsik edebiyâtımıza da uygunluklu. Ancak insanı tamâmiyle çelişkili bir varlık olarak göstermek, yaşadığı ki yaşamasının da gâyet normâl olduğu iç çelişkiler nedeniyle onun eylemlerini de anlaşılamaz ve açıklanamaz bir hâle getirmek ne kadar doğru.. Normon’a bu konuda aşırı bir genelleme yaptığını, Romantizmin etkisi altında böyle konuştuğunu, yazar için ideâlleştirme yapmanın bir anlamda zorunluluk olduğunu, çünkü bir yazarın en temel görevinin değerleri değerlendirmek olduğunu ve bunu yapabilmesi için bu değerleri yaşatmaya çalışan insanların düşünme süreçlerini, psikolojik yaşantılarını ve kişilik özelliklerini olabildiğince rafine etmesinin doğal bir zorunluluk olduğunu söyledim. Normon beni “fazla Aydınlanmacı” bulduğunu ve bu konuda son sözü okura bırakmanın belki daha doğru olacağını söyledi. Ben de ona katıldığımı söyledim ve bu konuyu kapattık..

 

Evet, yazacak olduğum kitabım hakkında bu tartışma bâzı şeyleri yeniden düşünmemi sağladı.. Kitabımda ben de ister istemez bu tür ideâlleştirmeler yapmak durumundayım sanırım, Normon’la konuşurken bunu geçirdim içimden.. Bence bir yazar insan realitesinin en naif biçimde anlaşılmasına katkı sağlamak istiyorsa bu rafine etme işini de en naif biçimde yapmalı.. Meselâ ölüm hakkında yakılan ağıtlar, yazılan şiirler, “korkusuzca ölen” insanlara düzülen methiyeler, bestelenen kasîdeler.. Tâ Sümerlerden bu yana insanlık târihinde on binlerce eser verilmiş ölüm hakkında, hem belki de yüz binlerce.. Sanki şu insanoğlu başka hiçbir işle uğraşmamış da oturup bunları üretmiş gibi bunlar son derece yüksek bir estetik değere ve kaliteye sâhip ve tüm bunların tafsîlâtlı bir biçimde incelenmesi sanırım imkânsız.. Ama ben tek bir kahramânın hayâtı üzerinden ölüm karşısında insanoğlunun içinde bulunduğu durumu, insan realitesi üzerinde ölüm psikolojisinin yerini ve etkilerini, inandıkları uğruna ölümü göze alabilen kimselerin düşünme ve değerlendirme biçimlerini tam ve eksiksiz bir biçimde irdeleyebilirim, yeter ki kahramânımın içinde bulunduğu koşulları, kişilik özelliklerini vb. tam ve eksiksiz bir biçimde kendi zihnimde yaratayım ve bunları da okura verebileyim.. Bu berraklık olmadan bu değerlendirmeyi yapmam mümkün değil kuşkusuz. Dolayısıyla eserimde farklı durumlar yaratarak, bu kahramânımı farklı koşullar ve özelliklerin altına sokarak farklı insan tipleri hakkında da bu değerlendirmeyi genişletebilirim.. Şüphesiz ki insanın değişmeyen özellikleri olduğu gibi değişen özellikleri de var ve insanın bu yapısı îtîbârîyle bu genişletmeyi yapmam mümkün; insanın varlık yapısı bunu olanaklı kılıyor çünkü.. Yeter ki bu berraklıktan ödün vermeyeyim.. Yok eğer bu berraklığı sağlayamazsam kahramânım oradan oyana şuursuzca savrulan bir pinpon topundan farksız hâle gelir..

 

Hareketleri, tavır ve davranışları rastlantısal, kendisi hakkındaki bilgisi sıfır, kendini hiçliğe terk etmiş insanlar.. İşte, Romantiklerin kahramanları bunlardır.. Tanrım.. Romantikler edebiyâtı iş yapamaz hâle getirdikleri gibi, aynı zamanda da insan realitesini ciddî biçimde tahrip ediyor.. Romantiklerin asıl karşı çıkması gereken şey şu: yazar ister istemez bu tür ideâlleştirmeler yapmak zorundadır, bu hem metodolojik hem de insânî nedenlerden dolayı çok tabiîdir. Asıl sorun bu ideâlleştirmelerin kendisinde değil, edebiyat eserlerinde anlatılan bu ideâl tipleri kendisine örnek alarak hayatlarını onlar gibi yaşamak isteyenlerde ve bu kişileri örnek kişi olarak gösterenlerdedir.. Bunlara kanan okurlar kendi kişisel olanak ve özelliklerini hiçe sayarak, onlara öykünerek bu eserlerden kendilerine birtakım replikler ezberleyerek yaşamlarını ezbere sürdürmeye yöneliyor.. İşte, edebiyâtın bence en büyük yan etkisi de bu.. Edebiyat insanlara yeni pencereler açması gerekirken kişileri kendilerine yabancılaştırabiliyor, buna neden olan kimseler de bu ideâl tipleri olumlu veya olumsuz anlamda örnek kimseler olarak gösterenlerdir.. Yazar değerleri değerlendirirken kaçınılmaz olarak bu ideâl tipleri yaratır, bunları örnek kişi olarak; olumlu veya olumsuz anlamda örnek kişi olarak sunmaz/sunamaz/sunmaması gerekir.. Ama başta felsefenin etik dalı olmak üzere bâzı felsefî tartışmalara kafa yoran bâzı filozoflar bu eserlerde serimlenen kişileri olumlu veya olumsuz anlamda örnek bir kişi olarak görme ve gösterme sayıltısı içine kolayca girebiliyor.. Alman sığ düşünceliliğinin bir sonucu olarak Romantikler hedefi şaşırıp neye karşı çıkmaları gerektiğine karar veremeyip bu yanlış çabaların içine girmiş, hem üstelik bu filozofları da yanlış istikâmetlere doğru sürüklemiştir.. Tanrım.. Şu Romantiklerin hem edebiyatta hem de felsefede yaptığı tahribât acabâ ne zaman tam olarak anlaşılabilecek ve bunun ortadan kaldırılması için ne zaman harekete geçilecek ya da geçilebilecek mi.. Tanrım.. Sen şu Alman Romantiklerine akıl ve sağduyu bağışla..

 

21 Nîsan 1885

 

*

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.