Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Kübranın Günlüğünden: Büyük Ninemin Oyuncakları


okaner

Önerilen İletiler

Kübranın Günlüğünden: Büyük Ninemin Oyuncakları

 

 

 

babanne.jpg

 

Bugün annem ile beraber anneannemin annesini, yani büyük ninemi ziyarete gittik. Büyük ninem köyde yaşıyor. Çocukluğunu yaşadığı ve hatıralarının olduğu topraklardan ayrılmak istemiyor. Kendisi 90 yaşında, nur yüzlü, ağzı dualı, ibadet sevdalısı, vücudu yaşlı ama kalbi Allah sevgisi ile dopdolu, ibadet genci bir insan.

Kapıdan girer girmez elini öptüm.

Tebessüm ederek:

Kızım gelmiş,” dedi.

 

Tebessümle yüzüme baktı. Dua etti.

“Seni görünce aklıma çocukluk yıllarım geldi.” dedi.

 

Ben de kendisine:

“Nine sizin zamanınızda çocukların nasıl oyuncakları vardı?” diye sordum.

 

Büyük ninemin çocukluğu 1918’li yıllarda geçmişti. Osmanlı’nın son yılları yani. Bu yıllara ait hatıralarını anlatmaya başladı.

“O zamanlar ülke büyük bir savaştan çıkmış ve Osmanlı Devleti yıkılmıştı. Yoksulluk hâkimdi. Kimsenin hazır oyuncak alacak imkânı yoktu. Oyuncaklarımızı kendimiz yapıyorduk.” dedi.

 

Şaşırmıştım.

“Kendi başına oyuncak nasıl yapılabilir ki?” diye sordum hayretle.

 

Ninem gülümseyerek anlattı:

“Annem bez bebek yapmıştı, babam da ağaçtan beşik. Ağacın oymaları çok güzeldi. Ben ise çeşit çeşit, parça kumaşlardan elbiseler, yastıklar yapmıştım. Ne güzel günlerdi o günler.”

Özlemle iç geçirdi.

 

Ben:

“Peki, erkek çocuklar ne ile oynuyordu?” dedim.

 

Ninem,

“Onlar tahtadan kılıçlar, silahlar, atlar yapıyorlardı. Dedelerimizden duydukları gibi, Fatih Sultan Mehmet olup İstanbul’u fethediyorlar, sonra Çanakkale’den İngilizleri kovuyorlar ve en son da Yunanlılarla amansız bir harbe tutuşuyorlardı. Bu oyunlar gece yarılarına kadar devam edip gidiyordu.” dedi.

 

Çok duygulanmıştım. Ninemle vedalaştıktan sonra, büyük babamı aradım. Çünkü büyük ninemin çocukluğundaki oyuncak hikâyeleri beni etkilemişti. Ona da aynı soruyu sordum. Büyükbabam çocukluğunu 1930’lu yıllarda yaşamıştı. Onun da hayatında hiç hazır oyuncağı olmamıştı. Tellerden araba yaptığını, at yaptığını, killi toprağı çamur haline getirip, çamurdan kaleler, eşyalar yaptığını ve bunlarla oynadığını anlattı.

 

Babaanneme de aynı soruyu sordum. 1940’larda onun da kendi yaptığı bebekleri varmış, kirmen eğirme (elde yün eğirme) yarışı yaptıklarından bahsetti. Anlatırken o kadar mutluydu ki…

“Her zaman ben birinci olurdum. Köyde kimse beni kirmen eğirme yarışında geçemezdi.” dedi.

Aynı soruyu sorduğum anneannem, 1950’lerde kemiklerden oyuncak yaptıklarından bahsetti. Çok şaşırdım. İnce toprağı koni gibi yapıp, su döküp, kap kaçak yaptıklarını, köyde yaşıtlarıyla çok güzel oyunlar oynadıklarını anlattı.

Ve babama sordum.

“Baba, çocukluğunda sen hangi oyuncaklarla oynardın?” dedim.

 

Babam:

“1970’lerde benim kullanılmış ilaç şişelerinden ordularım vardı. En küçük ilaç şişesi kahramanımdı. O başı dara düşenlere yardıma koşar, kötülerden onları kurtarırdı. Bir gün kahramanım olan şişe aldığı darbelerden dolayı kırıldı. Çok üzülmüştüm. Sonra o şişeye benzeyen yeni bir kahraman buldum ve oynamaya devam ettim. Ayrıca gazoz kapakları ile oynardım. Birkaç tane plastikten arabam oldu.” dedi.

 

1980’lerin başında çocukluk dönemini yaşamış anneme de aynı soruyu sordum.

 

Annem:

“Biz yüzük saklama oyunu oynardık. Benim yeşil bir bez torbam vardı. İçi yarım ceviz kabuğu doluydu. Ceviz kabuklarından bir tanesinin içine yüzük saklardık. Çok güzeldi bu oyun.” dedi.

 

Annemin hazır oyuncakları da olmuş. Dedesi ona Hac dönüşü çok güzel kurmalı bir araba getirmiş, annem yıllarca onu sandığında saklamış ve ağabeyim doğunca ona vermiş. Abim de bir güzel kırmış. Annem ve arkadaşları mahallede geç saatlere kadar yakan top oynarlarmış.

Ve ağabeyimle ben, yani 2000’li yılların çocukları…

İkimizin de ayrı ayrı odası oldu. Odalarımız bizim zevklerimize göre döşendi. Her yer oyuncak dolu. Uzaktan kumandalı arabalar, helikopterler, ağlayan, gülen, şarkı söyleyen bebekler… Ne ararsan var. Biz hiç kendi oyuncağımızı yapmadık, her zaman hazır aldık.

Buraya kadar çocukluğunu konuştuğum herkesin ortak bir yönü vardı: Herkes çocukluğunu anlatırken çok mutlu oluyor ve o günlere büyük bir özlem duyuyordu. İmkânsızlıklar içinde mutlu bir çocukluk dönemi yaşamışlardı. Ağabeyim ve ben, onların yaşına gelince, çocukluk hatıralarımızı onlar gibi kâh gözlerimiz duygulu, kâh sevinçle parıltılı anlatabilecek miyiz acaba, doğrusu çok merak ediyorum.

 

Kaynak:-http://insanvehayat.com/buyuk-ninemin-oyuncaklari/-

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 6 ay sonra...

En Güzel Miras

 

Mehmet Serdar Ateş 02 Ağustos 2012

 

 

 

1hikaye.jpg

 

Hafta sonu köydeydim. Akrabalarımızla beraber çok güzel günler geçiriyorduk. Sabahın erken saatinde kalkıp insanlar tarlalarına, bahçelerine gidiyorlardı. Günün geç saatlerinde ise yorgun bir şekilde evlerine dönüyorlardı. Akranlarımızla beraber akşamları oyun oynuyorduk. En çok oynadığımız oyun ise saklambaç. Üzüm bağlarının içerisine saklanıyor, ay ışığında birbirimizi bulmaya çalışıyorduk. Babam da bizi seyrediyordu. Mola verdik. Babamın yanına geldik. Babam:

“Çocuklar, bu oyunlar insanı bilgisayar oyunlarından daha çok geliştirir, arkadaşlık duygularını sağlamlaştırır.” dedi.

Ben bayağı yorulmuştum. Arkadaşlarım da yorgun görünüyordu.

Babam “Dedenizin gizli bir hazine odası var. Bu odayı sizin için yapmış. Oradaki hazineyi torunları için biriktiriyormuş. Gidip görelim mi?’’ dedi. Biz de merak etmeye başladık. Doğruca Âlim Dede’nin yanına vardık.“Bizim için hazine biriktiriyormuşsun. Babam söyledi, çok merak ettik. Hazineyi bize gösterebilir misin?” dedik.

Dedem yerinden doğruldu. Bastonuna dayandı. Yavaş yavaş ayağa kalktı. “Zamanı geldi demek ki!” dedi.

 

Elimizden tutarak bizi evin arka tarafındaki gizli odasına götürdü. Odanın kapısını açtı. İçeride hiç bir şey gözükmüyordu. Odanın lambasını yaktığında, odanın hemen ortasında oyma desenli büyük bir sandık gözüme çarptı. Abimle ben doğruca sandığa yöneldik. Dedem ise duvardaki rafları göstererek “İşte çocuklar hazineniz, bakın bakalım?” dedi.

Oda kitap kokuyordu. Raflarda cildi eski kitaplar vardı. Bunların hepsi itinayla korunmuş kitaplardı. Sonra babamdan öğrendiğime göre bunlar Siyer-i Nebi, Akaid, Fıkıh gibi kitaplarmış…

“Peki dede bu sandıkta ne var?” diye sorduk.

 

Dedem sandığın kapağını açtı. Sandıkta itinayla yerleştirilmiş çok eski el yazması kitaplar vardı.

Dedem: “Çocuklar, bu kitaplar bana da dedemden miras kalmıştı. Yıllarca bu kitaplarla kürsülerde vaaz ettim. İnsanlara bu kitaplardan islamiyeti ve Peygamber Efendimiz’i anlattım. Sizin bu kitaplara gerekli kıymeti vereceğinize ve bunları okuyacağınıza, muhafaza edeceğinize eminim. Bu dünyadan dar-ı bekaya göç edince bu hazine sizin olacak. Bu benim en önemli ve en değerli mirasım, hazinenize sahip çıkın.” dedi.

Sonra dedem sandıktan üzerinde Siret-i Nebevi yazan bir kitap aldı.

 

“Evlatlarım ilim öğrenmemiz için kitap okumak çok önemlidir. Burada dikkat etmemiz gereken önemli bir husus var. O da ilmi ve dini doğru kaynaklardan öğrenmektir. Mademki hazinenin kapısını açtık, biraz okuyalım ki kitaplar bize küsmesin, onları sevindirelim, onlardan istifade etmiş olalım.”

 

Dedem odadaki yerine geçmişti. Sohbet dinlemek için köyün diğer çocukları da gelmişti.

Dedem: “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ümmetine ve siz çocuklara karşı çok büyük merhamet sahibiydi. Çocukları çok severdi. Bazen sokakta oynayan çocukları görür onlarla sohbet eder, saçlarını okşardı. O yüce insan çocuklara büyükler gibi değer verirdi. Peygamberimiz (s.a.v) için çocuklar, cennetten yeryüzüne inen birer rahmet damlalarıydı. Onlara selam verir, hal ve hatırlarını sorardı.

Enes (r.a.)’ın anlattıklarına göre “Rasulullah (s.a.v.) oynamakta olan çocukların yanlarına geldi, onlara selam verdi.” Peygamber Efendimiz oğlu İbrahim’i süt annesinde iken sürekli ziyaret ederdi. Çocuklarla oyun oynar, “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın.” buyururlardı.

 

Peyfamber Efendimiz namaz kılarken torunları Hazreti Hasan ve Hüseyin sırtına çıkar, onlar sırtından inene kadar namazını uzatırdı.

Ebu Hureyre’nin rivayetine göre Peygamberimiz, Hazreti Hasan’ı öptü. Akra bin Habis bu sırada Peygamberimiz’in yanında oturuyordu. Rasulullah’ın torunu Hasan’ı öptüğünü görünce,

Akra şöyle dedi: “Benim on çocuğum var, ben onlardan hiçbirini öpmedim.” Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) ona bakarak şöyle buyurdular. “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.”

Çocuklar arasında adaleti gözetir, ayrım yapmazdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sadece kendi çocuklarını, torunlarını değil, diğer çocukları da sever, onlarla ilgilenirdi.

Çocuklar, gördüğünüz gibi âlemlere rahmet olarak Allahü Teala tarafından gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.) bizim en büyük önderimiz ve model almamız gereken rehberimizdir.

“İçinde bulunduğumuz mübarek günlerin hatırına Rabbimiz, Peygamber Efendimizi (s.a.v.) layıkıyla anlamayı ve yolundan gitmeyi bize nasip etsin.” diye sonunda dua etti, hepimiz birden “Amin!” dedik.

 

Dedem sohbeti bitirdi. Elindeki kitabı aldım ve hazine odasında yerine koydum. Odadan çıkmadan önce kitaplara hayranlıkla uzun uzun baktım. En değerli ve güzel mirasın sahibi olmuştuk.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bizim Köydeki Yardımlaşma

 

hikaye1.jpg

  • Okullar kapanınca kardeşimle beraber Âlim Dedemi ziyarete gittik. Bizi görünce çok sevindi. Karnemizin iyi olduğunu söyledim. Çalışkanlığımızı takdir etti.
    Hasat zamanıydı. Buğday biçmişlerdi. Arpaları ise daha önce biçmişler. Biz onları harman yerinde çalışırken gördük. Onlar harman yeri dedikleri bütün ekinleri topladılar. Biz de yardım ettik. Harman yerinde çuvalların bir kısmı ayrı bir yere koyulup üzeri kapatıldı. Dedem “Bunlar ölçüldü ayrıldı, ona göre…” dedi. Sebebini sorduğumuzda, her şeyi toprakta bizim için bitiren Allah için bunları hayır olarak dağıtacağını söyledi. Bu buğdaylar Kuran-ı Kerim’le meşgul olanlara ve hayır sahiplerine verilecekmiş. “Bereket olur” dedi dedem.
    Dedem gölgede çalışıyordu ve terlemişti. Ağacın altına oturup bizi de yanına çağırdı. Ayrılan buğdaylarla alakalı bize şu hikâyeyi anlattı:
  • “Zamanında şirin bir köyde çok zengin biri varmış. Malı mülkü çok olan bu adam cimriliği ile meşhurmuş. Bulunduğu yörenin en büyük toprak sahibiymiş. Evlerinin, hanlarının, hamamlarının sayısı belli değilmiş. Aylık kazancını saymakla bitiremez, ambarları mahsulle dolar taşar, ucundan kıyısından hiç kimseye bir zerre miktarı da vermezmiş. Hiç kimseye bir şey vermediği gibi bir de utanmaz sıkılmaz kimde ne varsa almaya çalışırmış. Hiç dost edinmez, evine misafir kabul etmezmiş. Zira eş, dost misafir edinirsem onlar benden yemeye, istifade etmeye çalışırlar, diye yakınına yaklaştırmazmış. Hatta selam vermeyi bile kıskanır, kendisine selam vereni de dostluk oluşmasın, diye azarlarmış.
    Gel zaman git zaman, herkes gibi o da yaşlanmış. Hastalanmış… Çok para gider diye doktora da gitmiyormuş. Hastalığı çok ilerleyince, bakmış olacak gibi değil, en azından ucuzundan tedavi olayım diye Sıhhiyeci Osman Efendi’yi iğne yapsın diye çağırmış.
  • Cimri Adam: “Osman Efendi, çok hastayım. Hastalığıma iyi gelecek, bana sıhhat verecek bir iğne yap. Ancak fazla masraflı olmasın.”
    Osman Efendi adamın cimrilik hastalığını bildiğinden şu cevabı ilaç niyetine vermiş: “Bu sana Yaradan Rabbimizden bir mesaj, anlamıyor musun? Ölüm kapına yaklaşmış hatta ölüm meleği gelmiş kapı tokmağını çalıyor. Bu kadar malı mülkü nereye götüreceksin? Bu malın öbür dünyada bir de hesabı var. Sen hiç âlim, bilge insanlardan nasihat almadın mı?”
  • Cimri adam; “Nasıl yani zengin olmak suç mu?”
    Osman Efendi; “Zengin olmak tabii ki suç değil. Ancak helalinden kazanmamak ve helalinden vermemek suç. Zekattan bahsederken Cenab-ı Hak, ‘Fakirlerin hakkını verin’ diye emrediyor. Sen hiç hayatında zekât verdin mi?”
  • Cimri Adam; “Ben bu dünyada zenginsem, ölünce de zengin olurum. Haydi, sen iğneni yap ve hemen git!” diye celallenmiş.
    Sıhhiyeci Osman Efendi gittikten sonra; “Ne yani, ben ömrüm boyunca çalıştım, yemedim, içmedim, zengin oldum. Öbür dünyada da bu kazandıklarımla fakirlerden üstün tutulmam gerekir.” diye geceyi düşünerek geçirmiş.
    Sabah uyandığında beldenin fakirlerinden İhsan Bey’in vefat ettiğini öğrenmiş. İhsan Bey’in hayrına akşam yemek verilecekmiş. Akşam herkesten önce yemek verilen yere gelmiş. Ancak gördüğü manzara karşısında çok şaşırmış. İnsanlar İhsan Bey’in evinin önünde ellerinde yemekler kuyruğa geçmişler. İhsan Amca’nın hayrına dağıtılsın diye evlerinde pişen yemeklerden getirmişler.
  • Cimri adam; “Bu adamın ne özelliği var da siz bu fakir adama bu kadar değer veriyorsunuz?” demiş.
    Kalabalıktan birisi; “Yanılıyorsun! O fakir değildi. O bizim gördüğümüz en zengin insandı.”
    Cimri adam; “Ne demek zengindi? Hani nerde malı mülkü?”
    Diğer adam, “O cömert bir insandı. Onun gönlü zengindi. Elindeki ekmeğin diğer yarısını muhtaç insanlarla paylaşırdı. Biri aç açıkta ise evindekini getirir, o insana verirdi. Gerçek zenginlik gönülle olur, vermekle olur, paylaşmakla olur.”
  • Cimri adam çok kızmış; lakin kızdığını belli etmemiş. O gün bedava dağıtılan yemekten bile yememiş. Eve gitmiş ve sinirli bir şekilde, “Ben daha üstünüm. Çünkü zenginim. Malım, mülküm var.” diye evin içinde bir oraya bir buraya gezinmeye başlamış.
    O gece rüyasında kendisini görmüş. İnsanlara dünyadaki durumlarına göre muamele ediyorlarmış. Bir gün önce ölen İhsan Bey önünden geçiyormuş. Melekler ona çok itibar göstermekte, kendisine ise kimse itibar göstermemekteymiş.
    İhsan Bey’e sormuş. “Sen ne yaptın da bu itibara layık oldun. Sen benden nasıl üstün olursun?” demiş.
    İhsan Bey, “Sen ‘hep bana, hep bana’ dedin ve hiç vermedin. Ben ise sadece Allah’ın verdiği malı Allah için ihtiyaç sahiplerine dağıttım. ‘Veren el, alan elden üstündür’ sözünü hiç duymadın mı sen?” demiş.
  • O gece uykudan kan ter içinde uyanan cimri adam, bu rüyadan etkilenip, malından hayli miktarı ihtiyaç sahiplerine dağıtmış, tövbe etmiş. Dünyadan fakir olarak gidip, zengin olarak karşılananlar arasına karışmış.”
    Âlim Dedem, bu hikâyeyi anlattıktan sonra güzel bir söz söyledi. Cömert olan insanları anlatıyordu. O sözü iyice ezberledim. Cömert insanları ağaca benzetiyordu:
    “İnsanlar ağaçlardan ders almalıdır. Ağaçlar, ne üzerinde barınan kuşların ne gölgesinde yatan insanların ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar!”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

Mekân Aynı Ziyaretçiler Farklı

Mehmet Serdar Ateş 04 Eylül 2012

 

park.jpg

 

Bugün Ağabeyim Mustafa, Anne ve babama “Bugün çok mutluyum. Öğretmenimiz bir ödev vermişti. Gözleme dayalı bir araştırma yapmamızı istemişti. Dün ödevimi yaptım. Ödev yaptığım konuyu duyunca çok şaşıracaksınız.” dedi.

Annem “Merak ettim doğrusu. Hangi konuda gözlem ve araştırma yaptın?”

Mustafa, “Evimizin hemen önündeki çocuk parkını 24 saat gözlemledim. Gördüklerimi yazdım. Okumamı ister misiniz?”

Hepimiz çok meraklandık. Ağabeyim elindeki dosyadan iki adet kâğıt çıkardı ve okumaya başladı.

 

Gözlem yapılan yer: Yaklaşık 1000 metrekare alana sahip çocuk parkı

Metod: Parkı 24 saat izleyen bir kamera koydum. Her iki saatte bir parka gelen giden ve parkta yaşananları yazıya aktardım.

 

Saat: 12.00

Öğlen sıcağı parka hakim. Parkta kimseler yok. Oyun aletleri ve banklar boş.

 

Saat 14.00

Çocuk parkına liseli gençler geldi. Bir süre banklarda oturdular. Gazoz içtiler ve sonra gittiler.

 

Saat 16.00

Çocuk parkına kadınlardan oluşan bir kalabalık geldi. Banklarda oturdular. Çekirdek çitlediler. Uzun uzun muhabbet ettiler. Daha sonra gittiler.

 

Saat 18.00

Güneş ışıkları artık parkı çok ısıtmıyor. Hava serinledi. Çocuklar parka gelmeye başladılar. Küçük çocukları anne ya da babaları oyun parkına getirmeye başladılar. Park dolmaya başladı.

 

Saat 20.00

Oyun parkı tıklım tıklım dolu. Çocukların bir kısmı kaykayla kayıyor, bir kısmı salıncaklara biniyor, bir kısmı demir merdivenlere asılıyor. Bazıları ise evlerinden getirdikleri plastik kamyonların kasalarına kum doldurup farklı alanlara taşıyor, bazıları ise kumdan kaleler yapıyor. Park gerçek sahiplerini ağırlıyor. Aileler çocuklarının oynamasını banklarda oturup izliyor. Bu güzel manzara hava kararana kadar devam etti. Havanın kararması ile park bir anda boşaldı.

 

Saat 22.00

Parkta çocuk kalmadı. Bazı gençler ve aileler kısa süreli parka girip banklarda oturuyorlar ve daha sonra gidiyorlar.

 

Saat 24.00

Park sessiz ve ziyaretçisi yok. Bir sokak köpeği parka girdi. Yiyecek bir şeyler aradı. Köpeğin habitat alanı olan parkta bir müddet çöpleri karıştırdı sonra gitti.(Habitat:canlıların yaşam alanı/adresi anlamına gelir.)

 

Saat 02.00

Artık sokaklar sessiz. Parkta insan yok. Üç adet kedi parka geldi. Ağaçlara tırmanmaya başladılar. O kadar hızlı tırmanıyorlardı ki tırnaklarının çıkardığı ses çok ilginçti. Kediler bir süre parkta oynadıktan sonra parktan ayrıldılar.

 

Saat 04.00

Parkta ziyaretçi yok.

 

Saat 06.00

Hava aydınlanmaya başladı. Parkın bulunduğu alanda kulakları tırmalayan bir ses var. Evlerin çatılarından, ağaçlardan onlarca, belki de yüzlerce kuş parka inmeye başladı. Karga, güvercin, guguk kuşu ve serçeler havanın aydınlanması ile yer yüzünde rızıklarını toplamaya başladılar. İnsanların henüz sokağa inmemesi kuşların rahat yiyecek aramasına yardım ediyor.

 

Saat 08.00

Bir görevli el arabası, kürek ve süpürge ile parka geldi. Çocukların dağıttığı kumları düzeltti. Bisiklet yolunu temizledi. Ağaçların ve çiçeklerin bakımını yaptı. Bu sırada işe ve okula giden insanlar parkın yanından geçiyorlardı. Park boştu.

 

Saat 10.00

Ara ara parkın bankları ziyaretçileri ağırlıyor.

 

Sonuç:

Bir gün süren gözlemimde 1000 metrekarelik küçük bir alanın ne kadar farklı ve çok ziyaretçisi olduğunu gözlemledim. Yaşamın var olduğundan bugüne ve bugünden sonra şuan bizim kullandığımız mekânların birçok sahiplerinin olduğunu ve olacağını düşünmemi sağlayan bu gözlem sayesinde hayata dair çok şey öğrendim.”

Ağabeyimin araştırması benim beynimde de çok farklı düşüncelere sebep olmuştu. Şuan bizim tarafımızdan kullanılan bu ev, bahçe, yol ve bu şehir şimdiye kadar birçok insan tarafından kullanılmıştı. Bizim dediğimiz bu mekânlar yarın başkalarının olacaktı. Beynimde fırtınalar estiren bu araştırmayı ben de günlüğüme taşıdım.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.