Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

IZ BIRAKANLAR


dilku

Önerilen İletiler

FATIHIN HOCASI MOLLA GÜRANI

 

Sultar II. Murad Han, aleyhir-rahmetü vel-gufran, üzgün; "Şehzadem 5 yaşına geldi, hâlâ okuyamadı, Kur'an-ı Kerim'i sökemedi; bu ne haldir?" diye telaşta. Evlâdını has müslüman yetiştirememenin endişesi yüreğine düşmüş, dertleşiyor. Hacdan dönen Molla Yegan (Rh.A) diyor ki:

 

"--Efendim, Mısır'da bir alimle tanıştım, emsali yok. Takvâ ehli, dünya malına karşı müstağni, ciddi, derin bilgili. Onu tavsiye ederim, şehzademizi o yetiştirebilir." diyor.

 

II. Murat, Molla Gürânî isimli bu mübarek zatı çağırıyor, diyor ki:

 

"--Şehzâdem Kur'an'ı sökemedi; size tevdi eylesek lütfeder misiniz?"

 

Diyor ki:

 

"--Hay hay! Kur'an'ı öğretmek en şerefli şey;

 

(Hayruküm men taallemel-kur'ân, ve allemeh.) 'Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir.' Ama, ben talebemin sultan çocuğu olduğuna bakmam; hakederse cezayı verir, döverim."

 

"--Ellerin dert görmesin; nur ol, istediğini yap!" diye izin almış.

 

Yanında sopayla Manisa Sancağında bulunan 5 yaşındaki Fâtih Sultan Mehmed Han'ın yanına varıyor, Molla Gürânî. Haber veriyorlar:

 

"--Yeni hocan geldi." diye.

 

Küçük şehzade, çıtı pıtı, ateş gibi, cin gibi, civa gibi. Hocasının karşısına geliyor, elini öpüyor, kaşını şöyle kaldırıp;

 

"--Hocam bu yan taraftaki asa veya sopa ne ola?" diye soruyor.

 

Molla Gürânî diyorki:

 

"--Bu te'dip sopasıdır. Seni okutmağa geldim; eğer okumazsan, tembellik edersen, seni bu sopa ile te'dip edeceğim, niyyetim budur."

 

Fâtih Sultan Mehmed gene kaşını kaldırıp; başı önünde ama meydan okurcasına, diyor ki,

 

"--Lala, Hocam! Ben ki bir sultan çocuğuyum, beni böyle sopayla te'dip etmek ne mümkün?" derken ilk sopayı o zaman yiyor ve anlıyor ki, bu hoca öteki hocalar gibi değil..

 

Kısa zamanda Kur'an-ı Kerim'i de söküyor; öteki ilimleri de söküyor ve ilimde o eşsiz mertebelere doğru yürüyor.

 

Sultanlığında, (yalnız şehzadeliğinde 5 yaşında bir çocukken değil, sultanlığında da) Molla Gürânî ona karşı çıkmıştır. Molla Gürânî'nin yanına geldiği zaman, Fâtih; Sultanken de onun elini öpmüş. Bir keresinde, Honaz kalesinin yetiştirdiği büyük fazıl Taceddin Hz.Muhammed İbni İbrahim Efendi'nin oğlu, Fâtih devrinin en büyük dört meşhur müderrisinden biri Hatipzade Muhiddin Efendi'yi azlediyor:

 

"--Azlettim seni müderrislikten, çık git, ne yaparsan yap!" gibi muamele..

 

Molla Gürânî Padişahın karşısına dikiliyor, diyor ki:

 

"--Ya o azli geri alırsın, ya da biz bütün ulema senin ülkeni terk ederiz; alimin kadrini bilen bir başka hükümdarın diyarına gideriz."

 

Fâtih, azlini geri alıyor.. Yani devir, sultanların hüküm sürdüğü devir değil, alimlerin hüküm sürdüğü devir...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hızır Çelebi kimdir, bu Kadıköy'e niçin o isim verilmiştir??

 

Hızır Çelebi'nin huzuruna Fâtih Sultan Mehmed Han sanık olarak çıkıyor. Mimarla başı derde girmiş; mimarı kubbeyi Ayasofya'dan küçük yaptı diye, cezalandırdığı için; mimar sultanı dava ediyor; devrin hükümdarını, devir açmış, devir kapatmış, orduların başbuğu, astığı astık-kestiği kestik sanılan insanı dava ediyor.

 

Hızır Çelebi'nin yanına geliyorlar. Geçiyor sedire oturuyor; sedir var, arkasında minder var; yaslanacak, oturacak padişah; öyle alışmış. Hızır Çelebi diyor ki:

 

"--Sultanım, burası adalet divanıdır. Sanık mevkiindesin, in şuraya otur!" diyor.

 

Diz çöktürüyor, karşısına oturtuyor. Rum, mimar Rum; sanık: Sultanül-guzatı vel-Mücahidîn Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul Fâtihi!.. Dava görülüyor. Fâtih Sultan Mehmed haksız, mahkum oluyor. Fâtih Sultan Mehmed Han'ı, Hızır Çelebi mahkum ediyor. Var mı böyle hakimler şimdi?..

 

Sanık (Fâtih) dava bittikten sonra kalkıyor, diyor ki:

 

"--Çelebi Efendi! Allah senden razı olsun. Eğer ben sultanım diye bana meyletseydin, adaletten inhiraf eyleseydin, seni kılıcımla te'dip edecektim." diyor.

 

Mahkum edilen Sultan, mahkumiyet kararı veren hakimi tebrik ediyor. Hızır Çelebi minderini kaldırıyor, altından eğri bir hançer çıkartıyor, padişaha gösteriyor.

 

Padişah soruyor:

 

"--Bu hançer ne ola, Çelebi Efendi?.."

 

Diyor ki:

 

"--Sen de ben sultanım diye hükm-ü şeriat'a rıza göstermeseydin, seni bu hançerle hançerliyecektim."

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ANADOLU FATIHI ALPARSLAN

 

Selçuklu Devleti hükümdarı, Türk milletinin en büyük kahramanlarından. Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan valisi Çağrı Beyin oğludur. 20 Ocak 1029’da doğdu. İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı. Babasının ölümünden sonra Horasan valisi oldu. Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063’te öldüğü zaman, vasiyeti üzerine, Selçuklu tahtına Alparslan’ın ağabeyi Süleyman getirildi, fakat Türk beyleri buna itirazda bulundular ve Alparslan’ı hükümdar tanıdılar.

 

Alparslan 27 Nisan 1064’te büyük bir törenle tahta çıktı. Amcasının vezirliğini yapan ve Süleyman’ın tahta çıkmasını isteyen Amidülmülk Kündiri’yi azledip, büyük bir devlet adamı olarak tarihe adı geçen Nizamülmülk’ü vezir tayin etti. Başına buyruk beylerle mücadeleye girişen Alparslan, hepsini bir bayrak altına toplamayı başardı. Böylece Selçuklu Devleti kuvvetlendi.

 

1064 yılının sonuna doğru Alparslan, Bizans İmparatorluğu’nun üzerine yürüdü. Gürcistan’ı zaptetti. İsyan eden kardeşi Kavurd’u itaate zorladı. 1065’te Amuderya ırmağını geçti, o bölgedeki hükümdarla anlaştı. Alparslan’ın beyleri, Anadolu’da akınlar yapıp sayısız zafer kazandılar. Selçuklu Sultanının gittikçe kuvvetlenmesi Bizans İmparatorluğu’nu telaşlandırdı. İmparator Romanos Diogenes ordusunu toplayıp sefere çıktı. Palu’ya geldiğinde Malatya’da bıraktığı ordusunun Türkler tarafından perişan edildiği haberini aldı. Geri dönmeye mecbur kaldı.

 

1070 yılında Alparslan, Horasan ve Irak ordularının başında Azerbaycan’a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti. Van gölünün kuzeyinden geçerek Malazgirt önüne vardı, kale teslim oldu. Diyarbekir'den Elcezire’ye girdi, Urfa’yı kuşattı. Mısır’da birbirleriyle mücadele eden Fatımi komutanları, Alparslan’ı Mısır’ı almaya teşvik ediyorlardı. 1071 yılında Selçuklu ordusu Halep’te toplandı.

 

Alparslan’ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diogenes son bir hamle yapmayı düşündü. Azerbaycan’a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu’dan atmaya karar verdi. Rumeli’de yaşayan Peçenek ve Oğuz Türklerini de ordusuna kattı. 13 Mart 1071’de 200.000 kişilik Bizans ordusu İstanbul’dan yola çıktı. İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi vaad etmişti. Diogenes ve ordusu yol boyunca katliam yaparak Erzurum yoluyla Malazgirt’e ulaştı. Halep’i teslim aldığı sırada Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan, Mısır Seferinden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı. Bizans ordusunun harekatını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı. Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyarbekir ve Bitlis’e ulaştı. Ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlat’a gönderdi. Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlat’ta oldu. Bizanslılar bozuldu. Buna iyice kızan imparator, Malazgirt Kalesine hücum edip, içerde yaşayan kadın-çocuk, ihtiyar ne varsa hepsini öldürdü. Malazgirt’e doğru devamlı yol alan Alparslan, 24 Ağustos günü Malazgirt’in doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı. Ahlat’a gönderilen kuvvetlerin gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu. Anlaşma tekliflerinin reddedilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı.

 

26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan, atından inerek secdeye vardı ve; “Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye dua etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü ve; “Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.”

 

Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece kurnazca bir harp taktiği planlamıştı. Hilal şeklinde yaydığı ordusuyla (turan taktigi) akşama kadar Malazgirt meydanında dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perişan oldu. İmparator esir edildi:

 

Sultan Alparslan savaştan sonra huzuruna getirilen imparatoru, hiç ümid etmediği şekilde affetti. Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyaç halinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış antlaşması yapıldı. Fakat Diogenes, İstanbul’a geri dönerken, Bizans tahtının el değiştirmesi, antlaşmayı geçersiz kıldı. Alparslan da, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda Anadolu’ya hakim oldular.

 

Sultan Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehir’e doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya nehri üzerinde bulunan Hana kalesini muhasara etti. Kale komutanı, Batınî sapık fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Hain Yusuf, Alparslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan’a hücum edip, hançer ile yaraladı. Yusuf’u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Dördüncü günü, 25 Ekim 1072 tarihinde; “Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden, bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. “Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir?” diye bir düşünce kalbime geldi. İşte bunun neticesi olarak, Cenâb-ı Hak, aciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü tealadan af diliyor, tövbe ediyorum. Lâ ilâhe illallah Muhammedün resulullah!...” diyerek şehid oldu. Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi. Yerine oğlu Melikşah geçti.

 

Sultan Alparslan, saltanatı müddetince İslam dinine hizmet etti. İslamiyet’i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve Batınî, Şiî hareketlerine karşı çok hassastı. Hatta bir defasında; “Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz Müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı” demişti.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Süyüm Bike: Süyüm Bike Hatun. Türk tarihinde bir dramın kahramanı.

 

Toktamış Han, 1391 yılında Terek Savaşı’nda Timur Han’a yenilince, Altın Orda Devleti dağılır. Deşt-i Kıpçak’ta (Kıpçak ilinde), Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı, Kırım Hanlığı, Sibir Hanlığı gibi daha küçük Türk Devletleri kurulur. 1437 yılında Kazan Hanlığını kuran Toktamış Han’ın oğlu Uluğ Hz.Muhammed Han’ın amacı, Altın Orda Devletini yeniden ihya etmektir. Uluğ Hz.Muhammed Han Devlete çeki düzen verir. Güçlenir. 1445’de Suzdal Savaşından zaferle çıkar ve Moskova’yı Kazan Hanlığına tâbi kılar. Böylece, Kazan Hanlığı Moskova’ya karşı Altın Orda Devletinin yerini almıştır. Uluğ Hz.Muhammed Han, dağılan Altın Orda Devletini yeniden kurmak için yeteri kadar güçlenmiştir, ama ömrü vefa etmemiştir. Hanlık’da düzen bozulur, siyasi istikrar kalmaz. Taht kavgaları başlar. Öyle ki, Uluğ Hz.Muhammed Han’ın ölümünden, Hanlığın yıkıldığı 1552’ye kadar geçen 107 yıllık zaman içinde, tahtta 19 iktidar değişikliği olur. Bu süre içinde Moskova git gide büyümüş ve güçlenmiştir. Bizim Korkunç İvan, Tatarların Yavuz İvan dedikleri İvan Grozni, Kazan’ı zaptetmeye karar verir. Ve 23 Ağustos 1552’de Kazan’ı üçüncü ve son kez kuşatır. Kuşatmanın başlamasını müteakip, Rus ordugahına sığınan Kamay Mirza’nın verdiği istihbarat bilgilerinden Ruslar ziyadesiyle yararlanırlar. Nihayet 15 Ekim 1552’de Kazan Rusların eline geçer. Bu tarih Tatar Hanlığı’nın yıkılışı ve aynı zamanda “İdil Irmağı”nın da “Volga Irmağı” oluş tarihidir.

 

Rusların Kazan’ı işgali sırasında yaptığı katliamın hatırası, “isenmisiz” sözünde saklı. “İsenmisiz” sözünün aslı “hayatta mısınız? Yaşıyor musunuz?” anlamındadır. Bugünkü Tatarca’da “merhaba” anlamında kullanılıyor. Ruslar Kazan’a girdikleri zaman öyle katliam yapmışlardır ki, Kazan’da erkek nüfus kalmamıştır. Kadın, çocuk demeden Kazan halkı katledilmiştir. Kurtulabilenler esir edilir. Kazan sokaklarında günlerce insan kanından oluşan derecikler akmıştır. İşte o günlerde karşılaşan iki Tatar bir birini “yaşıyor musun? Ölmedin mi?” anlamına gelen “isenmisiz” sözüyle selamlamaya başlamış. İşte Tatarca’daki “merhaba” sözünün karşılığı olan “isenmisiz” sözünün hikayesi bu. Ve bir şey daha: Kazan Hanlığı’nın ortadan kaldırıldığı tarih, Osmanlı’nın bir dünya gücü olduğu yıllara denk gelir.

 

Kazan şehri Ruslar tarafından ikinci kez (1550, Şubat) kuşatıldığında, Süyüm Bike Hatun bir yandan Ruslarla savaşırken, diğer yandan tahtı ele geçirmek isteyen, hatta bunun için Ruslarla iş birliği yapan mirzalarla mücadele etmektedir. Yapayalnızdır. İmdadına yetişecek hiç kimsesi yoktur. O sırada, tek yakın ve güvenilir adamı Kırımlı Kuşcak (Kozıcak) Oğlan Kırım ve Nogaylılardan müteşekkil 20.000 kişilik bir kuvvet hazırlayarak, Süyüm Bike Hatun’a yardıma göndermek ister. Ama, fitne uyanıktır. Sarayda ve halk içinde Kuşcak (Kozıcak) Oğlan ile Süyüm Bike Hatun’un arasında bir yakınlaşmanın olduğu iftirası dolaşmaya başlar. Bunun üzerine, Kuşcak (Kozıcak) Oğlan Kırımlı askerlerle birlikte Kazan’dan ayrılır. Ancak yolda Ruslar tarafından basılarak Moskova’ya götürülür. Kendisine Hıristiyan olması kaydıyla canının bağışlanacağı teklif edilir. Kabul etmeyince de idam edilir. Bir yandan Rus ablukası, diğer yandan Hatun’a yapılan iftiraların tesiriyle Kazan’ın ileri gelenleri, Hatun’u Korkunç İvan’a teslim etmeye karar verirler. Hatun’u teslim ederlerse, Ruslarla aralarının iyileşeceğine ve rahat yaşayacaklarına inanırlar. Çünkü, 1551 yaz ayında Kazan’a 60 km uzaklıkta Korkunç İvan tarafından yaptırılan Züye Kalesinin desteğinde başlatılan Kazan kuşatmasıyla birlikte, Kazan’da ticaret durmuştur. Ve Süyüm Bike Hatun ve oğlu Ötemiş Ruslara teslim edilir (11 Ağustos 1551). Oysa Kazan beyleri, mirzaları yanılmıştır. Süyüm Bike Hatun’un teslim edilmesi, Kazan Hanlığı’nın Hatun’un teslim tarihinden yaklaşık bir yıl iki ay sonra Ruslar tarafından zapt edilmesine mani olamamıştır. Çünkü, düşman düşmandır. Sahi, değişen ne var? Ver ve kurtul. Hadi canım sen de...

 

Süyüm Bike Hatun, İdil ırmağında kendisini bekleyen Rus gemisine götürülürken, son bir kere kocasının mezarını ziyaret etmek için izin ister. Kocası Safa Giray Han’ın türbesine vardığında, kabrinin başına çöker ve ağlayarak kocasıyla dertleşir. Kocasına söyledikleri yürek parçalayıcıdır: “Ey benim sevgili Hanım Safa Giray! Seninle çok hanlık edemedim. Sen benden evvel öldün. Niye beni dul, oğlumu yetim koyup kara yere girdin? Niye beni burada koyup gittin? Bak işte, senin Bike’ni Moskof padişahının eline teslim ediyorlar. Ben yalnız başıma Moskof’a karşı duramadım. Bana yardım edecek kimsem olmadı. Sevgili Han’ım, benim acılar içinde ağlamalarımı duy. Karanlık kabrini aç ve beni yanına al. Dili ve dini yad ellere gönderme beni. Şu acı günde kim gelip benim göz yaşlarımı siler? Kimler kederimi giderebilir? Benim kimim var? Şimdi esirim ve kul oldum...”

 

Safa Giray Han’ın mezarına yığılıp kalan, yürümeye mecali kalmayan Süyüm Bike Hatun, bir araba ile gemiye götürülür. Gemi hareket ettiğinde, ağlamaktan gözlerine kan oturan Hatun, Kazan’a son bir kez daha bakar. Artık ağlamaya gücü yoktur. Kazan gittikçe uzaklaşmaktadır. Esaret yılları başlamıştır. Süyüm Bike Hatun, şu sözlerle Kazan’a veda eder: “Ey Kazan! Bahtsız şehir, kanlı şehir. Başından tacın düştü. Sen şimdi bir dul kadın gibi ortada kaldın. Eski mutlu günlerini, bayramları hatırladıkça benimle birlikte ağla.Nerede senin beylerin, mirzaların? Nerede senin genç ve güzel kadınların, onların şen sesleri? Hepsi bitti artık. O günleri hatırla ve ağla. Sende bal akan pınarlar vardı. Şimdi o pınarlardan senin evlatlarının kanları ve gözyaşları akıyor. Rus kılıcı onları kırıp geçiriyor. Kazan’da bana bir mezar yeri verselerdi. Moskova’da Rus yurtlarında esir yaşamaktansa, Kazan’da ölseydim ve erimin kabrinin yanı başında yatsaydım.”

 

Süyüm Bike Hatun, Korkunç İvan’ın baskısıyla Moskova yanlısı eski Kazan Hanı Şeyh Ali ile evlendirilir. Bu evlilik, Hatun için geri dönüşü olmayan yeni bir hayatın, tutsaklık hayatının ta kendisidir. Hatun ıstıraplar içinde kıvranmaktadır. Hanlığı kaybolmuştur. Vatanından uzakta esarete mahkumdur. Vatanını bir daha göremeyecektir. Can ve Han düşmanı bir hain ile, Şeyh Ali ile evlenmek zorunda kalmıştır. Bir kadın olarak, bu zoraki evlilikle de olsa, düşmanının koynuna girmiş olmasından ve kocası Safa Giray Han’ın aziz hatırasına sadık kalamayışından ötürü kahrolmaktadır. Ve Aleksandır adı verilen oğlu Ötemiş sekiz yaşında ölmüştür.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Mitta: Mitta Vasiley, Çuvaş Türklerinin hürriyet sevdalısı şairi. Hayatını Çuvaş halkının bağımsızlığı ve Çuvaş kültürünün yaşaması uğrunda verdiği mücadeleyle geçirmiş. Şair 1908 yılında doğmuş. Lise öğrencisiyken, Çuvaş kültürünün yok olduğunu, Çuvaş dilinin öldüğünü ileri sürerek, Çuvaş dilinde eğitim istediği için okuldan atılır. Fakat Mitta, ideallerinden vazgeçmez. Çuvaş kültürünün yaşaması için mücadele etmeye devam eder. Stalin’in meşhur Sibirya sürgünleri sırasında Mitta da sürgünler listesindeki yerini alır ve 1937 yılında tutuklanarak Sibirya’ya gönderilir. Tam 11 yıl sürgünde kalır. Sibirya’ya gitmek üzere eşiyle birlikte tren istasyonuna vardığında, Sibirya’ya sürgüne giden kalabalıkta eşini kaybeder. 1948 yılına kadar, 11 yıl boyunca, eşini bir daha göremez. Bu tarihte ailesini görmeme kaydıyla serbest bırakılır ve Çuvaşistan’da bir köyde mecburi iskâna tâbi tutulur. 11 yıldır ailesini görmeyen Mitta, bir gece gizlice köyüne gider ve ailesiyle görüşür. Bunun duyulması üzerine bir yıl sonra, 1949’da yeniden Sibirya’ya sürgün edilir. Ömrünün beş yılı da bu sürgünde geçer. 1954 yılında bitkin bir vaziyette sürgünden döndüğünde, eşinin öldüğünü öğrenir. Kendisi de bir müddet sonra, 1957 yılında ölür. Mitta’yı karısının yanına gömerler. Şimdi Çuvaşistan’ın Aslı Arabuş Köyü’ne yakın bir yerde bulunan küçük bir orman arazisinde ağaçların altında iki mezar var. Biri Mitta’ya ait, diğeri de Mitta’nın karısına.

 

2002 yılının Temmuz ayında Mitta’yı mezarında ziyaret ettim. Ormanın koynunda, karısıyla yan yana serin bir ağaç gölgesinde, kuş sesleri içinde yatıyordu. Dostum İlya, onun Çuvaş halkına seslenen şiirlerini ezberden okudu. O, şiirinde, Çuvaş halkına, diline ve kültürüne sahip çıkmasını vasiyet ediyor, aksi takdirde yok olacağını öğütlüyordu.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

2. Abdulhamid'in Son Zamanları

Sirkeci’den trene bindirilerek 38 kişilik maiyetiyle birlikte Selanik’e gönderilen Abdülhamid, orada Alatini Köşkü’ne yerleştirilmişti. Geniş bir bahçe içinde kırmızı tuğlalarla üç katlı olarak inşa edilen köşk, önce şehrin meşhur zenginlerinden Alatini ailesine ait olduğu için Alatini Köşkü adıyla bilinmektedir. Sultan Abdülhamid’e mesken olarak verildikten sonra da bu isimle anılmıştır.[1]

 

Sultan Abdülhamid, apar topar Selanik’e gönderilirken kendisine para ve iaşesini sağlayacak bir şey verilmemişti. Ayrıca daha Yıldız Sarayı’nda iken, kendisinin ve saray mensuplarının para ve değerli eşyaları büyük bir yağmaya maruz kalmıştı. Halkın da katıldığı bu yağma hareketinde en küçük eşyaya kadar her şey talan edildi. Sultan’ın kütüphanesi Sabri Kardelen tarafından yağmadan kurtarılmıştı.[2]

 

Abdülhamid Selanik’e giderken yanında eşlerinden, Müşfika Hanım, Sazkar Hanım, Peyveste Hanım, Fatma Pesend Hanım ile Saliha Naciye Hanım; oğullarından Abrdürrahim Hayri ile Mehmed Abid; kızlarından da Şadiye, Ayşe ve Refia Sultanlar vardı.[3] Abdülhamid, Selanik’te büyük sıkıntılar çekmiştir. Alatini Köşkü’ndeki ilk günlerinde su, sabun, yatacak yatak, yemeklerini yiyecek çatal-kaşık gibi eşyalar verilmemişti. Köşkün önceki sahibinden kalma birkaç parça eşya vardı. Padişah bütün bu yaşadıklarına sabırla mukavemet gösterdiği gibi çocuklarına da sabırlı olmaları için telkinde bulunmuştur. Burada bulunan görevliler sultanın isteklerini güçlükle yerine getirdikleri gibi, uygunsuz hareketler de gösteriyorlardı.[4]

 

Alatini Köşkü’ndeki görevlilerden Ali Fethi Bey sultana karşı hürmetkar davranmıştır ve bazı isteklerini İstanbul’a giderek temin ediyorlardı. Ancak bu uzun sürmemiş ve Ali Fethi Bey görevden alınarak yerine Arnavut Rasim Bey adında bir kolağası tayin edilmişti. Rasim Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin emirlerini kati şekilde uyguluyordu. Abdülhamid, birkaç kez gazete istemesine rağmen, “Aleyhimizde çok yazıyorlar, okursanız müteessir olursunuz. bu sebepten vermiyoruz” demiştir.[5]

 

Sultan Selanik’te kaldığı dönemde Berlin’deki Deutsch Bank’taki beş milyonluk şahsi servetini vermesi istenmiştir. Sultan başlangıçta vermemek için direnmişse de baskılar artınca öne süreceği bazı şartların kabulü şartıyla parayı vereceğini bildirmiştir. Sultan’ın şartları;

 

“1-Abdürrahim Efendi’nin tahsili ve üç sultanın evlenmeleri için Selanik’ten İstanbul’a gönderilmeleri

 

2-Yanında kalan bendegana biraz hürriyet verilmesi

 

3-Kendisi için yetecek miktarda tahsisat bağlanması ve Alatini Köşkü’nü satın alınması

 

4-Ölünceye kadar rahat bırakılması ve hayatının ordu tarafından tekeffül edilmesi.[6]

 

Şartların kabülü ile bankadaki parasını verdikten sonra yanında bulunan evlatlarını çağırarak; “Evlatlarım. Hiçbirinizin istikbalini temin edemediğimden çok me’suyum. Ne yapayım? Talih ve kader böyle imiş. Elbet size millet bakar” demiştir.[7]

 

Sultan Abdülhamid, paraları teslim ettikten bir hafta sonra, suikaste maruz kalmıştır. Muhafız zabitlerden Topçu Yüzbaşı Kürt Salim, sultana kurşun atmıştır. Kürt Salim, Sultan Abdülhamid’in kendisinin yetiştirdiği, Kuleli’ye yazdırılmasına yardım ettiği gibi, daha sonra da yüzbaşılığa terfi etmesine de vesile olmuştur. Koyu bir ittihatçı olan Kürt asıllı Salim, Abdülhamid’i öldürmek suretiyle şöhret kazanacağı umuduyla padişaha bir el ateş etmiş, ancak isabet ettirememişti.[8]

 

Sultan Abdülhamid, Selanik’te bulunan kadınları ve çocuklarının İstanbul’a dönmeleri için hükümete başvurmuştur. Sonuçta, Mehmed Abid hariç diğer çocukları ile kadınlarından Peyveste, Sazkar ve Fatma Pesend İstanbul’a dönmüşlerdir. Yanında Saliha Naciye ve Müşfika Hanımlar kalmıştı. Abdülhamid üç buçuk yıl Selanik’te kaldıktan sonra, 1 Kasım 1912’de İstanbul’a nakledildi. Sultan Selanik’e gönderildikten sonra Osmanlı Devleti, son derece hızlı bir çalkantı dönemine girmişti. Sultanı Selanik’e gönderen Tevfik Paşa kabinesi istifa etmiş, yerine Hakkı Paşa kabinesi gelmişti. Osmanlı Devleti bu kabine değişikliklerinin akabinde Trablusgarp’ta İtalya ile savaşa girmişti.[9]

 

Abdülhamid tahtta iken, Bulgar Kilisesi’nin Rum Patrikhanesi’nden ayrılmasından beri devam eden kilise mallarının aidiyeti konusundaki anlaşmazlıktan faydalanarak bunların Osmanlılara karşı ittifak oluşturmalarına engel olmuştur. Fakat 3 Temmuz 1911’de bir kanunla, kilise ve mekteplerin hangi unsura ait olduğunu nüfus nispetine göre tayin etmeleriyle aralarındaki itilaf kalkınca Balkan Milletleri, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek Balkan Savaşı’nı başlattılar.[10]

 

Düşmanın Selanik kapısına kadar dayanması üzerine Abdülhamid’in İstanbul’a getirilmesi zorunluluğunu gündeme getirdi. Abdülhamid, Selanik’te bulunduğu sırada kendisine gazete verilmediği için olaylardan haberdar değildi. Sultan’ın İstanbul’a nakli için Damat Şerif ile Ahmet Paşa görevli idi. Bunlar Almanya Sefareti maiyetindeki Loreley gemisi ile gitmiştir.[11] Sultan İstanbul’a götürülmek üzere gelenlerden Balkan ittifakının vuku bulduğunu ve bu ittifakta bulunan devletlerin Osmanlı Devleti’ne savaş açtıklarını öğrenince; “Sefaretlerde elçiler , ateşemiliterler var, bunlar şimdiye kadar uyumuşlar mı? Dört devlet ittifak etmişte, bu olan biten şeylerden haber alınmamış mı? Ben makamda bulunduğum müddetçe, bunların arasına nifak ilkasına çalıştım” dedi. Sultan Selanik’ten ayrılmak istememiş[12] ve buna sebep olarak şunları söylemiştir. “Selanik Kostantiniye’nin anahtarıdır. O, düşmanlara mı terkedilir? Ya bizim II. ve III. Ordularımız, nerede onlar? Kim komuta ediyor onlara? Kanunun benimle ilgili yanı ise önemli değil. Olayların seyrine göre oraya buraya taşınılacak bir eşya değilim ben. Selanik’ten ayrılmıyor ve hiçbir yere gitmiyorum”.[13] Durum ciddiyeti anlatılınca, “Ben de bir silah alır, askerle beraber müdafaada bulunurum. Ölürsem şehit olurum, ben zaten ölmüş bir adamım” demiştir.[14]

 

Loreley gemisi ile İstanbul’a gelen Sultan Beylerbeyi Sarayı’na yerleşti. Ömrünün sonuna kadar Beylerbeyi Sarayı’ndan ittihatçıların sıkı kontrolleri altında kalmıştır. I. Dünya Savaşı çıkıncaya kadar, Selanik’te olduğu gibi burada da gazete verilmemiştir. I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla daha rahat etmiştir ancak çocuklarıyla sadece birkaç kez hükümetin izniyle görüşebilmiştir. Savaşın en buhranlı günlerinde hükümette en nüfuzlu kimselerden Talat Paşa ile Enver Paşa, İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na göndererek Abdülhamid’in tecrübelerinden faydalanmak istemişlerdir. Eski padişah artık verebileceği hiçbir fikir ve tavsiye edebileceği tedbir kalmadığını, devletin daha savaşa girdiği gün, yıkıldığını belirterek dünya denizlerine hakim devletlere karşı, kara devleti Almanya ve Avusturya yanında savaşa girilmesi çok büyük sorumsuzluktur” demiştir.[15] Ayrıca I. Dünya Savaşı’nda İstanbul’un tehlikede olduğunu Mehmed Reşad’ın Konya’ya, Abdülhamid’in Bursa’ya gönderilmesini söylemişlerdir. Padişah Mehmed Reşad’ın kabul etmesi üzerine; “Biraderim ne yapıyor? Hiçbirimiz payitahtı terketmemeliyiz. Kendileri ölünceye kadar burada kalmalıdır. Biz bütün hanedan, en küçük ferdimize kadar, burada memleketi müdafaa ederek ölmeliyiz. Bizler son Bizans İmparatoru kadar mı olamayacağız? Ben İstanbul’dan katiyyen ayrılmam, burada ölmeye razıyım” demiştir.[16]

 

Sultan Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı’nda beş yıl, üç ay, dokuz gün yaşamıştır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şeyh Şamil (1797 - 1871)

 

 

 

İmam Şamil 1797 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Babası bölgenin yerli halklarından Avar Türklerine mensup Dengau Muhammed’dir. 15 yaşında iken at binerek kılıç kuşandı. 20 yaşına geldiğinde iki metreyi aşan boyu ile atlama, ateş etme, güreş, koşu, kılıç gibi spor dallarında üstün yetenek sahibi olmuştu.

 

Öğrenimine bilgin Said Harekani’nin yanında başladı. Daha sonra kayınpederi olan Nakşibendi Şeyhi Cemaleddin Gazi Kumuki’nin öğrencisi oldu. Kendinden önce İmamet makamında bulunan Gazi Muhammed ve Hamzat Beg’in müşavirliğini yaptı. Son derece sade ve kanaatkar bir hayatı vardı.

 

İmam Şamil, muhtelif zamanlarda beş defa evlenmiş ve bu izdivaçların bazıları dini ve siyasi sebeplerle olmuştu. Şamil’in Fatimat, Cevheret, Zahidet, Emine ve Şovanat ismindeki zevcelerinden Ahmed Cemaleddin, Muhammed Gazi, Muhammed Said, Muhammed Şefi, Cemaleddin ve Muhammed Kamil isimli altı oğlu ile Fatimat, Nafisat, Necabat, Bahu-Mesedu ve Safiyat isimli beş kızı oldu.

 

Şamil, İmam yani devlet başkanı seçildikten sonra ilk iş olarak iç işlerini ele aldı. Ruslara karşı daha etkili savaşmak için lüzumlu idari ve askeri teşkilatları yeni esaslara göre tanzim etti. Bir taraftan askeri tedbirler alıp düşmana karşı savunma savaşları verirken, diğer taraftan da muntazam adli ve idari sivil bir devlet mekanizması geliştirmiş, medreselerde eğitime önem verdirmiş, fikir ve sanat alanında da büyük adımlar atılmasını sağlamıştır. Döneminde tophaneler, baruthaneler, silahhaneler yapılmış, muntazam birlikler halinde askeri teşkilat kurulmuştur.

 

Güçlü hitabeti, kararlı tutumu ve askeri dehasıyla büyük başarılar kazanmış, ünü kısa zamanda yayılarak, otoritesi Dağıstan civarında yaşayan geniş topluluklar tarafından kabul edilmiştir.

 

İmam Şamil, idare sistemini yeniden düzenlerken, ülkeyi naiplik ve vilayetlere ayırarak bunların başına hem askeri hem de sivil yetkilerle donatılmış naipleri getirdi. Üç veya dört naiplik bir vilayet idi. Vilayetlerin başındaki naibin rütbesi daha yüksekti.

 

Ayrıca, her biri birer savaş kahramanı olan bu yüksek rütbeli naiplerden Ahverdil Muhammed, Kabet Muhammed, Şuayıb Molla, Taşof Hacı, Danyal Sultan, Nur Muhammed, Hitinav Musa, Sadullah, Duba Hacı, Hacı Murat ve Şamil’in büyük oğlu Muhammed Gazi, gazavat’ın adı anılması gereken başlıca kahramanları oldular.

 

Şamil imam seçildiği 1834 yılından 1859 yılına kadar Rusya’nın büyüklüğü ve kudretine rağmen yılmadan mücadeleyi sürdürdü. Kendinden önceki iki imamın döneminde de fiilen 10 yıl savaşlara iştirak ettiğinden durup dinlenmeden cihad ettiği süre tam 35 yılı bulmuştur. Bu süre zarfında Rus kuvvetlerine büyük zayiatlar vermiş ancak kısıtlı sayıdaki asker sayısı da günden güne erimiştir. 1839’da Ahulgo Tepesinde 3.000 mürid ile General Grabbe komutasındaki 10.000’i aşkın üstün donanımlı Rus ordusunun kuşatmasına 80 gün süreyle direnişi harp tarihine geçmiştir. Şamil bu savaşta eşi Cevheret’i, oğlu Said’i ve kızkardeşi Mesedo’yu kaybetmiş, 8 yaşındaki oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin vermek zorunda kalmıştır.

 

Bu dehşet verici savaşlarda sadece insan kaybı olmadı. Ruslar, ancak aylar süren savaşlar sonunda işgal edebildikleri bölgelerde, ağaçları, ormanları yakıp, bir tek canlı yaratık bırakmadan ilerlerdiler.

 

Savaşlara iştirak eden Rus komutanlarından Milyutin, 80 gün devam eden Ahulgo savaşı hakkında hatıratında şu satırlara yer verir; "Artık muharebenin sevk ve idaresi kumandanların elinden büsbütün çıkmıştı. Hiddetlerinden köpürmüş, adeta çıldırmış bir hale gelen dağlılar, ulu orta askerlerimizin üzerine saldırıyor, süngü ucunda can verinceye kadar dövüşüyorlardı. Kadınlar bile kendilerini kudurmuş gibi müdafaa ettiler ve silahsız oldukları halde sıra sıra süngülerimizin üzerine atıldılar. Lakin muvaffakiyet için her türlü fedakarlığı göze almış olan Rus kumandanlığı inatla taarruzlara devam etti. Teslim olmayı katiyyen reddeden dağlılar, hiçbir ümitleri kalmadığı halde kahramanca dövüştüler. Kadınlar, çocuklar ellerindeki kamalarla Ruslara hü*** ediyor, süngülerin önünde göz kırpmadan can veriyorlardı. Bazıları ise kendilerini ve çocuklarını korkunç uçurumlara atıyorlardı. Yaralılar bile inanılmaz şekilde dövüşüyordu."

 

Dost ülkelerden hiçbir yardım göremeyen İmam Şamil’in, nihayet elindeki bütün kuvvet kaynakları tükenir ve 1859’un 6 Eylül’ünde Gunip’te Prens Baryatinsky komutasındaki 70.000 kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra teslim olur.

 

İmam Şamil, aile efradı ve 40 kadar adamı Petersburg’a Çar’ın sarayına götürülür. Rus Çarı II.Aleksandr tarafından sarayın kapısında hayrete düşülecek derecede nazik karşılanır. Çar, babası 1.Nikola’ya ve ihtişamlı ordularına tam otuzbeş yıl Kafkasya’yı zindan eden, zamanının bu en büyük kahramanını karşısında görür görmez, yüzünden ve sakalından hayranlıkla öpmekten kendini alıkoyamaz.

 

İmam Şamil bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga’ya gönderilir.

 

Ancak Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. İki yıl içinde Şamil’in simsiyah saçları beyazlar. Büyük kızı Nafisat ile gelini Muhammed Gazi’nin karısı Kerimet üzüntüden vereme yakalanarak ölürler.

 

Aradan ancak on yıl geçtikten sonra Çar, onun Hac’ca gitmesine izin verir. Ancak bir tedbir olarak oğlu Muhammed Şefi’yi alıkoyar ve Hacc’ı ifa ettikten sonra derhal Rusya’ya dönmesini şart koşar.

 

Şamil, 1870 yılında maiyetindeki adamları ile birlikte Rusya’dan ayrılarak önce İstanbul’a uğrar. Sultan Abdülaziz tarafından karşılanarak sarayda ağırlanır. Şamil’in İstanbul’a uğradığı haberi duyulduğunda şehirde yer yerinden oynamış, halk bu büyük kahramanı görebilmek için saray kapılarına akın etmişti.

 

Şamil, aşkına düştüğü son menzile bir an evvel varmak için Sultan’ın kendisine tahsis ettiği gemi ile yola koyulur. Cidde limanında Mekke Emiri, şehrin ileri gelenleri ve mahşeri bir kalabalık tarafından törenlerle karşılanarak Mekke’de Şürefa dairesinde misafir edilir.

 

Hac sırasında orada bulunduğunu duyan, dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık yüzbin müslümanın onu görmek için yarattığı izdiham sonucu, hükümet makamları İmam Şamil’i Kabe’nin üstüne çıkarmak suretiyle bu hayran kalabalığın arzusunu tatmin edebildi.

 

Şamil, hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçer. Medine günlerinde son derece takatten düşer, çektiği büyük ızdırap artık tahammül edilmez bir hal alır ve hastalanarak yatağa düşer.

 

Bütün hayatını ülkesinin milli bağımsızlığına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve bizzat ebedi düşmanı Rus yüksek makamlarına dahi kabul ettiren, adını dünya tarihine "gelmiş geçmiş en büyük gerilla lideri" olarak yazdıran İmam Şamil 4 Şubat 1871’de 74 yaşında iken hayata gözlerini yumar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

AZİZ MAHMUD HÜDAYİ (ks)

(1541 - 1628)

 

 

Şerefli Koçhisar'da doğdu. Çocukluğu Sivrihisar'da geçti. Medrese eğitimini istanbul'da tamamladı. Edirne, Mısır, Şam ve Bursa'da Kadılık ve Müderrislik yaptı. Bursa'da Üftade Hazretleri'nin müridi ve halifesiydi. İstanbulda halka şeyh, sultanlara mürşid oldu. Üsküdar'da vefat etti. Külliyesi içinde bulunan bu türbeye defnedildi. Eserleri,Sohbetleri, Şiirleri, Vaaz ve nasihatları ile padişahtan herkese yol gösterdi. Devrini idrak ettiği sekiz padişahtan bilhassa Sultan III. Murad ve I. Ahmed'in saygısını kazandı.

Yedisi Türkçe, otuz kadar eser yazdı. Zengin vakıflar ve manevi miraslar bırakarak ebediyet alemine göçtü.

 

Sevenleri için şu duası meşhurdur: "Sağlığımızda bizi, vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde Fatiha okuyanlar bizimdir. Bizi sevenler denizde boğulmasın ahir ömürlerinde fakirlik çekmesin, imanlarını kurtarmadıkça göçmesin."

 

Saygılar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

HASAN ALİ YÜCEL

 

1897 de İstanbul'da doğmuştur.1915 ten 1918 e kadar askerlik yapar.Daha sonra Edebiyat fakiültesi Felsefe bölümüne kaydolur.Sabahları okula gider akşamları da gazete de çalışır.Ruh Ve Beden üzerine yazdığı 30 sayfalık bir çalışma ile felsefe bölümünü başarı ile bititir.Fakat okulda adı ''millici''ye çıktığı için ona hiç kimse iş vermemiş.Daha sonra İzmirde öğretmenliğe başlar ve Atatürk'le ilk tanışması burda olur.Atatürk'e okulların yanında fosil haline gelmiş medreselerin hala yaşatılıp yaşatılmayacağını öğrenmek ister.Atatürk bu sözü unutmayacaktır.Bu arada 3 tane kitabı yayımlanır ''Felsefenin Elifbası''''Suri ve tatbiki mantık''''Türk Edebiyatı numuneleri'' Arapça kitapları latinceye çevirmeye başlar .Harf devriminden sonra çevirdiği kitaplar latice basılan ilk kitaplar arasındadır.1923 yılında Türk Dil Kurumu kurulunca Etimoloji kolu başkanlığına getirilir.''Goethe,bir dehanın romanı ve ''Mevlana Rubaileri'' adlı kitabları basılır.1933 yılında MMarif vekaleti orta tedrisat umum müdürlüğüne atanır .1935 yılında İzmir CHP milletvekili seçilmiştir.Bu arada eğitim ve kültür üzerine çalışmalarını hızlandırmış.1938 yılında Maarif Vekilliğine atanır böylece kemalist ilkeler doğrultusunda ve İsmet İnönü'nün desteğiyle eğitim alanındaki reformlarına başlar.Hasan Ali Yücel zamanında eğitimin her alanında hiç görülmemiş bir canlılık yaşanır.Fakat köy ve kent arasındaki dengeyi sağlamak için Köy Eğitmenliği projesini başlatır.Köye yönelik bu uygulamanın başlatılması Köy Enstitülerine geçişi kolaylaştırmıştır.1940 yılında Köy Enstitüleri yasası çıkartılarak köylerin dışında geniş arazileri bulunan yerlere Köy Enstitüleri yapılmaya başlanmış.Hasan Ali Yücel şiddetli eleştirilere karşın bunu gerçekleştirmiştir.1950 den sonra köy enstitüleri amacından uzaklaştırılmaya başlandığı için kapatılmıştır.

 

*1940 devlet konservatuarı yasası

*Tercüme bürosu

*Ankara fen fakültesi,İstanbul teknik fakültesi.Ankara tıp fakültesi

*1946 da üniversiteler kanunu gibi bir çok önemli olaylara imzasını atmıştır.

Cumhuriyet Devriminin öncülerindenHasan Ali Yücel siyasetçi,bilim adamı,eğitimci aynı zamanda yazar ve şairdi.1946 yılında miiletvekilliğinden istifa etti.1956 yılından 1960 yılına kadar İş Bankası yayınlarından sorumluydu.1961 yılında vefat etti.

 

''Fesi çıkarıp şapka giymeyi sırf şekli bir değişme sananlar,tırtılla kelebek arasında hayat farkı olmadığını sananlardır.Sürünmek nerede uçmak nerede''

 

''Dünkü fikir küflü yarınki fikir hamdır, bügünün adamına bugünün fikri yarar''

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

FAKİR BAYKURT

 

Fakir Baykurt, yorulmaz bir öğretmen, örgütlenmeci, aydınlanmacı. Sanatı emek için, emekçiler için bir araç durumuna getirirken sanatın ilkelerinden ödün vermemenin, ona yeni kurallar katmanın da bir örnekleyicisi.

 

Fakir Baykurt 1929’da Burdur'da doğdu. 1943’te Akçaköy İlkokulu’nuı, 1948’de Gönen Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra köy öğretmenliği yaptı. 1955’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi; Sivas, Hafik ve Şafşat’ta Türkçe öğretmeni olarak çalıştı. Demokrat Parti döneminde öğretmenlikten alınarak pasif bir göreve getirildi. 1958’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ilk romanı Yılanların Öcü nedeniyle hakkında kovuşturma açıldıysa da takipsizlik kararı verildi. 1960 İhtilali’nden sonra ilköğretim müfettişliğine getirildi. 1962-63 yıllarında ABD Bloomington ındiana Üniversitesi’nde ders araçları konusunda uzmanlık eğitimi gördü. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) kuruluş çalışmalarına katıldı ve başkanlığını yürüttü. Türkiye Öğretmenler Dernekleri Milli Federasyunu (TÖDMF) genel başkanlığına seçildi. Türkiye çapındaki ilk öğretmenler boykotunda (1969) bir kez daha açığa alındı. 1971’deki askeri müdahaleden sonran uzun süre tutuklu kaldı. Milli Folklor Enstitüsü uzmanlığı, ODTÜ halkla ilişkiler ve yayın müdürlüğü, Kültür Bakanlığı danuşmanlığı (1978) görevlerinde buluındu. 1979’da Duisburg’a gönderilerek Yabancı Çocuk ve Gençlerin Teşviki ve Bölgesel Çalışma Kurumu’nda eğitim uzmanı olarak çalıştı. 1996’da emekli oldu. Fakir Baykurt edebiyat yaşamına şiirle başladı (1945). Şiirlerini, toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla yazdığı kısa öyküler ve köy notları izledi. Yeditepe, Yücel, Varlık, Fikirler, Kaynak, İmece, Yazın, Sanat Olayı, Cumhuriyet, Evrensel, Yön yazılarını yayınladığı dergi ve gazetelerden bazılarıdır. Baykurt, 1955’te çıkan ilk kitabı Ç’de, Seçilmiş Hikâyeler ve Beraber dergilerinde yayınladığı öykülerini topladı. Sonraki öykü kitapları Efendilik Savaşı (1959), Cüce Muhammet (1964), Anadolu Garajı (1970), İçerdeki Oğul (1974), ile Yılanların Öcü (1959), Irazcanın Dirliği (1961), Tırpan (1970) gibi romanlarında köy yaşamını, köylünün bilincinde ve bilinçaltındaki isteklerini, tepkilerini ve çelişkilerini yansıttı. Bunu yaparken halka mal olmuş deyiş özelliklerine ve deyimlere de yer verdi. Bir dönem göç sorunun ele alarak Almanya’daki Anadolu insanının değişim süreci içinde yeniden biçimlenmesinin getirdiği sıkıntıları, farklı bir kültüre uyum sağlamak için gösterilen çabaları çok boyutlu bir şekilde Aktardı. Yapıtları edebi değerinin yanı sıra toplumbilim ve halkbilim yönünden zengin bir kaynak olarak da görülen Baykurt’un kullandığı dil doğal, yalın, şiirsel bir halk Türkçesi olarak değerlendirildi. Tırpan’la 1970 TRT ve 1971 TDK ödüierini, Can Parası (1973) ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Kara Ahmet Destanı’yla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanan yazarın Yılanların Öcü adlı yapıtı 1961’de Metin Erksan, 1985’te Şerif Gören tarafından filme çekildi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

........İBNİ SİNA:..

İbn-i Sina; Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş Türk filozofu (980-1037)....

 

Aristotelesçi felsefe anlayışını İslâm düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalışmış, görgücü-usçu bir yöntemin gelişmesine katkıda bulunmuştur...

 

BuhaRA YAkınlarında HORMİSEnde doğdu...21 HAziran1037de Hemedan da öldü..

. Gerçek adı Ebu'l-Ali el-Hüseyin b. Abdullah İbn Sina'dır. Babası, Belh'ten göçerek Buhara'ya yerleşmiş, Samanoğulları hükümdarlarından II. Nuh döneminde sarayla ilişki kurmuş, yüksek görevler almış olan Abdullah adlı birisidir. İbn-i Sina, önce babasından, sonra çağın önde gelen bilginlerinden Natilî ve İsmail Zahid'den mantık, matematik, gökbilim öğrenimi gördü. Bir süre tıpla ilgilendi, özellikle, hastalıkların ortaya çıkış ve yayılış nedenlerini araştırdı, sağıltımla uğraştı. Bu alandaki başarısı nedeniyle, II. Nuh'un özel hekimi olarak görevlendirildi, onu sağlığa kavuşturunca, dönemin önde gelen tıp bilginlerinden biri olarak önem kazandı....

 

İbn-i Sina'nın felsefeye karşı ilgisi deney bilimleriyle başlamış, Aristoteles ve Yeni-Platoncu görüşleri incelemekle gelişmiştir. İslâm ve Yunan filozoflarının görüşlerini yorumlayan ve eleştiren İbn-i Sina'nın ele aldığı sorunlar genellikle, Aristoteles ve Farabi'nin düşünceleriyle bağımlıdır. Bunlar da, bilgi, mantık, evren (fizik), ruhbilim, metafizik, ahlâk, tanrıbilim ve bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Belli bir düşünce dizgesine göre yapılan bu düzenlemede her sorun bağımsız olarak ele alınıp çözümüne çalışılır.

 

Bilgi, sezgi ile kazanılan kesin ilkelere göre, sonuçlama yoluyla sağlanır. Bu nedenle, bilginin gerçek kaynağı sezgidir. Bilginin oluşmasında deneyin de etkisi vardır, ancak bu etki usun genel geçerlik taşıyan kurallarına uygundur. Ona göre "bütün bilgi türleri usa uygun biçimlerden oluşur." Bilginin kesinliği ve doğruluğu usun genel kurallarıyla olan uygunluğuna bağlıdır. Us kuralları, insanın anlığında doğuştan bulunan, değişmez ve genel geçerlik taşıyan ilkelerdir. Sonradan, duyularla kazanılan bilgi için de bu kurallara uygunluk geçerlidir. Deney verileri us ilkelerine göre, yeni bir işlemden geçirilerek biçimlenir, onların bundan öte bir önem ve anlamı yoktur. Çelişmezlik, özdeşlik ve öteki varlık ilkeleri, usta bulunur, deneyden gelmez.

 

 

İbn-i Sina'ya göre varlık, tasarlamakla bağlantılıdır. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir (makuller). Bu nedenle, düşünmekle var olmak özdeştir. Atomcu görüşün ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli bir yeri vardır. Devinme, bir nesnenin uzayda eyleme geçişidir.

 

Mantık insanı gerçeklere ulaştırmaz, yalnız birtakım yanılmalardan korur. Düşünme yetisi gerçeği kavramak için mantıktan geçici bir araç olarak yararlanır. Düşünme eyleminin sağlıklı olması için mantık, ilkeler ve kurallar koyabilir, anlıkta bulunan ve bilinen bilgilerden yola çıkarak, bilinmeyenleri saptama olanağı sağlar. Bu özelliği nedeniyle, mantık, düşünmenin genel kurallarını bulan, düzenleyen, bu kurallar arasındaki gerekli bağlantıyı ve birliği kuran bir bilimdir. Mantık kuralları, genel geçerlik taşıyan ve değişmeyen kesin kurallardır. Mantığın kavramlar ve yargılar olmak üzere iki alanı vardır. Her bilimsel bilgi ya kavram ya da yargılara dayanır. Kavram, ilk bilgidir ve terim ya da terim yerine geçen bir nesneyle kazanılır. Yargı ise, tasımla kazanılır.

 

Mantığın konusu incelenirken, tanım temel alınmalıdır. Tanımlar birbirlerine bağlandıklarında, kanıt ve çıkarıma varılır. Kavram, önce tekil bir algıdır (sezgi). Yargı ise, iki tekil terim arasındaki ilişkidir. Kavramlar, açık ve kapalı belirleme olarak ikiye ayrılır. Varlığın, töz, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etki, edilgi gibi on kategorisi vardır.

 

İbn-i Sina mantığında en önemli yeri tanım tutar. Bir kavramı tanımlamak için, bu kavramın bireylerinden biri göz önüne alınmalıdır. Tikelin belirlenmesi tümelden kolaydır. Eksiksiz bir tanım yakın cins ile yapılmalıdır. En yetkin tanımsa, kavramın yakın cinsi ile türsel ayrımdan oluşur. Tanım ikiye ayrılır; Gerçek tanım ve sözcük tanımları.

 

Önermeler, yüklemli ve koşullu olabilirler. Yüklemli önerme, bir düşünce ötekine yüklendiği zaman ya onaylanır ya da yadsınır. Koşullu önermeler, bir ötekinin koşulu ya da sonucu olarak bağlanan terimlerde görülür. Önermeler varsayımlı, nitelik ve nicelikleri bakımından, tekil, belirsiz ve belirli olur. Tasım, bitişik ve ayrık olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik tasımların öncüleri anlam bakımından, sonuç önermesini içerir. Ayrık tasımlarda ise sonuç önermesi öncüllerde bulunabilir.

 

Tümeller, bütün varlık türlerinin oluşumundan önce, Tanrı düşüncesinde, birer tanrısal kavram olarak vardır. Varlıkların oluş nedeni ve onlara biçim kazandıran tümellerdir. Tümeller Tanrı'da ussal olarak bulunan, nesnelerde ve bireylerde içkin olan, öteki de nesnelerin dışında ve anlıkla birlikte olan mantıksal tümel diye üçe ayrılır. Birinci türe giren tümel, metafiziği ilgilendirir. İbn-i Sina fiziği, metafiziğe giriş olarak düşünür.

 

Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir. Biçimler maddeye, ilinekler ise, töze katılır. Doğal nesneler kendi öz ve nitelikleriyle bilinir. Bütün nitelikler de birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden ayrı olarak varlığını sürdürür. İbn-i Sina'ya göre, nesnel evrende bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur. Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür. Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır. Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde bulunmaktadır. Buna, gökkatlarının özleri adı da verilir. İbn-i Sina'nın geliştirdiği bu güç kuramının kaynağı Aristoteles ve Yeni-Platonculuk'tur. Ancak, o bu güçlerin sonsuz olduğu kanısında değildir. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da birbirine bağlıdır, çünkü, devinimin bulunmadığı, algılanmadığı bir yerde zaman da yoktur.

 

 

İbn-i Sina'nın felsefesinde, Aristoteles'in geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının önemli bir yer tuttuğu görülür. Ona göre, biri bitkisel, öteki insanla ilgili olmak üzere, iki türlü ruh vardır. İnsan ruhu, gövdeye gereksinme duymadan, doğrudan doğruya kendini bilir, bu nedenle, tinsel bir tözdür. Gövdeyi devindiren, ona dirilik kazandıran bu tözün başka bir özelliği de, yetkin düşünme yeteneği anlık olmasıdır. Düşünme eylemi yaratan ruhtur, o gövdeyi gerektirmez, ancak gövde var olabilmek için tini gereksinir. İnsan ruhu gövde biçiminde değildir, usa uygun biçimleri kavramaya elverişli bir töz olduğundan, gövdesel yapıda yer alamaz. Gövde, bölünebilen öğelerden oluşmuş bir bütündür, oysa tin, bir birliktir, bölünmeye elverişli değildir, sürekli olarak özünü ve birliğini korur. Tin, bütün izlenimleri gövde aracılığıyla alır, anlık yoluyla kavramları, kavramlara dayanarak usa vurmayı oluşturur. Bu yüzden, gövdeyle dolaylı bir bağlantısı vardır. Ancak, bu bağlantı tin için bir oluş koşulu değildir.

 

Canlı sorununa, gözleme dayalı bir ruhbilim anlayışıyla çözüm arayan İbn Sina'ya göre dirilik bir bileşimdir. Doğal organların, göksel güçler yardımıyla bileşmesinden canlılar ortaya çıkar. Bu olay da, belli aşamalara uygun olarak gerçekleşir. İlk ortaya çıkan canlı bitkidir. Bitkide tohumla üreme, beslenme ve büyüme güçleri vardır. İkinci aşamada ortaya çıkan hayvanda ise, kendi kendine devinme ve algı güçleri bulunur. Devinme gücünden isteme ve öfke doğar. Algı gücü de, iç ve dış algı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan özü doğal evrim sürecinde en üst düzeyde gerçekleşmiş bir oluşumdur, bu nedenle, öteki varlıklardan ayrılır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da , beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir.

 

Us konusunda İbn-i Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür. Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal us, usun en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan, bir bütünlük içinde kavrar. İnsan, ayrıntıları duyularla algılar, tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada onları aşar.

 

 

Yaratılış konusunda İbn-i Sina, varlığın sıralı düzeninde, "bir'den bir çıkar" ilkesine dayanır. İlk "bir", zorunlu varlık, Tanrı'dır. O'nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı'nın özünden gelen gerekimdir. İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı'dan ilk us ortaya çıkar. Çokluk bu usla başlar. Bundan da felek ve nefsin usları türer. Her ustan da, o usun özü ve cismi oluşur. Us cismi aracısız olarak devindiremeyeceği için, uslar sırasının sonunda etkin us, akıl bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri ve insan özleri doğar. Etkin us, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk us, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk us kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her tikel feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan tinsel varlıklardır. Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemi, etkin usa ulaşır.

 

Evrenin varlığı, zorunlu olan, Tanrı'yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Devinme, nesnenin özünde saklı güçten doğar. Her nesnenin özünde devindirici bir güç vardır. Nesne kendini kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırır.

 

 

İbn-i Sina metafiziği genelde Aristoteles metafiziği ile Yeni-Platonculuk ve Kelam'ın bireşimidir. Konusu, ilkler ilki, tüm oluşların, yaratışların, varlık bütününün kaynağı olan Tanrı'dır. Tanrı, bütünlüğü nedeniyle nesnelerde, olay ve eylemlerde görünüş alanına çıkar. Varlık vardır, yok olamaz.

 

Varlık üç bölüme ayrılır:

 

1- Olanaklı varlık, nesnelerle ilgili değişimin, oluş ve bozulmanın egemen olduğu varlıktır. Bu varlık ortamında görülen ne varsa belli bir süre içinde başlar ve biter.

 

2- Kendiliğinden olanaklı varlık. Olanaklı olmasına karşın, ilk nedenle ilişkilerinden dolayı zorunluluk kazanır. Tümellerin, yasaların bulunduğu evren. Gökkürelerin usları böyledir.

 

3- Kendiliğinden zorunlu varlık, ilk neden ya da Tanrı'dır. Değişmez ve çoğalmaz. Çokluklar ondadır. Tanrısal zorunluluk illkesi tüm yaratılanların da temel ilkesidir.

 

 

İbn-i Sina'nın benimsediği tanrıbilim dört ana konuyu içerir; Evren, ötedünya, ahiret, peygamberlik, Tanrı.

 

Evren yaratılmıştır. Yaratıcı ve var edici Tanrı'dır. O Kelamcılar'ın dediği gibi özgün yapıcı değildir, zorunludur. İlk neden önsüz ve sonsuzdur. Evrenin yaratılması, Tanrı'nın daha önceden varoluşunu gerektirir. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır. Onların tanrısal niteliği yoktur. Bu yaratma olayı da bir fışkırmadır.

 

Ölüm, tinin gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan tinlerin geldikleri kaynakta toplanmaları insanda ötedünya kavramını oluşturur. Ruh, tinsel bir tözdür, ölümsüzdür. Gövdeye egemendir. Ruh gövdeye girmeden önce etkin usta vardı. İnsana bireyselliğini kazandıran odur. Gövdenin yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme tinseldir.

 

İnsanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür istençle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İstenç özgürlüğü, usla utku arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal kayra ile gerçekleşir. Özgür istenç tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak, onlarda insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin etkin us ile buluşmalarını, gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar.

 

Tanrı, özü gereği bilicidir. Kendi özünü bilmesi yaratmayı gerekli kılar. İbn-i Sina İslâm dinine ve Kuran'a dayanarak bilmeyi yaratma olarak niteler. Yaratma eylemi Tanrı'nın kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri bilmesindendir.

 

1- Madde ve biçimin ilişkileri üzerinde bilimleri iç bölümde ele alırlar:

 

2- Maddeden ayrılmamış biçimlerin bilimi: Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler.

 

3- Maddesinden iyice ayrı biçimlerin bilimi: Metafizik, mantık gibi yüksek bilimler.

 

Maddesinden ancak zihinde ayrılabilen, kimi yerde ayrı kimi yerde bir olan biçimlerin bilimi: Matematik, geometri, orta bilimler. Zihin bu biçimleri doğru olarak maddesinden soyutlar.

 

Felsefe ise, kuramsal ve pratik diye ikiye ayrılır. Kuramsal olan, bilmek yeteneğiyle elde edilen bilgileri kapsar. Doğa felsefesi, matematik felsefesi ve metafizik gibi pratik felsefe, bilmek ve eylemde bulunmak üzere elde edilen bilgilere dayanır.

 

 

İbn-i Sina, gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkiledi. Gazali, özellikle, ruh anlayışında ondan etkilendi. İbn Sina'nın deneyci yanı, Gazali'yi kuşkuculuk'a götürdü. Yapıtları 12.yy'da Latince'ye çevrildi, ünü yayıldı. Tanrıbilimci filozof Albertus Magnus, tin ve us ile güçleri konusunda İbn-i Sina'dan yararlandı.

 

[değiştir]

Başlıca Yapıtları

el-Kanun fi't-Tıb, (ö.s), 1593, ("Hekimlik Yasası")

Kitabü'l-Necat, (ö.s), 1593, ("Kurtuluş Kitabı")

Risale fi-İlmü'l-Ahlak, (ö.s), 1880, ("Ahlak Konusunda Kitapçık")

İşarat ve'l-Tembihat, (ö.s), 1892, ("Belirtiler ve Uyarılar")

Kitabü'ş-Şifa, (ö.s), 1927, ("Sağlık Kitabı").

 

ESERleri AVRUPA da okuduldu 600 YIL.....

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sultan Galiyev

 

1917 Bolşevik devriminin dört büyüklerinden biri olan Sultan Galiyev (diğerleri Lenin-Stalin-Troçki) Kazanlı bir Tatar Türk'ü ve Müslüman kökenli bir marksisttir.

Galiyev 13 Temmuz 1882 yılında bugünkü özerk Başkırdistan sınırları içinde Sterlitamak bölgesindeki Krımsakaly (bazı kaynaklarda kırımsakal ya da kırmıskalı olarak geçiyor) kasabasına bağlı Elimbetova köyünde dünyaya geldi. İlk eğitimini öğretmen olan babasından aldıktan sonra Kazan'daki Tatar Pedagoji Enstitüsü'ne girdi. Sultan Galiyev bu okulu bitirdikten sonra bir süre öğretmenlik yaptı ve daha sonra Ufa Belediye Kütüphanesi'nde çalışmaya başladı. Buradan ayrılan Galiyev çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra 1915'te öğretmenlik mesleğine geri döndü. Bu sırada Bakü'de bulunan Galiyev Azerbaycan Ulusal Hareketine katıldı.

 

1917 Şubat Devrimi esnasında Bakü'de bulunan Galiyev, Müslüman Kongresi Yürütme Komitesi Sekreterliği için çağrılmış olduğu Moskova'ya gitti ve kongrenin bitiminden sonra Kazan'a geçti. Böylece aktif olarak siyasi hayatı başlamış oldu. Sultan Galiyev Kazan'da Müslüman Sosyalist Komitesi'ne katıldı (Muskom). Bu komitenin lideri Molla Nur Vahitov'du ve ileriki günlerde Galiyev'e rehberlik edecekti.

 

Sultan Galiyev, 1917 yılında Rus Komünist Partisi'ne de girdi. Komünist Parti hiyerarşisi içinde en yüksek dereceli Müslüman haline geldi. 1918 yılında Molla Nur Vahitov'un Çek lejyonerleri tarafından öldürülmesi önünün açılmasına sebep olmuştu. Fakat Vahitov'un öldürülmesi S.Galiyev'in mücadelede yalnız kalmasına da sebep oldu. S.Galiyev Komünist Parti içerisinde daha ziyade Müslümanlarla ilgili görevleri üstlenmiştir. Bunlar Merkezi Müslüman Komiserliği üyesi, Müslüman Askeri Kollegiyumu başkanı, Narkomats'ın resmi yayın organı Jizn Natsionalnostey'in editörlüğü idi. Dolayısıyla Komünist Parti içinde sağlam bir yere sahipti ve devrimde en önlerde yer almıştı. 1923'te ilk defa tutuklandığında devrime yaptığı bu hizmetler nedeniyle serbest bırakıldı.

 

Rus Bolşeviklerin iç savaştan başarılı bir şekilde çıkmasından sonra Rus liderler arasında özellikle Lenin'in hastalanmasından sonra egemenlik mücadelesi başladı. Stalin bu mücadeleyi kazanan kişi oldu. Stalin bu mücadele sırasında Sultan Galiyev'i de kendisine rakip olarak görüyordu. İşte bu durum Galiyev'in karşı-devrimci, burjuva milliyetçisi suçlamalarına maruz kalmasına ve 1940'lı yıllarda kurşuna dizilerek öldürülmesine neden oldu. Ölüm tarihi net olarak bilinmemektedir

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Cahar Dudayev

 

Çeçenistan'ı özgürlüğü kavuşturan Cahar Dudayev, 1944 yılının Şubat ayında Çeçenistan'ın Yalho köyünde doğdu. Hayata gözlerini açar açmaz Rus baskısı ile tanıştı. 23 Şubat 1944'te Sibirya'ya sürgün edilenlerin arasına katıldığında daha annesinin kucağında 15 günlük bir bebekti.

Çocukluk yılları Sibirya bozkırlarında çok güç şartlar altında geçti. Orta öğrenimini burada tamamladı. 1962 yılında Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu'ndan, 1966 yılında da Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi'ni de bitiren Dudayev, 1. Sınıf pilot ve mühendis ünvanını kazandı. S.S.C.B. hükümeti tarafından kendisine 12 madalya verildi. Tümgeneralliğe yükseldi.

Sovyet tarihinde Stratejik Hava Kuvvetleri'nde Tümen Komutanı olmayı başaran ilk Müslüman olarak adından bahsettirdi.

Çeçenistan Devlet Başkanı olmadan önce Baltık Cumhuriyetlerinde yaşanan bağımsızlık hareketlerini bastırmadığı için adı isyancı generale çıktı. 1989'da Estonya'da Stratejik Hava Kuvvetleri Filoları Komutanlığı'nda görev yaparken Baltık ülkelerinde başlayan bağımsızlık hareketlerinin kuvvet kullanılarak bastırılması için Moskova'dan emir aldı. Ancak bu emri "yurdunun bağımsızlığı için mücadele eden bir halkın üstüne bomba atmam" diyerek yerine getirmedi. Moskova bu itaatsizliği hazmedemedi ve Dudayev'e ceza olarak askeri birliği ile birlikte Grozni'ye sürgüne gönderildi. 1990 yılının Mayıs ayında görevinden istifa etti. Rusya bu "isyancı" komutanın önderlik edeceği birçok olaya gebeydi.

Kasım 1990'da toplanan Çeçen Halkının Kurultayı'na davet edildi ve sonradan "Çeçen Ulusal Kongresi" adını alan bu halk meclisinin icra kurulu başkanlığına seçildi.

19-21 Ağustos 1991'de Gorbaçov'a karşı girişilen başarısız darbe teşebbüsü sırasında darbecilerin karşısında yer aldı. Akabinde, darbecilerle işbirliği yapan Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti'ni düşürmek için başlatılan halk hareketinin başına geçti. Demokratik güçler, aydınlar ve tüm Çeçen halkı kendisini destekledi. 27 Ekim 1991'de yapılan seçimlerde %85 oranında aldığı oyla Çeçenistan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi.

Rusya'nın 11 Aralık 1994 tarihinde Çeçenistan'a karşı başlattığı işgal ve soykırım hareketine karşı Cahar Dudayev, "Son Çeçen canını vermeden Ruslar ülkemize hakim olamaz" diyerek, halkına "Cihad" emrini verdi.

Dudayev'in önderliğindeki Çeçen halkı, iki yıla yakın bir süre devam eden şanlı bir istiklal mücadelesi verdi. Sonunda Mayıs 1996'da Çeçenistan Ruslardan temizlenerek, Kafkas tarihine yeni bir altın sayfa eklendi.

Bu özgürlük lideri, 21 Nisan 1996'da bir suikast sonucu şehid edildi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

AHMET YESEVÎ

 

 

 

Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir.

 

Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir.

 

Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır.

 

HİKMET adını verdiği dörtlüklerinde Yesevî;

 

Benim hikmetlerim hadîs hazinesidir

Kişi pay görmese, bil habistir

Benim hikmetlerim süphanın fermanı

Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı

 

demektedir.

 

Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir.

 

Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir.

 

Türk'lerin İslâmiyeti anlama ve algılama noktasında YESEVÎ bir ekoldür. Bu açıdan bakıldığında Yesevî, tüm Türk dünyası için çok önemli bir konuma sahiptir. Kendini tanıma umdesi, kültürünü, dilini, tarihini ve dinini tanımak Yesevî düşüncesinin özüdür.

 

Karahan'lı Hükümdarı Saltuk Buğra Kara Han'ın 950 yılında İslâmiyet'i resmî devlet dini olarak kabul etmesi, TÜRK dünyasının önemli bir dönüm noktasıdır. İslâmiyet'i benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür sahibi olmuşlar, sosyal nizamları ile devlet ve dünya görüşlerine bu kültür ile yeni bir şekil vermişlerdir.

 

"Pir-i Türkistan" Ahmet Yesevî, Güney Kazakistan'da, Çimkent şehrine 7 km. uzaklıktaki, bugün Türkistan adı ile tanınan YESİ şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı bilinmemektedir. Ancak 73 yaşında ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüşe göre 1093 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri olarak YESİ şehri de belirtilmekte ise de anne ve babasının Türbe'lerinin SAYRAM'da olması, O'nun da Sayram'da doğduğunu düşündürmektedir. Babası, Hazret-i Ali soyundan Şeyh İbrahim isimli bir zatdır. Annesi ise Şeyh İbrahim'in halifesi Musa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Rivayetlere göre önce annesini, sonra babasını kaybeden 7 yaşındaki Ahmet, ablasının himayesinde büyümüştür. Yesi'ye gelen Arslan Baba adlı bir mürşit, O'nun tahsil, terbiyesini üstlenir. Bir süre sonra Arslan Baba ölür, Yesevî de o zamanın önemli kültür ve ilim merkezlerinden olan Buhara'ya gider. Burada Hâce Yusuf-i Hemedani'ye intisap eder ve onun irşadı altına girer.

 

Yesevî, mürşidi Hemedanî'nin ölümünden sonra bir süre Buhara'da irşad postuna oturursa da, şeyhinin vaktiyle işaret ettiği şekilde YESÎ'ye döner. Ölene kadar da orada aydınlatmaya devam eder.

 

Menkıbeye göre tekkesinin bahçesinde bir çilehane kazdırır ve ömrünü burada tamamlar. Daha önce de belirttiğim gibi 1166 yılında vefat ettiği sanılmaktadır.

 

Ahmet Yesevî'nin türbesini Sultan Timur'un yaptırdığı bilinmektedir. Rivayete göre, Hoca, Timur'un rüyasına girip zafer müjdeler. Timur da Türkistan zaferinden sonra Yesi'ye gelir ve Hoca'nın kabrinin üstüne, bir şükran ifadesi olarak, türbe yaptırır. Zamanla harap olan türbe, Şibanî Han tarafından onartılır. Birçok defa tamir gören türbe, Sovyetler Birliği zamanında korumaya alınıp 1978 de ziyarete açılmış, 1989 yılında türbenin bulunduğu bölge "Tarihi Kültür Koruma Mıntıkası" olarak ilân edilmiştir.

 

Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Türkistan şehrindeki bu türbenin restorasyon çalışmaları Türkiye tarafından 1992 yılında başlatılmış ve 2 senede bitirilmesi ön görülmüşse de çalışmalar Temmuz 2000 e kadar sürmüş ve türbenin açılışı Ekim 2000 de Türkistan şehrinin 1500. kuruluş yıldönümünde yapılmıştır.

 

Ahmet Yesevî, Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da tanınmış ve sevilmiştir. Bektaşî'lik, Mevlevi 'lik, Yunus Emre ekolü Yesevi'den çok etkilenmiştir.

 

Anadolu'ya gitmediği bilinmesine rağmen Pülümür'ün Kangallı Köyü'nde Ahmet Yesevî’ye atfedilen bir türbe vardır. Pülümür'deki bu mezar, Yesevî’nin makamı olarak, halkın muhayyilesinde gelişmiş ve türbe O'na atfedilmiştir.

 

Bundan başka, Baskil ilçesinin Tabanbükü Köyü'nde Ahmet Yesevî kolundan gelen Hasan Dede'nin mezarının bulunduğu biliniyor. Bu köyün doğusundaki bir mezarın da Ahmet Yesevî'ye ait olduğu rivayet edilmektedir.

 

Şimdi, Yesevî ve Türk diline etkisinden söz etmek istiyorum.

 

Selçuklular, tarihimizin çok uzun bir dönemini doldurmuş, büyük bir devlettir. Sınırları, Orta Asya ve Anadolu'nun büyük bölümünü kapsamıştır. Devlete adını veren Selçuk Bey ve beraberindekilerin Türkçe adlar taşımalarına rağmen, son hükümdarların isimleri Keykavus , Keykubat gibi Farsça adlardır. En önemlisi, Devletin resmî dili Türkçe değil Farsça'dır. Selçuklu'nun önemli bir şahsiyeti, Alpaslan'ın veziri, Nizam -ül Mülk bir Fars'dır. Adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça vermekte idiler. Bütün bu sebeplerle Selçuklu'da Türkçe avam dili, Farsça ise aydın ve bilgin dili olmuştur. Edebiyat ve yazı dili Türkçe değil Farsça alarak kullanılmıştır.

 

Bütün bu olumsuzluklar arasında Yesi'de bilinçli bir Türk ortaya çıkmış, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen Türkçe'yi seçmiştir.

 

Yesevî, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve san'ata önem veren bir medrese kurdu. Bu medresenin, konuşma dili, yazışma dili, şiir ve edebiyat dili, eğitim ve öğretim dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldılar. Bu yetişenler, gittikleri her yerde Yesevî'nin Türkçe şiirlerini, yani HİKMET'lerini tekrar tekrar seslendirdiler. Bu şekilde yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Bu arada, Farsça'yı kullananlar, Yesevî'yi, Türkçe yazdığı için eleştirmişlerdir. Yesevî ise bir hikmetinde şöyle demektedir.

 

Sevmiyorlar bilginler sizin Türkçe dilini

Erenlerden işitsen açar gönül dilini

Ayet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar

Anlamına erenler başı eğip uyarlar

Miskin hafız Hoca Ahmet yedi atana rahmet

Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçe'yi

 

Daha sonra, Cengiz'ler, Osmanlı'lar dönemlerinde Türkçe egemen olmuştur. Bu konuda büyük şair Yahya Kemal "Ahmet Yesevî kim? bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız. " demektedir.

 

Burada, Ahmet Yesevî'nin ilme ve bilgiye verdiği önemi bir, iki Hikmet'i ile dile getirmek istiyorum:

 

Ey dostlar, cahil ile yakın olup

Bağrım yanıp, candan doyup öldüm ben işte.

 

Bir başka hikmetinde ise:

 

Cahil ile geçen ömrüm nar sakar

Cahil olsan cehennem ondan çekinir

Cahil ile cehenneme doğru kılmayın sefer

Cahiller içinde yaprak gibi soldum ben işte

 

demektedir.

 

Şimdi de Yesevî'nin din anlayışını irdelemek istiyorum.

 

Tarih devirlerinde milletimiz bir çok dini kabul etmiştir. Bunların içinde Şamanizm en önemli yeri kaplasa da Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da Türkler arasında yaygınlık kazanmış dinlerdir. Bin yıldan beri ise gittikçe gelişen boyutlarda İslâm dini Türk'lerin inanç birliğini oluşturan din haline gelmiştir.

 

Şamanizm, sadece Türklerin değil, Asya'nın birçok halklarının ortak inanç sistemidir. Dolayısı ile Şamanizm'i Türklerin ulusal dini olarak kabul etmek yanlıştır.

 

Göktürk kitabelerinde, Atalarımızın, bir din anlayışı bulunduğu açıklaması vardır. Bu din, yeri, göğü ve insanı yani bütün varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" anlayışıdır. Belki de çok daha eskilerden, derinlerden gelen Şamanizm inançları "Bir Tanrı" veya "Gök Tanrı" dini ile birlikte yaşamaya devam etmiştir. Oğuz Han'ın "Tanrının Birliği" sözünü temel alan bir anlayışın yayıcısı olduğu görüşü de konuya daha açıklık kazandırır.

 

Bilinen bir gerçektir ki, bir toplumun kabul ettiği yeni bir din, eski inançları tümüyle ortadan kaldıramaz. Eski inançlar çok defa yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ederler. Bu manada Şamanizm'in Türklere ait topluluklarda devam ettiğini görebiliyoruz. Meselâ, ataların ruhlarına evliya kudreti, ağaçlara evliya adı verilerek Şamanizm, İslâmî bir kavramla yeniden ifade edilmiştir.

 

Bugün, büyük çoğunluğu Müslüman olan Dünya Türklüğünün İslâmi anlayışında binlerce yıllık geçmişlerini görmekteyiz. Bu hal, İslâm'ın ana ilkelerinden sapma anlamına gelmemektedir. Söylemeliyiz ki, milletimiz, küçük bir kesim hariç, İslâm'ı doğru anlamış ve doğru uygulamıştır. Bugün, Müslüman milletler içinde en samimi dinî hayatın milletimizce yaşandığı bir gerçektir.

 

Ahmet Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan ve dolayısı ile kitaplı dinin, yani İslâmın emirlerini tam yerine getiremeyen yeni Müslüman olmuş insanlara, İslâmın sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayalı, gerçek yüzünü tanıttı.

 

Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun, bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını, kadın - erkek, genç - ihtiyar, hareketli, kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadele ile geçen bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Yesevî, bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap - Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimi ve sarsılmaz bir iman anlayışını telkin eden dinî ve ahlâki kuralları, kendisi Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde, kendi dilleri ile ve daha da önemlisi, onların seviyesinde bir söylem tarzı ile sunmanın, başarının temeli olacağını, görmüş ve uygulamıştır. Onun için de Türk Boyları'nın halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı öğretmiştir.

 

Nitekim, Yesevî

 

Benim hikmetlerim hadis hazinesidir

Kişi pay görmese, bil habistir

Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı

Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı

 

demektedir.

 

Hoca da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir. Ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir. O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir.

 

Üstelik Aşk'sız kişi gerçek insan değildir.

 

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın

Aşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin

Gönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayın

Ağlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim.

Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,

Resûlullah sözün dedim mânâ hani.

 

Diyen Yesevî 140 numaralı hikmetinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini,

 

insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak anlatır.

 

Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,

Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,

Muhabbetin şevki ile can vermese,

Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok.

 

Aşk bağı sıkıntı çekip yeşertmesen,

Hor görülse nefsini öldürmesen,

"Allah" diyerek içe nuru doldurmasan,

Vallah, billah sende aşkın eseri yok.

 

Hak zikrini can içinden çıkarmasan,

Üçyüz altmış damarlarını kımıldatmasan,

Dörtyüzkırkdört kemiklerini kul eylemesen,

Yalancıdır Hakk'a aşık olduğu yok.

 

Rahatı bırakıp can sıkıntısını hoşlayanlar

Seherlerde canını incitip çalışanlar,

Hay-u heves, ben-benliği terk edenler,

Gerçek aşıktır, asla onun yalanı yok.

 

Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,

Ondan sonra erenlerin yolunu sor,

Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,

Bu yollarda can vermesen, imkânı yok.

 

"İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir. " diyen Yesevî, bir hikmetinde:

 

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,

Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,

Mahşer günü dergâhına yakın ol,

Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.

 

Demektedir. Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdir. İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir. Herşey insan içindir. O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır. Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir. Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir. Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir.

 

Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı yapar. Bunlara karşı da

 

"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsız

Namahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;

Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil saf

Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.

 

Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;

Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;

Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,

Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.

 

Gibi bir çok Hikmet söylemiştir.

 

Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır. Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır. " demiştir. Bir başka Hikmet'inde ise

 

İlim, iki inci, beden ve cana rehberdir

Can âlimi Hazret'ine yakındır

Muhabbetin şarabından içer

Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,

 

demiştir.

 

Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:

 

Allahın varlığına ve tekliğine inanmak,

 

Kur'ana uymak,

 

İslâm'a dayalı yolda yürümek,

 

İnsanın kendisini disipline etmesi,

 

Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak

 

olarak özetliyebiliriz.

 

Ayrıca, Yesevî'liği kabul eden kişinin de :

 

Hakk'ı bilmek,

 

Kalbinde Allah ve İnsan sevgisi taşımak,

 

Cömert olmak,

 

Gerçekleri kabul etmek,

 

Geçer ve doğru bilgili olmak,

 

Kanaatkar olmak,

 

Nefsine hakim olmak,

 

Kendini bilmek,

 

Gönül gözü ile görmek,

 

Felsefeye yatkın olmak gibi hasletleri kendisinde toplaması gerekiyordu.

 

Dikkat edilirse, 1000 yıl önce yaşamış bir Türk düşünür, kendini bilmeyi, hurafelerden uzak durmayı, Tanrı'ya inanmayı, kendini geliştirmeye çalışmayı, özellikle hoşgörülü olmayı büyük bir açıklıkla ifade etmiştir.

 

Yazımı Ahmet Yesevî'nin büyük takipçisi YUNUS EMRE'nin Pirinden öğrendiğini veciz bir şekilde anlattığı dörtlükle bitirmek istiyorum.

 

Çalış, kazan, ye, yedir,

Bir gönül ele getir

Bin kâbe'den iyrektir,

Bir gönül ziyareti.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 ay sonra...

Cahar Dudayev

 

Çeçenistan'ı özgürlüğü kavuşturan Cahar Dudayev, 1944 yılının Şubat ayında Çeçenistan'ın Yalho köyünde doğdu. Hayata gözlerini açar açmaz Rus baskısı ile tanıştı. 23 Şubat 1944'te Sibirya'ya sürgün edilenlerin arasına katıldığında daha annesinin kucağında 15 günlük bir bebekti.

Çocukluk yılları Sibirya bozkırlarında çok güç şartlar altında geçti. Orta öğrenimini burada tamamladı. 1962 yılında Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu'ndan, 1966 yılında da Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi'ni de bitiren Dudayev, 1. Sınıf pilot ve mühendis ünvanını kazandı. S.S.C.B. hükümeti tarafından kendisine 12 madalya verildi. Tümgeneralliğe yükseldi.

Sovyet tarihinde Stratejik Hava Kuvvetleri'nde Tümen Komutanı olmayı başaran ilk Müslüman olarak adından bahsettirdi.

Çeçenistan Devlet Başkanı olmadan önce Baltık Cumhuriyetlerinde yaşanan bağımsızlık hareketlerini bastırmadığı için adı isyancı generale çıktı. 1989'da Estonya'da Stratejik Hava Kuvvetleri Filoları Komutanlığı'nda görev yaparken Baltık ülkelerinde başlayan bağımsızlık hareketlerinin kuvvet kullanılarak bastırılması için Moskova'dan emir aldı. Ancak bu emri "yurdunun bağımsızlığı için mücadele eden bir halkın üstüne bomba atmam" diyerek yerine getirmedi. Moskova bu itaatsizliği hazmedemedi ve Dudayev'e ceza olarak askeri birliği ile birlikte Grozni'ye sürgüne gönderildi. 1990 yılının Mayıs ayında görevinden istifa etti. Rusya bu "isyancı" komutanın önderlik edeceği birçok olaya gebeydi.

Kasım 1990'da toplanan Çeçen Halkının Kurultayı'na davet edildi ve sonradan "Çeçen Ulusal Kongresi" adını alan bu halk meclisinin icra kurulu başkanlığına seçildi.

19-21 Ağustos 1991'de Gorbaçov'a karşı girişilen başarısız darbe teşebbüsü sırasında darbecilerin karşısında yer aldı. Akabinde, darbecilerle işbirliği yapan Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti'ni düşürmek için başlatılan halk hareketinin başına geçti. Demokratik güçler, aydınlar ve tüm Çeçen halkı kendisini destekledi. 27 Ekim 1991'de yapılan seçimlerde %85 oranında aldığı oyla Çeçenistan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi.

Rusya'nın 11 Aralık 1994 tarihinde Çeçenistan'a karşı başlattığı işgal ve soykırım hareketine karşı Cahar Dudayev, "Son Çeçen canını vermeden Ruslar ülkemize hakim olamaz" diyerek, halkına "Cihad" emrini verdi.

Dudayev'in önderliğindeki Çeçen halkı, iki yıla yakın bir süre devam eden şanlı bir istiklal mücadelesi verdi. Sonunda Mayıs 1996'da Çeçenistan Ruslardan temizlenerek, Kafkas tarihine yeni bir altın sayfa eklendi.

Bu özgürlük lideri, 21 Nisan 1996'da bir suikast sonucu şehid edildi.

ESSELAM ALEYKUM BENiM ÇERKEZ GARINDASIM TAM BEN DÜSÜNÜRKEN SEN YOLLAMISSIN SANA KAFKASYA iLE ALAKALI OKUDUGUM BiR KiTABI SÖYLEYEYiM iSTERSEN BiR OKU GENAR YAZARI OSMAN ÇELiK ÇOK HOS BiR KiTAP "iKRA" VESSELAM

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

mrb ben bende iz bırakan 2.Abdülhamit hakkında birşeyler söylicem.2.Abdülhamit yataktan kalkar kalkmaz yere ayağını basmadan ilk iş olarak yatağının başına koyduğu temiz tuğlalarla teyemmüm abdesti alırmş.abdestsz olarak yere bir adım dahi atmamak için.o kadar duyarlı bir yöneticiydi ki uyurken ayaklarının altına yükselti koydururmuş sırf çok rahat uyuyup derin uykuya dalmamak için.çünkü eğer derin uykuya dalarsa gece herhangi bir millet sorununda hemen uyanamamaktan korkarmış.ayrıca hiçbir antlaşmayı ya da resmi belgeyi abdestsiz imzalamamıştır.o kendisine suikast yapan ama çirkin emeline ulaşamayan ejnebiya bile ceza wermemiş aksine ona iş wermiştir..we daha kimbilir neler neler....

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ŞAİRLERİMİZ: :clover:

 

ŞEYH HAMZA: 18.yüzyılda yaşamıştır ve memleketin sayılı şairlerindendir.Şeyh Hamza, Nurettin Sultanın ahfadındandır.Gerek Nurettin Sultan gerekse Şeyh Hamza'nın Sandıklı Leblebiciler Loncası'nin piri oldukları kabul edilmektedir. Şeyh Hamza'nın asırlar öncesinden Sandıklı'yı tasvir eden uzun manzumeleri vardır. Sandıklı'yı anlatan bir manzumesinde (1758'de yazmıştır) Yunus Emre ve Tabduk Emre'nin mezarlarının İlçemiz Çayköyü'nde (şimdiki Yunus Emre Mahallesinde) olduğunu belirtmiştir. Şeyh Hamza, Muradin Türbesi'nin önündeki kabirde yatmaktadır.

 

ŞEYH SAFA: İlmi tasavvufa aşina olan Şeyh Safa, yazdığı manzumelerle halk arasında geniş bir yer bulmuştur. H.1174/M.1760-1761 senesinde vefat etmiştir.

 

ŞAİR MEHMET FİKRET: Birinci Dünya Savaşı sırasında ölmüştür. Mezarı hakkında fazla bir bilgi yoktur. :clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

IŞIN DEMİRKENT

 

Işın Demirkent, 1938’de İzmir’de doğdu. 1961-1965 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’nde yükseköğrenimini tamamlayan Demirkent, 1967’de aynı kürsüde asistan, 1972’de doktor, 1981’de doçent ve 1988’de profesör olarak görev yaptı.

 

1983-2001 yılları arasında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu asli üyeliği yapan Prof. Dr. Demirkent, 2001 yılından başlayarak Bizans/Doğu Roma İncelemeleri Türkiye Milli Komite Başkanlığı’nı yürüttü.

 

Ayrıca, Haçlı Seferleri ve Latin Doğu Çalışmaları Cemiyeti (Society for the Study of the Crusades and the Latin East-SSCLE) adlı uluslararası kuruluşun üyesi olarak görev alan Prof. Dr. Demirkent, 1994 yılından itibaren İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı yaptı.

 

Prof. Dr. Işın Demirkent, Haçlı Devletleri ve Bizans İmparatorluğu tarihi konularında lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Bu konularda yayımlanmış pek çok eseri ve makalesi bulunan Prof. Dr. Işın Demirkent’in yayımlanmış yapıtları arasında “Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1146) 2 cilt”, “Mikhail Psellos’un Khronographia’sı”, “Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan”, “Bizans Tarihi Yazıları (Makaleler-Bildiriler-İncelemeler)” bulunuyor.

 

 

3 ŞUBAT 2006 CUMA GÜNÜ aramızdan ayrılan ışın demirkent uluslararası düzeyde bir bizantolog idi. uzamanlık alanlarından haçlı seferleri tarihi konusunda olduğu kadar bizans tarihine ilişkin eserleri de mecvuttur.O GERÇEK BİR BİLİM İNSANIYDI... :clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Bediüzzaman Said Nursi

548.jpg

(Ocak-Mart 1878 - 23 Mart 1960)

 

Risale-i Nur Enstitüsü

 

Gençliği ve Tahsil Hayatı: I. Meşrutiyet Devri

Bediüzzaman Said Nursi’nin doğduğu yıl Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Kafkasya’da, Rusya’yla savaşmaktaydı. Osmanlı tarihçilerinin Rumi takvime göre ‘93 Harbi’ diye adlandırdığı 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, hem Osmanlı Devleti hem de Batılı Devletler için yeni bir dönemin başlangıcını teşkil edecek kadar önemlidir. Rusya’nın Sırpları kışkırtması ile Bosna-Hersek ve Karadağ’da başlayan isyanlar, Avrupa’nın yarısını ve Osmanlı Devleti’nin tamamını etkileyecek kadar büyük bir savaşa sebep olmuştu. Bu sırada Osmanlı Devleti, Meşrutiyeti ilan etmiş; siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda büyük değişikliklere yol açacak olan anayasal parlamenter sistemi yürürlüğe koymuştu. Nisan 1877’de, Rusya’nın savaş ilanıyla Kafkas ve Balkan Cephelerinde başlayan çarpışmalar, Osmanlı kuvvetlerinin sürekli olarak geri çekilmesi ile sonuçlandı. Ruslar, batıda Plevne’yi düşürdükten sonra Balkanları boydan boya istila ederek, İstanbul’a 18 kilometre uzaklıktaki Yeşilköy’e kadar gelmiş, doğuda Ardahan, Oltu, Kars’ı alarak Erzurum’a girmişti. Bu esnada, Osmanlı ülkesinde ekonomik kriz had safhada idi. Halk, fakirlik ve salgın hastalıklardan ayakta duramaz hale gelmişti. Parlamento, devam etmekte olan savaş yüzünden sağlıklı çalışamadığı, ülkenin acil olarak çözüm bekleyen sorunlarına pratik çözümler üretemediği için çalışmalarına ara vermişti. Savaşın sonunda Yeşilköy’de imzalanan Ayastefanos anlaşması ile Osmanlı, Balkanlarda ve Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybetmişti. Tuna Cephesinde Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığına kavuşmuş ve Bulgaristan prensliği kurulmuştu. Kafkas Cephesinde ise Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıt Ruslara bırakılmıştı. Osmanlı Devletinin ödemesi gereken ağır savaş tazminatı, uzun yıllar süren ekonomik çöküntüye yol açmıştı.

 

Anlaşmadan sonra terk edilen topraklarda yaşayan Müslüman ve Türk nüfusun her türlü zor şartlar altında başlayan göç dalgaları, ülkedeki durumu daha da ağırlaştırmıştı.

 

Bediüzzaman Said Nursi, yeni bir devrin başlangıcı sayılan bu gelişmeler yaşanırken dünyaya geldi. 1878’de1 Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünde doğan Bediüzzaman, ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan aldı. Tağ Köyü’ndeki medresede öğrenim hayatına başladığında sekiz yaşındaydı. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca, bir çok medresede kısa sürelerle bulunarak ders aldı. Bu süre zarfında Kur’an’ı hatmetti ve medrese eğitiminin temeli olan sarf ve nahiv kitaplarını İzhar’a2 kadar okudu. Sonunda, Doğu Beyazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celali’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördü.3 Burada, medrese eğitiminde yer alan kitapların yanında pek çok başka kitabı da okudu. İcazetini4 alarak Doğubeyazıt’tan ayrılan Said Nursi, son derece hareketli geçen tahsil hayatında, çok genç yaşta iken klasik medrese eğitiminin sınırlarını aşan engin bir birikime sahip oldu.

 

Doğudaki ilim merkezlerine tek tek giden Said Nursi, o dönemin medrese alimleri arasında gelenek halinde olan ilmi münazaralara katıldı. Keskin zekası ve güçlü hafızasının yardımıyla bu münazaralardan başarıyla çıktı. Şarktaki medrese alimleri karşısında ilmi rüştünü fiilen ispatlamış olan Said Nursi’nin genç yaşta ulaştığı ilim seviyesi, herkesi hayrete düşürmüştü. Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anlaması ve mütalaa ettiği kitapları kolaylıkla ezberine alması gibi farklılıkları sebebiyle, zamanın alimleri ona “Bediüzzaman”5 lakabını uygun görmüşlerdi.

 

1893 yılında, Miran aşiret reisi Mustafa Paşa’yı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için6 Cizre’ye giden ve burada bir müddet kalan Said Nursi, 1894’te Mardin’e geldi. Mardin’de kaldığı süre zarfında her türlü sosyal faaliyetin içinde bulunan Bediüzzaman, burada karşılaştığı Şeyh Cemaleddin Afgani’nin bir talebesinden Afgani’nin siyasi fikirlerini tanıma fırsatı buldu.7 Siyasetle ilgilenmeye de ilk defa Mardin’de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan Said Nursi’yi, Mardin Mutasarrıfı bir tedbir olarak il hudutları dışına çıkarmak zorunda kaldı. Bitlis’e gelen Bediüzzaman’ın ilmi vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çekmiş ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis etmişti. Konağın büyük kütüphanesi İslami ilimlere ait olan eserleri tamamen mütalaa ederek çalışmasına müsait zemin oluşturmuştu. Bitlis’te geçirdiği iki yıllık süre Bediüzzaman’ın İslami ilimlerde derinleşmesine vesile olmuş, ilmi üstünlüğü ulema ve nüfuzlu kimseler arasında ona, hatırı sayılır bir şöhret kazandırmıştı. Bu arada onun ulema ve halk arasındaki şöhret ve itibarından etkilenen Van Valisi Hasan Paşa, Van’a gelmesi için ısrarla davet ediyordu.

 

İki senelik Bitlis hayatından sonra Said Nursi, Vali Hasan Paşa’nın daveti üzerine gittiği Van’da on yıl kadar kaldı. Hasan Paşa’nın yerine tayin olunan İşkodralı Tahir Paşa da Said Nursi ile ilişkilerini devam ettirmiş ve aralarında samimi bir dostluk kurulmuştu. Bediüzzaman konağın kendisine ayrılan bölümünde uzun süre kalarak çalışmalarına devam etmişti. Çeşitli gazete ve dergilerin de zamanında bulunabildiği konağın zengin kütüphanesi, Bediüzzaman’a çeşitli konularda derinleşmesi için iyi bir imkan oluşturmuştu. Said Nursi, burada Paşa’nın kütüphanesindeki pozitif bilimlere ait kitapları da inceleyecek çalışma imkanını buldu. Bir yandan tarih, felsefe, coğrafya, matematik, kimya, jeoloji ve felsefe ile ilgilenirken, diğer yandan içinde yaşadığı toplum yapısını çok yakından inceleme ve tanıma fırsatına sahip oldu. Osmanlı cemiyetinin içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli bir rol düştüğünün farkındaydı ve medreselerde din ilimleriyle birlikte müsbet ilimlerin de okutulması gerektiği kanaatine vardı. Hatta bu yolda eğitim esasları ve yönetim şekliyle bir de üniversite projesi zihninde teşekkül etmiş, bundan sonraki hayatının en büyük iki gayesinden birini oluşturan idealindeki bu üniversiteye, “Medreset-üz Zehra” adını vermişti.8

 

Valinin konağında ilmi çalışmalarına devam ederken, bir yandan da kendine ait Horhor Medresesinde ders veriyordu. Tahir Paşa, bir gün ona, konağa getirilen gazetelerin birinde, İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Gladstone’un Avam Kamarasında yaptığı konuşmanın haberini okudu.

 

Habere göre Gladstone elinde bir Kur’an-ı Kerim ile kürsüye gelerek: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’an’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti.9 Bu söz Said Nursi’nin dünyasında fırtınalar koparmış ve hayatının belki de en önemli kararını vermesine yol açmıştı. Gladstone’un sözüne karşılık olarak, “Ben de Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez ebedi bir güneş gibi mucize olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diyen Bediüzzaman, hayatının diğer bir gayesi olarak “Kur’an’ın bu asra bakan manevi mucizesi”ni insanlara ispat ederek gösterme kararını verdi.10

 

Van’daki uzun ikametinin neticesi olan bu karar ve Şarkta kurulmasını istediği üniversite fikri, Said Nursi’nin bundan sonraki hayatını şekillendiren en önemli iki hareket noktasıydı.

 

Van’ın, Said Nursi gibi bir deha için çok küçük olduğunu düşünen tecrübeli Osmanlı Paşası Van Valisi Tahir Paşa, onu İstanbul’a gitmesi için teşvik ediyordu. Ve nihayet Said Nursi, 1907 yılının başlarında İstanbul’a gitmeye karar verdi. Maksadı, fen ilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmekti. Tahir Paşa’nın Sultan Abdülhamid’e hitaben yazdığı referans mektubunu alan Bediüzzaman, önce karayoluyla Trabzon’a, oradan da gemiyle İstanbul’a gitti.11

 

İstanbul’da ilk önce Ferik Ahmed Paşa’nın evine yerleşti.12 İlk iş olarak, Doğu’da kurulmasını istediği üniversite ile ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a sundu. Ancak, hükümet dilekçenin konusu olan üniversite projesinin önemini kavrayamadı ve bunu gerçekleştirmek için hiçbir teşebbüste bulunmadı. Bediüzzaman, İstanbul’a gelişinden iki ay sonra Fatih’teki Şekerci Han’da kalmaya başladı.13 Burada odasının kapısına “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallolunur; fakat sual sorulmaz” diye bir yazı astı. İçerisinde alimlere ve aydınlara gizli bir meydan okuma da bulunduran bu davet, kısa sürede bütün İstanbul’a yayıldı.

 

İlim adamları, medrese hocaları, talebeler, siyasetçiler, herkes bu Şarktan gelen keskin zekalı ve garip kıyafetli adamı konuşmaya başladı. İnsanların yavaş yavaş bu genç alimin etrafında toplanmaya başlaması hükümetin evhamlanmasına sebep oldu. Birkaç kere tutuklandı ve serbest bırakıldı. Said Nursi’den kurtulmak isteyen hükümet, onu bir defa da Tımarhaneye gönderdi.14 Bunun muhalifleri sindirmek için başvurulan bir yol olduğunu bilen Said Nursi: “Akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum. O çeşit akıldan istifa ediyorum”15 diyerek kendisini susturmak isteyenlerle uzlaşmadı. Toptaşı Tımarhanesi doktorunun, “eğer bu adamda zerre kadar cünun varsa dünyada akıllı adam yoktur” diye rapor vermesiyle de serbest bırakmadılar ve tımarhaneden alarak hapishaneye gönderdiler.

 

Gözaltında iken Zaptiye Nazırı Şefik Paşa, kendisini ziyaret ederek Padişahın selamıyla birlikte İhsan-ı Şahaneden 1000 kuruşu takdim etmişti. Şefik Paşa, O’nun eğitim hakkındaki teklifinin Bakanlar Kurulunun gündemine alındığını, kendisinin de açılacak üniversiteye otuz lira maaşla rektör tayin edildiğini ve maaşının hemen başlayacağını da tebliğ etmişti. Bediüzzaman ise bunun bir sus payı olduğunu ifade ederek, kendisine takdim edilen makamı ve ihsanı reddetmiş ve derhal padişahla görüşmek istemişti. Hayretler içinde oradan ayrılan Şefik Paşa’dan ve hükümetten herhangi bir haber çıkmamış, Bediüzzaman da hapishanede kalmaya devam etmişti.16

 

Dipnotlar:

 

1. Doğum tarihi için bkz.: Doğum Tarihi.

 

2. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Germany 1994, s. 68.

 

3. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990, C.1, s. 10.

 

4. Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi, İstanbul 1972, s. 198.

 

5. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990, C.1, s. 23; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C. 1, s. 76.

 

6. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, İstanbul 1993, s. 28.

 

7. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, İstanbul 1993, s. 33.

 

8. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990. C.1, s. 24.

 

9. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s.438.

 

10. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Germany 1994, s. 83.

 

11. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, İstanbul 1993, s. 45

 

12. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.1, s. 142.

 

13. Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediyyât, s.331.

 

14. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul 1995, s. 87.

 

15. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 303.

 

16. Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediiyyât, s. 331

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 yıl sonra...

Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Mahmud :

 

 

15. yüzyıl düşünürü ve eylem adamı.

 

 

Edirne civarındaki Simavna'da 1365'da doğan Şeyh Bedrettin, Bursa, Konya, Kahire gibi devrin en büyük ilim ve kültür merkezlerinde eğitim gördü. Mısır’da Muhammed Bin Ekmeleddin, sonradan ünlü bir tıp bilgini olan Hacı Paşa, ozan Ahmedi, Şemsettin Fenari gibi islam düşüncesinin o çağda önemli aydınları arasında yer alıp ilk tasavvuf eğitimini alır. Şeyh Hüseyin Ahlati de bu bilginlerden birisidir. Şeyh Ahlati Alevidir. Şeyh Bedreddin ise, aldığı eğitim çerçevesinde sünnidir. Ancak aradan geçen zaman Şeyh Bedreddin’i Alevi anlayışa doğru sürüklemiştir. Şeyh Hüseyin Ahlati öldükten sonra onun yerine geçer. Bu görevi fazla uzun sürmez. Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğrar ve 1406 yılında Edirne’ye gelir.

 

Bu zamanlar Osmanlı’nın taht kavgaları yaşanmaktadır. Musa Çelebi bu kavgadan “galip” çıkarak Edirne’yi ele geçirir. Şeyh Bedreddin kazaskerdir artık. 1413 yılında bu görevi son bulur. Musa Çelebi’nin kardeşi Çelebi Mehmet tahtı ele geçirir ve Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir. Şeyh Bedreddin burada örgütlenme faaliyetlerini artırır. İnsanlar daha önce de söylediğimiz gibi, taht kavgalarından dolayı huzursuzdur. Bu huzursuzluğunun yanında Osmanlının baskıları da eklenince bıkkınlık artar.

 

Şeyh Bedrettin; Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa gibi yakın arkadaşlarıyla birlikte İznik'te kurdukları, bir tarikatla, Anadolu ve Rumeli'de fikirlerini yaymaya başladılar.

 

Bu görüşler Anadolu’ya yayılır. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.

 

Bu direnişler Osmanlı tahtı için tehlikeli görülür. Çelebi Mehmet direnişi bastırmak için askeri gücünü seferber eder. Karaburun’da Börklüce Mustafa işkence edilerek öldürülür. Bu direnişlerde Osmanlı ordusu kayıplar vermektedir. Fakat, direniş bastırılır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal işkencelerden geçirilir. Bu işkencelere karşı kahramanca direnilir, teslim olunmaz. Bu yenilgiden sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’de önce Eflak, oradan da kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman’a gider. Burada Osmanlı Ordusuna esir düşer ve Serez Çarşısı’nda, 1420’de idam edilir.

 

Şeyh Bedreddin’in müritlerinden Börklüce Mustafa, bazı kaynaklara göre, Sakız Adası yörelerinde Hıristiyanlar ve keşişlerle ilişki kurup, onlara Şeyhin görüşlerini açıklamış, böylece belki de o güne kadar dini farklılıkların üstünü örttüğü “hak edilmiş bir ortak yaşantı” kurmak amacıyla ortak davranma yollarını araştırmıştı.

 

Bedreddin'in ve yoldaşlarının Fetret devrinde Osmanlı'ya karşı giriştiği ayaklanma Türkiye'de toplumsal sosyalist hareketin beslendiği kültürel damarlardan birisidir Orhan Asena 'nın bir tiyatro oyununa, Radi Fis 'in ve Erol Tay' un birer romanına ve Nazim Hikmet 'in bir şiirine konu olmuştur bu ayaklanma.

 

Felsefesi

 

Bedreddin sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak anlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar. Bu anlamıyla döneminin komünar önderlerindendir. Bu önderlik Anadolu topraklarında bir kesişme noktası olmuştur.

 

Şeyh Bedrettin, 1200'lü yıllar Anadolu'sunda geliştirilen felsefe sistemini, 1400'lü yılların ilk çeyreğinde bir devrim meşalesine dönüştürerek taşımaya çalışmıştır. Doğa ve insan olanaklarının gerçek kapsamları ve gerçek boyutları içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştur. Onun savunduğu düşüncenin özünü ifade eden "ünlü söylemi" şudur:

 

"İlahi irade dahi, bir nesnenin (ancak) yeteneğinde olanı Allah'ın dilemesi demektir; yoksa, o nesnenin yeteneğinde olmayanı, Allah'ın istemeye yetkisi yoktur".

 

Bedrettin, hemen her şeyin insanlar arasında ortak, paylaşabilir ve mubah olmasını bir eşitlik ilkesi olarak görmüştür. Osmanlı toprağında yaşayan halklar arasında, din farkının kaldırılmasını ve Müslüman olmayanların da ülke topraklarından yararlanması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu çerçevede "bir toprak reformu ve buna koşut olarak dinsel bir reform" yapılmasını savunmuştur. Bedrettin her ne kadar dini bilimler okumuş olsa da, kendisi daha çok toplumun ekonomik ve sosyal yönüyle ilgilenmiştir. Öbür dünya yerine bu dünyaya yönelmiştir. Her şeyin insanda bulunduğunu, doğa ile insanın bütünlüğünü vurgularken, emeğin doğayla ilişkilerini açıklamaya çalışmıştır. Bu nedenle üretim-tüketim sorunlarıyla da yakından ilgilenmiştir. “Tanrı malı, Padişah malı” düşüncesine de karşı çıkmıştır. “yarin yanağından gayrı her şey ortak” tezini geliştirmiştir. Böylece Şeyh Bedrettin’de, üretim araçlarının mülkiyeti açısından, çok ciddi bir sosyalist düşünce anlayışının filizlenmiş olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

Bedreddin’e göre, dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Bedreddin bu bağlamda derki “Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.”

 

O, bilginin önemi açısından bilgisiz kişilerde sezginin de olmayacağını öne sürer. Yanılmanın esasen bilgisizlikten kaynaklandığını, oysa bilgi ve akıl ile yanlışa düşmenin mümkün olamayacağını söyler.

 

Bedrettin, varlık birliği denilen “Vahdet-i vücut”ta insanın tanrıyla birliği düşüncesine inanır. Bunun dışında Tanrı’nın kavranmasının güçlüğünü anlatır.

 

Ona göre insan, özellikleri bakımından Tanrıdan bir parçadır. İnsanların yaradılışında tanrı bir yönüyle kendisini örneklemiştir. İnsanların tanrının güzelliklerini, iyiliklerini taşımaları gayet doğaldır, ve bunda hiç bir sakınca aranmamalıdır. İnsan yaradılışında, diğer varlıklardan üstün tutulmuştur. Bu nedenle insanoğlu düşünce gücü ve yetenekleri bakımından Tanrı’nın kendisine aktardığı üstün niteliklerin değerini bilmelidir, ona göre davranmalıdır.

 

Bedrettin akıl konusunda başka bir yaklaşım getirerek, aklın tanrıyı kavrayamayacağını ileri sürer. “Tanrı’nın kavranması aklın sınırlarını aşar. İnsanın akıl gücü Tanrının büyüklüğünü, kudretini kavramak için yeterli değildir. “

 

“Tanrı’nın varlığı tüm evreni tamamlar. Evrenin varlığı yine Tanrı ile varoluşundandır. İbadetin koşulu ve kuralı yoktur. Tanrı her türlü ibadeti kabul eder.”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.