Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Satır Araları


Önerilen İletiler

Bitap09934.jpg

 

 

AŞK

 

Aşk değişmeyince ölür. (Ahmet Haşim)

 

Aşk, boş adamın işi; meşgul adamın işsizliğidir. (George Lyttelton)

 

Bir katilin suçu bile; kendini saklanmak isteyen aşk kadar çabuk göstermez. (Shakespeare)

 

Aşk, aynı yöne birlikte bakabilmek ... (Saint Exupery)

 

Aşk bize sevgilinin verdiği değil; ruhumuzun yarattığı bir ihtiyaçtır. (Abdülhak Şinasi Hisar)

 

Aşk hiç bir zaman pişmanım dememektir. (Orhan Pamuk)

 

Karşılıklı aşk gibi mutluluk yoktur. (George Granville)

 

Aşkın gözlükleri öyle pembedir ki; bakırı altın, yokluğu varlık, gözdeki çapağı inci gibi gösterir. (Cervantes)

 

 

HAYAL

 

Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar...

İnsan alemda hayal ettiği müddetçe yaşar. (Yahya Kemal Beyatlı)

 

Hayal, ruhun gözüdür. (Joubert)

 

Zekatı yok, zarar etmez, tükenmez, eksilmez

Olur mu ademe hülya gibi nısab-ı ferah (Şeyh Galip)

 

Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var?

Bitsin, hayırlısiyle bu beyhude sonbahar. (Yahya Kemal Beyatlı)

 

Ne çare insan hayalsiz yaşayamaz. (Abdulhak Hamid Tarhan)

 

 

ÖKSÜRÜK

 

Öksürük ile su, hatibin iki baş yardımcısıdır. (Rıfat Necdet Evrimer)

 

Aşk ve öksürük saklanamaz. (Ovidius Naso)

 

Öksürükte üç kavait vardürür

Biri ahha, biri ihhi, birisi öhhödürür. (Molla Ragıp Bey)

 

Sevgilim dinle, işte bad-ı hazan

Müteverrim misali öksürüyor

Hem de bir öksürük ki çok sürüyor. (Cenap Şehabettin)

 

 

 

SEVMEK

 

Sevmek, bir başkasının hayatını yaşamaktır. (H. de Balzac)

 

İki kez sağızdır

Biri

Bizi

Severken (Fazıl Hüsnü Dağlarca)

 

Seni, geceyi ve bulutları seviyorum. (Cahit Külebi)

 

Sevdi ve kendini buldu... Oysa bazı kişiler kendilerini kaybetmek için severler (Hermann Hesse)

 

Gönlümün aşk u vefadur şeref ü ünvanı

Sevenin ben kuluyum sevmeyenin sultanı (İbrahim Şinasi)

 

İnsanın başka işi yoksa sevmekte de bıkar. (Kemal Tahir)

 

 

GÜN

 

Bugünümüz saadetle geçmedikçe yarın diye bir şey yoktur. (Sophokles)

 

İyi günler de gelir geçer, kötü günler de. (Firdevsi)

 

İki günü bir olan ziyandadır. (Hz. Muhammed)

 

Kişi bugünü görmek gerek geçeni komak gerek. (Sinan Paşa)

 

 

KADIN

 

Adı kadın var, kendi kadın var. (Atasözü)

 

Sevilen kadın bütün kadınların daima en güzeli değil midir? (H.de Balzac)

 

Öfkeli kadının neler yapabileceği iyi bilinir. (Vergilius)

 

Erkekleşen kadın, kadınlaşan erkek kadar zevki selimi tırmalar. (Mektupçu Agah)

 

Sevilen kadın daima haklı çıkar. (Alfred de Musset)

 

Kadının kötüsü kadar kötü, iyisi kadar da iyi yaratık yoktur. (Euripides)

 

Her iyi kadın, erkek için mukaddes bir kalkandır. (Halide Edip Adıvar)

 

Bütün kadınlar sönmektense, yana yana tükenmeyi yeğlerler. (Montherlant)

 

Kadın kendi başına ne gül goncasıdır, ne de diken. Koklamasını bilirsen gül olur, tutmasını bilmezsen diken. (Refik Halit Karay)

 

Erkekler, bilgiç kadınlardan nefret ederler. (Tennyson)

 

Havayı geldiği gibi, rüzgarı estiği gibi, kadını da olduğu gibi kabul edin. (Alfred de Musset)

 

Fil zinciriyle, at gemiyle, kadın da gönül rızasiyle tutulur. (Şudraka)

 

Görgüsüz kadın burun tarafı yırtık bir çorap gibi insanı rahatsız edici bir şeydir. (Refik Halid Karay)

 

Kadın olsun, kitap olsun; cildine aldanma münderacatına bak. (Cenap Şehabettin)

 

Kadın melektir. Onu şeytan eden erkeklerdir. (İsmail Hakkı Bıçakçızade)

 

Kadın, erkekten arslan yüreği içinde kuzu itaatı ister. (Cenap Şehabettin)

 

 

DOST

 

Denendikten sonra dost edindiklerini bağrına bas, ama her ilk tanıştığınla, hemen el sıkışıp dost olma. (Shakespeare)

 

Her zaman en çok eski dostlara güvenilir, tıpkı eski kılıçlara olduğu gibi. (John Webster)

 

Dost, rahatlık veren bir merhemdir. (Genceli Nizami)

 

Dost olanlar hep yüzine gülmeye

Her yüze güler kişi dost olmaya. (Zarifi - Ahmed Baba)

 

Dostunu hemen ölüverecekmiş gibi sev; düşmanını hiç ölmeyecekmiş gibi telakki et. (Cenap Şehabettin)

 

Gerçek dost, onu unutanı unutmayandır. (Assurbanipal Kütüphanesi Tableti'nden)

 

Kuşun yuvası, örümceğin ağı, insanın dostları vardır. (William Blake)

 

Lokman Hekim sarabilmez yaramı

Dost eli değmezse çare mi olur (Aşık Veli)

 

 

SIR

 

İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır yayılır. (Mevlana)

 

Dime kimseye sırrı ir ü giç

Ki sen saklamadun o saklar mı hiç. (Za'ifi)

 

Sırrı olmayan bir şeyin çekiciliği de yoktur. (Anatole France)

 

Sırrını saklarsan o sana esir olur,

Yayarsan sen ona esir olursun (İbni Sina)

 

Bana güvenilen bir sırrı kutsal bir emanet gibi saklarım;

Ama sırları elimden geldiği kadar bilmemeğe çalışırım (Montaigne)

 

Sırlarınızı kendi yüreğinizde saklamak, kalbinizi açtığınız kimselere dillerini tutmaları için yalvar yakar olmaktan yeğdir. (Geoffrey Chaucer)

 

Birisi bir söz söyledi de sonra önüne ardına, sağına soluna baktı mı söz sırdır. (Hz. Muhammed)

 

Üç kişi bir sırrı saklayabilir, eğer ikisi ölmüşse (Benjamin Franklin)

 

En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun,

Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın (Ziya Paşa)

 

 

Damıtılmış Sözler - M. Ertuğrul Saraçbaşı

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

i%C3%A7imden+ku%C5%9Flar+ge%C3%A7iyor.jpg

 

 

 

 

 

İnci Aral'ın menopozu anlatan kitabı

 

İçimden Kuşlar Göçüyor...

Ben de böyle hissediyorum evet. Benim de içimden kuşlar göçüyor. Uzaklaşıyorlar bir bir. Eskiden kuşlar yuva yapardı, yavruları bu yuvalardan ilk kanat çırpma denemeleriyle içimi titretirlerdi. Başka başka kuşlar gelir, başka başka köşelerime yerleşirler, en mutlu şarkılarını şakırlardı. Gçö zamanını bilenler selam ile uzaklaşır, göçe göz kestiremeyenler ısınmak için pusardı yüreğimde. Şimdi içimden kuşlar göçüyor yerli yersiz.

Bütün yanlışlarım, bütün gözden ve elden kaçırdıklarım, tutabildiklerim ve benim kıldıklarımla bir hayat yaşadım ve ben olmaktan, iyi kötü, ama böyle olmaktan en sonunda hoşnutluk duymaktayım. Garip bir bilgelik, güçlülük, yılmazlık duygusu var içimde. En sonunda ele geçirmeyi başardığım bir özgüven. ‘’İçimden Kuşlar Göçüyor’’ un bir yerinde böyle diyor İnci Aral;

 

Acıları, kederleri ve mutluluklarıyla dolu dolu yaşanan bir hayatın, bir dönüm noktasında. Kadının tek başına yaşaması, yalnız taşıması gereken güç bir dönem bu; bedensel-ruhsal değişimler, eksiklikler ve farklı deneyimlerle olgunluğa, orta yaşa geçilen eşik. Duyguların uç noktalarda yaşandığı bu geçiş sürecinde, kendisiyle de geçmişiyle de hesaplaşma fırsatı buluyor yazar. Pek az kadının cesaret ettiği biçimde, yaşadıklarını açıkça, hiçbir şeyin arkasına sığınmadan irdeliyor; kendini içtenlikle, dürüstlükle, hatta acımasızlıkla sunuyor.

"Bu gene geçmişin baştan çıkarıcılığı olsa gerek. Şu anın geçmiş zaman olmasını bekle. Ne denli mutluyduk anlayacaksın.(Susan Sontag)" (s.9)

"Bir zamanlar olduğumdan daha yaşlı olmayı isterdim. daha dingin, deneyimli, bütün olumsuzluklardan kurtulmuş, dünyaya yukardan bakabilen biri. Belli yaşa gelmiş, tutkulardan arınmış, durulmuş oturmuş kadınlara hayranlık duyar, imrenirdim. onları hayatlarının hesap sağlamasını yapıp kadınlık sınırını aştıklarını, gözyaşlarını arkada bıraktıklarını, sevilmeye fazla gereksinme duymadıkları için artık acı çekmediklerini düşünürdüm. Şimdi gençliğimde özlediğim yaşlardayım, ama hâlâ olmayı umduğum kadın değilim. Bu modelin bana pek uyduğunu da sanmıyorum ayrıca. Olgunluğu niteleyen bütün iyiniyetli sözcüklerin arasunda başıboş dolaşıyor, yan yollara sapıyorum bu yüzden." (s. 9)

"Yaşanmış yılların insanın üstünde birikmesi dokunaklı. Bazen umutsuzluğa, bir çok şey için geç kalmış oldğum kaygısına kapılıyor, hayatımı kendi kendimden çaldığımı düşünüyorum. Birçok şey geri gelmeyecek biçimde benden uzaklaşmış sanki. Ataklığım, heyecanlarım nasıl olduğunu anlayamadan elimden alınıvermiş. Aşktan kesilmişim. Evet yaşıyorum ama tekdüze, oldukça derli toplu, dikkatli. Olabilirlikler karşısında fazla hoşgörülü. Korkuyorum biraz. İçimin boşalmasından, ufkumun daralmasından, düşüncelerimi diri tutacak eylemlerden uzak kalmaktan korkuyorum." (s. 10)

"Penceremin önündeyim. Kendi imgemi görüyorum, mermerin üstüne yayılmış uyuklayan tekir bir kedini başucunda. Küçük ve büyük anların yaşanmışlık görüntüleriyle, sözcüklerle, yabancı ama aynı zamanda bildik kaygılar ve sevinçlerle dolu bir organizma olarak görüyorum. Olduğunca kabul ediyorum onu. Ne gurur ne de hoşnutsuzluk duyuyorum. Acıyan bir yerlerim olup olmadığını anlamak ister gibi yokluyorum içimi. Hiçbir sızı yok. Geçmişin ağırlığı yok üstümde. Yolunca yordamınca unutmuşum unutulması gerekenleri. Sarılıp sarmalanmış sağaltılmışım."(s. 11)

"Bütün kavgalardan zaferle değilse de sonuna kadar vuruşarak çıkmak, bütün son görüşmelerden alttan almadan, suçluluk duymadan ayrılmak istiyorum." (s. 11)

"Bir insanı sevmeye değer bulabilmem için, onun ulaşılması güç olanı simgelemesi gerekiyordu. Aşk benim için olanaksızlık, umutsuzluk ilişkisi olduğu sürece anlam taşıyordu. Bunun dışında, nesnel olarak, kendi başına ve uzun süreli bir derinliği yoktu. O ele geçmezi elde etme çabasını inatla sürdürdüğümde var olabiliyordu ancak. Yakınımda duran, kolayca ulaşabileceğim hiç kimse ateşleyemiyordu ruhumu.

Ardından kesinlikle düş kırıklıkları geliyordu. Sis dağıldığında tükenerek yanına ulaşmayı başardığım insanın hiç de sandığım kadar ulaşılmaz olmadığınıgörüyor, şaşırıyordujm. gene de anlaşılmaz bir sadakat gçsteriyordum seçtiğim "aşk nesnesi"ne.Cezamı sonuna kadar çekmek istiyordum sanki. Var gücümle koruduğum bütün öznel sınırlar zorlanıncaya kadar direniyordum.

Yalnızlığın büyük bir özgürlük olarak yeniden yeğleneceği yere kadar..." (s.14)

"Henüz her şey yolundayken, bedenim bana yabancılaşmaya başlamamışken daha, bütün tanışmalardan, başlangıç ve bitişlerden, sevecenlik, aşağılama, ayrılık ya da gidiş dönüşlerden, büyük bunalımlar ve şaşkın, yaralı dolaşmalardan sonra bir gün acı çekmekten bıkmış olduğumu düşünüp düz bir çizgiyi özledim. Düz. Dümdüz. Yatağında uslu bir su gibi akmaya özendim. Yorgunluk belki. Güvenli bir limanda bir solukluk dinlenme. Çiçek yetiştirme, kedi besleme dönemi.

Amaçlarımı gelecek olarak tasarladığım bir çok şeyi belirsiz bir zamana erteleyip güdükleşmeye bıraktım. Duyularımı köreltip herkes gibi olmanın hoşnutluğuyla avunmaya koyulduğum bir boşluğun içine yuvarlandım.

Sessizlik. Acıdan geriye kalan boşluk. Olağanın, sıradanın kolaylığı.

Böyle bir gün herkes için, her zaman olacaktır." (s. 16)

"Yalnızca deli dolu zor sevgiler değil, içinde uyumun, dinginliğin, dayanışmanın olduğu sevgiler de vardır. Görmüş geçirmişlik dersiniz buna ya da doygunluk. Saflığa varan iyimserlikten, küçük oyunların tuzağına düşmekten ve düşmanlıklardan kaçmayı öğrenmiş, söylemek istediklerinizin çoğunu söylemiş ve henüz söyleyemediklerinizi söylemenin ise zaten gereksiz bir zahmet olduğunun farkına varmışsınızdır.

Masumiyetin sonudur bu.

Bütün yatırımını her seferinde sakınmadan ortaya atma, ya hep ya hiç mantığı gütme ve onarılmaz kayıpları göze alma yürekliliğinin sonu. Somut ve açık örnekler: Kararlı ve bütün serüvenlere kapalı bir duruş. Hevessiz, takma bir gülümseyiş. Gündelik dile keskin bir dönüş. İlk kez bir banka hesabı." (s. 16-17)

"Parçalarınızı toplayıp -ek yerleri görünür biçimde de olsa- bir araya getirmek, hiç de özgün biri olmadığınıza inanıp düşlerinizden umudu kesmek zamanı. Yön değiştirme. Rahat bir soluk, en sonunda. Bir zamanlar sizin tekdüzelik, başkalarınınsa mutluluk olarak adlandırdıkları herşey..." (s.17)

"Doğru, ölüm hiçbir şeyi silemez. Siz öldüğünüz zaman, daha bir gerçek, daha bir güzel olacak. (Marguerite Duras)" (s.19)

"Belleğin dili yok. Bellek birbirine açılan sonsuz resimlerden oluşuyor. ama hiçbir şeyi unutmuyor. Hiçbir siyahı, maviyi, beyazı ve bakışı, hiçbir duruşun kabalığını ya da anlatılmaz inceliğini. Bellek kimi zaman unutmuş gibi yapıyorsa bu, acıyı yeryüzünden kaldırmak istediğindendir." (s.19)

"Her insan yükünü kendi taşır ister istemez ve düşmeden önce, düştüğünde başına gelecekleri bilemez" (s.24)

"Kurulan her yeni denge çabucak bozulabilir. geçmiş, geçm,ştir ve geleceğin önü bir anda kesilebilir." (s. 25)

"Geçmişte bıraktığım bu adam değil. Bu bir başkası. ben onu boşu boşuna sevmiş ve yoktan var etmişim. Çoğaltmış, yüceltmiş, sevgime değer bulmak için olduğundan daha büyük ve önemli kılmışım. Bu yanılgıda uzun zaman direnişim yalnızca benim sorunum. Acı çekme ustasıyım çünkü ben. Ama şimdi ne bağışlama ne bağışlamazlık var artık burada. ne pişmanlı ne şöyle ya da böyle bir duygudaşlık var. kala kala gittikçe silikleşen ve çok seyrek anımsanan bazu anılar kalmış geriye. Unutulmayacak sandıklarımdan kalan küçük kırıntılar. Ama onlar bile ona benzeye ve gerçekt hiçbir zaman o olmamış biriyle ilgili." (s. 26)

"Yanlış sevilmeler, özellikle yanlış sevmeler. Ama yaşamlarımız bunlar üzerine kurulu değil mi? Hep kıskandım "doğru" sevmiş ender kişileri ya da öyle görünmeyi başarabilenleri. Belki de gerekenden daha uzun süre öyle olduğuna inanmayı yeğlemiş olanları, en azından... Yoksa nasıl olsa her aşk, kazaya, yanlışa dönüşür zamanla..." (s.26)

“Kısa da sürse, başlı başına bir yanılsamada olsa aşk insanın kendini yeniden yaratması değil mi? Kendi yüreğine ulaşmada kışkırtıcı bir keşif yolculuğu değil mi? Ama çoktan bitmiş ve artlarında yangın yerleri bırakmış bütün sevdaların sesi var içimde. Gördüğüm kentlerin, geçtiğim yolların, yalnızca birkaç saati ya da olağanüstü akşamları bölüştüğüm ve sonra unuttuğum bütün insaların yüzleri. Sornadan anımsananlar dokunaklı, iyi ve değerli görünür insana. Ama şimdi bir yenilgi kokusu var insanda” (s.32)

“ Bütün beraberlikler egemenlik mücadelesi sürecinden geçer. Kimi zaman bir taraf yenilir teslim olur. İki tarafta teslim olmuyorsa, karşılıklı olarak mevziler kazanılır ya da kaybedilir ve kişilerin yaşama alanlarının sınırları belirlenir. Bu, yazılı olmayan bir barış antlaşmasıdır. Sorunların tümünü çözmez belki ama temelde işe yarar. İki ayrı insan, iki bağımsız birey olarak ortak hayatı sürmeyi kolaylaştırır.” (S.32-33)

“Erkekler konu olduğunda aşk da hiçbir kesinlik taşımıyordu. Birçok erkek kendi cinselliğinde de alışılmış erkeklik rolünün dışına çıkamıyordu. Yetenek ve bilgisini geliştirme fırsatını gerektiği kadar bulamadığı hallerde bile üstünlüğüne inanmayı elden bırakmıyor, Tanrı vergisi doğal donanımını yeterli ve kusursuz buluyor; aramak, denemek ve daha iyisine ulaşmak için çaba gösterme gereği duymuyordu. Gerçekte erkek dünyası, kadına duyulan korkularla gizli aşağılık duygularıyla tıka basa doluydu.

...

Büyüyü yalnızca aşktan beklemek bir tür bencillik ve fazla hayalciliktir. Cesaret, ataklık ve sakınımsızlık gerekiyordu cinsellik için. Keşfetme tutkusu, sevecenlik ve açıklık.” (s.58)

“Evliliğimizi kurcalıyorum. Evet, iyi, güvenli biçimde sürüyor. Birbirimizi ezbere biliyoruz. Sevencenlik, anlayış, hoşgörü var aramızda. Ama hiçbir sürpriz yok. Hiçbir vefasızlık, uygunsuz davranış ve şaşkınlık yok. Arada hafif bir ağız dalaşı. Hemen sönüveren bir öfke kıvılcımı. Ama kıskançlık ve yitirme korkusuyla, birbirimizi hırpaladığımız tutku yok artık aramızda” (s.61)

"Artık şundan eminim, insanın geçmişi ya da geleceği görebilmesi için biraz deli, yaşamı anlayabilmesi için yaşamın biraz dışında olması gerek. -Djuna Barnes-" (s.93)

“Hayat yavan ve düzdür, diye düşünüyorum. Yazı hayata renk, biçim ve önem kazandırıyor. Eldeki malzemeyi parlatıp yeniliyor.” (s.93)

“Yazmak bir hastalık mı diye düşünüyorum bazen. Bir tür delilik mi? Ama öyle ise bile bunun büyüleyici bir yanı var. Gerçeğin keskinleşmiş görüntüsü, belli belirsiz bir bağışlayıcılık, karmaşık, çekingen bir kendini beğenmişlik ve bir o kadar acı var yazma çılgınlının içinde. Sınırsız bir kendinden vazgeçme var.” (s.107)

“Bir yazarın görevi eğlendirmek olmamalı. Bir okurun eğilimi de yalnızca eğlenmeye yönelik olmamalı. Bir insan, bir yazar yaşadığı hayattan gereğinden fazla hoşnut olmamalı. Yaşadığı yerden, dünyadan, hiçbir şeyden hoşnut olmamalı. Görünenin ve kendi yüzünün arkasındakini yakalayabilmek için sık sık durup çevresine ve aynalara bakmalı. Ayağını bastığı yerin, kendi varlığının, ruhunun ve düşlerinin yansısını görebilmek için hiçbir şeyin tekrarlanmadığı bir yere tutunmalı.

Kendini bu biçimde ortaya koymanın, insana özgü, hiçbir zevkin yerini tutamacağı bir çokusu, sevinci var.” (s.108)

"Kitaplarım bana sadece ıstırap verdi diyor Charlotte Bronte. Bugün ben de aynı fikirdeyim.-Virgina Woolf-" (s.109)

“Zaman ağır aksak geçiyor. Bomboş ve anlamsız. Gene o yabanıllık duygusu yapışıyor yakama, o başedilmez umutsuzluk ve kaçış isteği. İçimden kuşlar göçüyor.” (s.111)

“Bana söylenen ve söylenecek olan hiçbir söz, yazılmış ve yazılacak olan benimkiler de dahil herşey, adları şu ya da bu nedenle tekrarlanıp duran herkes artık ilgimi çekmiyor. Hızlı akan bir nehir sürükleyip götürüyor hayatımı. Bana ait olmayan görüntüler, benimle uyuşmayan oluşumlar, büyük, önemli şaşırtıcı sayılan ama beni hiç etkilemeyen bir çok durumla birlikte o nehirde akmam gerekiyor. Kurtulmak için tek bir seçeneğim var. Suyun kıyısındaki bir ağaç ya da çalıya tutunmak ve beklemek.

Böyle ne beklediğini bilmeden beklemek yorucu ve umutsuz bir bekleyiştir biliyorum. Ama bir akışa kapılıp gitmekten, sürü ile sürüklenip gitmekten daha akıllıcai daha anlamlıdır.” (s.118-119)

“Anlıyorum ki yazmak her zaman benim hayatımın yarısı olmuş. Hayatımın darmadağın öteki yarısını düzene sokmak için yazmışım ben hep. Hâlâ da böyle .... (s.121)

“Bir vurgun olmayacak artık yüreğimdeki

ve yatağını değiştiren bir nehir gibi sanki

geri gelmemek üzere giden bir şeyin

kanat sesleri kalacak yalnız kulaklarında”

... Safra kesemin alınması gerekiyor.' ne zaman yatabilirsiniz?' diye soruyor genc cerrah.

'Körfez savaşı bitince' diyorum.

'Sizin ne ilginiz var bu savaşla?' diyor şaşkınlıkla.

'Üzülüyorum diyorum. 'Sinirlerim bozuk ve tansiyonum düşmüyor. Biterse daha iyi olacağım'

 

İÇİMDEN KUŞLAR GÖÇÜYOR - İnci Aral

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 5 ay sonra...

"Halbuki gözlerin işlevi görmek değil, ağlamaktır;
gerçekten görmek için de
gözlerimizi kapatmamız gerekir."

*Emil Michel CIORAN / Çürümenin Kitabı*

 

11885526362724050488132.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dinle küçük adam...

Sana kendi içimdeki küçük adamı anlatmakla işe başlayacağım...

"... Ben ne kızıl, ne kara, ne de beyazım. Ben Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, mormon, poligam, homoseksüel, anarşist ya da boksör de değilim.
Ben bir kadını/erkeği, onunla evli olduğumu kanıtlayan evlilik cüzdanına sahip olduğum ya da cinsel açlığımı doyurabilmek için değil, gerçekten sevip ona değer verdiğim için kucaklarım.
Ben çocukları dövmem, balık tutmam, karaca ya da geyik avlamam, ama hedefi on ikiden vururum.
Ben briç oynamam ve öğretilerimi yaygınlaştırmak için partiler vermem. Eğer öğretim doğruysa zaten o kendiliğinden yaygınlaşacaktır.
Eğer benden daha iyi hekim değilse, çalışmalarımı bir tıp yöneticisinin eline bırakmam. Ve buluşlarıma kimin hükmedeceğine ya da etmeyeceğine ben karar veririm.
Ben kurallara anlamlı oldukları sürece tam olarak uyarım ama aşılmışlarsa ya da anlamsızlarsa onlarla mücadele ederim. (hakime koşma hemen küçük adam, çünkü o da dürüst bir insansa aynı şeyi yapar.)
Ben çocukların ve gençlerin bedensel aşklarını yaşamalarını ve rahatsız edilmeden tadını çıkarmalarını isterim.
Ben insanların doğru dürüst dindar olmak için aşk yaşamlarını yıkacaklarına, bedenlerine ve ruhlarına zarar vereceklerine inanmıyorum.
Ben senin 'tanrı' olarak adlandırdığın şeyin gerçekten var olduğunu ama senin düşündüğünden farklı, senin içinde ve dışında, vücudundaki sevgi olarak, dürüstlüğün olarak ve doğayı hissetmen olarak bir kozmik temel enerji olduğunu biliyorum...

... Sana şunu söyleyeyim küçük adam; içindeki en iyi şeylerin anlamını yitirdin. onu boğdun başkalarında, çocuklarında, karında, kocanda, babanda, annende, nerede gördüysen orada onu öldürdün. sen küçüksün ve küçük kalmak istiyorsun küçük adam..."



Wilhelm Reich

 

31588317048602302837227.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

zBK980682EU080_250.jpg

 

 

Marcel PROUST – Yakalanan Zaman


• İnsanlar bizim unutuşumuza bağlı olarak gelişirler.
 

• Ayrıca aşkta bile iki kişinin birbirine ilişkin anıları, ortak değildir.
 

• Nasıl sevdiğimiz kadının amacını bilemezsek, düşman da bizim planımızı bilmez, hatta kendimiz de planımızın ne olduğunu bilemeyebiliriz.

 

• Dolayısıyla fesat kişiler, nankör kişiler kendileri ve yazar istemese de eserde boy gösterirler. Hiciv yazarının şöhreti, ister istemez hicvettiği alçaklarla bağlantılıdır.
 

• Bir kitap çoğu mezar taşının üstündeki isimlerin artık okunamadığı büyük bir mezarlıktır.
 

• Tanımadığım okurların kirlettiği hatıraları ben zaten onlardan önce kirletmiştim.
 

• Bana çeşitli gerçekleri göstermiş olan, artık yaşamayan bütün o insanlar sanki sadece benim açımdan faydalı bir hayat

sürmüş, benim uğruma ölmüş gibi geliyordu bana.
 

• Beden için sağlıklı olan tek şey mutluluktur, ama zihni güçlenip geliştiren kederdir.
 

• Aydınlığa kavuşturulması gereken şey duygularımız ve tutkularımız, yani bütün insanların tutku ve duygularıdır.
 

• Mutluluğa gelince, neredeyse tek yararı vardır, o da bedbahtlığa imkan tanımasıdır. Mutluyken son derece güçlü ve şefkatli güven ve sevgi bağları oluşturmamız gerekir ki bu bağlar koptuğunda, bedbahtlık adı verilen o değerli parçalanmayı

yaşayabilelim. Sadece umut ederek de olsa, mutluluğu tatmamış olsak, mutsuzluklar zalim olmaz, dolayısıyla meyve vermezdi.
 

• Kitaplarımızın taslağını çizen tutkularımız, kaleme alan ise aradaki dinlenme süreleridir.
 

• Çünkü en çok sevdiğimiz insana bile kendimize olduğumuz kadar sadık değilizdir.
 

• Gerçeğe ölümden önce ulaşanlar, ikisi birbirine ne kadar yakın da olsa, gerçekleri öğrenme anı ölüm anından önce gelenler, kendilerini talihli saymalıdır.
 

• Aşkın, sevilen insana, sadece seven insanda var olan şeyler kattığını görmüştüm.
 

• Kıskançlık, tablomuzda bir boşluk olduğunda, sokağa çıkıp gerekli güzel kızı arayan başarılı bir personel şefidir.
 

• Gerçekten yaşlı olduğu için bu işaretleri taşıdığını ve hayatın ihtiyarları, yeterince yaşayan yeniyetmelerden imal ettiğini anladım.
 

• Hayatımın tek bir saati yoktur ki bana sadece kaba ve yanlış algılamanın her şeyi nesneye yüklediğini, aslında her şeyin, aksine zihinde olduğunu öğretmiş olmasın.
 

• Dolayısıyla imgenin güzelliği nesneye ulaştığımızda artık bizde hayranlık uyandırmaz, oysa fikrin güzelliğini ancak nesneyi aştığımızda anlarız.
 

• Doğruyu söylemek gerekirse, birçok kişi gibi o da yaşlandıkça, münasebetsizliği yerini ciddiyete bırakmıştı.
 

• Çoğu zaman, bir insandan bize kalan tek şey, üstelik ölümünden de önce, henüz hayattayken, bir isimdir sadece.
 

• Ne var ki bazı kusurlar ve meziyetler, belirli bir insandan çok, o insanın hayatının sosyal açıdan belirli bir dönemine özgüdürler.
 

• Yanlış bir tahminde bulunduğumuzda, yanıldığımızın kanıtlanmamasını tercih etmemiz, bu tahmine ait hatıramızın süresini kısaltır ve çok kısa bir süre sonra böyle bir tahmin yürütmediğimizi iddia etmemize imkan tanır.
 

• Hafızamın apayrı bölgelerini karıştırdığımda hayatın bana sunduğu kişilerden birçoğunu bir başka kişiyle tamamlayabilecek kadar uzun yaşamıştım.
 

• Ne var ki annesi, aksine, ne zaman bir yaşıtı “yitip gitse”, bir yarışta önemli rakipleri geride bıraktığı duygusuna kapılıyordu. Kendi hayatının tadına ancak onların ölümüyle varabiliyordu artık.
 

• Çünkü her ölüm, başkaları için hayatı basitleştiren, onları minnet göstermekten, ziyaretlerde bulunma mecburiyetinden kurtaran bir olaydır.
 

• Başkalarına acı çektirmekten hoşlanırız, ama suç işlemek de istemeyiz, kurbanımızın yaşamasını tercih ederiz.
 

• Zihin, hayatın hiçbir çıkışı bulunmayan kapalı durumlarını tanımaz.
 

• “Tipimiz olmayan” kadınlardan sakınmaz, bizi sevmelerine izin veririz; daha sonra onları biz de seversek, yanlarında arzumuzu doyurmanın tatminini bile yaşamadan, diğerlerinden bin kat fazla severiz bu kadınları.
 

• (…), daha yetenekli kişilerin ihtiyaç duymadığı acılar pahasına eserimizi tamamladığına, duygular hayatımızı ufaladıkça eserimizi sağlamlaştırdığına göre, bırakalım bedenimiz parçalansın.
 

• Kürkten, güveler kadar anlayan kürkçü yoktur.
• Çünkü en büyük korkularımız da, en büyük umutlarımız da gücümüzü aşan şeyler değildirler; zamanla korkularımızı yenebilir, umutlarımızı gerçekleştirebiliriz.

 

• Çünkü iç tehlike, örneğin beyin kanaması, bedensel olduğu için aynı zamanda bir dış tehlikedir. Bir vücut sahibi olmak, zihin için en büyük tehdittir.
 

• Doğadaki her tür verimli özgecilik, bencilce bir şekilde gelişir, bencillik içermeyen insan özgeciliği kısırdır, çalışmasını bir yana bırakıp bedbaht bir dostunu ağırlayan, bir kamu görevini kabul eden veya propaganda yazıları yazan bir yazarın özgeciliğidir.
 

• Ne garip bir tesadüftür ki, bu mantıklı tehlike korkusu, ölüm fikrine aldırmamaya başladığım bir anda uyanmıştı içimde.
 

• Çimenler uzamalı, çocuklar ölmeli mutlaka. Victor Hugo
 

• Ben genel kuralların peşindeyken, ayrıntı meraklısı olarak adlandırılıyordum.
 

• Ölüm fikri benliğime tıpkı bir aşk gibi temelli yerleşti. Ölümü sevdiğimden değil, aksine ondan nefret ediyordum.
 

• İnsan sevdiği şeyi yeniden yaratmak için, Elstir’in Chardin’i reddettiği gibi, önce onu reddetmek zorundadır.
 

• Ebedi hayat insanlara da, eserlere de bahşedilmemiştir.
 

• Yaşadığımız düzleme bağlı olarak, bir kadının bize ihanet ederek çektirdiği ıstıraba kıyasla, bu ihanet sayesinde keşfettiğimiz ve acı çektirdiği için mutlu olan kadının hiç anlayamayacağı gerçeklerin ne kadar önemli olduğuna karar vermek bize düşer.Her halükarda, ihanet kıtlığı çekmeyiz.
 

• (…); şairlerin cennete nafile aradığı bu temiz hava, ancak daha önce solunmuşsa, bu derin yenilenme duygusunu yaşatabilir; çünkü gerçek cennetler, kayıp cennetlerdir.
 

• Yalnızca çocuklar değil, şairler de dayakla eğitilir.
 

• Yeryüzünde haz ve ahlaksızlık kadar sınırlı bir şey yoktur. Gerçekten de bu bağlamda, deyimin anlamını biraz saptırarak, hep aynı kısır döngü içinde dolanıp durduğumuzu söyleyebiliriz.
 

• Aşk yüzünden, sevdiğimiz insan uğruna akla gelebilecek en büyük fedakarlıkları yapmakla kalmaz, bazen arzumuzu bile feda ederiz;zaten sevdiğimiz kişi, bizim kendisinden daha aşık olduğumuzu biliyorsa, arzumuzu tatmin etmek iyice zordur.
 

• Bir mala bağlılık, malın sahibine daima ölüm getirir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Kalbimi kelimelerle doldurdum. Mektuplarım onun için parmaklarını yakıyor. Dudaklarını da yakacak. Dudaklarını ve bütün varlığını. Ben pervane değil, ateşim. Kıskanıyorum kelimeleri. Birer kelebek gibi sana uçuyorlar. Kelimeler senin kokunla sarhoş. Saçlarını okşayan rüzgarı kıskanıyorum. Tenine sarılan entarini kıskanıyorum. Saçlarında dolaşan tarağı kıskanıyorum. Anlıyor musun? Aynanı kıskanıyorum. Yatağını kıskanıyorum. Yılları kıskanıyorum. Kimsin sen? Kadın veya serap. Tanrı’yı kıskanıyorum. Seni beraber yarattık. O başladı, ben tamamladım. Sevmek yaratmak demektir.

Cemil Meriç, Jurnal I

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Birgün bir sinir hastalıkları uzmanına bir hasta gelir.

-Doktor, der, hastayım, hayattan zevk alamıyorum. Açlar aklıma geliyor, yemek yiyemiyorum. Çıplaklar hatırıma geliyor, onlarla birlikte üşüyorum. Her cinayette kendimi suçlu buluyorum. Her katil bıçağının kabzasını sanki benim ellerim tutmuştur. Her atılan kurşun benim kalbime saplanıyor. Bütün bu toplumun suçları benim omuzlarıma yüklenmiş.
Artık gülmesini unuttum.
Doktor, hastasını omzundan tutar,
pencerenin önüne getirir, perdeyi aralar, parmağıyla karşı duvardaki afişi gösterir. Bu afişte, bir sirk palyaçosunun reklamı vardır.
-Azizim, der, şu palyaçoyu görüyor musun? Tavsiye ederim, her gece bu palyaçonun gösterilerine git. Bütün kederini, elemini, derdini unutursun. Gülmeyi, kahkahayı öğrenirsin. Hayattan yeni baştan zevk almaya başlarsın.
Hasta, başını eğer,
-Doktor, der, işte o palyaço benim!
Sekiz yıllık yazarlık hayatım, bu palyaçonun hayatına benzer.
Sevgili okurlarım! İşte o kavgadan Geriye Kalan gözyaşlarından süzdüğüm şu bir avuç kahkahadır.

* Geriye Kalan / Aziz Nesin

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

"Neyini seviyordum? O gece bir kere daha anladım: sensiz yaşayamayacağım ve bütün bulutlar dağıldı. Alev gibi gelişen, büyüyen bir aşk bu. Seni, sen olduğun için seviyorum, acı çektiğin için seviyorum, hor görüldüğün için seviyorum, büyük olduğun için seviyorum, küçük olduğun için seviyorum, yalnızlığın için seviyorum.

Sana yetmemekten korkuyorum, sana çok gelmekten korkuyorum. Seni tanımadıkları için insanlardan iğreniyorum, seni tanımadıkları için takdis ediyorum onları.

Oyuncaklar almak istiyorum sana, oynamanı, koşmanı, gülmeni istiyorum. Yaşamadığın bütün yılları beraber yaşamak istiyorum. Önce baban olmak istiyorum, beşiğine ümitle eğilmek ve dudaklarının bir tomurcuk gibi açılışını seyretmek… Kucağıma almak istiyorum seni, sonra ilk sözlerini ruhuma sindirmek istiyorum, sonra kelimeleri öğretmek, okumayı öğretmek, kafanı ışıkla, kalbini sevgiyle doldurmak. Her akşam yorganını ellerimle örtmek, saçlarını okşamak.

Sen, yıldızlarla dosttun, kumsalda böceklerin vardı. Însanlar birer yabancıydı senin için, benim için düşman. Ikimiz de gurbetteydik. Karşılaşsak tanıyamazdık birbirimizi, bana gülümsemezdin, ben çekinirdim yanına yaklaşmaya, hisarım, gururdu. Çocuk olmadım hayatımda, ihtiyar doğdum, onun için oyun arkadaşlığı edemezdim sana, ama, hikâyeler anlatırdım, ekmeğimi bölüşürdüm. Kumsalda oynayan çocuk, benim çocuğum, kumsalda oynayan çocuk. Başını dizlerime daya, saatlerce saçını okşamak istiyorum. Çektiğin bütün acılardan kendimi sorumlu tutuyorum, Tanrı gibi ve Tanrı adına utanıyorum. Sevgili yavrum, seni bütün sevmeyenler için de seveceğim, annen olacağım, sahici annen, kardeşin olacağım. Ağlıyor musun canım benim, o göz yaşlarının hepsi benim. Uzat yanaklarını…"

 

#Cemil Meriç, Jurnal 2

(Lamia Hanım’a Mektuplar, 22 Aralık 1966)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

1. ...Bütün akrabalarını 1915'te kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykırımzede bir sülalenin torunuyum (Sayfa 63)

 

2. ... Sen kalk gel Ortaasya'dan, dal dosdoğru Anadolu'nun bağrına, sonra bir bakmışsın her yerdeler! Orada yerleşik olan milyonlarca Ermeniye ne oldu peki? Asimile edildiler! Eridiler! Yetim bırakıldılar! Sürüldüler. Mal mülklerinden oldular! (Sayfa 65)

 

3. ... Sıradan Türklerle ne konuşacaksın eğitim görmüşleri bile ya Milliyetçi ya cahil (Sayfa 130)

 

4. ... Ayaş' ta sağ kalan olmamış Çankırı' ya götürülenler de peyderpey öldürülmüşler... Sopalarla, balta saplarıyla dövülmüşler. Bazıları açlıktan ölmüş bazıları da öldürülmüş (Sayfa 170-171)

 

5. ... Türkler de 1915' te bunları Ermenilere yapanlar (Sayfa 172)

 

6. ... 1909 Adana katliamlarından ya da 1915 tehcirinden... bunlar sana bir şey hatırlattı mı? Ermeni soykırımı diye bir şey duymadın mı hiç? (185-186)

 

7. ... Toprağımızdan kovulduk, eşyalarımızdan olduk, hayvan muamelesi gördük, koyun gibi kesildik. Doğru düzgün haysiyetli bir ölüm bile esirgendi bizden. (Sayfa 192)

 

8. ... Erkek bırakmıyorlar ortada. Silah arama bahanesiyle Ermenilerin evlerine girip sonra da yağmalıyorlar"

 

 

 Elif Şafak - Baba ve Pic

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

"Halbuki gözlerin işlevi görmek değil, ağlamaktır;

gerçekten görmek için de

gözlerimizi kapatmamız gerekir."

 

*Emil Michel CIORAN / Çürümenin Kitabı*

 

11885526362724050488132.jpg

 

 

Kaos /Çürümenin kitabı

 

Kendi kendine günde bin kere "Şu dünyada hiçbir şeyin kıymeti yok," diye tekrarlamak; kendini ebediyen aynı noktada bulmak ve bön bön, bir topaç gibi fır dönmek... Zira her şeyin beyhudeliği fikrinde ne ilerleme vardır, ne de bir sonuca varma; bu geviş getirme içinde ne kadar uzağa gidersek gidelim, bilgimiz hiç artmaz: Şimdiki haliyle de, başlangıç noktasındaki kadar zengin ve o kadar hükümsüzdür. Devasızlık içinde bir duruş, zihnin bir cüzzamı, hayret yoluyla varılan bir ifşaattir. Bir ilhama maruz kalan ve bundan çıkıp bulanık ve konforlu durumuna hiçbir yolla dönmeden o ilhamın içine yerleşen geri zekalı biri, bir budala; kendine rağmen evrenin değersizliğini idrak etme yoluna kişinin durumu budur işte. Geceler tarafından terk edilmiş ve onu soluksuz bırakan bir aydınlıktan mustarip olduğu için, o bir türlü bitmeyen günü ne yapacağını bilemez. Işık, olmuş olan her şeyin öncesindeki gecenin dünyasının hatırasına zarar veren ışınlarını göndermeye ne zaman son verecek? Korkunç yaratılışın öncesindeki dinlendirici ve sakin kaosun, ve daha da tatlısı, zihinsel yokluk kaosunun miadı nasıl dolmuştur!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

“Bardağı suyla doldurursunuz. Dolar ama taşmaz. Ağzına kadar doldurursunuz, yine taşmaz. Ama bir damla daha koyarsanız, işte o zaman taşar. Sadece bir damla. Biliyor musunuz, bardağın taşmasına bir damla kaldı!”

 

Ercan Kesal & peri gazozu

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Aşk ve Sevgi... / Dr. Ali ŞERİATİ

 

Aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur. Aşk genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. Oysa sevgi ruhun içinden doğar, bir ruhun yükselebileceği bütün yerlere, sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır.

Aşk, gönüllerin genelinde benzer biçimler ve renklerde gözlenmekte olup, ortak nitelik, durum ve görünümler taşır. Oysa sevgi her ruhta kendine özgü bir albeni taşır. Ruhun kendisinden rengini alır. Ruhlar da içgüdülerin tersine kendilerine özgü ayrı ayrı renk, tırmanış, boyut, tat ve kokular taşıdığından; ruhların sayısınca sevgiler olduğu söylenebilir.

Aşk, kimlikle ilişkisiz değildir. dönemlerin ve yılların ilerleyişinden etkilenir. Oysa sevgi; yaş, zaman ve kişiliğin ötesinde yaşar. Onun yüksek yuvasına günün, çağın eli yetişmez.

Aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle bağlantılıdır. Schopenhauer'ın deyişiyle: "Sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin."

Oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür. Aşk; tufan, dalga, coşku niteliklidir. Oysa sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar bir durumdadır.

Aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. Uzaklık uzun sürecek olursa azalır. İlişki sürecek olursa değerini yitirir. Ancak korku, umut, sarsıntı ve acı çekmenin yanı sıra "görüşüm-uzaklaşım"la diri, güçlü olarak kalabilir. oysa sevgi bu durumları bilmez. Dünyası başka bir dünyadır.

Aşk, bir yönlü bir coşkudur. sevgilinin kim olduğunu düşünmez. "Öznel bir özcoşu"dur. İşte bu yüzden hep yanlışlık yapar. Seçimle hızla sürçer. Ya da hep bir yönlü kalır. Yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir aşk kıvılcımlanır, olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında birbirlerini görebilirler.

Oysa sevgi aydınlıkta kök salar. ışığın gölgesinde yeşerir; büyür. İşte bu yüzen hep tanışıklıktan sonra ortaya çıkar. Gerçekte başlangıçta, iki ruh birbirinin yüzünde tanıma çizgilerini okur. "Biz" oluşları ise "tanışım"dan sonra olur, iki ruh, iki kişi değil daha sonraları; birbirlerinin söz, davranış ve konuşma biçiminden yakınlığın tadını, yakınlığın kokusunu, yakınlığın sıcaklığını duyumsarlar. İşte bu konaktan sonra birden, iki yoldaş kendiliklerinden sevginin uçsuz bucaksız çölüne ulaştıklarını, sevginin karartısız açık göğünün başlarının üzerinde sere serpe serilmiş olduğunu, "inanış"ın aydın, arı içtenlikli ufuklarının kendilerine açıldığını, tatlı okşayıcı bir esintinin hep başka göklerin, başka ülkelerin yepyeni esinlerinin iletileri ve başka bahçelerin güzel, gizemli çiçeklerinin kokularının birlikteliğinde oyuncu, tatlı, şen bir sevgi ve albeniyle kendisini hep bu ikisinin yüzüne, başına vurduğunu... Kendi gözleriyle görürler.

Aşk, çılgınlıktır. Çılgınlık ise "anlayış" ile "düşünüş"ün bozulmuşluk ve yıpranmışlığından başka bir şey değildir. Oysa sevgi tırmanışının doruğunda, beyin ötesini aşar, anlamayı ve düşünmeyi de yerden çekip, doğuşun yüksek doruğuna götürür.

Aşk, sevgilide içinin çektiği güzellikleri yaratır. Oysa sevgi, içinin çektiği güzellikleri sevgilide görür, bulur. Aşk, büyük güçlü bir kandırmacadır. Oysa sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir doğruluktur. Aşk, denizin içinde boğulmaktır. Oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir. Aşk, görme duyumunu alır, oysa sevgi, verir.

Aşk, kabadır, şiddetlidir. bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. Oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Bunun yanı sıra dayanıklı, güven içindedir.

Aşk hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi, baştan başa kesin inançlıdır. Kuşkuya yer vermez. aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız. aşk korundukça eskir. Oysa sevgi yenilenir.

Aşk, sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk, sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.

Aşk, onun baskısı altında kalabilmek için sevgiliyi belirsiz, kimliksiz olarak ister. Aşk, kişinin bencilliği ile alım-satımsal, hayvansal ruhun bir çekiciliğidir. Kendisi kendi kötülüğünün bilincinde olduğu için de onu bir başkasında görünce ondan nefret eder, ona kin besler. Oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister. Bütün gönüllerin de kendisinin sevdiği için beslediğini , beslemelerini diler. Sevgi, kişinin Tanrısal ruhu ve Ahurasal doğasının bir çekiciliğidir. Kendisi kendi doğaötesi kutsallığını görebildiği için onu bir başkasında görünce onu da sever. Kendisine tanış, yakın bulur.

Aşkta, rakip sevilmez. Oysa sevgide, "Köyünün tutkunlarını kendi özleri gibi severler." Kıskançlık aşkın özelliğidir. aşk, sevgiliyi kendi lokması olarak görür. Bir başkası onun elinden kapmasın diye hep acılar içinde kıvranır durur. kapması durumunda ise ikisine de düşmanlık beslemeye başlar. Sevgiliden nefret edilir.

Sevgi ise inançtır. inanç ise salt bir ruhtur. Sınırsız bir sonsuzluktur. Bu gezegenin türlerinden değildir. Aşk, doğanın kementidir. doğadan almış olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün aldıklarını aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar diye başkaldıranları yakalar. Oysa sevgi, kişinin doğanın gözlerinden uzak, kendi yarattığı, kendi ulaştığı, kendi "seçtiği", bir aştır. Aşk, içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. Oysa sevgi, isteklerin baskısından kurtulmaktır. Aşk, bedenin görevlisidir. oysa sevgi, ruhun elçisidir.

Aşk, kişinin yaşama dalıp güncel yaşamla oyalanmasına yönelik büyük, aşırı bir "bilinçsizlendirim"dir. Oysa sevgi, yabancılıktan dolayı yabansıllıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabancı pazar içerisindeki, korkunç özbilincidir.

Aşk, tat aramaktır. oysa sevgi, sığınak aramaktır. aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir. Oysa sevgi, "yabancı bir ülkede dildaş bulmak"tır.

Aşkın yer değiştirdiği olur. soğuduğu olur. Yaktığı olur. Oysa sevgi; yerinden, sevdiğinin yanından kalkmaz. soğumaz, kızgın değil; yakmaz, yakıcı değil.

Aşk, kendinden yanadır. bencildir, kendisi için ister. Kıskançtır. sevgiliye tapar, onu kendi için över. Oysa sevgi, sevilenden yanadır, sevilencildir. Sevgili için ister. Kendini sevdiği kişi için ister. Onu onun için sever. Kendisi ortada değildir.

 

KEVİR..
                                                                           

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yaşam sevgisinin gelişebilmesi için bir şey "yapma" özgürlüğü gereklidir: Yaratma ve kurma özgürlüğü, şaşabilme ve göze alabilme özgürlüğü. Böyle bir özgürlüğü tatmak için etkin ve sorumlu bir birey olmak gerekir; tutsak ya da çarkın iyi yağlanmış bir dişlisi olan birey değil.

Erich FROMM, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı(Sf.45)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bir parkta üzerinde “Yalnızca Beyazlar içindir” yazılı bir bankta otururken, kendi kendime ırkçılığa karşı olduğumu anımsatmanın faydası yoktur(…) İdeoloji deyim yerindeyse, kafamda değil oturduğum banktadır.”

Terry Eagleton, İdeoloji, Çev. Muttalip Ozan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005. s.-68

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

13.088.0010.139301t3.jpg

 

 

Tanrı öldü mü?” 1960′lı yıllarda bu çok sorulan bir soruydu.

 

Herkes bu soruyu soruyordu. Herkes bu konuda konuşuyordu. Her yerde bu sorunun yazılı olduğu kâğıt çıkartmalar karşınıza çıkıyordu. Tabii, hiç kimse ciddi olarak Tanrı’nın öldüğünü zannetmiyordu. Toplum olarak kendimize Tanrı’nın yaşamımızda nasıl rol oynadığım eğer oynuyorsa sormamız için ilginç bir yöntem sağlıyordu.

 

“Savaşma Seviş!” ve “Barışı dene!” gibi sloganların yanısıra üç kelimelik ‘' Tanrı bizim yanımızda” sloganı çoğunlukla omuzlara kadar uzamış saçlarıyla (kız ya da erkek fark etmiyordu), sık sık üzerlerinde kolyeden başka bir şey giymeyen (bazen sokağa da böyle çıkıyorlardı} ve insanların koşuşturmalarına bir anlam veremeyen ve yaşamın karmaşık sorularına neden kucaklamayla yanıt verilemeyeceğini sorgulayan o arayış neslinin ruh halini özetliyordu. Yani, çiçek topla dövüşme, diyorlardı hep.

 

Bu konuda komik olan bir şey varsa, o da haklı olmalarıydı. Kucaklaşmayla her şeyi çözebilirdik.

 

Şimdi artık 1900′lü yıllan geride bıraktık ve 2000li yıllara girdik. Ve bizler hâlâ kucaklaşabilmenin yollarını arayıp duruyoruz. Aramızda bunca mesafe varken; birbirimizi tanımazken nasıl olur da birbirimizi kucaklayabiliriz? Zaten biz aynı nedenden ötürü kendimizi bile kucaklayamıyoruz ki! Ayrıca ne kendimize ne de birbirimize sevgi beslemeyi denememize bile izin verilmiyor. Çok saçma. Çok eski. Çok bilmem ne…

 

Biz artık yetişkiniz. Madem yetişkiniz, yetişkin gibi davranmalıyız, değil mi ama? Çalışmalı, faturalarımızı ödemeli, huzursuzluk çıkarmamalı, işimizi görürken mümkün olduğunca az sorun çıkarmalıyız. Tamam mı? Yani, hiçbir şekilde sorun çıkarmamamız gerekiyor. Şimdi bunları yaptığımızda bütün saçmalıklara da son vermiş mi olacağız?

 

Eh, bu durumda benim halâ altmışlardaki sorularımı sormam gerekiyor:

Sevgi bunun neresinde? Tanrı bunun neresinde?

 

Her şeyi dış görünümüyle değerlendiriyoruz. Toplum olarak da, dünya olarak değerlendirmelerimizi hep böyle yapıyoruz.

 

Ben bir başlangıç noktası Önereceğim.’ Haydi kucaklamaya başlayalım.

 

Bu kitap Tanrı’ya kocaman açılan bir kucaktır. Bir şeye şapka çıkararak şükran ifade etmek gibi bir şeydir. Yok, değil… bir sevgi mesajıdır. Umarım bu kitabı okuyup bitirdiğinizde kendinizi sanki Tanrı’yla kucaklaşmış gibi hissedersiniz. Çünkü, bilmem biliyor musunuz, Tanrı kendisini kucaklayanı hep kucaklar.

 

Lütuf Anları - Neala Donald Walch

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"VAY GÂVUR VAY!.."

 

İstiklal Savaşı'nın zaferle son bulduğu günlerdeydi.

 

Okulda, evde, hatta sokakta -yerli yersiz- ağzımızdan gümbür gümbür şiirler dökülüyordu. Sanki “Dumlupınar”ı biz yaratmıştık!.. Sanki “Kocatepe” üstünden orduları biz idare etmiştik!.. Sanki güllelerimizle düşman siperlerini cehenneme çeviren kahraman topçular bizlerdik!.. Yahut, süngü hücumuna kalkmışız da tel örgüleri aşıp geçmiş ve düşmanı önümüze katarak ta Akdeniz'e kadar sanki biz sürüp gitmiştik!..

 

Sanki, alevler içindeki güzel İzmir kordonunda at koşturarak Sarıkışla'ya ay yıldızlı bayrağı çeken bizdik!.. Ne gurur, ne heyecan vardı yüreklerimizde!.. Kelimelerimiz kılıç şakırtısı, bakışlarımız şimşekti!.. O küçük kasabanın daracık sokaklarında Büyük Zafer'i kazanıp dönen şanlı gaziler gibi göğüslerimiz şişkin, kollarımızı savura savura geziyorduk.

 

Bir gün; yapılmakta olan hükümet konağında çalıştırılmak üzere esirler gelmiş, dediler. Hemen koşa koşa görmeye gittik; kırk elli kadar, bir yığın pis adam... Çamurdan yapılmış gibi!.. Saç sakal birbirine karışmış, altlarında üstlerinde birer eski çuval!.. Genizlerimizi son kertesine kadar kazıyıp “Haaak tuuu!..” dedik. Bilmem nasıl nasıl küfürler savurduk her birimiz. Tükürüklerimiz onlara kadar ulaşmamıştı, küfürlerimizin bir tekini bile anlamamışlardı belki ama biz, epeyce boşalmıştık o gün.

 

Nihayet, esirleri muhafazaya memur olan çavuşlar, onbaşılar, tecavüzlerimizi daha ileriye götürmeye meydan vermeden bizi terslemek zorunda kalmışlardı:

 

“Haden ülen veletler, gidin işinize!.. Yesir işte, yesir!.. Maymun şebek değil a!.. Gördünüz görmeğise... Hadi gidin gayrı!..”

 

Baktık, dağılmazsak dövebilirler de; sert konuşuyordular. Buna da kızmadık değil hani... Onlar bizim çavuşlar, bizim onbaşılardı çünkü! Çok şeyler konuştuk esirler için aramızda; bir ikisini elimize teslim ediverseler, ne şekilde işkenceler yapabileceğimizi bile.

 

***

 

Onları kabiliyet ve ehliyetlerine göre dağıtmışlardı inşaat işinde; duvarcı, çamurcu, badanacı, dülger, marangoz, falan filan. Her biri ayrıldığı işte bizim yerli ustaların emri altında çalışıyor; silahsız, süngüsüz muhafız çavuşlar, onbaşılar da arada sırada işyerlerini kolaçan ediyorlar, ustaların bir şikâyetleri olup olmadığını soruyorlardı.

 

Sabahleyin işe başlamadan önce yapılan yoklamalarını, öğleleri sade suya bulgur pilavına kaşık sallayışlarını -gelip geçtikçe- uzaktan uzağa seyreder, anlamadığım bir dille konuşmalarında muhakkak bir dert yanış olduğunu hissederdim.

 

Öğle paydoslarında meydana sere serpe uzanırlar. “Sagapo! Sagapo!..” diye mırıldanırlardı. İçlerinde yalnız bir tanesi vardı ki, tek başına çalışırdı; onun ustası falan yoktu. Ve çok defa dinlenme zamanlarında da gitmezdi duvarcı, çamurcu veya marangoz arkadaşlarının yanına; telgrafhane sundurmasının altındaki taş yığınlarının arasına uzanır yatardı.

 

Bu, bir taşçı idi. Binanın merdivenlerinde, kapı ve pencere kenarlarında kullanılacak taşları yontup hazırlıyor, numaralıyor ve bir kenara istif ediyordu. Gedik güdük biçimsiz kaya parçalarını, demir cetveller, gönyelerle ölçer biçer, evirir çevirir, sonra kısa saplı, ağır küt çekici ve çelik kalemi ile başlardı yontmaya. Bazen hafiften bir ıslık tutturur, bazen de kelimesiz olarak sadece burnundan melodiler söylerdi çalışırken. Bakardım, o biçimsiz kaya parçaları birkaç dakika içinde, onun eli altında, rende ile silinmiş tahta gibi düzleniverir, güzel bir şekil alırdı.

 

Bir defasında benim, kendisini dikkatle incelediğimi görünce başını kaldırıp gülümsedi:

“Vire,” dedi, “sen çok seviyor taşçilik?..”

 

Ses vermedim, somurttum.

 

“Ma, ben değil taşçi asıl memleket... Heykeltıraş Yorgo benin adi!.. Sen bilirsin heykel?”

 

Gâvurun zoruna bak; bilmez olur muydum hiç?.. İlkokulun son sınıfındaydım... Mikelanj, Fidyas... daha bilmem kimler kimler yazılı idi bizim kitaplarımızda. Ama cevap vermedim, ellerimi pantolonumun ceplerine sokarak, “Iıh!.” dedim, inadına.

 

“Gel,” dedi, “gel... yapacayim bir şey sana güzel!..”

 

Ve pütür pütür, biçimsiz bir kaya parçasına elindeki çekiçle ve kalemle vuruvuruverdi, bir de baktım: Kayalıklar üstünde bir kale çıktı ortaya!.. Birkaç kalem daha vurdu; bir direk uzandı!.. Sonra da baktım ki bayrağım dalgalanıyor direk ucunda!.. O sırada yemekte olduğum kuru incirlerden iki üç tane koydum, elimde olmadan, taşçının önüne.

 

“Çok yasa... Mersi,” dedi, “sen iyi çocuk!..”

 

Ertesi gün ve ondan sonra çok daha ertesi günlerde uğramamazlık etmedim Yorgo'nun yanına. Bana kuş kabartmaları mı, aslanlar, kaplanlar mı, güreş tutmuş pehlivanlar mı çizmedi taşların üzerine. Artık öyle çekingen durmuyordum, oturuyorduk diz dize. O benim için taş üstüne kabartmalar yaparken annemin her sabah, “zihin açıklığı versin” diye cebime doldurduğu kuru üzümleri, incirleri, ceviz içlerini beraber yiyorduk. İşin güzel tarafı; muhafız çavuşlar, onbaşılar da pek uğramıyorlardı oraya.

Bir sabah okula giderken yine Yorgo'ya uğramıştım; dostça selamlaştık.

 

“Yorgo,” dedim, “sen sigara içer?..” ve o akşam babamın kül tablasında bulduğum, yarıya kadar bile içilmemiş iki izmaritle bir de hiç yakılmamış sigarayı uzattım kendisine. Mavi gözleri tuhaf bir parıltı ile aydınlandıktan sonra hemen nemleniverdi, ince dudakları büzüldü:

 

“Sen, arkadaş vire,” dedi, “yok çocuk!..”

Ve elini çuval pantolonunun cebine daldırarak çıkardı:

“Bak,” dedi, “bak... Ben sana için neler yapti zatinden!”
 

Oooo... temiz, güzel, mermer bilyeler!

 

***

 

Okula gider gitmez ilk işim arkadaşlara mermer bilyeleri göstermek oldu; öyle beğendiler, öyle beğendiler ki!..

 

“Nerden buldun bunları lan?..” dediler.

 

Bazılarının üzerinde bulunan tozları, parmaklarımla okşar gibi silerek anlattım.

 

“Vay gâvur vay!..” dediler, “vay anasını...”

 

Ertesi gün, bizim sınıftan Suphi, Halim, dörtten Nuri ile İbrahim ve ben beraber gittik Yorgo'nun yanına. Ben, arkadaşlarımın da bilye istediklerini ve bedelini, onların da benim gibi, üzüm ve incirle ödeyeceklerini söyledim.

 

“Ah vire,” dedi, “ben yapacağım çok çok siz için... Ma, ne zaman paydos var o zaman!”

O günkü cep yemişlerimizden arta ne kalmışsa, sipariş kaparosu veren müşteriler gibi bıraktık Yorgo'ya.

“Orakali, orakali!.. Efharisto poli!..” diye el salladı arkamızdan. Biraz uzaklaşınca bir mükemmel sövdüler arkadaşlar yine ve ben de ister istemez onlara katıldım.

 

Bir süre sonra bizim arkadaşlardan başka çocukların da, ufak tefek dostluklar belirdiğini hisseder gibi olmuştum Yorgo'yla aralarında. Bir gün, kendisine bizim, lek dediğimiz iri bilyelerden iki tane yapıvermesi için üç beş incir, yarım avuç kuru üzüm, iki tane de büyük izmarit götürmüştüm. Emeğinin, sanatının ücretini peşin ödediğime mi hükmetti nedir; darılır gibi, gücenir gibi, bir tavır takındı. Uzun parmaklı, nasırlı avuçları ile başımı okşamaya kalktı:

 

“Ah vire sari... Ah vire!..” der demez iki üç adım geriye attım kendimi. Bilmiyorum nasıl yerleşmiş; düğüm düğüm, boğum boğum bir şeyler vardı içimde; birden kabarıverdiler:

 

“Duur,” dedim, “Yorgo!.. O kadar da uzun değil!.. Sen, ne de olsa bir düşmansın!.. Değil misin?.. Ha?.. Söyle... Söyle bakayım ne diye geldin bizim yurdumuzu almaya?!..”

 

O, her taşa hükmünü geçiren, istediği biçimi veren kuvvetli ve kudretli eller halsiz, mecalsiz iki yanına düşüverdi:

“Ben,” dedi, “ben taşçi... Ben Heykeltıraş Yorgo... Gelmedim kendim, gönderdiler vire, gönderdiler!..”

 

Sesi titriyordu; iri mavi gözlerinden iki damla yaş, genç yüzünü çerçeveleyen kıvır kıvır sarı sakallarına doğru süzülüverdi.

 

***

 

Aradan bilmem ne kadar zaman geçti; hükümet konağının esaslı inşaatı bitmiş olacak ki onları başka bir yere yolladılar.

 

 

Mahmut Özay - Deli Manda - Bütün Hikâyeleri, YKY, 2007, İstanbul.

 

 

deli_manda.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

524473_659071857436859_986791897_n.jpg

 

 

'' Herkes mi mutsuz bilmiyorum. 

 

Hepsi bir şeylerle meşgul, fazla mesai yapıyor, çocukları, kocaları, kariyerleri, dereceleri, yarın yapmayı planladıkları, satın almak istedikleri, başkalarından aşağı kalmadan sahip olmak istedikleri ve buna benzer şeyler için endişeleniyorlar. Çok az kişi bana gerçekten “Mutsuzum”, dedi. Çoğu “İyiyim. Her istediğime sahibim.” der.

 

Sonra ben “Seni ne mutlu eder?” diye sorarım. Yanıt: “Bir insanın sahip olmak isteyeceği her şeye sahibim-bir aile, ev, iş, sağlıklı bir hayat.”

 

Yine sorarım :”Yaşam sadece bundan ibaret mi diye merak ettiniz mi hiç?” Yanıt:”Evet, bu kadar.”

 

Israr ederim :”Öyleyse yaşamın anlamı iş, aile, bir gün büyüyecek ve sizi terk edecek çocuklar, gerçek sevgiliden çok, bir arkadaşa dönüşecek bir zevce ya da koca. Ve elbet bir gün gelecek iş de bitecek. Bunlar olduğunda ne yapacaksınız?”

 

Yanıt: Yok. Hemen konuyu değiştiriverirler.''
 

Zahir - Paulo Coelho

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

312975b.jpg

 

 

GÖZLERİNDE ÖLDÜ GÜN IŞIĞI

Uzun soluklu bir susmanın ardından,asfaltın ıslaklığını çiğneyen araba durdu.Ayak basılmamış bir beyazlık yolun sağında.Sustular,sadece nefes alışlarını duyuyorlardı.kısa bir duraksama ardından peş peşe gelen iki kapı sesi.Bir kaç adım sonra birbirine çarpışmyan,ayrı yönlerde savrulan iki sigara dumanı.Ki o havaya nefesler bir başına duman olmaya yeterdi.

Kısa konuşmalar,kesik cümleler,yutkunmalar.Söylenmek istenen,söylenmeyen sözcük dizileri.Kar,rüzgarın ince halayıyla,kristalli bir nehir gibi akıyordu ayaklarının altından.Adam üşüyordu besbelli.Kulakları kesik bir kırmızıya çalmıştı.Korkular,çelişkiler,soru işaretleri.Yüreği önceden yoklayıp.orda kalan o tuhaf sızı.Her şey birbirini harmanlıyor,çoğaltıyor,azaltıyordu.Kadın konuşkan,kadın sessiz.Kadın bir ışık arıyor,karın soğuk teninde.Ara sıra gözlerine takılan üşüyen kulaklar içini acıtıyor,sımsıkı sarılmak istiyordu.Beklentisiz,çıkarsız.

'Dur' dedi rüzgara
'Dur,esme!'
Rüzgar inadına hoyratlaştı,daha çok üşüterek.Belki bunu yaparak kadına 'Hadi,sarıl' diyordu ama kadın anlamıyordu rüzgarın dilini.

İşte o anlar;belki yaşanmamış,yaşanmayacak olandı.Belki de fi tarihinden firar etmiş bir zaman dilimindeydi.Belki tarih kitaplarında yer alacak ehemmiyetide yoktu.Kadın ve adam bir güncenin dipnotunu yaşıyorlardı.Bir zaman gelecek o tılsımlı günce önemini yitirecekti.Belki kadında,belki adamda.Bilinç inkara dursada,yaşanıyor ve yaşanmış olacaktı.

Akrep yelkovanı kovalıyor,gün ışığı zamanı zorluyordu.Ve bir kaval,üşüyen eller,Mem ile Zin'in ağıdı. Bir ömrün talanı. Bir kaç tuzlu damla kadının yanaklarında intihar eden. Sessizlik.... Karın onları uğurlama vakti. Bir başlangıca, bir bitişe, bir sürgüne.Güneş,yeryüzüne devridaim vedasını yaparken adamın gözlerinde öldü gün ışığı. Kadın sustu.

Araba yeniden çiğnedi ıslak asfaltı.Kar günceli fi tarihli günde. O günden geriyeyse;bir tek yaşanmışlar ve yaşanmamışlar kaldı.İki öykünün gelecek yolculuğunda kısa bir anıya dönüşen...


Merel Şimşek - Mülteci Düşler

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"insanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.
....
hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden herşeyi bırakıp kaçarlar. 
...
muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. o zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, herşeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu"

 

SABAHATTİN ALİ/ Kürk Mantolu Madonna

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

orta.png

 

Belki bir kitabın aynı sayfasında ağlamışızdır. İşte bu haberimiz olmadığı halde dünyanın en güzel karşılaşması olabilir.

Ben anlam veremiyorum yani neden bittiğine değil madem bitecekti neden bu kadar hevesli başladık? Ben ikimizdeki bu hevese anlam veremiyorum. Ne oldu bize bilmiyorum ama iyi şeyler olmadığını çok iyi biliyorum. Ya çok yanlış zamanda karşılaştık ya da hiç karşılaşmaması gereken iki insandık. Biz neydik bilmiyorum. Sevgili desem değil, aşık desem değil bildiğin rastlantıydık işte ondan öte gidemedik.

 

 

Ahmet Batman - Sabah Uykum

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..

 

160x120-TFF.jpg

 

"Ramon Fernandez, biliyorsan, söyle bana,
  neden şarkılar bitip de şehre yöneldiğimiz
  zaman, söyler misin, neden o donuk ışıklar,
  oraya demirlemiş balıkçı kayıklarının
  gece inerken, havada sallanan ışıkları,
  geceye hakim olup denizi parsellediler
  armalı bölgeleri ve ışıyan direkleri belirleyerek,
  düzenleyerek, derinleştirerek, büyüleyerek   
  geceyi.

  Ah! O kutsal düzen tutkusu, solgun Ramon,
  yaradanın denizin sözcüklerine düzen verme
  tutkusu,

  soluk yıldızlar altındaki güzel kokulu kapıların,
  bizim ve bizim köklerimizin sözcüklerine,
  daha belirsiz sınır çizgilerinde, daha keskin
  seslerde."

Wallace Stevens
Key West'te Düzen Tutkusu'ndan alıntı..

 

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.