Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Akademik Felsefenin Sefâleti


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Benim bu yazıyı kaleme almama neden olan kaygılar sanırım Felsefe’yle uğraşan veya Felsefe’yle de uğraşması gereken herkesin sâhip olduğu kaygılardır. Bugün îtîbârîyle felsefe yapıldığı sanılan pek çok kurumda aslında hakîki anlamda felsefe yapılmasına engel olunmaktadır. Akademilerde yetiştirilen öğrencilerin büyük bir bölümü Felsefe’den beklenen görevleri karşılamak için eğer bireysel bir faaliyet içine girmemişlerse bu görevleri karşılayabilecek ne bakış açısına sâhip olabiliyorlar ne donanım bakımından yeterlilik gösterebiliyorlar ne de akademilerdeki kepâzeliklerin farkına varabiliyorlar. Bu bakımdan bu yazıda ele alacak olduğum hususlar şu ya da bu akademideki Felsefe’nin sefâletiyle ilgili değil; genel olarak akademik felsefenin sefâletiyle ilgili olacaktır. Amacım: zamânımızda Felsefe’nin en önemli sorunlarından biri olarak gördüğüm akademik felsefenin sefâletine karşı kamuoyunu uyarmak ve bu sefâleti yıkmaya çalışmak için olanaklı çözüm yolları geliştirmektir. Bu yazıda bizdeki eğitim kurumlarına ilişkin sorunları irdeleyip bunların Felsefe eğitimine ne şekilde yansıdığı incelemeye çalışmayacağım; bu ayrı bir çalışmanın konusu olabilecek bir iş. Ben bunun yerine felsefe târihi boyunca zâten hep bir biçimde vârolmuş olagelen akademik felsefenin bugün îtîbârîyle ülkemizde ve dünyâda yarattığı sorunları masaya yatıracağım. Bu bakımdan bu yazı akademik felsefenin bizzat kendisinin sâhip olduğu ve yol açtığı sefâleti göstererek onun saltanatını yıkmaya çalışmak için kaleme alınan bir manifesto olarak da okunabilir:

 

*

 

Zamânımızda Felsefe’ye karşı çok büyük bir ilgi var. Bunun da birçok nedeni var. Bunlardan bir iki tânesi üzerinde önemle durmak istiyorum:

 

Özellikle de 11 Eylül saldırılarından sonra tüm dünyânın gözü bir anda siyâsî İslâm üzerine çevrilmiş durumda. İslâm ile terör arasında haklı haksız bir dizi ilişki kuruluyor, Müslümanların çoğunlukta olduğu toplumlara mesâfeli bakılıyor. Pek çokları dinci kesimler diye fişleniyor, bu kesimlerin aydınlatılmaya(!?) ihtiyaçları olduğu savunuluyor. Bu işi yapmakla görevlendirilen alan olarak da Felsefe’nin adı ön plâna çıkartılıyor. Bâzı uluslararası plâtformlarda düzenlenen kimi Felsefe toplantılarında bu işin ne şekilde kotarılması gerektiğine dâir birtakım projelere imzâ atılıyor. Oysa ki bugün dünyânın karşı karşıya geldiği bu terör sorununun nedenleri büyük oranda ekonomik ve sosyo-kültürel sorunlardan kaynaklandığı hâlde aslında barışık iki alan olması gereken Din ile Felsefe bâzı çevrelerin Felsefe’yi bir tür insansal din olarak ambalajlayarak pazarlamasından dolayı (yine) birbirlerine düşman ediliyor. Zamânımızda dinlere karşı mesâfeli duran bâzı çevrelerde Felsefe’ye karşı çok müthiş bir yönelimin ortaya çıkıyor olmasının nedenlerini de buralarda aramak lâzım. Öte yandan uluslararası terör gibi konularda sorunların gerçek nedenlerini görüp onları çözüme bağlamaya çalışmak yerine bu çevrelerin aydınlatıldığı taktirde terörün de ortadan kalkacağı yollu sayıltıların benimsenmesi çok ciddî sorunlara yol açıyor, başka sorunlara da yol açacak gibi görünüyor. Üstelik belki şahsî belki de başka nedenlerle dinlere karşı olan kimi çevreler de bu meselelerin tam da bu şekilde algılanmasına ve/veya algılatılmasına bilerek ya da bilmeyerek çanak tutuyor. Birleşmiş Milletler bünyesinde görev yapan pek çok kurum ve kuruluşun birçok çalışması da aslında Din yerine getirilmek istenen Felsefe’nin daha fazla ön plâna çıkartılması amacına hizmet ediyor. İmdi bu işlerin lâyıkıyla yerine getirilmesi için de akademilerde kendisine kürsü hediye edilen kişilerle dirsek temâsına geçiliyor. Bu tür toplantılarda da hep belirli kişilerin isimleri ön plâna çıkartılıyor ki o kişiler de zâten kendisine kürsü hediye edilen kimselerden başkası değil. Bu kimseler akademileri bu uluslararası çevrelerin; daha açık bir deyişle Batı ve Amerikan emperyalizminin ve siyonistlerin hizmetine koşuyor. Böylelikle bu kişilerin borusunun öttüğü akademiler onların ihtiyaç duyduğu insan modelini ki bu etik kişi modelidir; Felsefe’nin ortaya koyabileceği olanaklı tek insan modeli olarak gösteriyor.

 

İmdi siyâsî İslâm hakkında olup bitenler böyleyken bir de zamânımızın modaları hakkında olup bitenlere şöyle bir bakmak gerek: genel olarak post-modernizm, târihin sonunun geldiği yollu görüş ve millî devletin öldüğü söylemi akademik felsefenin sefâletini çok açık bir biçimde ortaya koymakta, ben bunlardan yalnızca birini irdeleyeceğim:

 

Zamânımızın moda söylemlerinden bir tânesi de millî devletin öldüğü söylemidir. Bu söylemin savunucularına göre zamânımızda artık millî devleti ayakta tutmanın olanaklı bir yolu kalmamıştır. Söz gelişi küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan yeni koşullar altında artık kitlesel sorunların salt millî devletlerin sınırları içinde ele alınıp belirli bir çözüme bağlanabilmesi mümkün değildir. Öte yandan İkinci Dünyâ Savaşı sonrasında hızla ittifak hâline geçen Avrupa devletleri de AB çatısı altında kendi egemenlik haklarının önemli bir kısmını buraya devrediyor, artık millî devlet fikri de siyâsî târihin tozlu raflarına kaldırılıyor(!?).

 

Millî devlet fikri olduğu kadar bu tür bir federatif yapı fikri de yine Felsefe’nin ortaya koyduğu fikirler arasındadır. Bunun târihsel kökleri tâ Aydınlanma’ya kadar ve hattâ daha da gerilere kadar gider. Ancak bu tür bir federatif yapının tek yol olduğu dayatması zamânımıza özgü bir sayıltıdır. İşte bu sayıltının temellendirilmesiyle meşgûl olan kimselerin ve yaptıkları çalışmaların birtakım uluslararası plâtformlarda pazarlanmasına hemen hiç şaşmamak gerekir. Nitekim emperyalistler ve siyonistler bu kimseleri bu sayıltıları temellendirmekle görevlendiriyor, onlara birçok destekler yağdırıyor. Bu kimseler de akademilerde bu çevrelerin hoşuna giden tezleri savunan kişilerin yetiştirilmesini sağlıyor. Kendi bireysel hırsları ve daha başka birçok nedenle bu akademisyenler Felsefe’yi sefâlet içine sürüklemekle kalmıyor, aynı zamanda da kendi vatanlarına ihânet ediyor.

 

İmdi bütün bunların ortadan kaldırılması için felsefî düşünme yöntemi öğretilmeli ve bu yöntemi kullanma işi de mîzaç edinilmeli: öncelikle felsefî düşünme yöntemini kabaca serimlemek istiyorum: birincileyin belirtmek gerekir ki kimi çevreler düşünme yöntemi ifâdesini oldukça problematik görür. Derler ki: ‘aslında tüm düşünme faaliyeti sırasında gerçekleşen zihinsel süreçler bir ve aynıdır(!?); bu bakımdan aslında değişik düşünme yöntemlerinden bahsetmemizi haklı çıkarabilecek herhangi bir neden yoktur. Örneğin felsefî düşünme yöntemi, sosyolojik düşünme yöntemi, bilimsel düşünme yöntemi veya târihsel düşünme yöntemi arasında bilimsel(!?) bakımdan hiçbir ayrım yapılamaz; her biri için de zihinde olup bitenler birbirinin aynıdır, bu ayrımlar öznel ve keyfî ayrımlardır(!?).’ Ne var ki bu görüşü savunanlar aslında çok büyük bir cehâletin içindedir. Bu tür bir düşünme yöntemi ayrımı bilen öznenin bilgi ortaya koymasını sağlayan bilme yapısına ilişkin veya kısaca zihinsel süreçlere ilişkin bir farktan kaynaklanıyor değil ki böyle bir farkın olmadığı gösterilerek(!?) farklı düşünme yöntemleri arasında çizilen sınırların öznel ve keyfî olduğu gösterilmiş olsun. Düşünme yöntemleri arasındaki fark nesne farkından kaynaklanan bir farktır. Bu bakımdan örneğin bilimin nesnesi nasıllıktır, Felsefe’nin nesnesi ise neliktir. Dolayısıyla bilimsel düşünme yöntemi nasıllık üzerine odaklanan ve nesnesi îtîbârîyle bunu aydınlatmaya çalışmak için özel birtakım kurallara sâhip olan belirli bir düşünme yöntemidir. Başka bir örnek de sosyolojiden: sosyolojinin nesnesi toplumdur, toplum da bireylerden oluşur. İmdi bir sosyolog yaptığı çalışma ne olursa olsun birey ile toplumu birlikte ele alan bir bakış açısıyla iş görmek durumundadır ki sosyolojide buna sosyolojik düşünme yöntemi denir. Târihsel düşünme yönteminde ise olayların târihsel perspektifi hesâba katılarak iş görmek gerektiği görüşü saklıdır.

 

Felsefî düşünme yöntemini ıralayan temel unsurlar ise şunlar: ele alınan bir sorun belirli bir çözüme bağlanmak isteniyorsa şâyet bu durumda öncelikle objenin ne olduğuna; yâni neliğine bakılmalı. İkincileyin bu nelik bilgisi ışığında ortaya konacak olan bilgilerin belirli bir tutarlılık ve geçerlilik içermesine özen gösterilmelidir. Üçüncüleyin bu bilgilerin kabûl edilmesi durumunda içinde yaşadığımız dünyâ ve onda olup bitenler hakkında herhangi bir aykırılığın ortaya çıkıp çıkmadığı sınanmalıdır.

 

Ne var ki akademik felsefede bu tür bir düşünme yöntemi kazandırılmıyor. Birincileyin derslerde nelik araştırmaları yapılmıyor; çünkü hoca bunları zâten yapmıştır(!?) ve müritlerine de onun derslerini yinelemek düşüyor; sorgulamak, eleştirmek ise hem yasak(!?) hem de gereksiz(!?). İkincileyin hocanın söyledikleri hakkında bir çelişki yakalanmışsa şâyet bu büyük bir olasılıkla kişilerin kendi anlama yetilerinin noksanlığından kaynaklanıyordur(!?). Üçüncüleyin hocanın söyledikleri ile içinde yaşadığımız dünyâ ve onda olup bitenler hakkında eğer bir aykırılık ortaya çıkıyorsa bu aykırılık da büyük bir olasılıkla onlar hakkında bilinenlerin eksik olmasından kaynaklanıyordur; çünkü hoca böyle bir duruma imkân tanımayacak kadar keskin görülüdür(!?).

 

İşte bu nedenlerle akademik felsefede felsefî düşünme yönteminin kazandırılması mümkün olmuyor; tamâmen dogmatik bir tarzda eğitim veriliyor. Üstelik bu verilenin eğitim olup olmadığı bile tartışılabilir. Şu husus aslâ unutulmamalıdır: Felsefe’de otorite olmaz; Felsefe’de baş değer hakîkatin kendisidir. Üstelik Felsefe özü îtîbârîyle otoriteden bağımsız düşünebilmeyi şart koşar. Bu felsefe yapmak için o kadar temel bir unsurdur ki Felsefe’nin doğuşunda bile buna rastlarız: Grekler ne zaman ki kendilerinden önceki nesillerin kendilerine aktardığı mitik kurguları bir tarafa bırakıp kendi akıllarını kullanma cesâreti göstermeleri gerektiğini anladılar, aynı zamanda da Felsefe’nin doğuşunu sağladılar. Mitik kurgulardan kopuş elbette ki bir anda gerçekleşmiş değildi; söz gelişi Thales’in de Zeus’a adadığı methiyeleri mevcut bulunmaktaydı. Ne var ki ilerleyen zaman içinde bu kopuş artık hat safhâya ulaşacak ve bu noktadan îtîbâren Felsefe’nin saltanatı başlayacaktı. Fakat bu saltanat da uzun sürmeyecek; Ortaçağ düşünürleri felsefî düşünme yöntemini bozuma uğratacaktı. Bu durum bir iki istisnâ filozof hâriç tâ on yedinci yüzyılın sonlarına kadar sürdü: bu döneme kadar ortaya konan fikirlerin şu ya da bu şekilde otoritenin bekledikleriyle uygunluklu olmasına büyük özen gösterildi. Ne var ki Aydınlanma’ya gelindiğinde Kant’ın o meşhur mottosu bu işe (de) bir son vermeyi amaçlıyordu: kendi aklını kullanma cesâreti göster! Bugün de hakîki anlamda felsefe yapmak isteyenlerin akademik felsefe karşısında durması büyük bir zorunluluk olduğu gibi, aynı şekilde hem bu karşı durmayı sağlayacak olan hem de Felsefe’den beklenen görevleri yerine getirmede kılavuzluk edecek olan şey de yine kendi aklını kullanma cesâretinden başka bir şey değildir.

 

Akademik felsefede otoritenin baş değer olarak görülmesini meşrulaştırmak için dile getirilen söylemlerin büyük bir bölümü Felsefe’de gelenekleşme hakkında oluyor. Felsefe’de gelenekleşmenin gerekli olup olmadığı hususu oldukça tartışmalıdır. Batıda uzunca bir zamandır bu konular tartışılmaktadır. Bunun tartışılması da çok doğaldır. Ancak bizde asıl sorun şu: acabâ nasıl bir gelenekleşme isteniyor? Örneğin Berlin Üniversitesinde yerleşik gelenek Alman filozofları (Kant, İdealist Okul, Yeni Kantçılar vd. filozoflar) üzerine oturmuş durumdadır. Ya da Cambridge’deki yerleşik gelenek analitik felsefe geleneği (Frege, Wittgenstein, Russell, Austin vd. filozoflar) üzerine oturmuştur. Batıdaki geleneklere başka örnekler de verilebilir. Ne var ki bizde hem gelenekleşmeden anlaşılan şey çok farklı hem de doğal olarak gelenekleşme adı altında yapılıp edilenler de yine son derece farklı. Bizde akademik felsefe belirli kamplara bölünmüş durumda. Bu kamplardan her biri de şahıs merkezli gelenekleşmeye gidiyor. Batıdaki mevcut gelenekler içinde yer alan filozoflara onlarca örnek gösterilebilir. Bu geleneklerin temellerini atanların izinden şu ya da bu şekilde yürüyen birçok isim sıralanabilir. Bizde ise gelenekler belirli bir şahsın adı ön plâna çıkartılarak yapılmak isteniyor, bu da felsefeci veya filozof yetiştirme amacını değil; tam anlamıyla birer mürit yetiştirme amacını güdüyor. Batıdaki mevcut gelenekler içinde yer alanlar arasında çok seslilik karşımıza çıkarken bu, gelenekleşme olgusunun kendisine bir zarar vermiyor; gelenekler salt ana esaslar üzerinde oluşturuluyor. Oysa ki bizde geleneklerin alanları kesin çizgilerle çiziliyor, bu sınırların dışına çıkılmaması telkin ediliyor. Bu sınırların dışına çıkıldığı taktirde Felsefe adına nitelikli hiçbir şey yapılamayacağı telkininde bulunuyor. Böylelikle bu gelenekler içinde yetişenler o sınırlar dâhilinde kalmaya mahkûm edildikleri gibi, aynı şekilde de eğer bu sınırlar dâhilinde kalınacak olursa kendi imgelerine de sâhip çıkmış olacaklarına, kendi imgelerini doğrulamış olacaklarına ve bu bakımdan da nitelikli bir insan olacaklarına inandırılıyor. Böylelikle bizdeki gelenekleşme çalışmaları hocanın dersini yinelemenin ötesine geçmiyor, geçmesine de izin verilmiyor. Çünkü akademik felsefe içinde akademik yaşama ilişkin üst rütbeleri ellerinde bulunduranlar bizde Felsefe’ye kurumsal bir kimlik kazandırma yaftası altında sürdürdükleri çalışmalarla bunun değişmesinin olanaklı koşullarını ortadan kaldırıyor.

 

İmdi Felsefe’ye en çok ihtiyaç duyulan şu günlerde onun icrâ edildiği sanılan yerlerde ona daha büyük bir ihtiyaç duyulmakta. Buna karşılık akademilerde yapılan felsefe dersleri bunu karşılayamadığı gibi birçok bakımdan büyük yanlışlıklara ve *********liklere sahne oluyor. Aslına bakarsanız kimi akademiler salt akademik mastürbasyonun tatbik edildiği kurumlar hâline gelmiş durumda. Ancak hakîki anlamda felsefe yapabilmek için uygun zeminlerin yaratılması zamânımızda hakîki anlamda felsefe yapılmasının önünü açacaktır. Ne var ki benim burada kastettiğim şey örneğin sınıflardaki öğrenci sayısının azaltılması gibi sorunlar değil. Benim kastettiğim şey: akademilerdeki hocamıza saygı gibi düsturların neden olmakta olduğu sorunların aşılması için uygun zeminlerin yaratılmasıdır. Nitekim akademilerdeki hocamıza saygı düsturu hakîki anlamda felsefe yapmayı engelliyor. Bu düstura bağlı kalan akademisyenler hocalarının kitaplarına bir tür kutsal kitap muamelesi yaptığı için hiçbir biçimde sorgulamayan, eleştirmeyen; yalnızca ezberlemeye koşullandıran felsefeciler(!?) yetiştiriyor. Bunu yaparken savundukları şey de temelde şu: ‘felsefe zâten birşeyleri aramaktır, hocamız da bu şeyleri zâten bulmuştur. Bu bakımdan bize düşen görev de onun derslerini yinelemektir.’ İmdi zamânımızda akademik felsefe tiyatro idollerinin üretim merkezi olarak iş görmekte. Hocamıza saygı düsturuyla gelenekler yerleştirilmek istenmekte ve bu gelenekler içinde alternatiflere, değişik renklere katiyetle hiçbir değer verilmemekte. Oysa ki Felsefe’de gelenekleşme hocamıza saygı düsturuyla olacak bir iş değildir. Üstelik onların bu düşünceleri tipik bir Ortaçağ Hıristiyan zihniyetini yansıtıyor. Nitekim Ortaçağ Hıristiyan düşünürleri de Aristoteles’in hakîkati bulduğuna inanıyor, kendilerini de onun öğrencisi olarak görüyordu. Bu da Felsefe’yi artık tamâmen dogmatik bir hâle getiriyordu. Skolastikler, Felsefe’den beklenen görevlerin yerine getirilmesini sağlamak yerine Kilisenin üzerlerine yüklediği görevleri karşılamak için Felsefe’yi teolojinin hizmetçisi konumuna getiriyordu. Bugün de akademik felsefe Felsefe’yi emperyalistlerin ve siyonistlerin hizmetçisi konumuna getiriyor. Hâl böyle olunca felsefe dersleri lâyıkıyla yapılamıyor.

 

Oysa ki felsefe derslerinin ne şekilde yapılması gerektiği hakkında (da) elimizde aslında son derece sağlam bir kaynak var: Platon’un felsefî mîrâsı: Platon’a göre filozof olmak ve dolayısıyla felsefe yapmak isteyen bir kimse belirli bir yolu yürümek zorundadır. Ancak belirli bir yürüyüş sonucunda belirli bir ustalığa erişecek olan bir kimse henüz genç yaşta kendisini daha önce o yolu yürüyüp arkada bırakmış bir filozofa teslim etmelidir. Bu filozof o kişinin idealara (bunlara nelik bilgisi demek yanlış olmaz) ulaşmasını sağlayacaktır. Onlara ulaştığında kişide hakîkat sevgisi ortaya çıkacaktır ve bunun aracılığıyla bir daha idealara bakmaksızın hiçbir işe koyulmayacak, yaptığı her işte hakkında oldukları ideaları temâşa ederek doğru yoldan aslâ ayrılmayacaktır. İmdi bu tutumu onu usta hâline getirecektir.

 

Ne var ki felsefe târihinde henüz daha Platon’un ölümünün hemen ardından bu yöntem unutuldu. Platon’un okulunda kendisinden sonra ders veren hocalardan îtîbâren bu yöntem bir tarafa bırakılarak hocanın dersini yineleme anlayışı getirildi. Aynı durum öğrencisi Aristoteles’in kendi okulu olan Lyse’de de geçerliydi. Bu iki büyük filozofun ölümünün ardından Greklerin bir daha hiç bu kadar önemli filozoflar çıkartamamış olmasının temel nedenlerinden biri de sanırım verilen Felsefe eğitiminden kaynaklanmaktaydı. İmdi felsefe derslerinin dogmatik bir hâl almaya başlaması ve felsefe tartışmalarının taşımak zorunda olduğu birtakım dinamik yönlerinin hesâba katılmaması bu gibi sorunlara yol açıyor.

 

Hocanın dersini yineleme anlayışı daha sonraları Skolastik dönemde en uç noktaya taşındı. Artık tamâmen okullarına kapanmış, zamânının problemlerine duyarsız kalmış, işleri güçleri sabahtan akşama kadar kılı kırk yararcasına çıkarım üstüne çıkarım yaparak birtakım şeyleri Kilisenin üzerlerine yüklediği görevler uyarınca elden geçirmek olan Skolastik dönem düşünürleri de aslında Felsefe eğitiminin nasıl olmaması gerektiğini de en açık örnekleriyle ortaya koymaktaydı. Bu düşünürlere en büyük tepki de F. Bacon’dan gelmişi. On yedinci yüzyıla girişte Bacon, Novum Organum’unda geliştirdiği idoller eleştirisiyle başka birçok şeyi eleştirdiği gibi, aynı zamanda akademik felsefeye de yoğun ve sonuna kadar haklı olduğuna inandığım müthiş bir saldırıda bulunmuştu:

 

Bacon’a göre insan zihni yeteri kadar aydınlanmış bir kimsede doğru yolu kendi başına bulabilir; ancak aydınlanmamış zihinlerde kendi hâline bırakıldığında idoller onu doğru yoldan uzaklaştırır (age. 21. önerme). İmdi idol Eski Yunancadaki eidolondan (eidolon) gelir: eidolon ise eido (eido) kelimesinden. Eido kelimesinin anlamı: olmayan bir şeydir. Eidolon kelimesinin anlamı ise: yanlış tasarlamak. Bacon’a göre aydınlanmamış zihinlerde aktif bir biçimde bulunan bu idoller doğru bilgiye ulaşmak için kendilerinden kurtulmak zorunda olunan şeylerdir (age. 38. önerme).

 

Bacon’a göre dört tür idol var, bunlar: soy idolleri, mağara idolleri, çarşı-pazar idolleri ve tiyatro idolleri. Bunlardan soy idolleri insan doğasında bulunan idollerdir; nitekim insan anlamsız bir biçimde şeylerin ölçüsü olduğunu düşünür ve hem duyularının hem de zihninin bütün algılarının kaynağı olarak evreni değil; kendisini gösterir ki bu da soy idollerini yaratır (age. 41. önerme). Mağara idolleri ise bireysel idollerdir; her birey ya kendi tekliğini sağlayan yaradılışından ya eğitimi ve diğer kişilerle olan ilişkilerinden ya okuduklarından ya hayranlık ve saygı duyduğu kişilerin otoritelerinden ya da zihninde meydana getirdiği farklı etkilerden dolayı kendi bireysel mağarasına sâhiptir ve tüm olup bitenleri bu mağaradan süzen ışık eşliğinde görür ki bu da mağara idollerini yaratır (age. 42. önerme). Çarşı-pazar idolleri ise insanların birbirleriyle olan ticârî ve toplumsal ilişkileri sırasında oluşan idollerdir; nitekim insanlar dil aracılığıyla anlaşırlar; ne var ki kimi kelimeler çoğunluğun istediği gibi biçimlenir, zihin için şaşırtıcı bir engel olan kelimelerin kötü ve uygunsuz yapılanması sonucu zihinde bu idoller ortaya çıkar (age. 43. önerme). Tiyatro idollerine gelince: bunlar birtakım felsefe sistemleri ve dogmalar aracılığıyla insan zihnini saran idollerdir, kusurlu ispat kurallarından kaynaklanırlar ve bu idoller kurgusal ve tiyatrovârî bir dünyâ yaratarak göz önüne serilen ve canlandırılan birçok oyunda olduğu gibi şimdiye kadar kabûl edilen ve tasarımlanan felsefe sistemleri ve dogmalar tarafından insan zihnine yerleştirilir (age. 44. önerme).

 

İmdi Bacon’ın Felsefe eğitiminin nasıl olması gerektiğine (de) ışık tutan bu değerli fikirlerini zamânımızda tekrar tekrar anlamaya koyulmalıyız. Zamânımızda akademik felsefe yeni tiyatro idolleri yaratıyor. Bu idoller hocamıza saygı düsturundan oluşuyor, şahıslar üzerine odaklanılarak ders yapılıyor. Zamânımızdaki tiyatro ideollerine konu olan bu şahısların kullandığı kavramlar da zamânımızın modalarıdır. İşte bunlar da emperyalistlere ve siyonistlere yapılan uşaklıkların meşrulaştırma araçlarından bir kısmıdır. İmdi bu araçlarla akademik felsefe öğrencilere yeni çarşı-pazar idolleri kazandırmaktadır. Bu çarşı-pazar idollerinin birer mutlak hakîkatmiş gibi gösterilmesi netîcesinde de pek çokları bu aldatmacalara inanıp bu sözde hakîkatler üzerine yaşamlarını binâ etmenin yollarını aramaktadır ki bu da zamânımızda kişilerin pek çok yeni mağara idolüne sâhip olmasına neden olmaktadır. Bu mağara idolleri de yeni nesillere aktarılmakta ve zamânımızın soy idolleri de bu temeller üzerinde şekillenmektedir. Zamânımızda bu idollere sâhip olanlar anlamsız bir biçimde şeylerin ölçüsünün bu tiyatro idollerine konu olan şahıslar olduğunu sanarak, yaptıkları çalışmaları, verdikleri demeçleri, aldıkları kararları ve daha birçok şeyi bu şahısların birtakım dogmalarına dayandırmak ihtiyâcı içine girmektedir. Bu yaptıkları da yine ve aslında akademik felsefenin sefâletini en açık biçimde görmemizi sağlamaktadır. Akademik felsefe nitelikli felsefecilerin veya filozofların değil; kafası idollerle dolu olarak iş görecek vasıfsız felsefe hocalarının yetiştirilmesine ihtiyaç duymakta ve kendi meşruiyetini de yine bu hocaların vasıfsız çalışmalarıyla sağlamaya koyulmaktadır.

 

Akademik felsefe hızlı bir biçimde mürit kadrosu oluşturmakta ve kurumsallaşmaktadır. Bunun kurumsallaştığı akademilerde tüm işler ahbap çavuş ilişkileri içinde ilerlemektedir. Aykırı seslere hiçbir tahammül(!?) gösterilmemekte, onlar üzerinde akademik faşizm uygulanmaktadır. Bu kurumlarda akademik faşizmle mücâdele etmenin önü tıkanmaktadır. Üstelik bu kurumlarda hakîki anlamda felsefe yapmak için gerekli olan asgarî özgürlük ortamının sağlanamaması bir tarafa, bunun sağlanması durumunda hocaya küfür edilmiş olur anlayışı egemendir. Ahbap çavuş ilişkileri içinde üst konumlara gelmiş bulunan akademisyenler bu tür bir ortama zâten ihtiyaç yoktur sayıltısı içindedir; çünkü hoca zâten hakîkati ortaya koymuştur ve bunun sorgulanacak bir tarafı da kalmamıştır(!?). Böylelikle akademiler belirli şahısların kendi egolarını tatmin ettikleri yerler hâline geliyor, kendilerine kürsü hediye edilen akademisyenler -Nietzsche’nin diliyle söylersek: eldivenle okunacak kitaplar yazıp şu an mevcut bulunan durumun mîmarları arasına giriyor. Bunlara seyirci kalmak istemeyen öğrencilerin durumu ise genel olarak şu:

 

Akademik felsefe aklı başında öğrencileri bu sistem içinde hiyerarşinin tepesindekilere itaate zorluyor. Bu tür öğrencilere en sık söylenen şey şu: ‘sen iyi bir öğrencisin, mutlakâ akademisyen olman gerekiyor; başka bir alana yönlenirsen harcanmış olursun, senin tek seçeneğin akademisyen olmaktır.’ Bu ve buna benzer söylemlerle yapılmak istenen de gerçekte şu: bu öğrenciler başka bir seçeneklerinin olmadığına inandırılıyor, sistem içine çekilerek sistem için yararlı olmaya zorlanıyor. Söz gelişi ülkemizde felsefe bölümü öğrencilerinin felsefe grubu öğretmenliği yapmaktan başka herhangi bir seçeneğinin teknik olarak bulunmadığı hep telkin ediliyor; hattâ işin ayrıntısı bir tarafa, yine teknik nedenlerle bu öğretmenlik işinin bile çok zor temin edilebileceği sürekli telkin ediliyor. Bu yolla Felsefe alanında birşeyler yapmak isteyenlerin tek şansının salt kendi akademileri olduğu bilinçli bir biçimde zihinlere kazındırılıyor. Böylelikle bu öğrenciler ilk önce şunu düşünüyor: ‘bu sistemden şikâyet etsem de bunu değiştirebilmem için bile bu sistem içine girip önemli bir mevkîe kadar yükselmem şart. Mevcut şartlar altında beni kimse dikkate almaz.’ Oysa ki sistem içinde kalınarak sistemle mücâdele edilemez. Sistem önünde sonunda kişileri bir örümcek ağı gibi içine alır ve yutar. Kişilerde bulunan sistem karşıtlığı da giderek törpülenir ve sonunda kişiler sistemin en önde gelen uygulayıcılarından biri olup çıkar; üstelik önceden sâhip oldukları tüm vasıfları da tamâmen yitirmiş bir biçimde.

 

*

 

İmdi ‘bir büyülü değneğim olsa ...’ gibi tümceler kurarak zamânımızı hoş fantezilerle geçirmeye hiçbirimizin hakkı yok, eğer ki akademik felsefenin sefâletini görüp de bu sefâlet karşısında seyirci kalmak istemiyorsak. Felsefe’nin o eski günlerdeki saltanatını yeniden kazanmasını istiyorsak akademik felsefenin iplerini çekme vakti çoktan gelmiştir. Bunu başarmak için mücâdele etmek Felsefe’ye gönül vermiş herkesin üzerine vergidir. İmdi bu vergiyi ödemek maksadıyla birşeyler yapmak için daha fazla geç kalmadan haydi iş başına!..

 

***

 

Gün Dönümü II; Felsefe ve Kapitalizm'den

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.