Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İLHAM ÖYKÜLERİ


Shatin

Önerilen İletiler

  • Cevaplar 118
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

  • 2 ay sonra...

O müziği duydunuz mu?

 

18 Kasım 1995 günü keman sanatçısı Itzhak Perlman, New York'ta, Lincoln Center'daki Avery Fisher Salonu'nda bir

 

konser vermek üzre sahneye çıktı.

 

Eğer herhangi bir Perlman konserinde bulunmuşsanız bilirsiniz ki onun için "sahneye çıkmak" hiç de küçümsenecek bir

 

başarı değildir.

 

Çocukluk yıllarında çocuk felcine yakalanmış olan Perlman'ın her iki bacağında da destekleyici ateller vardır ve ancak kol

 

değneği yardımıyla yürüyebilmektedir. Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım atabilmek suretiyle, acı içinde

 

ve yavaş yavaş yürürken görmek unutulmayacak bir görüntüdür. Ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir, sandalyesine

 

erişinceye kadar. Sonra oturur; yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarındaki atellerin klipslerini açar, bir ayağını

geriye iter, ötekini öne uzatır. Daha sonra yere eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar, orkestra şefine başıyla

 

işaret verir ve çalmaya başlar.

 

Şu zamana değin, izleyicileri bu ritüele alışmışlardır. O, sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken sessizce

 

otururlar. Bacaklarındaki klipsleri açarken inanılmaz bir sessizlikle beklerler. Perlman çalmaya hazır olana dek seyirci

 

sabırlı ve suskundur.

 

Ancak o konserde bir şeyler ters gitti. Daha ilk bir kaç satırı çalmıştı ki kemanın tellerinden bir tanesi koptu. Telin kopma

 

sesini duyabilmek mümkündü, salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun gibi gitmişti ses. O sesin ne anlama geldiği

 

konusunda yanılmak imkânsızdı. Ve bunun akabinde ne yapılması gerektiği konusunda da...

 

O gece orda olan insanlar kendi kendilerine şöyle düşündüler: "Anlamıştık ki, yeniden ayağa kalkması, atelleri yeniden

 

takması, koltuk değneklerini alması, yavaş yavaş sahne arkasına gitmesi ve ya yeni bir keman bulması ya da yeni bir tel

 

takması gerekecekti..."

Ama o öyle yapmadı. Bunun yerine bir dakika kadar bekledi, gözlerini kapadı ve sonra şefe yeniden başlaması için işaret

 

verdi. Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti. Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çaldı.

 

Elbette herkes bilmektedir ki senfonik bir eseri sadece 3 telle çalmak imkânsızdır. Bunu ben de bilirim, sen de bilirsin,

 

herkes bilir...

Ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti. Onu parçayı kafasında molüde ederken, değiştirirken ve yeniden

 

bestelerken görebilirdiniz. Bir noktada, telleri nerdeyse yeniden tonlamışçasına sesler çıkarmaktaydı kemandan, daha

 

evvel hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için...

 

Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı. Akabinde seyircilerin tamamı ayağa kalktı ve tezahürata başladılar.

 

Oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış patladı. Hepimiz ayaktaydık bağırıyor, ıslık çalıyor, alkışlıyor, yaptığını ne

 

kadar takdir ettiğimizi, beğendiğimizi anlatacak her türlü hareketi yapıyorduk Gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi,

 

yayını kaldırarak bizi susturdu ve böbürlenerek değil ama sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi :

 

"Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir, elinde kalanlarla ne kadar daha müzik yapabileceğini bulmak..."

 

Bu ne güçlü bir cümledir. Duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyor. Ve kim bilir? Belki de bu bir yaşam tarzıdır; sadece

 

sanatçılar için değil hepimiz için.

 

Burada, tüm yaşamını bir kemanın 4 teli ile müzik yapmak üstüne kuran ve birden bire, bir konserin ortasında kendini

 

sadece 3 tel ile bulan bir adam vardır. O da 3 tel ile müzik yapmayı seçer ve o gece yaptığı, sadece 3 telle yaptığı müzik,

 

daha evvel yaptığı, 4 teli varken yaptığı her şeyden daha güzel, daha kutsal, daha unutulmazdı...

 

O zaman belki de bizim görevimiz, yaşadığımız bu sallantılı, hızla değişen, ürkütücü dünyada kendi müziğimizi

 

yapmaktır; önce elimizde olan her şeyle; ve daha sonra bu artık imkânsız olduğunda, sadece elimizde kalanlarla...

 

 

 

 

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

weltkugel1fu6.gifHikmetin Misafirleri

 

 

Cok sık görüştüğüm ve adeta ictiğimiz su ayrı gitmeyen arkadaşim Hikmet; artık bana eski yakınlığını göstermez:

 

istisnalar dışında, gel dediğim yere gelmez: dur dediğim yerde durmaz oldu.

 

 

Buna bir mana veremiyordum. Çünkü aramızda en ufak tatsız bir olay gecmememişti.. Yavaş yavaş aramıza daha fazla

 

zaman girer oldu. Gittikce beraberliğimiz azaldı. Kendisini cok seyrek görür, cok az görüşür olduk.

 

 

Gecenlerde yine benimle gelmesini söyledim. Hafifce gülümseyerek ve beni incitmekten cekinir bir ifadeyle: Kusura

 

bakma, her zaman ki gibi yine misafirim var ! demez mi ? " Yahu dedim, senin ne kadar cok sevenlerin var ! Seni hic

 

yalnız bırakmıyorlar ! Cevap olarak tatlı ve manali bir gülümsemeyle yetindi. Bunun üzerine yine:

 

 

 

- Pekeala öyleyse beni onlarla tanıştır! dedim.

- Evet tabi ( duraklıyarak ) neden olmasın ! deyince:

- Cok sevinirim, dedim ve konuşmamız bu tarz üzere devam etti.

- Bir gün seni hepsiyle birer birer tanıştıracağım

- Hepsiyle mi ? dedim heyecanla.

- Hepsiyle, dedi yine gülümseyen bir cehreyle.

 

 

 

Yine de ben inanamıyarak:

 

 

 

- Hepsiyle mi ? dedim.

 

Bu sefer ciddi bir tavır ve tok bir sesle:

 

 

- Hepsiyle! dedi.

- Kuzum kim bunlar ?

- Kim olacak, hepsi de dünyali !

 

- Bırak şakayı, sahi kim bunlar ve nereden geliyorlar ?

- Kimler mi, nereden mi geliyorlar ?

- Evet kimler, neciler ve neyin nesiler ki en iyi arkadaşımı elimden aldılar ! Yüzüne hasret kaldım birader ! Eski güzel günleri özledim, onları arar oldum !

- Canım yine görüşüyoruz ya...

- Buna görüşmek mi diyorsun Allah aşkına ? Ben aramasam hic aklına gelmiyorsum !

- Yok daha neler, abartıyorsun !

- Neyse sen şimdi şu bir türlü seni yalnız bırakmayan misafirlerden bahset biraz.

- Bilmem ki nasıl anlatsam ? dünyanın her tarafindan geliyorlar ! Nasılsa beni tanımıslar, adresimi bulmuşlar ve tabi - ne

hikmetse- cok da sevmişler. Başımı kaşıyacak vakit bulamıyorum desem şaşma !

- Bırak beni, anlat hele, kim bu misafirler ?

- Kim olacak; kimi Amerika' li kimi Alman, kimi Fransız, kimi Arab, kimi Iranlı... kısacası dünyanın her yöresinden var !

Tabi Türkleri söylemeye lüzum yok !

- Deme yahu, desene sen dünya vatandaşı olmuşsun da, haberimiz bile olmamış ! anlat anlat, ne is yapar ve necidirler ?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hikmet derin bir nefes alarak:

 

 

 

- Kimi seyyah ve gezgin; kimi bir zamanların sürgünü; kimi büyük bir deip; kimi meshur bir şair, kimi de nobel sahibi yazar!...

 

- Birader, sen ne bicim adamsın ?

 

- Niye?

 

- Niyesi var mı ? Tanımadığın kalmamış dünya da !

 

Evet kimi genc, kimi cok yaşli !

 

- Mesela ?

 

- Iclerinde yaşlı olanlar oldukca fazla.

 

- Meraktan cıldıracağım yahu, - bir an evvel- onlarla tanıştırmalısın beni!

 

- Söz verdim ya...

 

- Peki, kadın da var mı iclerinde ?

 

- Kambersiz düğün olur mu? Var elbet !

 

- Pes doğrusu, işi iyice azıtmışsın birader !

 

- Yok be kardeşim, sandığın gibi degil !

 

- Beni şaşırtiyorsun, ben de seni iyice tanıyorum sanırdım! Meğer sen kapalı bir kutuymuşsun. Kırk yıl düşünsem, aklıma gelmezdi bu durumun !...

 

 

 

Hikmet ciddileşerek:

 

 

 

- Hey kendine gel! Lafina dikkat et, sakın pişman olacağın sözler söyleme!

 

- Ne demek istiyorsun ?

 

- Sonra anlarsın, bırak şimdi bunları; yetmez mi bu kadar konuşma, gerisini bir sonraki görüşmeye bıraksak...

 

- Yooo, güc bela buluşmusuz, kolay kolay bırakmam seni...

 

- Ama biliyorsun, her zaman olduğu gibi misafirim var benim ! Daha fazla yalnız bırakamam onları...

 

- Iyice hasret ve merakımı gidermeden şurdan şuraya adım attırmam !

 

- Peki ne istiyorsun benden, diyeceğimi dedim zaten...

 

- Yetemez birader ! Bu, hic durmadan biri gidip biri gelen misafilerinle neler konusuyor, daha doğrusu konuşacak neler buluyorsun ?

 

- Genellikle hep onlar konuşurlar ben dinlerim. Üstelik bana konuşma fırsatı pek vermezler. Hem zaten konuşan: bildiğini anlatır. Dinleyen ise bilmediğini öğrenir. Senin anlıyacağın; dinleyen karli bu işte.

 

- Yani kazanclı olan benim diyorsun.

 

- Evet, öyle heyecanlı öyle canlı anlatıyorlar ki mest oluyor, zamanın nasıl gectiğini anlamiyorsum, derken biri bırakiyor diğeri başlıyor..

 

Beni kah mazi derelerinde koşturuyor, kah istikbal ufkularında ucurutuyorlar. Her an bir başka alemde, bir ayrı zaman da dolaştırıyorlar...

 

Öyle ki anlattiklarina zaman yetmiyor; devamini bir sonraki görüsmeye ve misafilige birakanlar da olmuyor degil ! Bu yüzden senin gibi arkadaslarimla yeteri kadar görüsme imkani bulamiyorum. Kusura bakma ama bundan da hic sikayetci degilim. Lütfen beni mazur gör.

 

- Nasil mazur görmem ! En iyi arkadasimsin, birak endiseyi de devam et sen.

 

- Kimi gezdikleri, gördükleri yerleri, kimi bir ömür verdikleri cok degerli ilmini anlatiyor. Kimi inancin degerini ve bunu asrin anlayisina cagdas bir sekilde nasil sunmak gerektigini nazara verip, gözler önüne seriyor. Velhasil her biri derinlik, genislik ve renk katiyor hayatima.

 

- Desene böyle misafirler dost basina !

 

- Evet haklisin. Olmadik maceralarini anlatiyorlar bana; hic biktirmadan, usanmadan... Dolayisiyle canlari bahasina edindikleri tecrübe ve görgüleri ben tehlikesizce, sadece dinleyerek ögrenmis oluyor, durdugum yerde - onlar sayesinde- kah Afrika ormanlrinin vahsi havasini teneffüs edip, soluyor, kah amazon ormanlarin da kayboluyor, kah Alaska' nin buzullarin da kayiyor, kah Sibirya düzlüklerine daliyor, bazan da Everest tepesine tirmaniyorum. Tabi okyanus diplerin de dalmiyor degilim !

 

- Atmosfer' in en yüksek tabakalarina da cikiyor sundur her halde ?

 

- Ona ne süphe !

 

- Yahu, sen benimle alay mi ediyorsun ?

 

- Ne münasebe birader ! Ben alay malay edecek adam miyim ?

 

- Ne bileyim kardes ! Öyle seyler söylüyorsun ki felegim sasti, mantigim durdu, nutkum tutuldu. Dünya da kimsenin bu kadar ne geleni olur, ne de gideni ! Hep seni mi buluyor bütün bu misafirler ?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ne desen haklısın ! Inan, ben de bu işe şaşmıyor değilim ! ama anlattıklarım da bir gercek !

 

 

 

Allah Allah ! Ne tuhaflıklar oluyor şu dünyada…

 

 

 

- Evet, böyle bir odak noktası oluşum… Bu kadar rağbete mazhariyetim… Bunca gelen giden misafirim olacağını rüyada görsem inanmazdım !

 

Ama neylersin ki hakikat değil mi ?

 

- Evet kardeşim, hakikat ! Emin ol hepsiyle seni tek tek tanıştıracağım ve gercekten bana hak vereceksin !

 

- Hele bir tanıştir…

 

- Onları dinledikce, onlarla beraber kah güzünleniyor, kah sevinc duyuyor ve kah teblig heyecanını, kalb atışlarını duyuyorum!

 

 

 

Nihayet sabırsızlıkla beklediğim o gün geldi. Hikmet, beni sayısız misafirleriyle tek tek tanıştıracaktı.

 

 

Cok heyecanliydim. Nasıl olmıyayayım ki, dünyanın dört bir tarafından, farklı meslek, mesreb ve sanat sahibi en seckin

 

kişilerle beraber olacaktım ! Sahalarında otorite olan bu kişilerin arasında ne kadar mahcup olacağımı düşünerek,

 

şimdiden dilim tutulmuş, dudaklarım kurumuştu sanki.

 

 

 

Denilen saatte kapısında olmuş: heyecanla zili calmıştım. Kapıyi Hikmet actı. Güler yüzle beni iceri aldı. Her zamanki salona buyur etti. Sen dinlen, sakinles biraz.. diyerek beni yalnız bıraktı. Sonra misafirlerimle tanıştıracağim. Dedi.

 

Henüz kimsenin olmayışi beni oldukca rahatlatti. Iyi ki önce gelmiştim diye gecirirken icimden, birden kapı acıldı. Hikmet tekrar salona girdi. Ben heyecanla:

 

 

- Hani misafirler, hala teşrif etmediler mi ? der demez:

 

- Etmez olurlar mı hic !...

 

 

 

Işte hepsi de karşında hazır vaziyette seninle tanışmaya can atıyorlar, görmüyor musun ?

 

 

 

- Neyi görmüyor muyum ? Hani nerdeler ? Sen dememiş miydin, hepsi de burda hazır ve nazır olacak diye...

 

- Evet demiştim.. Işte hepsi de burda, yanımizda hazır ve hepsi de bize nazır !

 

- Kuzum senin aklından zorun mu var ? Burada ikimizden başka kimse yok ! Kim hazır ? Nerede nazır ?

 

 

 

Hikmet, anlamlı bir şekilde baka dursun, ithamlarimi, yüksek perdeden sürdürmeye devam ettim:

 

 

 

- Doğrusu senden bunu beklemezdim !

 

Sözünle durmadın ! Kimseyi cağırmamamışsın ! Görünürde kimsecikler yok, burada… Belki gelecek olan da olmayacak ! Neden yaptın bunu ? Nicin yalan söyledin ? Yakiştıramadım sana ! Yaziklar olsun !...

 

 

 

Daha fazla dayanamayan Hikmet, elini kaldırarak:

 

 

 

- Dur dur, kes artık ! Yine pişman olup üzüleceğin sözler sarfetmektesin ! dediyse de, kolay kolay pes edecek halde değildim. Hemen karşılık verdim:

 

 

 

- Söylediklerim doğru değil mi ?

 

Beni hayal kırıklığına uğratmadın mı ?

 

Sözünde durmazlık etmedin mi ?

 

Bu ne bicim arkadaşlık bu ne bicim dürüstük ?

 

- Yanılıyorsun benim güzel ve sadık kardeşim !

 

 

 

Dur, dinle ve anla biraz ! Ben sözümde durdum. Taniıştırmak istediğim bütün o anlı şanlı kişilerin hepsi burada !... Hepsi yanımızda ve aramızda, lisan- i halle konusuyor, hepsi de seninle tanışmaya can atıyor !

 

 

- Iste simdi cıldiracağım ! acaba ben kör müyüm ?

Yoksa sağir mi ? Hani nerde misafirler ?

 

Hala anlamadın mi cancağızım; misafirlerimin kimler olduğunu ? Raflardaki yüzlerce kitabin yazarları, o bahsettiğim misafirlerin ta kendileri !... anlattıkları ise, kitaplarda yazılı olanlardan başka bir şey değil...

 

 

Muhisin Bozkurt / Öykü Dünyası Kitabından Alıntılar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÖPRÜ BAŞINDA

 

 

 

Bacaklarımı şöyle bir kalafattan gecirip, oturduğum yerde görebileceğim bir işe koydular beni: Yeni köprüden gecenleri

 

sayıyorum. Hani ustalıklarını rakamlara dayandırmak hoşlarına gidiyor.

 

 

Bir anlamda hicten başka şey sayılmayan birkac rakamlık bir sayı karşısında sarhoş olup cıkıyorlar. Bütün gün, bütün

 

gün ağzım, sessiz sedasız, bir saat carkı gibi işliyor, akşamleyin onlara bir sayı zaferi sunabilmek için rakamlariıüst üste

 

yağıyorum.

 

 

 

Benim postanın sonucunu bildirmeye göreyim, yüzleri gülüyor. Sayı kabarık olduğu ölcüde artıyor memnunlukları. Akşam

 

gönül rahatliığıla yatağa giriyorlar. Nedenine gelince, binlerce kişi her Allah' ın günü yeni yaptıkları köprüden geciyor.

 

 

 

Ne var ki, yanlış istatistikleri. Üzülerek söylüyorum ama ne yapayım ki yanlış. Başkalarına karşı öyle görünmesini

 

becerebilmeme karşın, kendisine güvenilir bir kimse degilim ben.

 

 

 

Kimi vakit, köprüden gecenlerden birini ic emekten, bir başka vakit acımam tutup, kendilerine fazladan birkac kişi

 

bağışlamaktan gizli bir zevk duyuyorum. Mutlulukları benim elimde.

 

 

 

Kafamın kızgın olduğu, icecek sıgaram bulunmadığı zamanlar, köprüden gecenler üzerine orta, kimi de ortanın altında bir

 

sayı söylüyorum. Yok, kalbim kabına sığamıyor da keyfim yerindeyse, cömertliğim beş rakamli bir sayı halinde

 

döküyorum ortaya.

 

 

 

Öylesine mutlu bir halleri var ki ! Sayım sonucunu her defasında düpedüz kapıyorlar elimden, gözerli ışıldıyor, tutup

 

sırtımı sıvazlıyorlar. Bir şeycik sezdikleri yok ! Sonra basliyorlar carpmaya, bölmeye, yüzdeleri hesaplamaya, vesaire

 

vesaire.

 

 

 

O gün köprüden dakikada kac kişi gecmiş, on yılda kac kişi köprüden gececek, hesap kitap cıkarıyorlar. Mişli gelecek

 

zaman hoşlarına gidiyor. Mişli gelecek zamandaki ustalıklarına diyecek yok doğrusu ! Gelgelelim, üzülerek söylüyorum,

 

istatistikleri yanliş...

 

 

 

Benim kücümen sevgilim günde iki kez köprüden geciyor. O gerceken adeta duruyor kalbim, sevgilim ağaclıklı yola sapıp

 

gözden yitene kadar, durup dinlenmeyen atışına düpedüz ara veriyor. Işte bu arada gelip gecenleri onlara haber

 

vermiyorum.

 

 

 

Bu iki dakikalik zaman bana ait. Bir tek bana ait. Bu zamanı kaptırmaya da niyetim yok elimden.

 

 

 

Sonra aksam olup da sevgilim calıştığı dondurmacı dükkanından döndüğü, karşı kaldırımda yürüyüp sayım işiyle , boyuna

sayım işiyle uğraşan suskun ağzımın önünden gectiği vakit, yeniden kuruyor kalbim. Ne zaman gözden yitiyor o , ancak

 

o zaman yine sayım işine dönüyorum.

 

 

 

Işte bu dakikalar icinde kör gözlerimin önünden gecit töreni yapmak mutluluğuna erenler, istatistiklerin sonsuzluğunu

 

boylamaktan kurtuluyor, gölge erkeklerle gölge kadınların oluşturduğu yalancı varlıklarmış gibi istatistiklerin mişli gelecek

 

zamanın da ötekilerle birlikte yürüyüşe katılmaktan sıyırıyorlar yakalarını.

 

 

 

Gecenlerde denetlemeye geldiler.

.

.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Karşıdaki, otomobillerin sayımıyla görevli arkadaş vaktinde uyardı da, gözümü dört actım. Bir saydım, bir saydım ki,

 

kilometre sayacı bile benim kadar iyi sayamaz ! Bizzat istatistik müdürü karşıya dikildi ve bir saat icinde aldığı sonucu

 

benim, bir saatlik sonucla karşılaştırdı.

 

Benim sonuc onunkinden bir noksan cıktı.

 

Ben sayarken kücümen sevgilim gecmişti. Bu sevgili yavrucağın mişli gelecek zamana dönüştürülmesine hicbir vakit

 

müsaade etmeyeceğim. Benim kücümen sevgilim carpma, bölme işlemelerine konu olmayacak. Bir hic olan yüzdelik bir

 

rakam haline sokulmayacak. Sevgilim gecerken ardı sıra bakamayıp, sayım işiyle uğraşmaktan bir kan ağladı ki yüreğim !

Karşıdaki, otomobillerin sayımıyla görevli arkadaşa cidden tesekkür borcluyum. Hani, düpedüz bir hayat memat

 

sorunuydu.

 

 

 

Istatistik müdürü sirtimi sıvazlayıp iyiliğimden, sadakatle hizmet eder, güvenilir bir kimse olduğumdan söz açtı. " Bir

 

saatlik sayımda bir kişi az sayılmış, pek bir önemi yok " dedi.

 

 

 

Biz zaten belli bir yüzde ölcüsünde bir ekleme yaparız sonradan.

 

 

 

Sizi at arabaları sayımına gecirmeleri icin öneride bulunacağım.

 

 

 

At arabası sayımı ense tabii. At arabası sayımı bulunmaz bir nimet. Gecse gecse, günde yirmi beş kadar at arabası

 

gecer köprüden. Aklından her yarım saate bir, sonraki rakama atlamak bulunmayan bir sey !

 

 

 

At arabası enfes olur. Zaten saat dört ile sekiz arasında at arabalarının gecmesi yasaktır köprüden. Bu arada gidip

 

gezebilir veya dondurmacı dükkanına varıp, sayıma sokmadığım kücümen sevgilimi doya doya seyreder ya da eve

 

giderken belki ona biraz arkadaşlık edebilirim.

 

 

 

Heinrich Böll

Türkcesi: Kamuran Şipal

( Cüce ile Bebek, Cem Yayinevi, 1993 )

Dünya Edebiyatından Öykü Antolojisi Kitabın dan Alintılar...

 

Sevgililer ve Dünya Öykü Gününüz Kutlu Olsun Arkadaşlar… :clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 6 ay sonra...
daha hepsını okuyamadım ama sımdıden tesekkur ederım

 

Okuya bildinmi :)

 

 

 

Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak:

 

"Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık". Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan.

 

Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.

 

Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanını kullanırdı. Elma ağacının kökleri belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı.

 

Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı, en güzel elmayı "şıp" diye koparırdı.

 

Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınki ise bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlad sevgisiyle okşarken;

 

"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bugünkü kısmetimi".

 

Ve bir elma düşerdi, hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan...

 

Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın velî bir zât olduğunu söylerlerdi.

 

Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini...

 

Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini.

 

Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu.

 

Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinden daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden...

 

Yeniden doğmuştu sanki çoban. Bir şey hatırlamıştı. Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken; "Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak,

"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bugün Ramazan'ın ilk günü olduğunu?"

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 5 ay sonra...

Yanmış Bir Film

Arkadaşım, calışma masasşnşn üzerindeki kalem kutusunda duran otuzaltılık boş film rulosuna uzanırken;

 

- Bakabilir miyim ? diye sordu.

 

- Elbette, diye karşılık verdim.

 

Film rulosunu aldı. Pencereye doğru tutarak negatif pozlara sırayla bakmaya başladi.

 

Filmi baştan sona gözden gecirdikten sonra hayretle;

 

- Karelerin hepsi boş. Bu film yanmış, dedi.

 

- Evet, iyi bildin, dedim.

 

Bakışlarındaki hayret hala devam ediyordu.

 

- Yanmış bir filmi masanda neden tutuyorsun ?

 

Kaldırıp atsana.

 

- Onu atamam. Cünkü, o burada, masamın üzerinde önemli bir görevi yerine getiriyor ve bana diyor ki;

 

"Bir işe başlarken sabırsız olma. Alet ve ekipmanlarını doğru sec.

 

Onları kullanmayı bilmiyorsan ögren.

 

Gittiğin yolun doğru olup olmadığını zaman zaman kontrol et.

 

Yanlış ayardan dolayı ürünlerde seri hata olup olmadığından emin ol.

 

Herhangi bir yanlışlik varsa zararın neresinden dönersen kardır.

 

Bir tatil boyunca cektiğim fotograflar boşa gitti.

 

Fakat hayatımın en önemli kurallarını, o fotograf filmine borcluyum.

 

Yılmaz Erdoğan / Öykü Dünyası Kitabından

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yanmış Bir Film

Arkadaşım, calışma masasşnşn üzerindeki kalem kutusunda duran otuzaltılık boş film rulosuna uzanırken;

 

- Bakabilir miyim ? diye sordu.

 

- Elbette, diye karşılık verdim.

 

Film rulosunu aldı. Pencereye doğru tutarak negatif pozlara sırayla bakmaya başladi.

 

Filmi baştan sona gözden gecirdikten sonra hayretle;

 

- Karelerin hepsi boş. Bu film yanmış, dedi.

 

- Evet, iyi bildin, dedim.

 

Bakışlarındaki hayret hala devam ediyordu.

 

- Yanmış bir filmi masanda neden tutuyorsun ?

 

Kaldırıp atsana.

 

- Onu atamam. Cünkü, o burada, masamın üzerinde önemli bir görevi yerine getiriyor ve bana diyor ki;

 

"Bir işe başlarken sabırsız olma. Alet ve ekipmanlarını doğru sec.

 

Onları kullanmayı bilmiyorsan ögren.

 

Gittiğin yolun doğru olup olmadığını zaman zaman kontrol et.

 

Yanlış ayardan dolayı ürünlerde seri hata olup olmadığından emin ol.

 

Herhangi bir yanlışlik varsa zararın neresinden dönersen kardır.

 

Bir tatil boyunca cektiğim fotograflar boşa gitti.

 

Fakat hayatımın en önemli kurallarını, o fotograf filmine borcluyum.

 

Yılmaz Erdoğan / Öykü Dünyası Kitabından

Bu öyküyü duymamıştım, ancak tam klavyemin önünde 5 yıldır duran yanmış 35mm'lik filmi niye atamadığımı bana anlatmış oldu. :)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

karadut'un hikayesi‏

 

 

"Bir zamanlar birbirlerine aşık iki genç vardı. Kızın adı Tispe ,delikanlının ki ise Piremus idi. Bunlar yanyana evlerde otururlardı. Birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine karşı ask beslerlerdi. Fakat aileleri görüşmelerini istemezler, birbirlerine uygun olmadıklarını düşünürlerdi. Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardı. İki evin arasında gizli bir çatlak vardı aileleri bunu bilmezler onlarda geceleri burda bulusur o aradan birbirlerine seslerini duyurur aşklarını dile getirirlerdi. Bir gece ormandaki ağacın altında buluşmaya karar verdiler. Tispe ağaca Piremus dan önce varmıştı. Gittiğinde avını yeni yemiş ağzından kanlar akan kocaman bir aslanla karşı karşıya geldi. Korkarak bi mağaraya doğru koşmaya başladı. Farkında olmadan yolda boynundaki eşarbını düşürmüştü. O sırada Piremus geldi gördükleri karşısında donup kalmıştı. Kocaman aslan ağzında kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe nin esarpını parçalıyordu. O an aklına gelen ilk ve tek şey aslanın Tispe yi öldürerek yediğiydi. Tispe siz yaşayamazdı. Aklından geçen sadece aşkı uğruna canına kıymaktı. Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı. Kanlar içinde cansız bedeni yere düştü. Tispe ise korkusunu bir kenara atıp bir an önce aşkını görmek için mağaradan çıkmaya karar vermişti. Ağacın altına geldiğinde o korkunç sahneyle yüzleşti. Piremus un cansız vucudu yerdeydi ve elinde Tispe nin düsürdüğü eşarpını tutuyordu. İlk önce genç kız olanlar karşısında ağlamaktan hiçbir şeyi anlayamamıştı. Ama esarpı ve uzaklaşan aslanı görünce anladı. Bir an ve mağarada düşündüğü o korkunç şey başına gelmisti. Ve onun öldüğünü düşünen Piremus askı uğruna canına kıymıştı. Tispe bir an bile düşünnmeden hançeri aldı ve göğsüne götürdü. Onların aşkı ölesiye bir aşktı ölüm bile onları ayıramazdı. Eğer Piremus aşkı uğruna ölümü göze aldıysa o da hiç çekinmeden canına kıyabilirdi ve hançeri sapladı. Birden vücudu Piremusun bendeninin üstüne yığıldı. O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzlestirmek istediler ve bu ciftin üstünde duran agacı bunların askına adadılar. Piremusun kanını bu ağacın meyvelerine, Tispenin gözyaslarını ise ağacın yapraklarına verdiler. O günden beri kara dut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini, (Piremusun kan lekesini), dut ağacının yaprakları, (Tispenin gözyasları) temizler.. Bilirmisiniz dut agacının meyvesinin lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittiğini göreceksiniz.

 

 

diye bir mail atmış arkadaşım,klasik mitolojik hikayelerden biri işte...

Ama ben karadutu çok severim artık bu mailden sonra yiyebilecekmiyim bilmiyorum(her ne kadar hayal ürünü olsada Piremusun kanı)düşünsenize vampir gibi kan yediğinizi :unsure:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bir kız ve bir delikanlı,bir motorsikletin üzerinde (180 km )hızla

gidiyorlar ve aralarında şöyle bir konuşma geçiyor;

 

Kız : Lütfen yavaşla,ben korkuyorum

Delikanlı : Hayır,bak ne kadar eğlenceli

Kız : Lütfen,lütfen,çok korkuyorum

Delikanlı : Peki,beni sevdiğini söyle

Kız : Seni çok seviyorum,lütfen yavaşla

Delikanlı : Şimdi de bana sıkıca sarıl

Kız delikanlıya sıkıca sarılır

Delikanlı : Şapkamı alıp,kendine takar mısın? Başımı çok sıktı.

Ertesi gün gazetelerde şöyle bir haber çıktı: Motorsiklet kazası;

Motorsiklet,fren arızası nedeniyle,bir binaya çarptı.Üzerindeki 2

kişiden sadece biri kurtuldu.Gerçek ise şöyleydi;Yolun

yarısında,delikanlı frenlerin bozulduğunu anlamış ama bunu kıza

belli etmek istememişti.Bunun yerine,kızdan kendisini sevdiğini

söylemesini istemiş ve kendisine son defa sarılmasını

istemişti.Sonra da kendi ölümü pahasına,kızın başlığı takmasını ve

hayatta kalmasını sağlamıştı.

 

 

İŞTE GERÇEK AŞKIN ANLAMI DA BUYDU :P

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 ay sonra...
Bu öyküyü duymamıştım, ancak tam klavyemin önünde 5 yıldır duran yanmış 35mm'lik filmi niye atamadığımı bana anlatmış oldu. :)

 

Daha dikatli olalim degil mi :clover:

 

karadut'un hikayesi‏

 

 

"Bir zamanlar birbirlerine aşık iki genç vardı. Kızın adı Tispe ,delikanlının ki ise Piremus idi. Bunlar yanyana evlerde otururlardı. Birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine karşı ask beslerlerdi. Fakat aileleri görüşmelerini istemezler, birbirlerine uygun olmadıklarını düşünürlerdi.

.

.

 

:)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

 

50857555.png:)

 

100000.png ...20000000.png:clover:

 

 

schneeglckchen.png

 

 

 

Karçiçeği ve Fok

 

 

"Karların tam ortasında bir çiçek açmış beyaz,Uzaktan çiçeği farkeden yavru fok koşarak gelmiş bu bembeyaz,

 

narin şeyi ilk kez görüyormuş,Uzanmış koklamış,hızla annesine koşmuş

 

''Gördün mü'' demiş.

 

Ne biçim bir şey bu böyle çok güzel görünüyor.'

 

Nedir adı Anne?' diye sormuş.

 

Annesi eğilip önce yavru fokun burnuna bir öpücük kondurmuş.

 

'Kar çiçeği' çok narin bir çiçektir,zor yetişir.

 

Derler ki ağladığında yada ölürken kırmızıya dönüşür zarar verme sakın demiş.

 

Yavru fok bilmiyormuş zarar vermenin ne demek olduğunu çünkü dünyada olan tecrübesi çok azmış.

 

Kötülük bilmezmiş yüreği.'Tekrardan bakmaya gideceğim ama söz anne uzaktan bakacağım'demiş.

 

Koşarak giden yavrusunun arkasından bakmış anne fok.

 

Yavru fok kar çiçeğinin yanına gelmiş.Onunla konuşmaya başlamış.Onu arkadaşı olarak kabul etmiş.

 

Kar çiçeği o kadar güzelmiş ki yavru fok annesinin tembihine uymuş,bir şey olmasın diye korkudan kar çiçeğini

 

bir daha koklamamış bile sana dokunmadan seveceğim demiş.

 

Hem sen böyle de benim seni sevdiğimi,bunu da senin iyiliğin için yaptığımı bileceksin.

 

Günler günleri kovalamış artık kar çiçeği ile yavru fok çok iyi arkadaş olmuşlar.

 

Yavru fok annesine her defasında arkadaşı kar çiçeği ile ne konuştuğunu anlatırken bir yandan da onun suya

 

girememesine ve sürekli aynı yerde durmasına karşın kendini ne kadar kötü hissettiğini anlatıyormuş.

 

Anne fok ''şayet o yerinden ayrılırsa bir daha yaşayamaz'' demiş.

 

Yavru fok annesinin tüm söylediklerini arkadaşı ile paylaşmak üzere hızla kar çiçeğinin yanına koşmuş.

 

'Biliyorum' demiş 'burada böyle durmaktan sıkılıyorsun keşke seninle dolaşabilseydik.

 

Ama olsun sen üzülme ben sana gördüğüm yaptığım herşeyi anlatırım.

 

Sen de böylelikle herşeyi bilirsin.'Kar çiçeği sanki yavru foku anlıyor ve ona hak veriyor gibi yavaş yavaş sallanıyormuş

 

Günlerden bir gün yavru fok sudan çıkarken bir takım gölgeler görmüş korkup tekrardan suyun içinde dalmış.

 

Gölgelerden gelen sesler gök gürültüsü gibi şimdiye kadar hiç duymadığı seslermiş.

 

Karanlık gölgeler suyun altında olan yavru fokun yanından hızla uzaklaşıp ilerlemiş.

 

Yavru fok kafasını sudan çıkardığında gölgelerin en iyi arkadaşına doğru ilerlediğini görmüş ve korkmuş.

 

''Saklan hadi ...... durma öyle!..... saklan'' diyormuş.

 

Arkadaşı Kar çiçeği ise yavaş yavaş sallanıyormuş sanki onu anlamış gibi...

 

Yavru fok endişe içinde gölgelerin adımlarına bakıyormuş gölgelerin elinde tuhaf sivri bir takım aletler varmış.'

 

'Nedir bunlar ?''

 

diye anlamaya çalışırken.

 

Farketmiş ki o gölgeler arkadaşının tam üzerine doğru ilerliyor.

 

Sudan tamamen çıkıp gözlerini arkadaşına dikmiş.

 

Arkadaşı bir kez daha sallanırken dev bir adım tam üzerine gelmiş gözünden kaybolmuş bir anda en iyi arkadaşı.

 

O anın verdiği endişe ile korkularına aldırmadan arkadaşına seslenerek koşmaya başlamış gölgelerin adımları altında kalan arkadaşının yanına.Gölgeler birden durmuşlar.

 

Tuhaf sesler çıkararak gülmeye başlamışlar.Fok arkadaşına olan sevgisinin yarattığı endişeye kapılıp gölgelerin ayağına kadar geldiğinde daha arkadaşına uzanamadan bir acı hissetmiş tam başında.

 

Yavru fokun çenesi hızla buzlara çarpmış.Kırmızı bir sıvı görmüş gözlerinin içinden beyaz karlara süzülen kendini arkadaşına doğru çekmiş arkadaşı artık sallanmıyormuş.

 

Yerde ezilmiş ve hatta neredeyse karların içine gömülmüş.

 

Ne olduğunu anlayamamış fok,kafası çok acıyormuş.

 

Kımıldayan foku gören gölgeler bir kez daha vurmuşlar yavru fokun kafasına.

 

Yavru fokun acıyla gözleri kapanırken aklına gelmiş annesinin sözleri 'Sakın zarar verme' o an anlamış zarar vermenin ne kadar kötü bir şey olduğu.İçinden canı acırken 'iyi ki ben yapmamışım.

 

İyi ki Kar çiçeğine zarar vermemişim.'demiş.Gözlerini yavaşça gölgelerin acımasız suratlarından kar çiçeğine doğru indirirken kendi kanının çiçeği kırmızıya boyadığını görmüş.

 

Gözlerinden akan yaşlardan bir tanesi çiçeğin üzerine düşmüş ama üzerinde ki kırmızılık gitmemiş.

 

Annesinin sözlerini hatırlamış.

 

Son sözleri arkadaşına gözlerini kapatarak son anda bile zarar vermemek adına koklamayı düşünsede bunu yapmadan

 

fısıldamış.

 

''Yanındayım arkadaşım ve sana zarar vermeden her zaman da yanında olacağım.''

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 ay sonra...

 

VARMISIN

 

 

Saatlerdir bilgisayarın başında oturuyordu, hala beklediği e-posta gelmemişti. Silkindi. Kaç saat olmuştu bilgisayar başına oturalı ? Oooo! İki saatten fazla olmuş, koskoca iki saat? Arkadaşları yemeğe davet etmişti, Sinan sinemaya, oda arkadaşları ise fal partisine.. Hiçbirini kabul etmemişti.

 

 

Şimdi bu ücra internet cafede gelecek o maili bekliyordu. Daha ne kadar sürecekti? Kimbilir belki, bugün hesabına bile girmemişti, girmeyecekti ?

 

Girse bile yazacağı daha önemli insanlar vardı belki... Belki de onun ona önem verdiği gibi o, ona önem vermiyordu ? Yok canım !

 

O da en az Sevgi kadar değer veriyordu Sevgi'ye, yazdığı her mesajın karşılığı ertesi güne geliyor, hadi ertesi gün olmadı birkaç gün içinde gecikmenin özürünü de içeren e-posta hesabında bekliyordu Sevgi'yi.

 

 

Aylar olmuştu yazışmaya başlayalı, bir kez bile aksamamıştı e-postalar. Ta ki, bu haftaya kadar. Hafta başından beri tek bir satır gelmemişti ondan. Tuhaf! Oysa kendisi yazacak bir şey bulamasa -ki, bu da ayda yılda bir olurdu-yönlendirilmiş edilmis mesajlar gönderirdi, güzel sözler, fıkralar ya da ufacık bir e-kart. Üçüncü gün dayanamamış, onu merak ettiğini söylediği bir e-posta göndermişti: Heeeey, öldün mü kaldın mı ?

Haber verseneeeee ! diye şakalaşmıştı üstelik.

 

Ses seda yoktu yine karşı tarafta, beşinci gün iyiden iyiye meraklanır olmuştu, hatta bir sapığın onun hesabına girip gelen mesajları ondan önce okuyup sildiğini bile düşünmüştü. İyisi mi oturup bütün gün bekleyecekti bilgisayar başında, hem içinde de bir şüphe kalmayacaktı böylece.

 

 

Bugün sekizinci gün de bitmişti. Yine en ufak bir yazı bile gelmemişti. Unuttu beni diye geçirdi içinden. "Tabii, ne bekliyordun ki!" diye kızdı kendi kendine. Alay etti bir süre bu çocukluğuyla. Hiç görmediği, sadece yazılarıyla, şiirleriyle tanıdığı biriydi karşıdaki ve hep öyle uzakta öyle bilinmez kalacaktı.

Ne bekliyordu ki ?

 

Kendisi de bilmiyordu.

 

Hayalinde bu yazıları yazan kişiyi bir türlü canlandıramıyordu.

Ne zaman gözlerini kapasa sadece bir çift el görüyordu, klavyenin tuşlarına dokunan güzel parmaklar...

Bu elin kime ait olduğunu görmeye çalışıyor, didiniyor ama hayali bir anda dağılan sis gibi yok oluyordu.

 

 

Ertesi gün soluğu yine bilgisayar başında aldı. Bekledi, bekledi. Birkaç arkadaşından gelen e-postaları yanıtladı hemencecik. Aslında böyle beklemek fena da olmuyordu hani. Zaten tatildeydi yapacak başka bir işi yoktu, arkadaşlarından çoğu eve dönmüştü kalanlar ise onu çağırsa da o pek istemiyordu.

 

Bu düşüncelere dalmışken yeni bir mesaj geldi. Hayret adres pek yabancıydı ona. Biraz tereddüt ettikten sonra yüreği korku içinde açtı. E-posta, "merhaba ben Akın'ın yakın arkadaşıyım. Kendisini trafik kazasında kaybettik, telefon defterinin arasında sizin e-posta adresinizi bulduk ve haber vermeyi uygun gördük.

 

Başımız sağolsun" diyor ve devam ediyordu ama e-postanın devamı onu ilgilendirmiyordu artık. Okuyacağını okumuştu zaten. Kaçıncı ölüm haberiydi bu, bu kaçıncı değer verdiği insandı yitip giden? Bazen bütün uğursuzluğun kendinde olduğunu düşünüyordu. Sonra saçma geliyordu düşündükleri, ama ne farkederdi ki, işte cok sevdiği, her gün yazdıklarıyla onun gününe renk katan o kişi artık yoktu.

 

Kötü bir şaka olamaz mıydı ?

 

Ne yapacaktı şimdi ?

 

Beklediği e-posta gelmiş miydi ?

Ne yani kalkıp gidecek ve bir daha gelmeyecek miydi ?

 

Bir daha o güzel mesajları hiç göremeyecek bir daha o elleri hayal edememenin üzüntüsüyle doğruldu. "Cebinden size henüz yollamadığı, yollamak için doğum gününüzü beklediği bir şiir bulduk.

 

Tıpkı sahibine ulaşmamış bir mektup gibi duruyordu oracıkta. Aşağıda onun, sizin için yazdığı son şiiri bulacaksınız.

 

 

VARMISIN ?

 

Biliyorum şaşıracaksın

 

Son sözler gibi gelecek kulağına

 

Yoo yanılmıyorsun.

 

Son sözler bunlar.

 

Bu uzaklığı kaldırmak için ortadan

 

Sadece bir ufacık his'tik, sen bana ben sana

 

İki satır lâf, iki mısralık şiirdik

 

Bir gülücüktük

 

Bir soru isareti

 

Oysa daha fazlasını istemek bencillik mi?

 

Anla artık!

 

Sözler var ama satırlar yetersiz

 

Düşünceler var ama sayfalar yetersiz.

 

Duygular var ama mısralar yetersiz.

 

Anla artık biliyorum bir sen var, bir de ben

 

Uzak uzak yerlerde ayrı ayrı şehirlerde.

 

Ama desem ki, sana:

 

Biz demeye var mısın?

 

Desem ki, ne sen olsun, ne de ben.

 

Bir biz olalım.

 

Varmısın ?

 

Akın Yıldız

 

 

Şaşırmıştı, istemezdi etraftakilerin gözü önünde ağlasın. Hiç adeti değildi ne de olsa.

 

Oysa Akın hep nasıl hissediyorsan öyle ol başkalarını boşver derdi. İşte her zamanki gibi yine dinlemişti onun sözünü.

Demek o da aynı şeyleri hissetmiş, o da artık bu uzaklığı kaldırmak istemişti.

 

Doğumgünü geçmişti, hem de yine bilgisayar başında. Yeni bir yaşa daha girmişti işte, yepyeni bir yaş, yepyeni umutlar, acılar, mutluluklar.

Her yaş olgunlaştırırmış biraz daha insanı, belki de en çok bu yaşa girdiğinde olgunlaştığını anlayacaktı yıllar sonra arkasına dönüp baktığında kimbilir...

 

Akın! Kahretsin, seni şimdiden özledim diyerek hıçkırıklara gömüldü. Neden sonra eli yanıta gitti. Akın'a geç kalmış bir yanıttı bu.

 

Sadece tek bir sözcük yazdı:

 

VARIM !

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

-1 Çocukluğundan beri sarp kayalıklara tırmanma özlemiyle yanmış tutuşmuştu.

 

-2 DİLENCİ KİM?

 

-3 Biraz sonra okuyacağınız gerçek hikâye Kellog Business School'da (Northwestern Üniversitesi) İş İdaresi master öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer:

 

-4 Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım.

 

-5 Hali vakti yerinde bir kadın havaalanında bekliyordu. Uçağının kalkmasına da uzun saatler vardı.

.

.

 

-64 Ön yargılı bir insansanız mutlaka okuyun

 

-65 Bilge, dağlarda gezerken bir derenin içinde değerli bir taş buldu. Ertesi gün,aç bir gezginle karşılaştı. Yiyeceğini onunla paylaşmak için ....

 

-66 DOĞUMDAN SONRA HAYAT VAR MI?

 

(Anthony de Mello’dan)

 

-67 GÖKTEN PARA YAĞSA

 

-68 NEYİ DİNLİYORSUNUZ...

 

-69 NEDEN YOKSULLUK VAR

 

-70 VERMEK ÇOĞALMAKTIR

 

-71 AFFETMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

 

-72 ŞİMDİ EVLENEBİLİRSİN

 

30.04.2006- Yeni Asya Gazetesi

 

-73 bu seferki bir resim ama belki de birçok öyküye bedel bir resim

 

-74 KALBİN KAPISI

 

-75 Diger Lisan

 

 

o kadar olmuş mu :stuart:

 

 

nice 75 hikayelere o zaman ömrümüz yettikçe :clover: :clover: :clover:

 

Bir 75 daha olur mu bilemem ama.. 100 `e yaklaşdık :)

 

 

76. ZEHIR

 

77. YANGIN ÇANI

 

78. Kırmızı elma / çeviri: Anita Tatlier

 

79. Bebek ve Beyaz gül / Ceviren Dogugül Kan

 

80. EĞER BİR ÇOCUK

 

81. Rüzgâr ile Yaprak

 

82. Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek

 

83. BABAM SEYREDİYOR

 

84. BIRAK! KORKMAGİTMEZ

 

85. Ne zaman “bayram” dense

 

86. SİHİRLİ YÜZÜK

 

87. Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı?

 

88. O müziği duydunuz mu?

 

89. Hikmetin Misafirleri

 

90. KÖPRÜ BAŞINDA

 

91. Bu ihtiyarın elmasını ver artık"

 

92. Yanmış Bir Film

 

93. Karadut'un hikayesi‏

 

94. Bir kız ve bir delikanlı,bir motorsikletin üzerinde

 

95. Karçiçeği ve Fok

 

96. VARMISIN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

YAŞAM NEDIR ?

 

Gökyüzünde dünyayı yaşarken sonsuz özgürlüğümle birlikte, yaşamı arıyordum ne olduğunu bilemeden...

 

Bir su damlasıydım, güneşin ışıklarında renklerle oynayan, karanlıklarda

 

yıldızlarla konuşan... Mutluydum rüzgarla birlikte

 

maviliğe savrulurken, mutluydum kuşlarla kanat çırparken,

 

mutluydum gökkuşağı olup renkleri saçarken...

 

 

 

Takılmışken bir bulutun peşine, görürdüm yaşayanları

 

yeryüzünde... Hepsi zamanla koşar gibi, hep bir şeylerin

 

peşinde... Bazen bir kuşun kanadına karışır,

 

uçardım onunla, rüzgâra karşı çığlıklarla birlikte.

 

 

 

Yaşamı sorardım kuşlara, nedir diye? Özgürlük derlerdi bana... Göklerde özgürce kanat çırpabilmek, rüzgâra baş kaldırmak. Ama

 

yağmur yağdığında özgürlükleri elinden alınır, ağırlaşan kanatları

 

daha fazla çırpınamazdı damlalar karşısında... Sığınırken bir kaya

 

kovuğuna, özgürlüklerini teslim ederlerdi yağmura, sessizce...

 

 

Karıştım bir gün yağmur damlalarının arasına, gücü hissedebilmek için...

 

Toprağa karışmak istedim, çoğalmak istedim, azgın bir nehir olup akmak istedim, deniz olmak istedim, yaşamı bulmak istedim, yaşam olmak istedim...

 

Terk ettim gökyüzünü güneşe veda edemeden... Altımda gittikçe büyüyen yeryüzü beni kendine doğru hızla çekerken daha da büyüdüm, çoğaldım.

 

Koşmaya başladım bir an önce toprağa kavuşabilmek için. Yaşamı hissedebilmek için... Yaşam olabilmek için...

 

 

 

Toprağa ilk dokunuş, ilk sarılış... Sıcaktı toprak, gökyüzünün

 

olamadığı kadar... Beni sarmaladı şefkatle, beni içine aldı sevgiyle...

 

Sevdim onu... Seviyorum dedim yaşamayı seninle birlikte...Toprağın

 

derinliklerinde, karanlık sıcaklıklarda güveni hissettim... Zaman

 

geçtikçe büyüdüm, çoğaldım... Yerimde duramaz hale geldim...

 

 

Güneşi özledim... Yıldızlara merhaba demek istedim.... Terk ettim

 

toprağı. Sıcaklığını, şefkatini. Bir sabah çiçekler açarken gökyüzünü

 

gördüm yeniden... Öylesine mavi, öylesine sınırsız, öylesine özgür...

 

 

Aktım, gittikçe büyüyerek... Beni sarmalayan toprağa dokunarak

 

aktım... Nereye gittiğimi bilemeden... Sadece yaşamı ögrenebilmek

 

için aktım... Benimle çiçekler açtı ağaçlarda, topraktan otlar fışkırdı

 

delicesine... Ben onlara yaşamı sunarken, cevap veremediler bana

 

yaşam nedir diye sorduğumda... Büyümek istedim... Daha hızlı

 

akmak, denize kavuşmak istedim... Aktım gökyüzünün görünmediği

 

ıssız ormanların arasından, yıllardır kımıldamaktan korkan taşları

 

peşimde sürükleyerek, başkaldırırcasına ... Başakların rüzgârla dans

 

ettiği ovalara geldiğimde duruldum... Onları seyredebilmek için

 

yavaşladım... Sordum uçuşan kelebeklere yaşamı... Rüzgarla dans

 

mı diye?.. Cevap vermediler bana... Denizi aradım uzaklarda,

 

görebilmek için köpürdüm, taştım ona bir önce dokunabilmek için.

 

 

 

Sonra bir sabah, daha güneş ışıklarını serpmeye başlamamışken dünyaya, uzaklarda maviliği gördüm... Gördüm orada canlılığı,

 

başkaldırmışlığı, hasreti... Kavuşmak istedim bir an önce, sarılmak istedim... Koynuna girmek istedim bir sevgili gibi... Sevişmek

 

istedim onunla... Yaşamı istedim ondan... Dokunduğumda denize, balıklar kaçtı benden, suyum karıştı denize... Bir oldum onunla...

 

 

 

Ufacık bir damlaydım, bulut oldum, toprak oldum, deniz oldum, okyanus oldum. Kapladım dünyayı canlılığımla.

 

Dalgalarla oynarken derinliklere karıştım... Derinliğin sessizliğinde güzellikleri buldum... Yaşam gizlenmiş güzellikler midir diye sordum denize?

 

Cevap alamadım... İnsan olmak istedim... Yaşamın ne olduğunu öğrenirim diye...Döl oldum genç bir erkeğin ateşli vücudunda...

 

Yıldızlı bir gecede can oldum bir dişiyle... Büyümeye başladım içinde olduğum insana fark ettirmeden... Büyüdüm, büyüdüm...

 

 

 

Aynı toprak gibi sıcak ve karanlık bu yer bana güven verdi, huzur verdi... Zaman geçtikçe, yerime sığamaz hale geldim...

 

Güneşe sarılmak istedim... Yıldızları görmek, denizle konuşmak istedim...

 

Yaşamı insanlara sormak istedim... Işıkla tekrar kavuştuğumda özgürlüğümü hissettim yeniden...

 

Küçük bir su damlasıyken gezdiğim gökyüzünü yeniden görebilmek mutluluk verdi...

 

 

Büyüdüm zamanla... Diğer insanlarla birlikte, zamanla birlikte...

 

Sordum insanlara yaşam nedir diye?.. Cevap veremediler...

 

Bir gün aşık oldum birisine, neden diye sormadan kendime...

 

Bir kuş gibi özgürce, bir nehir gibi delicesine akarak, bir deniz gibi sınırsızca sevdim birisini...

 

O zaman anladım ki; YAŞAM SEVGİDİR...

 

SADECE SEVGİ.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.