Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İskender PALA


suheda_

Önerilen İletiler

Hüzün bir hazin kelime. Ayrılık gibi hicran gibi; ama mutluluk gibi de. Bazan bir gözde görürüz onu bazan bir yüzde. Bazan bulutlarla gelir bazan lodoslarla.

 

Hüzün tarih olur Bağdat ufuklarını Osmanlı tuğları misali bekleyen hurma fidanlarıyla; Tuna boylarını hatem yakutları gibi süsleyen kaleler ve burçlarla gelir yedi yüz yıllık hafızamıza.

 

Elhamra avlusunda derin uykulara dalmış mağrib güneşi olur kah; kah Kudüs gecelerinde savrulan Selahaddin rüyaları.

 

Aziz-i vakt idik a da zelil kıldı bizi.

 

Hüzün gözyaşı olur bazan bir eylül bulutundan dökülüp dilemmalarımıza karışır; bazan bir Kanuni mersiyesinden akıp güneşlerimizi buharlaştırır. Paramparça olmuş kutsal kitapların mürekkeplerini dağıtır bazan bazan kandil gecelerinin pişmanlıklarına dökülür yüreklerimizden.

 

Kimi zaman bir bayram sevincinin ardına gizlenen yetimin gözünde acı; kimi vakit fersudeleşmeye yüz tutmuş gülün yaprağında kırağı sıfatında belli eder kendini.

 

Hurşide baksa gözleri halkın dola gelir

 

Hüzün söz olur yarı yollarda bırakılmış yeminlerin ve vaadlerin peçesinden yüz gösterir kimi kimi bir elyazmasının derkenarına yazılır bir ayrılık türküsü niyetine. Bir mücelled güldeste olur yazılsa tüm hüzün sözleri ve binbir geceyi dolduran tutilerin dilinde şeker niyetine çiğnene çiğnene tutar şöhreti alemleri.

 

Sabahların kokusuna karışan bir pişmanlığın terennümüdür bazan ve bazan da gecelerin korkusunu damıtan bir şarkının dizesi.

 

Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir

 

Hüzün mevsim olur böler bir uykuyu bazan; bazan bir paranteze alır acıları. Güz mü eylül mü bilinmez; ortası mı sonu mu anlaşılmaz anın. Şakaklarına düşen benek benek karlar mı densin yılların gölgesini taşıyan başında gül rengi bulutlardan Lahuri tüller mi olsun Hicaz şarkılarında bestelenen?!.. Hüzün karanlıktır yalnızlıktır korkudur. Ve hüzün bazan en büyük umutlara gebedir.

 

Bir mevsim-i hazanına geldik ki alemin...

 

Hüzün renk olur son dalın son yaprağında sararırken yakar içimizi; son fırtınanın son dalgasında köpürürken kanatır yüreğimizi. Mavi gecelerin ve kurşuni bulutların örtüsüdür hüzün. Hatırlamanın mestliğinde eflatuni bir ırmağın hasret yarasıdır gül gül olup açan ateşin kederlerin masum çiçeğidir. Sahilde bir gurubdur o ufukta bir şafak. Perde perde solan hayatımız...

 

Gül ateş gülbün ateş gülşen ateş caybar ateş

 

Hüzün sevda olur hayalini getirir annelerin yavruların ve süveydaya durup melankolisini yaşatır sevenlerin sevgilerin. Fuzuli lerin Galib lerin kinayeleri ve tevriyeleri onun üstüne yazılır bülbüllerin kumruların şeyda tenasüpleri ve mecazları ona dillendirilir. Umman gemicilerinin ufuklarında deniz feneridir hüzün semavat müneccimlerinin kadrlerinde Ayyuk.

 

Mahabbet bir bela şeydir giriftar olmayan bilmez

 

Hüzün alışkanlık olur acıların yol dönemecinde azığını kuzgunlara kaptıran gönüllerin ömre süren Selva sıyla tartılır. Yüzbin yıl sonra yeşerecek tohumlar için saklayıp suyu vahalardan kurumuş dudaklarla geçer delikanlıca. Mermer beyazında ayetlere teslim olmuş bir buhur-ı Meryem in nazenin tebessümüne Namus-ı ekber vasıtasıyla gelen nefestir o.

 

Hazan ki durmadan evrakı su-be-su dökülür

 

Hüzün Kureyş te Süheyb-i Rumi; Yemen de rahip Bahira Konstantinepol de Ulubatlı Hasan olmaktır.

Hüzün mazlumlar adına bir saman çöpüyle devleri yere sermektir.

Hüzün Şeyh Şamil toprağında alnından vurulan bir çocuktur.

Hüzün harflere sığmayan bir nimet-i İlahi dir.

Hüzün her hale şükretmenin diğer adıdır.

Hüzün seyerandır maverada.

Hüzün özleyiştir

Hüzün ki en ziyade yakışandır bize!..

İSKENDER PALA

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Mutlak Güzellik

 

 

Sokaktan geçerken Yusuf’un yüzünün nuru o civarda bulunan köşklerin evlerin pencerelerinden içeriye vurur düşerdi.

Köşklerde bulunanlar: Belli ki Yusuf gezmeye çıktı şimdi buradan geçiyor!” derlerdi.

Köşede bucakta oturanlar da duvarlarda ışıklar parıltılar görünce

Yusuf’un oradan geçtiğini anlarlardı.

Yusuf’un geçtiği sokağa penceresi bulunan ev onun oradan geçişinden şereflenir nurlanırdı.

(Ey kardeş) Aklını başına al da evinin penceresini Yusuf’un geçtiği sokağa aç;

ve pencerenin önüne oturup onu seyret!

Âşık olmak demek nur gelen tarafa pencere açmaktır.

Çünkü gönül gerçek dostun yüzü ile aydınlanır nurlanır.

 

 

Güzelin kim olduğunu ne vakit unuttuk ya güzelliğin neliğini ne zaman?..

Bir yük oldu ömür kovunca güzeli hayatımızdan; ve güzellik küsüp gitmişti

ömür bir yük oldu. Güzellik ruhlarda perveriş içindeydi.

Güzellik bereketti zenginlikti; güzeli arayan cihanın canını arıyor demekti.

Güzel olan iyi doğru ve yararlı olandı. Güzel bir söz güzel bir iş güzel bir ders gibi.

Güzel şiir de güzel manzara da güzel söz de hep estetik değeri tartmaktaydı.

Din idi adı evvel güzelliğin felsefe oldu sonra bilgi oldu yönetim ve siyaset oldu…

Daha neler olmadı!.. Herkes ve her şey güzelin peşinde güzel ülkelerde güzel günler yaşandı.

 

Sonra…

 

Sonra güzel insanlar güzel atlara binip gittiler ve güzellikler yağmalandı birer birer.

Hüzünlü gönülleri sabaha eklerken güzellikler sevinci gizleyerek sabahı bekler oldular.

Gözlere akseden renkler de sazlara yankıyan ahenkler de güzelliğini yitirdiler.

Bestelerimiz şiddet doldu tatlı diller hayal oldu.

Gönüller güzelden uzaklaştı zira gönüllere kin bulaştı.

Güzellik atıldı ya kaşlar da çatıldı. Oysa gelenek güzel üzerine bina olunur

kültür güzellikle beka bulurdu. Güzelin yönü gönleydi hem güzelliğin de…

Gönül Çalab’ın tahtıydı Güzel’i aramayan iki cihan bedbahtıydı.

Neye mâl olursa olsun yaşamanın anlamı güzel görünüşleri ve şekilleri;

belki güzellik dolu gönülleri kurtarmaktı.

Güzellik insana peşin verilmiş cennetti ve sultanlar güzele bakar gönüller güzele akardı.

 

Kitâb-ı Aşk/İskender Pala

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Eylül İşte...

 

 

 

Eylül... Fersude sonbaharların giriş kapısı... İlk yaz rüzgârından alınmış bir hızla savrulan düşüncelerin hoyrat hayallerin ve avare zamanların yorgunluğu kırgınlığı pejmürdeliği içinde yeniden derlenip toparlanması gereken hayatın rengi... Ve yeniden başlamanın yorgun ritmini hatırlatan yağmurlar... Bölük pörçük hatıralar kırık dökük sevinçler... Şiir kılığında gelen acı...

 

Eylül işte; nâm–ı diğer hüzün...

 

Eylül... Her şair için ayrı bir Leyla; kurşunî gelinlikler giyinip de gelen... Dilemmaların çıldırtıcı sükunu bir yanda; ve bir yanda sislerin ve buğuların ardından sökün edip yürümüş sancıların ilhamı... Katar katar uzaklaşan kuşların kanatlarına yüklenen son arzular kadar umutsuz ve beklenesi...

 

Eylül işte; nâm–ı diğer pişmanlık...

 

Bilmiyorum siz bu yazıyı okurken yağmur yağıyor olacak mı?.. Belki yapraklar savruluyordur şimdi bulunduğunuz şehirde; belki sular kararıyordur yavaş yavaş... Altın kızılı bir gurubun soyunmuş dalında çifte kumruları seyrediyorsunuz belki de... Bir sanatoryum bahçesinde gezinen uzun saçlı zayıf ve genç iki kaderdaştır belki ikindiler ve yağmurlar... Belki sizin kentin huzurludur akşamları belki de alaca düşmüş gecenin bir yüzünde siyah tırnaklarını ruhunuza geçirmeye çalışan ifritler dolaşır...

 

Eylül işte; nâm–ı diğer melal...

 

Tenha yollar aşınmış günler hayata dar gelen arzular ve kanadı kırık kuşlar... Tabiatın birden uyanıp gerçeği gören yüzü... Kıymeti bilinmeyen lezzetin çamurlara bulaşmış sarı bir acılık tarafından istilasına karşı şaşkınlık... Acıların beyhude sevinçlerin zavallı mutlulukların fanî olduğunu anlamanın dehşeti...

 

Eylül işte; nâm–ı diğer ölümün rengi...

 

Eylül... Yaşanmamış mevsimlerin en gerçeği... Uçuk benizli koşuşturmacalar yeniden kurulan defter–kitap pazarı... Eski okul çantasına kalem yerine ancak gözyaşını koyarak okula giden minik adımlar... Yoksul mahallelerde gitgide çamurlanacak karanlık sokaklar... Camlara mıhlanıp 70 yıllık muhteşem bir sükût ile yolları seyreden kırçıl hatıralar... Ciğer paresini okula eksik kitapla gönderen annenin yüreğindeki çizik... Para etse canını da verir ama...

 

Eylül işte; nâm–ı diğer acının mührü...

 

İskender PALA

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Merhamet!.. Merhamet!..

 

Müminlere imdada yetiş merhametinle

 

Mülhidlere lakin daha çok merhamet eyle

 

 

M.Akif

 

 

Acımak bir derttir çoğu zaman derdi acıya yığar. Mahlukun acıması dertten doğar da Halik merhametiyle sevince boğar. Merhamet ok ok yürekler kanatır yaratılanda; merhamet eseri olarak yağmur yağmur sevindirir kulunu Yaratan da. Merhamet bir gözyaşıdır gözyaşı dökende merhamet sicim sicim; merhametini rahmet rahmet dağıtınca Rahman ve Rahim elbet annenin yavrusuna merhametinden çok ötedir hem çok kerîm!.. Kışın mağaralarında barındığı dağlara da güneşin sessiz vadilerde kavurduğu çağlara da; toprağın yarıldığı kuraklıklara ve yolları yollara bağlayan aklıklara da eşittir merhamet. Güneş ışığını yayar gibi ay nurunu salar gibidir. Ozanların sözcüklerinde içli mânâlar yüklenir kanadı kırık kuşun yarasını sardıkça büyüklenir. Dudakları açlıkla kızarmış bebelerin de şahmaranları cangıllara resmeden perdelerin de sınavı merhametle olur. Toprağı deşerken saban da garibi büyütürken yaban da merhamet damıtır. Bazan o yaşayamadan ölenlerin ve ölmek için doğanların uykusuz kirpiklerine sığınmak ister de kapı bulamaz; bazan da zaman saatini geriye almak isteyenlerin bahar şarkısına girmek için yapı bulamaz. Yumurtanın içinden çıkan yavru kuşun ıslak tüylerini kurutmasaydı ve son durak göz mesafesine girince en derin uyku gözleri tutmasaydı nerden bilirdik ki merhameti.

 

 

Göç etmeye korkan güvercinleri yuvadan merhamet uçurur umutlarına yaslanan mahkumların yürekleri gözlerine merhamet vurur. Ve durdukça durur kandil gecelerini aydınlatan karlarla sevgi sevgi uzayan katarlar. Kutlu kaftanlar giyinmiş kaknuslar gibi; bağbozumu avuçlarda gülyağları lotuslar gibi... Hem aşk olur hem hüzün; aşkı olanın hüznü olur belki belki hüznü olanın aşkı da kemale erer olur diye. Güvercin kanatlarında yedi iklime ulaşan muştuların tadıdır bazan; bazan da namluya sürülmüş kurşunların en kızıl yerinden vurduğu zulümlerin adıdır.

 

 

Erhamürrahimînden bir gizli lûtuftur merhamet. Kara gecede kara çul üzerinde yürüyen karıncanın ayak sesinden daha gizli; ve Hızır ile yola çıkan Musanın üç kez sınanışından daha gizli. Evrenin göğsünden sağılan bir güzelliğin oyasıdır ve çatlamış dudaklara ulu kelimelerle söylenen şarkıların en hasıdır. Akılları tesbih tesbih düğümleyen suya düşmüş bir karanfil kadar mahzun ve ilk akşamda acısı saplanan açıklamalı geceler kadar uzun. Belki göklerin ufak ve evrenin uzak kaldığı hüzünlerin panzehiri; belki üşüten fırtınaların sürüngen dertlerini bölen ve çarpan sevinçlerin kesiri. Gırtlaklarda düğüm düğüm hecelerin ve yüreklerde boğum boğum gecelerin hem efendisi hem esiri. Kar vakti yalınayak bir yetimin dizlerinde derman; göyneksiz ninelerin ürkütülmüş sevecenliğinde ferman...

 

 

Merhametin adı şirazesi dağılmış elyazması kitapların sayfalarında yazılı kaldı ve merhamet menkıbelerinin dağıldı meclisleri babları fasılları ve yekpare cümleleri. Divanların arasında kurutulmuş narin kelebekler gibi şimdi merhamet ve kanatlarında ihanete açılan gizli günahlarla desenlenmiş. Zembilde kurutulmuş güllerin ve sergende saklanan sünbüllerin; buhurı Meryem kokan ellerin ve hüsni Yusuf söyleyen dillerin hasret kokan daüssılası. Aynalı beşiklerde uykuya dalmış ilmek ilmek hıçkırık yumak yumak ayrılık...

 

 

Merhamet koyu renkler ve karmaşık desenlerin ötesinde görülen yalın bir kent kurmaktır... Surları özveriden örülen bir kent.

 

 

Kötülük üşümeye mahkum olur merhametle yanarken damarda kan; ve merhametsiz insanları lanetle anar zaman.

 

İSKENDER PALA

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

285857_2.jpg

 

Uzun boylu, ay yüzlü bir kız vardı kasabanın birinde. Onun sevgisiyle herkes yolunu yitirmişti. İşi gücü dilberlikti, bez yıkarken saçlarını çözer, eteğini beline toplar âşıklarının gönüllerine ateş çalardı.

 

Kemale ermiş, yaşını başını almış bir adam da Âşık oldu ona ve tez vakitte kemalini yitirdi, tecrübeli aklı deliliğe yaklaştı, yüzünün aşkıyla beli iki kat olup gönlü bela zinciriyle bir girdapta kaldı. Sonunda dayanamadı, kendini ona vakfetti, her işi onun için, her şeyi onun adına yapmaya başladı. Ücretle iş yapsa kazancını ona sunar, eline altın geçse gider o gümüş bedenliye verirdi. Bir gün genç kız kendisine dedi ki:

 

-Yanışın her an biraz daha artmada, ama aşkta masraf ziyade gerek, sendeki sermaye yalnızca aşk olursa mutfak boş kalır, daha fazlaya gücün yetmezse geç bu sevdadan, davul dengi dengine demişler…

 

-Sevgili, dedi âşık, bedeninde bir avuç ilikten, bir parça deriden başka bir şey kalmadı yolunda harcayacak. Bari beni sat da elde ettiğinle bir müddet daha hoş ol.

 

Genç kız âşığını derhal Mısır’a götürdü, orada bir kürsü kurmuşlar, âdet etmişler, satıcı kürsüye oturur, kölesi ayakta durup müşteri beklerdi. Bir müddet beklediler. Adam hiç üzüntü göstermiyor, hiç boynunu bükmüyor, hatta müşteri çıktığı vakit baş gösterecek ayrılığı da aklına getirmiyordu. Bir adam gelip genç kıza sordu:

 

- Şu ayakta bekleyen ihtiyar senin kulun mu?

 

- Evet , benim kulumdur!..

 

O sırada ihtiyar düşüp bayıldı. Adam pazarlık ile onu satın aldı ve kendine geldiğinde şehrin dışında bir mezarlığa götürdü. Meğer o adamın babası ölmüş, o da babasının ruhu için bir köle azat etmeyi ahdetmiş, ihtiyarı satın alması bundanmış. Mezarın başında zavallı ihtiyarı azat edip cebini de altınla doldurduktan sonra gönlünü şad etmek için dedi ki:

 

-Diliyorsan ey ihtiyar, Mısır’da kal, malın eksilmez, seni gözetirim.

 

-Dilersen de var git, çünkü artık hürsün, kendi kendinin sultanısın.

 

İhtiyar teşekkür ederek genç kızın ardınca koşup yetişti ve altınları avucuna sayıp gönlünü alana yine gönlünü teslim etti. Dünyayı onun yüzünde apaydın görüyordu ve dedi ki,

 

-A sevgili! Şu gönül, senin için satılmaktan aldığı lezzeti bugüne dek hiçbir şeyden almadı. Hele’ benim kulumdur!’ dediğin andaki saadetim,sanmam ki başka bir kimsede olsun!.. Haydi yine beni pazara götürüp mezada koy...

 

Aşkname - İskender Pala

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Son zamanlarda sürekli İskender Pala yazıları okuyorum ve onun yazdıklarını okudukça diğer tüm okuduğum yazılar bana yavan tatsız gelmeye başladı...

sanki bir kelime deryasının içine dalıyorum ve bir nefeste hepsini dimağıma doldurmak istiyorum..

 

 

4210gul.jpg

 

Hatırımıza düştün hatırına düşür bizi. Sevdik seni, sevindir bizi. Uzaktayız yakınına vardır bizi; yandık pınarına kandır bizi. Sıcak yaz günlerinde yaş dalların titreyişi gibi yandır bizi serin kuyulardan; koyu gecenin yıldızlarına karşı uyandır bizi derin uykulardan. Gözyaşı değil nice demdir gözümüzden akan; belki eriyip biten ruhumuzdur damlayan!.. Gül sözleri edelim çok çok, ve gonca sükutu az az. Gül düşleri görelim gül gecelerinde, Gül’ün aşkını derelim gül hecelerinde. Gözü sürmeli ile ağlayanın arasına gül serpelim, güle yeminler edip. Gönülleri yıkayalım gül suyuyla. Gönüldendir şikayet kimseden feryâdımız yoktur.

 

Gönlüm ki Gül’e hasret… Üçüncü halin imkansızlığında… Ve kozanın amansız yırtılışında…

 

Cevher Gül’e düştü, mıknatıs bana, güzellik Gül’e, sevgi bana… Güzeller güzelleri severmiş ve sadıklar sadıkları… Güzelliğimi arttır benim Gül’üm, ve arındır ayrık güzelliklerden sevgilerimi… Senden yüzüne bakma lezzetini isterim ve titrerim vefadan sonra ayrılığına düşme dehşetiyle. Genişlet sana indirilene yaslanmakta sinemi, ve sade kıl sensiz düşüncelerden gönül ayinemi. Bir yankı ol, ses kat sesime; bir nazar kıl can ver nefesime. Düşümde ya hayalde gel, bitirdi gerçek beni; geldir bizi her halde gel ya yanına çek beni!. Gel Efendim! Sen gelmeyince hatıra bilsen neler gelir!..

 

Gönül ki Gül’e hasret…

 

Güzellik kendisine sıfat değil ad olan… Gül olmayınca bahçeler berbad olan…

 

Bakışındandır başlangıcı bütün hadiselerin; ve en büyük yangın aşkının bir kıvılcımından… Dönüyorsa gökler bir yüzük halkasınca, ve dönmedeyse içinde ne varsa, kaşındandır yüzüğün, inci tanesi kaşından… İyi hal de hatırlatıyor seni bize, kötü hal de; korktuğumuzda da sevgin var içimizde, umduğumuzda da… Gözyaşlarımız gözbebeklerimizi boğazlıyor sensiz, duru şaraplar içinde zehirler yutuyoruz… Gökkuşaklarını toprağa gömenler de, nurunu ağızlarında söndürmek isteyenler de senden öte sınavlarda değiller aslında. Nefis kendini içine üflemekte daim. Gülü kendi sesinde solduranların seni beklemekle geçecektir yüzyıllar süren ömürleri. Ah bir bilseler!.. Hâb-ı gaflette geçen ömrümü rü’yâ gördüm.

 

Gönüller ki Gül’e hasret…

 

Gönül ki kana boyandı, ve Gül’ün aşkına yandı…

 

Aşk, bir Gül’ün adıydı… İmdat ki seven unuttu, vefa yine sevgiliye düştü!.. Gel ey, unutma bizi!… Seni bir seven aşkına sev hepimizi!.. Kararlıyım bu gece, bütün varlığımla seni öveceğim… Seni sevdiğim gibi…

 

İskender Pala

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Âşığın Gözyaşı Gül Renginde Akar!

 

Gül. Divân şiirinde en çok sözü edilen çiçek, güldür. Sevgilinin yüzü ve yanağı ile sıkı münasebeti vardır. Bazan gül bunlara; bazan da bunlar güle benzerler. Gerek koku, gerekse renk bakımından çok güzel olan gül, daima tazedir.

 

Bu yönüyle bağın, çemenin ve baharın vazgeçilmez bir ögesidir. Bizzat kendisine mahsus gülistan, gülşen ve gülzâr vardır. Hatta ona bazen sultan olarak da rastlarız. Baharın diğer adının gül mevsimi oluşu da güle verilen önemden ileri gelir. Gül yetiştirmenin çok zahmetli bir iş oluşu onun âdetâ nazla beslenip büyümesi şeklinde ele alınır.

 

Gülün açılması apayrı bir olaydır.O, seher vaktinde sabâ yelinin parmaklarıyla açılır. Onun açılması bir neşe ve sevinç belirtisidir. Çünkü gül açılınca bahar gelir, eğlence başlar. Gülün handân oluşu da yine onun açılması, çâk- ı girîban eylemesidir. Gül bu kadar güzel ve çekici olmasına rağmen çok çabuk solar. Yani geçicidir. Tıpkı âşığın ömrü gibi çabucak geçiverir.

 

Sabâ yelü gülün yapraklarını yavaşça aralar ve kokusunu her tarafa yayar. Ancak sonbahar yeli onun için felakettir. Onun perişân olmasına, dağılmasına neden olur. Gülün suya olan ihtiyacı her çiçekten fazladır. Sık sık sulanmalıdır. Kökleri su içinde olursa daha güzel yetişir. Bu nedenle güller su kenarlarında bulunur ki “hurrem” oluşu buradan gelir.Bazan gül yaprakları çiğ tanesiyle birlikte görülür. Bütün bunların hepsi bir yana gül ile bülbül’ün aşkları dillere destandır.Gül , bülbülün sevgilisidir.Âşık da sevgili denen gül karşısında şakıyıp duran bir bülbüldür.Gül ile bülbülün bu hikayeleri İslam – Şark edebiyatlarını çok etkilemiştir.Hatta “Gül ü Bülbül”adlı alegorik,müstakil eserler bile yazılmıştır.Gülün dikeni aşığın rakibidir. Ancak gül ile diken iyilik ve kötülük, kolay ile zor, dost ile düşman vs. zıtlıkların timsalidir. Gülün yaprağı anılınca defter,divân, tomar,varak,yazı ile ilgili eşya akla gelir. Sabâ yeli yavaş yavaş bu defterin sayfalarını çevirirken bülbül ondan letâif öğrenir ve şâir, sevgilideki yanağın övgüsüne başlar.Utanan kişinin yüzünün kızarıp güül rengini alması dolayısıyla gül daima utangaç ve hayâ sahibi olarak ele alınır.Gülün toprağa yakın fidanına dâmen-i gül denir ki yanında menekşe, sünbül ve süsen bulunur.Bunlar âdetâ gülün eteğine yapışmışlardır.Güllerin destelenmesi, toplanması ayrı bir husustur.

 

Gül aynı zamanda Cennet çiceğidir.İbrahim Peygamber ateşe atılınca gül bahçesine düşmüştür. Bazan sevgiliye gül denir ve onun her haliyle gül oluşu anlatılır. Onun endâmı, güzelliği ,teri,dudağı,kulakları,yanakları,eli,bileği vs. gülde bulunan özellikle ilgilidir. Âşığın göz yaşı da gül renginde akar. Bazan gül ,rengi ve şekli yönünden yakut bir köşke benzer. Bazan da ateş, çerağ, şarap ve la’l olur. Divân şiirinde gül ile ilgili teşbih ve mecazların sonu gelmez. Şâir her bakımdan bu güzel çiçeği anar.

 

Suya versin bâğbân gülzârı zahmet çekmesin

Bir gül açılmaz yüzün teg verse bin gülzâre su

Fuzûlî

 

İskender Pala

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Fuzûlî, Kays'ın bütün aşkını yüreğine yükleyip hasret çadırında sevda çilesini doldurttuğu Leyla'ya bir gece muma hitaben şöyle dedirtir:

 

"Gel ey gözü bağlı, bağrı dağlı; başı karalı, ayağı bağlı!

Gel seninle ikimiz hem-nefes olalım ve yanan bağrının sırlarını söyleşelim.

Nedir seni bunca ağlatan dert ve benzini sarartıp içini kavuran elem?

Baştan ayağa nedir bu yanmak?

Durmadan gönül derdine boyanmak?

Aslın ne ola ki; hayat suyun ateşten yaratılmıştır?

Her an yangınlardasın; hem ateşe boğuluyorsun, aynı anda hem suya!

Ey seher kuşu, ne sihirler yapmaktasın ki, ateşin suyundan daha keskindir?

İşte vefada ben sana benzemekteyim; hatta belki vefam senden nice kat ziyadedir.

Çünkü ey kalbi eriyen, sen her gece yanıyorsun; bense her gece ve gündüz yanıyor ve eriyorum.

Üstelik sende ah etmek de yoktur ama bende var!

Senin için ne hoştur meclislerde yaşlar döküp içindekileri açığa vurmak.

Üstelik senin gönlündeki, dilindedir daim.

Ya ben ne yapayım, ney gibi inleyip dururken?

Ben öyle her olur olmaz ile yoldaşlık edemem; başımı kesseler, sırrımı söylemem.

Şimdi sana söyleyecek olsam derdimi, dayanamazsın, yanmaktan helâk olursun.

İçin için yanan bu sırra benim gönlüm bile zor dayanırken, onu sana söyleyecek olsam ahımın ateşiyle kül olmaz mısın sanıyorsun?

Bu vakitler, yanılıp yenildim de bu derdi o dildara söyledim. Ne çare bana yoldaş olmadı.

Bu derde dayanamayıp sahralara düştü, kaçtı, uzaklaştı gitti. Onun için şimdi acılarımı senin yanında da açmayayım ki, sen de tıpkı o sevgili gibi kaçıp gitme benden."

 

İskender Pala (Ah mine-l Aşk)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

GİZLENEN SEVGİLİ

 

Aşkın sebepleri arasında en inanılmaz olanı belki de rüyada görüp âşık olmaktır. İnsan sevgiliyi rüyada her vakit görür ama rüyada yalnızca bir kez gördüğü birine sevgili der mi?

 

Bunlar olsa olsa Hüsrev ile Şirin, Vamık ile Azra hikâyelerinde olur. Gönlün, hiç mevcut olmayan birine tutulması, sanki hiç gerçeği olmayan bir şeyle geçim sağlamak gibi değil midir? Birisi hiç görmediği ve asla göremeyeceği bir güzeli sevdiğini söylerse herhalde aklından zoru olduğunu düşünürler. Ruhu ona telkin ediyormuş, temenni ve arzuları kalbini yönlendiriyormuş, bunlara inanmazlar. Oysa bir âşık, sevgilinin ay mı, güneş mi olduğunu bilemese de, aklının bir oyunu mu, hayalinin bir çılgınlığı mı olduğunu kestiremese de, gözlerine her daim onun görüntüsü girdiği müddetçe âşık değil midir? Âşık olmak için maddî varlık şart mıdır? Allah'ın güzelliğini rüyasında görüp ona âşık olan sufiye inanıyoruz da neden bu âşıka inanmıyoruz. Eğer ona inanmayacaksak aşk surete tapmaktan gayrı ne olur ki? O halde bir kişi sevdiğini karşısında görmeden de âşık olabilir. Sevgili için kaygılanmak da, hayaliyle mest olmak da, geceleri uykusuz kalmak ve seherlerde acı çekmek de hep âşıkın sevgiliyi görmeden yaptığı şeyler değil midir? Bir duvarın arkasında şarkı söyleyen bir kadını işitmek, bazen ona tutulmak için yeterlidir. Bazıları buna temelsiz bir bina gözüyle bakabilir, ancak âşık, o binayı inşa etmekte her zaman çok mahirdir. Zihni görmediği bir varlığın tutkusuyla meşgul olan kişi, düşünceleriyle baş başa kaldığında hayalinden ona şekiller çizer, kıyafetler giydirir, renk ve koku isnat eder, tavır biçer. Sevgili, âşıkın zihninin içinde yapılıp mükemmelleştirilir, âşıkın hayali ve tasarım gücü sevgilinin güzelliğini artırır. O şarkıcıyı bir yerde görsün, yahut görmesin. Şimdi kim bu şarkıcıya âşık olan kişiyi ayıplayabilir ki? Cenneti de ancak tasvirle tanıyor değil miyiz? Onun söylediği şarkılar kulağımızı doldurup kalbimizi ona yönlendirdiğinde genelde âşık onun güzelliğini sesine göre ölçmez mi? Eğer kendisini gördüğünde aşkı artıyorsa şarkıcıda onun sesine denk bir güzellik görmüş demektir. Ama eğer şarkıcının yüzü sesinden daha güzel ise bu âşıkı, sesten yola çıkarak güzelliği keşfettiği için tebrik etmek gerekmez mi? Cennetin en güzel tasvirleri bile cennetin yanına yaklaşmaktan uzak değiller midir? O halde, kainatta görülen bütün güzelliklerin "Mutlak Güzel"den bir iz taşıdıkları için güzel olduğunu söyleyen sufiler haksız sayılabilirler mi? Kim Allah'ın güzelliğine vurulup da ona tapınıyorsa aşkı mübarek olsun!..

Aşk hikâyesi

"İstanbul'da bir zamanlar, devletlulardan olan komşusunun oğluna gönlünü kaptırmış bir kız yaşarmış. Oğlanın hiç haberi yokmuş sevildiğinden. Kederi artıyor, umutsuzluğu büyüyormuş kızcağızın. Sonunda onun sevdasından yataklara düşmüş. İffetinden gidip halini oğlana anlatamamış. Anlattığı vakit "Ya inanmazsa!" diye korkuyormuş belki de. Sonra "Ya beğenmezse!", "Ya yüz çevirirse!" gibi ihtimaller belirmiş zihninde. Bunlar da hastalığını artırmış, nergisceğiz erimeye, solmaya başlamış. Nihayet annesi gerçeği anlamış. Ona sırdaş olmayı teklif edip işin aslını öğrenmiş. Sonra da demiş ki "-Ona halini bir şiirle anlatmalısın!" Kız bu yolu denemişse de oğlan aklından geçirmiyor, zeki ve duyarlı olmasına karşın asla kıza toz kondurmuyormuş. Sonunda aşk hadden aşıp ölümcül raddelere gelmişken kader onlara fırsat tanımış, bir gece baş başa kalmışlar. Kızın kalbi yerinden oynayacak gibi olmuş, sabrı tükenmiş, amma iffetinden bir adım dışarı çıkmamış. Gecenin sonunda ayrılmak üzere kız ayağa kalkmış, fakat kalbi o sırada kendisine hükmetmiş ve oğlanı yanağından öpmüş. Sonra tek kelime söylemeden güvercin yürüyüşüne benzeyen bir yürüyüşle, kulağındaki küpeleri çın çın sallayarak çıkıp gitmiş.

 

Delikanlı çok şaşırmış tabii. Gücü takati kesilmiş, soğukkanlılığını yitirmiş. Öfkelenmiş, utanmış, sevinmiş, eli ayağına dolaşmış... Kız daha bahçe kapısından çıkmadan aşk tuzağına yakalanıvermiş. Ertesi gün yüreğinde ateş alevlenmiş, soluk alıp vermesi ritmini bozmuş, korkuları çoğalmış... Gözüne uyku girmeden üç gece geçirmiş ve dördüncü gün sabahleyin kızı görmek için evden çıkmış. Ne çare, kız o gece aşk yolunun son yolculuğuna yürümüş. Daha sonraki zamanlarda delikanlıyı hep onun mezarı yakınlarında dolanırken görmüşler.

 

Soranlara şöyle olmuş:

 

- Ona karşı öyle bir arzum var ki, bu arzuyla Allah'a yalvarabilseydim tüm günahlarım bağışlanırdı. Bu arzuyla dua edip istesem, vahşi hayvanlar merhamete gelir, insanlara zarar vermekten vazgeçerlerdi. İsterdim ki o hayattayken yüreğimi bir bıçak ile yarıp açsınlar, onu içine yerleştirsinler, sonra da göğsümü kapatıp diksinler. Böylece hep yüreğimde kalsın diriliş gününü başka yerde değil, orda beklesin, ben yaşadıkça o da yaşasın, kabrin derin karanlığına girdiğimde de yine kalbimin içinde kalsın.

[bERCESTE]

 

Sînene aşk ile elifler kes

Bilsin ol servi sevdiğin herkes

Bakî

 

Ey âşık!.. Bağrına aşk ile selvi biçimli çizikler çek; ta ki o selvi boyluyu sevdiğini herkes anlasın.

İskender Pala

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Elimde İskender Pala'yı okurken bir baktım bu başlık açılmış :)

 

Bir türlü fırsat bulup okuyamadığım Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk'ı okuyordum. Yazarın kitabın ilk sayfasında Ahmet Hamdi Tanpınar'dan alıntıladığı bir dörtlük hala aklıma takılı...

 

Ne içindeyim zamanın

Ne de büsbütün dışında

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Elimde İskender Pala'yı okurken bir baktım bu başlık açılmış :)

 

Bir türlü fırsat bulup okuyamadığım Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk'ı okuyordum. Yazarın kitabın ilk sayfasında Ahmet Hamdi Tanpınar'dan alıntıladığı bir dörtlük hala aklıma takılı...

 

Ne içindeyim zamanın

Ne de büsbütün dışında

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında

 

 

Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına...

 

Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem...

 

Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sırrın, binlerce yıl sonra, bir şair tarafından aşkın derin katmanlarına saklanarak korunacağını bilselerdi...

 

Siruş başlıklı murassa hançerin kabzasına parmak izlerini bırakanlar, daha avuçlarının sıcaklığı gitmeden hançer kınında kan biriktiğini bilselerdi...

 

Bağdat, İstanbul, Roma, Paris ve diğerleri; kıyılarına vuran yeni aşkın, bütün eski tarihlerini dolduracak yoğunlukta olduğunu bilselerdi...

 

Bilgeler, katiller, asiller ve sevgililer; ellerinde tuttukları kitabın alev almaya hazır bir aşk külçesine dönüşmek üzere olduğunu bilselerdi...

 

Şair, ipeksi dizeleri arasına hayaller gibi sakladığı şifrelerin hoyrat ellerde ihtirasla parçalandığını, sonsuzluk şarabına kadeh yaptığı gelincik yapraklarının kinle dağıtıldığını bilseydi...

 

Ve şimdi kim bilebilir neler olacağını,

 

Babil uyandığı zaman? ! ..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

9652iskender_pala_.jpg

 

 

``LEYLA ilen MECNUN``

 

Bir bütün idim ben leyla ile. Sense Leyla'yım diyorsun.

Sen Leyla isen eğer, beni yakmaya hayalin yeter, takatim yok sana kavuşmaya.

Varlığı olmayan bir zerreye aynadan ne fayda? Canım gideli hayli zamandır, cismimdeki bir başka candır;

bir özge candır.

 

Sensin beni benden ayıran,uzaklaştıran.Ben yokum,senin tecellin var.Vuslatının ağır yükünü kaldıramam ki. Önceleri sen vardın,şimdi ben yok oldum. Manevi dünyamda dostum daima sensin. Dış görünüşe değer verme bahsi ortadan kalktı artık.Gönül çok önceleri sana koştu,canım seninle gitti. Şimdiki canım Leyla'ya değil, Mevla'ya yönelik. Bir'lik yolunda seninle olamam,yanarım.

 

Şimdi,gözümün nuru,gönlümün aydınlığı!..

 

Ben maskaralığa nam salmışım,bari sen bu yola girme. İçinden çıkma namus perdesinin.

Mecnun olan benim;bana yaraşır delilik,kınanmışlık.

 

Şimdi git aşk töresini, aşıklık geleneğini, maşuk gidişatını bozma.

 

 

Git şimdi , Ey Vefalı! Açtırma kötü söz arayanların dudaklarını; sakız verme dedikodu arayanların ağızlarına. Beni aramaya çıktığını aleme bildirip deliliğine ferman yazdırma.

 

Kimse seni burda görmeden git. Ben ki varım; sen içimdesin, bunu bil!..

 

 

Leyla ile Mecnun'dan İskender Pala

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Derler ki:

 

"Sevgi, ruhlar arasındaki benzeşmeden dolayı oluşan imtizac ve kaynaşmadan ibarettir Nitekim bir suyu diğer bir suya karıştırınca birbirinden ayıklamak imkansızdır Bu nedenle iki şahıs arasındaki sevgi öyle bir noktaya varmaktadır ki, birisi diğerinin acısını duyar olur; onun haberi olmadan yakalandığı hastalığa yakalanır"

 

Sevgi aynı kaderi paylaşmaktır Öyle bir paylaşma ki iki tarafın kalbine huzur ve ferahlık getirsin; hastalıklara deva olsun

 

Çünki paylaşılmayan sevgi yalnızca bir dert ve acıdan ibarettir

Eğer eşit bölünmezse, gönlü, sevginin diğer yarısı olan dert istila eder

Bu yüzden tek taraflı sevgi acı; karşılıklı sevgi de sevinç verir

 

Birbirini seven iki kişi arasında sevgileri derecesinde bir benzerlik vardır

Menfaatlerde, karakterde veya amaçlardaki benzerlikler gibi

 

Bunlardan en etkin olan sevgi karakterdeki benzerlik sonucu doğan sevgidir Bunda karşılık beklenmez ve insan, sevgisini izhar için daima kendisinin ruh ve ulviyet yönünden benzerini, eşini arar ve ancak ruhun eşi ile sükunet bulur

 

Hani ayet-i kerimede buyurulduğu gibi:

 

"Sizi bir tek nefisten yarattı ve kendisiyle durulup yatışması için ondan da eşini var etti (A'raf, 189)"

 

Sevenin ruhu sevilene meyilli yaratılmış olup kendisini ona yakın hisseder Sevilen bu yakınlığı duymuyorsa eğer, arada sevgiyi perdeleyen maddî yahut manevî engeller var demektir Engeller sevenin yüreğine, sevginin ikizi olan acı biçiminde yansır

 

Sevilenin bu sevgiye karşılık vermesi; ancak engellerin ortadan kalkmasıyla mümkündür ve o vakit, acı da birden bire sevgiye dönüşür Diğer bir ifade ile sevgi eşit bölününce, acı alır başını gider Kalpler karşılıklı aynı sevgi ile dolunca dert hafifler, sevinç çoğalır Kulların rızkını paylaştıran Allah, sevgiyi de onlar arasında eşit paylaştırmıştır; çünki

 

Seven iki kişiden birinin başına gelen, hastalık veya esenlik, diğerinin de başına gelmeyince aradaki gerçek sevgi anlaşılamaz, acı kendini gösterir Hani eski bir şairin dediği gibi:

 

"Rabbim! Şayet aramızdaki sevgiyi bölüştürmeyeceksen, bari onun yokluğuna da yanabilecek katı bir yürek nasip et bana"

 

Eğer sevgili hasta iken hasta olmuyorsak gerçek sevgiyi ve sevinci tadamayız

 

Sevgilinin hastalığına ziyarete gidince hastalanan âşık, elbette sevgilisi ziyaretine gelince onu görür görmez iyileşecektir

 

İskender Pala

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

…Ve Aşk Ateşi

 

 

y1prdybf0ktnbdmxet6v9ev.jpg

 

 

Söylemeye gerek olduğunu sanmıyorum, çünkü bunu herkes bilir ki âşık ayrılığa düşünce inde yanan şeyin adı ateş olur. Aslında bu ateşin ilk kıvılcımı, sevgiliyi gördüğümüz ilk anda, onun ışığından sıçrayıp gözümüze, oradan da kalbimize girmiş, sonra da kalbimizi tutuşturmuştur. Sonraki zamanlarda duyulan özlem, sevgilinin adını her anış, onu her hatırlayış bu ateşi biraz daha alevlendirecek ve ah ettikçe dumanı aşığın ağzından dışarılara çıkacaktır. Gözde tutuşup, gönülde yanarak aşığı mütemadiyen yakan ve yaktıkça alevini arttıran bu ateş sönebilecek cinsten değildir. Âşık ona istediği kadar su serpsin (gözyaşlarını akıtsın), elinden geldiği kadar gözyaşlarını ırmaklara döndürsün nafile, ‘’Kim bu denlü tutuşan odlare kılmaz çare su!’’ Ateş manevi (ruhani), su da maddi (cismani) olunca elden ne gelir. Hani şair Karamanlı Nizami der ya:

Yandırıp yaşımı dökse ne aceb zülf ü ruhun

Ki biri ateşe benzer biri dütün gibidir

‘’Kara zülfün ile kırmızı yanağın beni yandırıp yaşımı dökse şaşılmaz. Çünkü zaten onlardan birincisi duman misali, ikincisi de ateş gibidir.’’ Suyla söndürülemeyen bu ateş, hava olup uzun ‘’aaaah!’’larla aheste aheste göklere çıkar. Ta ki âşık dört elementten süzülmüş, yani varlıktan geçmiş, yani kendinden vazgeçmiş ve sevgili için ad bulmuş, adı âşıklar defterine kaydolmuş olur. Yoksa Ferhad, Mecnun, Kerem, Romeo, Tristan, bülbül, pervane adlarını nereden bilecek, onları aşk ile anacaktık!?.. Âşığın içini kavuran ateşten başka onu çevreleyen bir ateş de vardır. Sözgelimi sevgilinin yanağı ve dudağı ateş rengindedir. Zaten aşkının yakıcılığı buradan gelir. Üstelik aşığını büyülerken bu ateşleri kullanır, onunla büyüler, sihir ve tılsımıyla kendinden geçirir. Her büyünün içinde elbette ateş yer alır. Dahası, âşık sarhoştur, mesttir, kendinden geçmiştir. Zaten şarap da ateş rengi dolayısıyla ‘‘ateş-i seyyale’’ (akıcı ateş) olup aşığın elinin altında bulunur. Onun bağrında yanan ateş lale misali sonunda varlığına bir dağ vurur. Hani gelinciğin bağrındaki çiğ tanesine düşen yıldırım gibi. Divan şairine göre tasavvufi seyr ü sülûktaki ‘Hamdım, piştim, yandım!’’ teslisi gibi âşık da hamlığından ateşle kurtulur, pişer ve sonunda yanıp varlığını sevgili için feda eder. Burada da âşık severek büyük bir ışık kazanır ve o ışıkla parlar. Âşığın parlaması için evvela maşukun ateşini hissetmesi gerekir.

Pervâne şem’ini uyandıramaz

Başta sevda kalbde nâr olmayınca

Karacaoğlan

Bu, ‘‘Başta sevda, kalpte ateş olmayınca pervane mumunu yakamaz’’ demeye gelir. Biz onu tersinden ifade edelim: ‘‘Mumun başında ışık uyanabilmesi için onun uğrunda başını sevdaya, kalbini ateşe vermiş bir pervane gerektir.’’ Dört Güzeller/İskender Pala

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

5852gozler.jpg

 

Bir ömrün en müstesna aşk macerasını, kısa bir aralıkta gözlerini görüp de sevdiği bir güzel(lik) uğrunda harmanlayan, adını bile öğrenemeden dünyasına sökün edip gelen meveddetin hasrete dönüşen mutluluğunu, hüzün kılığında gelen sevincini veya firkat lezzetiyle hissedilen vuslatını bir hayal uğruna çoğaltan o eski zaman efendileri yok artık. Öte yandan, zamanımızın genç kız veya kadınları da uğruna şiirler yazılan, ömür boyu sultan itibarı gören, dillere destan aşklarla adları tarihe geçen nazenin ve zarif hanımefendiler olmaktan çok uzaklar. Peki, kimdir bu derinliğin kaybolmasından sorumlu? Erkekler mi, kadınlar mı?

 

Eski şairlerin anlattığı kadınlar, evet, itiraf ederiz ki birer hayalden ibaret idiler. Lakin o hayal kadınlar, ete kemiğe bürünmüş hemcinslerine yüksek bir itibar sağlıyorlardı. Erkekler daha yüz sene evvel gözünün renginden kadının saçlarını, serçe parmağından kolunu, topuklarına uzanan eteğinin bir savruluşundan endamını hayal ediyor, onu düşüncesiyle içinde çoğaltıyor, hayalhanesini binbir görüntüsüyle besliyor, zihnince ona fıstıki şallar giydirip soneler, gazeller eşliğinde pembe yaşmağını aheste aheste açmaya çalışıyordu. Yalnızca gözlerini gördüğü kadın (bunu tersinden söyleyelim; yalnızca gözlerini gösteren kadın) âşık ruhunda sonsuz bir ışıkla parlıyor ve her defasında farklı bir renk ve desen ile var oluyor, belki o hayallerle süslenerek ilahi bir varlık haline dönüyordu. Bu kadın artık tarihe karıştı. Şimdi her kadın, kendisini seven erkek karşısında "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular" diyen Attila İlhan'ın dizesindeki o gizemli karaktere sahip olmak istiyor, bunun için çırpınıyor ama bir türlü başaramıyor.

 

Bir zamanlar şiirle anlatabildiğimiz o mecazlara bürünmüş hayal kadınını, bugünün erkekleri artık akıllarıyla tartıp realist kâr hesabıyla çarpıyor, bölüyor, topluyor, çıkarıyor ve nihayet gözleriyle didik didik edip tüketiyor. Kulaklar kadın sesinin bin bir türlüsüyle kirlenmiş durumda; gözler müstehcen reklam görüntülerinin istilası altında. Realite, bırakınız sıradan insanları, şairleri bile o mecazlara akseden büyüleyici görüntülerden, o terennümsaz seslerden mahrum bıraktı. Servi salınışlı güzeller çağı kapandı, yere pat pat basan genç kızlar türedi. Bugün, sigaradan kalınlaşmış sesiyle kadın, sokakları ve caddeleri kaplayan hayat mücadelesi uğruna peçesini kaldırmış, metrolarda ve çarşılarda tüketim hırsıyla şirretleşmiş, hatta amfilere ve dersliklere taşan seviyesizliklere düşmüş, velhasıl vapuru, otobüsü, dolmuşu, taksiyi, treni, uçağı herkesle eşit şartlarda doldurmuş, baş tacı edilen konumunu yitirmiştir.

 

Kadın, artık hayale kafa tutan bir çıplaklıkla karşımızda. Bir yarışçı gibi; kendisiyle, sokakla, billboardlarla, kurulu düzenle, modayla, eğitim sistemiyle savaşmakta ve çırpınıp durmakta. Bir zamanlar mecaz tüllerini üzerinden kovar ve gerçekliğini teşhir ederken bunları göze aldığının farkında değildi. Şimdi mecazın aldatamadığı gözlere hitap etmek ve en ufak kusurunu bile binbir hile ile kapatmak zorunda. Maaşının yarısını kozmetiğe, kıyafete, lükse yatırmasının başka ne sebebi olabilir ki?!..

 

Günümüz şiirinin kadın ve aşk konusunda -eski şaire nispetle- sığlığı hiç şüphesiz kadının baştan ayağa hakikat kesilme isteğiyle de alakalıdır. Eski şairlerin hayallerindeki cömert sözleri bugünün kadını boşuna aramaktadır. Başörtüsü konusunda bile hemcinsinin gizli bir tel saçına tahammül gösteremeyen kadın, aslında bu hazin sonu kendi elleriyle hazırlamıştır. İştah açan bir yemek ne derece maddi ise kendini o derece maddi görme eğilimindeki kadın da erkek hayalhanelerini dolduran mecaza geçit vermemekte ısrarcı görünüyor. Kendi gerçekliğiyle o kadar meşgul ki cinsiyetini istismar edenlerle neredeyse işbirliği konumuna düşmekte. Bu da onun erkeklerden göreceği hürmeti, itibarı, alakayı ucuzlatmış, menfaate indirgemiş ve en son çare olarak bir erkeği maddesiyle büyüleme gayretine hapsedip bırakmıştır. Galiba mecaz, hakikatten intikam almaya başladı.

 

Ne diyordu Tevfik Fikret: "Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer".

 

[MECNUN'UN LEYLA'SI]

Mecnun ne vakit Leyla'nın izine rastlasa dayanamaz, koşmaya başlardı. Yüzünün rengi safrana döner bedenindeki tüyler baştan ayağa diken kesilirdi. Vücudunu bir titreme kaplardı. Birisi ona dedi ki;

 

Leyla yokken senden yiğidi yok şu alemde. Sahralardaki aslanlardan da dağlardaki vahşilerden de korkmuyorsun. Ama Leyla'nın adı anıldı mı söğüt gibi titremeye başlıyorsun.

 

Dertli Mecnun boynunu büktü,

 

- Bakın görün işte, aslanlardan korkmayan kişi aşk aslanının karşısında nasıl sinmiş, dize gelmiş, bekliyor. Aşkın kuvvetidir bu, âşıklar da onun ayakları altına düşmüş karıncalar.

 

[bERCESTE]

 

Annesinden Leyla'ya öğütler:

 

Temkîni cünûna kılma tebdîl

 

Kızsın, ucuz olma kadrini bil

 

Her sûrete aks gibi bakma

Her gördüğüne su gibi akma

 

Sâye gibi her yere yüz urma

 

Hiç kimse ile oturma durma

 

Fuzuli

İSKENDER PALA

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Külün İçinde Saklı Ateş

 

Küllenmiş her düşüncenin, her duygunun içinde iyi yahut kötü, acı yahut tatlı, neşeli yahut hüzünlü elbette bir kor sıcaklığı vardır ki, eşelendikçe alevi ortaya çıkar.

Bazen ısıtır bu alev, bazen yakar. Olumlu ya da olumsuz bütün hayaller, bütün idealler ve bütün arzular sonuca ulaşmadıkça, hedefini bulmadıkça elbette kül içinde saklanan kor gibi sıcak bekler. Küçük bir esinti, azıcık bir savrulma... Bir hatırlama... Küçük bir dokunuş... Hele içinizi bir yoklayın...

Zamanın hızlı akışı, feleğin hızla dönüşü içinde her şey bizim istediğimiz rengi göstermeyebilir, bizim istediğimiz biçimde tahakkuk etmeyebilir. Bağrımızı yırtmanın, yüreğimizi parelemenin, ciğerlerimizi kan doldurmanın faydası da yoktur üstelik. Bu bir ayrı sınav biçimidir. Tesellisi hep ertelenen bir sınav...

Çoğu insan kendisinin, asıl bulunması gereken yerde olmadığını hisseder. Aslında belki tam da bulunması gereken yerde olduğu için kabullenmek istemez. Çünkü küllenen hayallerine alevlenmeyi bekleyen nice korlar gömmüştür. Bedel ödemeden, yüreğini tutuşturmadan, kendini yakmadan gelinebilecek mertebelerin elbette bir seviyesi vardır; ve bir de yolları çile ile yürünmüş ve kabullenilmiş makamları... Bütün korların küller içinde gül gül olduğu makamlar... Hayret makamı, aşk makamı, sükûnet makamı, teslimiyet makamı...

İşinizde ve aşınızda, sevincinizde ve kıvancınızda, düşlerinizde ve görüşlerinizde tutuşmayı bekleyen korlar yurt tutmuşsa eğer, eskilerin düstur edindikleri şu beyti teselli babında vird edinmenizi tavsiye ederiz:

 

Ele girmezse eğer sevdiğimiz

Ne çâre, eldekini sevmeliyiz

 

Erdem, işte bu asaleti gösterebilmek, kazaya rıza ile cevap verebilmektir. Hele bir düşünün, buraya ağlamaya mı gelmiştik, gülmeye mi; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu?!..

 

İskender Pala

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Külün İçinde Saklı Ateş

 

Bir hatırlama... Küçük bir dokunuş... Hele içinizi bir yoklayın...

Zamanın hızlı akışı, feleğin hızla dönüşü içinde her şey bizim istediğimiz rengi göstermeyebilir, bizim istediğimiz biçimde tahakkuk etmeyebilir. Bağrımızı yırtmanın, yüreğimizi parelemenin, ciğerlerimizi kan doldurmanın faydası da yoktur üstelik. Bu bir ayrı sınav biçimidir. Tesellisi hep ertelenen bir sınav...

Bütün korların küller içinde gül gül olduğu makamlar... Hayret makamı, aşk makamı, sükûnet makamı, teslimiyet makamı...

İşinizde ve aşınızda, sevincinizde ve kıvancınızda, düşlerinizde ve görüşlerinizde tutuşmayı bekleyen korlar yurt tutmuşsa eğer, eskilerin düstur edindikleri şu beyti teselli babında vird edinmenizi tavsiye ederiz:

 

Ele girmezse eğer sevdiğimiz

Ne çâre, eldekini sevmeliyiz

 

Erdem, işte bu asaleti gösterebilmek, kazaya rıza ile cevap verebilmektir. Hele bir düşünün, buraya ağlamaya mı gelmiştik, gülmeye mi; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu?!..

 

İskender Pala

 

 

Enfes, -_-:clover:

Hangi birimiz bir çok şeyi bağrımıza basıp elimizde olanları mecburiyetten kabullenmemişizdir ki..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Enfes, -_-:clover:

Hangi birimiz bir çok şeyi bağrımıza basıp elimizde olanları mecburiyetten kabullenmemişizdir ki..

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 ay sonra...

SUYUN –elem HALİ: GÖZYAŞI

Bir alev halinde düştün elime

Hani ey gözyaşım akmayacaktın?

Orhan Seyfi Orhon

 

 

Hani Refref Süvarisi’nin sözüdür: ‘‘Hiçbir damla yoktur ki o, Allah katında O’nun korkusuyla dökülen gözyaşı damlasından veya Allah yolunda akıtılan kan damlasından daha makbul olsun.’’ Gözyaşına ne diyebilirim ki!.. Dizi dizi şiir desem haksızlık olur; tane tane inci desem yetersiz kalır. Akın akın yabanlara giden de, uzak uzak sevdaları yakın eden de odur çünkü… Sevgilinin geleceği yolları sulayıp süpürmek içindir o; sultanlar ayağına düşürmek içindir. Bütün boşluklarını o doldurur ömrümüzün… Söylenmedik sözler yerine o vardır yanımızda. Sevdaya dair yeminlerden sonra ve gülleri saran dikenlerden önce o vardır. Zamandan geriye düşmüş acılar için, manada biçimleri yitiren sancılar için; aynalarda eriyen sırlardan taşarak, ucu kıyamete çıkan asırları aşarak; gerçekten daha gerçek kelamlarda, ve Güzeller Güzeli’nden vuslat müjdeli selamlarda hep o vardır, hep o vardır… Bir gözyaşı, gül mevsiminde güle karşı akarsa aşk olur adı; sevgiyi damıtır en derin yerinden. Suçlardan sonra tenha gecelerde akarsa tövbedir tadı; gönülleri arıtır en kara kirinden. Bir gözyaşı, bir cevherdir, ateşten kaynayan. Özü sudur ama avuçta bir yalım, gönülde bir yangın olur. Bir ateştir aslında o, dumanı ah ile çıkan. Onun içindir ki yıkayarak yakar, yakarak yıkar. Arıtır ve eritir; temizler ve gizler… Fazilettir, diyettir… Bu yüzden denilir ki, gözyaşı yiğitler kârıdır ve civanmertler vakarıdır. Şaire unuttuğu mısrayı bir gözyaşı hatırlatır, şehrazat acılarını gözyaşıyla anlatır. Sancılı damarlarda ölümcül çılgınlıkları gözyaşıdır okuyan ve toplasanız gözyaşlarını âşıkların, dalgalı bir deniz olur. Gözyaşı ki, kişinin kendisiyle kavgasının sonunda akarsa tomur tomur mercandır; ve eğer pişmanlıklarla tartılırsa mübarek bir heyecandır. Ağlamayı ibadet sayan bir medeniyetin çocuklarıyız biz. Çünkü ağlamak Hakk’a tevazu göstermenin şiddet halidir. Üstelik tıbben de yararlıdır. En azından ülserin koruyucu hekimi sayılır. Ağlama esnasında gözyaşıyla birlikte salgılanan ‘‘lyzozyme’’ adlı maddenin vücuttan atılması sağlıklıymış. Aksi takdirde kanda kalırsa mideyi tahriş edermiş. Ve kadınlar sık ağladıkları için pek ülser olmazlarmış. Şaire kulak verelim yine:

 

Tohumu eken bilir

Gözyaşın döken bilir

Gül kadrin diken değil

Çileyi çeken bilir

 

 

Ve Karacaoğlan’ı analım o muhteşem dizesiyle:

 

Değirmenler döner çeşmim yaşından

 

Sonra da Asaf Halet’in ‘’He’’ trajedisine kulak kabartalım:

 

Vurma kazmayı, Ferhâaaad, He’nin iki gözü iki çeşme, Âaah (…)

 

Kasrında şîrîn de böyle ağlıyor, Ferhâaaad

 

İskender Pala

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.