Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

1980 darbesinde Muhsin Yazıcıoğlu ile aynı hücrede kalan


Efendi Türkler

Önerilen İletiler

Hücre arkadaşı onu anlattı!

‘Her yediğimiz dayaktan sonra suyumuzu paylaştık’

280320092302123464158.jpg

1980 darbesinde Muhsin Yazıcıoğlu ile aynı hücrede kalan Dev Yol liderlerinden Nasuh Mitap, Yazıcıoğlu’nun hayatını bu şekilde kaybetmesinden üzüldüğünü söyledi. Zıt kutuplarda mücadele veren Mitap ile Yazıcıoğlu, 2.5 metrekarelik bir hücreyi paylaşmıştı. Daha sonra Yazıcıoğlu, “Sokakları, şehirleri bölüşemeyenler 2.5 metrekareyi paylaştı” demişti. İşte Mitap da hücre günlerini şöyle anlattı: “Ben Devrimci Yol davasından yargılanıyordum. Mamak Askeri Cezaevi’nde Muhsin Yazıcıoğlu ile birkaç ay aynı hücrede kaldık. Bu hücrelerde konuşmak, gülmek ve hareket etmek bile yasaktı. Havalandırmaya çıktığımızda sağa sola bakamazdı kimse, konuşamazdı. Bu şartlar altında Muhsin Yazıcığolu ile 2,5 metre karelik bir hücreyi paylaştık. Cezaevi yönetimi bizi birbirimize eziyet edelim diye aynı hücreye koymuştu ama onların umduğu gibi şeyler olmadı. Günlerimiz kavgasız gürültüsüz geçirdik. Günde 3 sefer sayım adı altında ikimize de dayak atılıyordu. Askerler dayak attığında birbirimize yardım ediyorduk. Birbirimize su veriyorduk. Muhsin Bey büyük ihtimalle bizleri tanıdıkça bazı düşünceleri farklılaştı. Vatanı parçalayıp satacak insanlar olmadığımızı, orada o hücrede görünce anladı. Bu şekilde hayatının son bulmasından ötürü üzüldüm.”Tülay Şubatlı

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 51
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Umarim sn Yazicioglu Nasuh Mitad'in tahmin ettigi gibi devrimcilerin vatanhaini olmadigini, bilhassa vani gönülden sevdiklerini anlamistir. Aradan o kadar yillar gecmesine ragmen daha hala sayisiz insanlar devrimcileri vatanhainligiyle sucluyorlar ve gercekleri ya göremiyorlar yada kasitli sekilde manupule ediyorlar.

 

Devrimciler Türkiye'nin gercek savunucularidir. Onlari digerleriden ayiran nokta ise Türkiye'yi sevmek demek demenin ülkemizde yapilanlara kayitsiz sartsiz devamli dogru dememeleridir ve Türkiye'nin tüm insanlarini ayni sekilde kucaklamalardir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu kesimler sol görüşlü insanları 80 den sonraki dönemlerde de suçlu ilan etmeye devam ettiler. Düşmanca tavırları hiç bitmedi ve parçalıyıcı bir tutum sergilediler. Ben, bir şeylerden ders alındığını düşünemiyorum ne yazık ki.

Bu arada unutmamak gerekir ki Dink cinayetine alperen ocaklarının adı karışmıştır.

Tabi biz kimsenin ölmesini istemeyiz. Bu kazada ölenlerin yakınlarına başsağlığı ve sabır diliyorum.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şimdi ölümü ve ölüm biçimi gerçekten üzücü ve korkunçtu. Fakat bu Muhsun Yazıcıoğlu'nu ve partisini söylendiği gibi "sevgi pıtırcığı" yapmaya yetmiyor.

 

Maraş ve Balgat katliamların daki rolü, Hrant Dink suikastine karışan adamların neredeyse tamamını şahsen tanıması, aynı karede fotoğraflanmış olmas, bu kimselerin partisinin aktif üyeleri olmasıı. Daha sonra soyadını değiştirip Ökkeş Şendiller yapan, ve Maraş katliamının bir numaralı sanığı olan Ökkeş Kenger'i partisin de genelbaşkan yardımcısı yapması.

 

"Sevgi Pıtırcığı" imajıyla pek bağdaşmıyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Devrimciler Türkiye'nin gercek savunucularidir. Onlari digerleriden ayiran nokta ise Türkiye'yi sevmek demek demenin ülkemizde yapilanlara kayitsiz sartsiz devamli dogru dememeleridir ve Türkiye'nin tüm insanlarini ayni sekilde kucaklamalardir.

 

Şekil a'da görüldüğü gibimi?

Nedese diğer topiclerde devrimci olduğunu söyleyenlerle ciddi polemikler içerisindesiniz

sahi hangileriniz devrimci?

 

Bana göre nesli tükenmek üzere olan adam gibi adamdı..

“Ben namlusu milletime dönük tankı selamlamam"diyen adam..

 

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bir kez daha kime değer verileceğini açık bir şekilde göstermiştir.

Her ne kadar sandık başında çokda fazla tercih edilmeyen bir partide olsa Yazıoğlunun partisi,kazasından bugüne kadar gelişen olaylarda doğru insan adam gibi adam olmanın mükafatı kendisine verilmiştir..

Bunu daha net bir şekilde yarınki cenaze töreninde hep birlikte gözlemleyeceğiz..

 

"Bir saniyesine bile hakim olamadığınız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz. Allah’ın izniyle hayatım boyunca hep böyle gittim. ” Muhsin Yazıcıoğlu

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şekil a'da görüldüğü gibimi?

Nedese diğer topiclerde devrimci olduğunu söyleyenlerle ciddi polemikler içerisindesiniz

sahi hangileriniz devrimci?

 

 

insanlar birbirlerini eleştirirler. bu insana özgü bir davranıştır. ben dünyahepimizin'i eleştiririm. dünyahepimizin beni eleştirir. "ELEŞTİRMEK"; çok zor değil dostum "ELEŞTİRMEK". karışık da değil.

 

Ama ben dünyahepimizin'i öldürmeyi düşünmüyorum. Dünyahepimizin de beni öldürmeyi düşünmüyordur sanırım. "İNSAN ÖLDÜRMEMEK"; çok zor değil dostum İNSAN ÖLDÜRMEMEK". karışık da değil.

 

Mesela maviolmayangökyüzü'nün bir çok fikrine katılmıyorum. Ama kendisi çok değerli biridir. Çok da severim ve her yazdığını okumaya gayretederim. "İNSANLARA DEĞER VERMEK" ..Çok zor değil dostum... Denemeye değer.

 

Sahi, hepimiz devrimciyiz!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

insanlar birbirlerini eleştirirler. bu insana özgü bir davranıştır. ben dünyahepimizin'i eleştiririm. dünyahepimizin beni eleştirir. "ELEŞTİRMEK"; çok zor değil dostum "ELEŞTİRMEK". karışık da değil.

 

Ama ben dünyahepimizin'i öldürmeyi düşünmüyorum. Dünyahepimizin de beni öldürmeyi düşünmüyordur sanırım. "İNSAN ÖLDÜRMEMEK"; çok zor değil dostum İNSAN ÖLDÜRMEMEK". karışık da değil.

 

Mesela maviolmayangökyüzü'nün bir çok fikrine katılmıyorum. Ama kendisi çok değerli biridir. Çok da severim ve her yazdığını okumaya gayretederim. "İNSANLARA DEĞER VERMEK" ..Çok zor değil dostum... Denemeye değer.

 

Sahi, hepimiz devrimciyiz!

 

:flowers:

 

Sana katılıyorum ve artı birde saygıyla ilgili diye düşünüyorum ;) Bende bu formda birçok kişiyle aynı fikirde değilim ama saygı duyuyorum, yazdıklarını okuyorum cevaplar verebiliyorum.

 

Eleştirebilmek için önce bence saygıyı da bilmek gerek, yoksa saldırılar ağır olabilir ;)

 

Herkesin aynı fikirde olabilmesi mümkün değil....

 

Devrimciyiz :islik:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

:flowers:

 

Sana katılıyorum ve artı birde saygıyla ilgili diye düşünüyorum ;) Bende bu formda birçok kişiyle aynı fikirde değilim ama saygı duyuyorum, yazdıklarını okuyorum cevaplar verebiliyorum.

 

Eleştirebilmek için önce bence saygıyı da bilmek gerek, yoksa saldırılar ağır olabilir ;)

 

Herkesin aynı fikirde olabilmesi mümkün değil....

 

Devrimciyiz :islik:

 

:clover::clover::clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Öldürmeyi senden benden iyi bilenleri adam sınıfına alıp demokrasiden ve devrimlerden bahsetmek ne kadar da çiğ duruyor.

İşine geldiğinde "öldürmeyeceksin" diyen çakma padişahları alkışlamaktan elleri patlar, işine gelmediğinde aynı işi yapanları "adam" sınıfına koyar.

Senin demokrasin bu kadar işte. Devrim mi? Devrimcilik mi? Güldürmeyin.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ve Muhsin Yazıcıoğlu...

 

Ebu Cehil devrinin eylül uzantısında bir gece ânsızın isyanlı sükût işitilmişti: “Katlimize ferman verenler utansın!”

Medrese-i Yusufiye mezunu, kayıp kuşaktandı o da.

Ötelerden bir mektup gelmişti: “Ben seni bu çağda hiç düşünmedim zaten. Hep ötelere söyledim durmadan türkülerimi.”

Üşüyen bedeni işkencehanelerden geçti...

“Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını gediğine koymayı” ülkü edinenlerdendi. Çağın çilesini sırtına saran beşinci mevsim yolcularındandı. “Kavgamız vurguncu düzenedir” diyenlerdendi.

Sonra, çok sonra; birbirini halen daha öteleyenlere ve ötekileştirenlere rağmen, şöyle demişti:

 

“Birbirimizi mahallelere sığdıramadık, okullara sığdıramadık, köylere sığdıramadık, Türkiye’ye sığdırmadık.

 

Birimizi Moskova’ya gönderdik, birini başka yere. Hep kahrolsun dedik. Sonunda iki buçuk metrekare hücreleri paylaştık.”

 

Yazıcıoğlu, diğergâm kuşağın son mağlûplarındandı. Fakat galibini taklit etmeyen bir mağlûptu.

Kimisi için başkan, kimisi için reis, kimisi için ağbi, kimisi için “Bizim Muhsin” di. Lâkin her şeyden evvel insandı.

Bilhassa mütedeyyin cenah tarafından sevilmesi ve saygı duyulması, sandıklara rey olarak sirayet etmese de; çokluk-azlık bahsinde şu düsturu şiar edinmişti:

“Mandacı olmaktansa, marjinal olarak tanımlanmayı tercih ediyorum.”

Yerli idi. Onu, diğerlerinden ayıran en mühim şey, bir medeniyet tasavvurundan süzülen cihanşümul bir idrake sahip olmasıydı.

Türk’ün İslâm ülküsüne müdavimdi.

Köhnemiş sistemin kapıkullarınca, gün geldi “dinci” şucu bucu diye aşağılandı. Çünkü fincancı katırlarını ürkütüyordu.

Her daim Türk ve İslâm coğrafyasının, mazlum ve mağdur halkların derdini dert edindi. Reel şartlar denilen ucube şeye mahkûm olmadı! Belki de bu sebeple, “aşırı” geliyordu bazılarına. “Ötelerden habersiz” değildi çünkü.

Bir nizam özlüyordu!

 

Devlet adına milleti ezen, jakoben, şovenist, tepeden inmeci, kökü dışarıda bir posa milliyetçiliğini benimsemedi.

 

Keza İslâm’ın müsaade ettiği nisbette bir mensûbiyet duygusu güdüyordu milletine. Kendisi için istediğini, başkası için de isteyen bir milliyetçilik anlayışıydı bu. Türkiye’yi bir ebruya benzetiyordu: Renkleri birbirine karışmış bir ebru’ya...

Son katıldığı miting esnasında, “Allah, ülkemizin birliğini ve beraberliğini bozmasın” demişti.

Ve Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte beş kişinin içinde bulunduğu helikopterin Kahramanmaraş’ta düştüğü iletildi ajanslardan. Müthiş bir bilgi kirliliği istilâ etmeye başlamıştı dimağları. Bu ülkenin ayıp kontenjanına bir yenisi daha eklenmişti! Zira kazazede muhabirle, dakikalarca sürecek olan irtibat sağlanmıştı:

“Hanımefendi hâlâ bulamadınız mı yerimizi? Burada donacağız, diğer insanlar öldü herhalde. Yerimizi ne zaman tespit edeceksiniz hanımefendi?”

Çağ, çokça övünülen teknoloji çağıydı güya!

Biri şöyle yazmıştı bir kâğıda: “Üşüyoruz reis.”

Upuzun bekleyişin ardından “bir grup köylü” tarafından bulundular.

Malûm son hepimizi bir gün bir yerlerde bekliyordu esasında:

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya Suresi / 35)

Kılıçların gölgesi altında buluşmak

dileğiyle...

 

 

 

AFŞİN SELİM...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu kesimler sol görüşlü insanları 80 den sonraki dönemlerde de suçlu ilan etmeye devam ettiler. Düşmanca tavırları hiç bitmedi ve parçalıyıcı bir tutum sergilediler. Ben, bir şeylerden ders alındığını düşünemiyorum ne yazık ki.

Bu arada unutmamak gerekir ki Dink cinayetine alperen ocaklarının adı karışmıştır.

Tabi biz kimsenin ölmesini istemeyiz. Bu kazada ölenlerin yakınlarına başsağlığı ve sabır diliyorum.

 

Sn rua ;Bu kazadan sonra bir çok yerde karalama kampanyaları başlatılmıştır bu durumda'da ağzı olan konuşuyor,bilende konuşuyor bilmeyende.

Her zaman söylediğim gibi, insanlarımız kör ideolojinin saplantısından çıkamıyor bir türlü.

 

Elinde hiç bir belge olmadan bilgi sahibi olduğunu sanıyor.

Yok efendim Maraş cinayetini işlemiş,madımak otelini yaktırmış! neye dayanarak söylüyorsun? ...gazetelerde,mahkeme tutanaklarında adı geçmiş !.

 

Hrand dink cinayetini işleyenlerden birİde BBP üyesiymiş.

Bunu biliyor fakat o şahsın daha öncesinden partiden ihraç edildiğini bilmiyor !

 

Siyasi Olaylar sırasında sadece solcuların canı yandı , sadece solcular Öldü sadece solcu masum sevgi pıtırcıkLarı idam edildi ,sağcılara hiçbir şey olmadı !

 

olaylara tek taraflı bakmaya devam edin. Alevi katliamlarının sorumlusu olan ve ergenkondan yargılananların ifadelerini görmezden gelerek ve onları oynatan gizli servisleri göremeyip hala oyuna geliyorsunuz.

Nasıl bir düşünce(sizliktir) anlaşılır gibi değil.

 

Bu söylenenlerin delini gösterbilecekmisiniz?mışları mişleri yazarak insanları yanlış bilgi vermeyin ve vatanına milletine büyüyük bedeller ödemiş insanın arkasından konuşmayın...varsa belgeniz koyun ortaya..mışlarla mişlerle değil.

 

Devlet Muhsin yazıcıoğlunu kullanmış deniliyor,o nedenledir ki, MUHSİN YAZICIOĞLU 5 yılı hücrede olmak üzere 7.5 yıl tutuklu olarak yargılanmış ve yüzünde sigaralar söndürülerek çeşitli işkencelere maruz kalmış.

 

Hadi biz burada yalan söylüyoruz ya sizlerin(lider sayanlar için) dev-yol lideriniz Nasuh Mitap'da

bunu söylüyor odamı yalan söylüyor.

 

Önce bu kör idelojinin etkisinden kurtulalım.elimizi vicdanımıza koyalım ve her iki tarafında gerçeüini ve yanlışını görelim.Nasıl ouna geldiğimizi Rahmetli yazıcı oğlu ile Nasuh Mitap örneğinden görelim ve bu iki uç insanların söylediklerinden birşeyler anlayalım.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şimdi ölümü ve ölüm biçimi gerçekten üzücü ve korkunçtu. Fakat bu Muhsun Yazıcıoğlu'nu ve partisini söylendiği gibi "sevgi pıtırcığı" yapmaya yetmiyor.

 

Maraş ve Balgat katliamların daki rolü, Hrant Dink suikastine karışan adamların neredeyse tamamını şahsen tanıması, aynı karede fotoğraflanmış olmas, bu kimselerin partisinin aktif üyeleri olmasıı. Daha sonra soyadını değiştirip Ökkeş Şendiller yapan, ve Maraş katliamının bir numaralı sanığı olan Ökkeş Kenger'i partisin de genelbaşkan yardımcısı yapması.

 

"Sevgi Pıtırcığı" imajıyla pek bağdaşmıyor.

Sn cyrano neye dayanarak maraş balgat ve hrand dink katliamını bu insanla bağdaştırıyorsunuz?dayanağınız ne? sol sanalın yorumlarımı yoksa mılar mişlermi?

 

Meydanı boş bulunca herkes birşeyler anlatmaya çalışıyor ama ne belge var ne kanıt....idda ise adı geçmiş,böyle söylenmiş vs !

 

Sizki onca konuları araştıran her konuda bilgisi olan birisiniz ! aşağda yazdığım konuyu hiçmi duymadınız hiçmi görmediz...yoksa işinizemi gelmedide görmezden duymazdan geliyorsunuz.

 

Maraş olaylarında yine Bülent Ecevit başbakan’dı.

 

Olaydan sonra CHP’nin iç işleri bakanı İrfan Özaydınlı(Emekli orgeneral) yaptığı açıklamada olayların sebebinin –sol örgütler- olduğunu söylemiş, partisinden büyük tepki almıştı.

 

Sonrasında da İç işleri bakanlığından istifade etmek zorunda bırakılmış, yerine sansasyonel davaların adamı Hasan Fehmi Güneş getirilmişti.

 

Hâlbuki bugünün PKK’sı neyse dünün DEV-SOL’u, TİKKO’su, THKO’su, DHKP-C’si, de odur.

 

İrfan Özaydınlı’dan sonra iç işleri bakanlığına atanan Hasan Fehmi Güneş çok uğraşmasına, elindeki imkânları sonuna kadar kullanmasına rağmen, olayı Ülkücü-Milliyetçi kesimle irtibatlandıracak tek bir belge çıkaramamıştır.

 

Aksine Adana Synt. Mahkemelerinde yapılan yargılamalarda olayın Ermeni Garbis Altınoğlu’nun örgütü Devrimci halkın birliği ile öteki sol örgütlerin tezgâhladığı mahkeme kararlarıyla kesinleşmiştir.

 

Adana 1 nolu askeri mahkemesinin 1984/208 K.sayılı kararında hem çiçek sinemasının bombalanmasının hem de iki solcu öğretmenin öldürülmesinin devrimci savaş örgütü tarafından icra edildiği ortaya çıkmıştır.

 

 

Aynı olaylardan Halkın Kurtuluşu örgütü 1984/150,PKK ise 1986/104 sayılı kararla mahkûm edilmişlerdir.

 

 

Maraş olaylarında suçu sabit görülerek hüküm giyen tek bir ülkücü veya daha genel bir ifadeyle tek bir sağcı yoktur.

 

Ancak medya militanlarının çarpıtması ile olay ülkücü-milliyetçi kesimlerin üzerine yıkılmıştır.

 

Ortada kapı gibi mahkeme kararları dururken 30 yıl sonra Maraş olayları aydınlansın demek, bu mahkeme kararlarını yok sayın, 30–40 yıldır bu ülkenin kanını emenleri aklayıp, başkalarını mahkûm edin demektir.

 

Elbette hiçbir olay gizli kalmamalı, hiçbir insanımızın kanı heder edilmemelidir.

 

Örgütlerin kim bilir hangi derin güçlerle iş birliği yaparak, Aleviliği kullanmak isteyenlerin fideliği haline getirmek için yaptıkları bu çirkin olay, aydınlatılmalı, ama bu olayı Muhsin Yazıcıoğlu'nun öldüğü gün provokasyon yapılmaya çalışılması üzüntü verici ve vicdana danışılması gereken bir konudur.

 

Şimdi Sn cyrano bu ülkede ne katliamlar, ne ölümler oldu ve oluyor... Sizce bunlar bir tesadüf mü yoksa düşmanlarımız tarafından belirlenen stratejini ürünü mü??

 

Siz değerli araştırmacı her konuda bilgisi olan ! cyrano ABD de 1949 yılında 100 yıllık bir zamanı planlayan Stratejiyi araştırmanızı rica ediyorum..

 

Amerikanın Strateji Plan Toplantısı..fakat toplantıda İngiltere ve İsrailli develt yetkilileri bulunuyor??

 

Ve her devlet için ayrı ayrı planlar yapılıyor.. Bınlardan en önemliside Türkiye.

 

Diğer araştırmalarınızıda bizimle paylaşırsanız aydınlanmış oluruz.

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şekil a'da görüldüğü gibimi?

Nedese diğer topiclerde devrimci olduğunu söyleyenlerle ciddi polemikler içerisindesiniz

sahi hangileriniz devrimci?

Sn suheda, devrimci görüse sahip olmak ve o durusu göstermek demek herkesle her konuda aynin görüste olacagiz anlamina gelmez. Devrimcilik bir evrenselliktir. Ülkemizin özel sorunlari var ve bu konulara bakis acisindan cok yönlü olarak tartismak ve görüs bildirmek kadar ne iyi olabilirki. Yoksa sizin icin devrimcilik bazi milliyetci gecinenlerin ´devletin hatalari karsisindaki durusu gibi teslimiyetcimi olmak acaba?

 

Evet burada bazi kendilerini demokrat tanimlyayan arkadaslarla fikir ayriliklarimiz var, ama asla onlarla tartisirken birbirimizi yok etmek gibi bir amacimiz yok, tehdit hic yok.

 

Tekrar söylüyorum, ülkemize sorunlari asabilmek ve önümüzü acabilmek icin devrimci görüslere ve siyasete ihtiyac var. Onlarin disindaki görüslere sahip olan siyaset zaten yillardan beri ülkeyi yönetmekteler ve su anki durumuyla geldigimiz nokta hicte icler acici degil. Kendileri iktidardayken yapmis olduklari yanlis politikalar sonucu ülkemizi seriat tehdidiyle bas basa getirdiler ve simdide kalkmislar AKP'den yakiniyorlar. Ülkeyi düzgün yönetseydinizde AKP'nin önünü acmasaydiniz. Her dönem imamhatip okullari acmakta ve imamhatip ögrencilerini üniversite devletin yüksek mertebeli makamlarini kapilarini acmakta yarisa gittiniz. Atatürkcülükten bahserken seriatcilik ve dincilik yaptiklarini herhalde unuttunuz.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tarih, 9 Ekim 1978. Saat:20:00

"Erzurumda tanışan Haluk Kırcı ile hem Emek Bölgesi'nin sorumlusu hem de MHP Ankara İl İkinci Başkanı olan Mahmut Korkmaz'ın, kaldıkları Bahçelievler 17. Sokak'taki bir apartmanın bodrum katında, "ülküdaş" misafirleri vardı: "Büyük Reis" Abdullah Çatlı, Bahçelievler Bölge Sorumlusu Ahmet Ercüment Gedikli ve Kürşat Poyraz.

Daha önce hazırlanan plan, tekrar gözden geçirildi. Durumdan iyice emin olmak için, "İdi Amin" kod isimli Haluk Kırcı, Bahçelievler, 15. Sokak, 56/2 adresine tekrar gönderildi.

Haluk Kırcı, eve gidip kapıyı dinledi. Sonra koşa koşa, arkadaşlarının bulunduğu kendi evine döndü: "İçeriden iki-üç kişinin sesi geliyor" dedi.

Eylemi o akşam yapmaya karar verdiler. Ercüment Gedikli, takviye güç için Dadaş Kahvesi'ne gidip, daha önce yapacakları bu eylemle ilgili olarak bilgi toplayan Ömer Özcan ve Duran Demirkan'ı buldu: "Hareket bu akşam yapılacak, kalkın, benimle gelin."

Saat 22:00

Bahçelievler, 15. Sokak'taki 56 No'lu apartmanın üçyüz metre sağında, trafonun yanında gözcü olarak Duran Demirkan bırakıldı. Apartmanın bir köşesinde ise Ömer Özcan gözcülük yapacaktı. 16. Sokak'a giren küçük caddenin başındaki otomobilin içinde, Abdullah Çatlı vardı.

Plana göre, içeriye dört kişi girecekti: Haluk Kırcı, Ercüment Gedikli, Mahmut Korkmaz, Kürşat Poyraz.

Bu dört kişi, ürkek adımlarla 56 No'lu apartmana girdiler. 2 Numaralı dairenin önüne gelince, bellerindeki silahları çıkardılar. Ercüment Gedikli, kapıyı zorladı, açamadı. Zile bastılar.

Kapının açılmasıyla birlikte eve daldılar.

İçeride, Türkiye İşçi Partisi üyesi beş öğrenci vardı:

ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisi, 23 yaşındaki Serdar Alten..

Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi öğrencisi, 26 yaşındaki Hürcan Gürses.

Ankara İktisadi Ticari Bilimler Akademisi Gazetecilik Bölümü öğrencisi, 23 yaşındaki Efraim Ezgin.

Hacettepe Üniversitesi İstatistik Bölümü öğrencisi, 20 yaşındaki Osman Nuri Uzunlar.

Aynı okuldan, 20 yaşındaki Latif Can.

Televizyon seyretmekte olan öğrenciler, elleri silahlı dört kişiyi görünce şoke oldular.

Saldırganlar da şaşırdı. Evde beş kişi olmasını beklemiyorlardı. Bildikleri, en fazla üç kişi olduğuydu.

Hemen hemen aynı yaşlardaki saldırganlar, evdekilerin ellerini arkadan bağlayıp, yüzükoyun yere yatırdılar. Odaları dolaşıp arama yaptılar. Haluk Kırcı, "Böyle devrimcilik mi olur, evde bir silah dahi yok," dedi.

Evde silah yoktu. Saldırganların evde bulabildikleri, Genç Öncü, Çark Başak ve Yürüyüş adlı dergilerdi. Ve başta Aziz Nesin olmak üzere, bazı ünlü yazarların kitapları...

Saldırganlar, evdekilerin sayılarının fazla olması nedeniyle aralarında biraz tartıştılar. Bir de arabada bekleyen Reis'e danışmaya karar verdiler. Kürşat Poyraz ve Ercüment Gedikli, dışarıya çıkıp durumu anlattılar.

Abdullah Çatlı, Kürşat Poyraz'ı yanına alarak: "Ben şimdi geliyorum, beni bekleyin" dedi. Çatlı ve Poyraz otomobille hareket edince, Ercüment gözcülerin yanına gidip onları uyardı: "Aman dikkat edin, sinek uçsa bize haber verin."

Kısa bir zaman geçti.

Reis Çatlı, gittiği yerden döndü. Onlara bir şişe eter ve pamuk getirmişti. Kürşat Poyraz ve Ercüment Gedikli, eteri ve pamuğu alıp eve girdiler.

Yere yatan beş gencin yüzüne sırasıyla, etere batırılmış pamuğu bastırdılar.

Tam o sırada, kapı kısa aralıklarla üç kez vuruldu. Saldırganlar telaşlandılar, kim olabilirdi gecenin bu saatinde?

Kapıyı açtılar. İki kişi daha gelmişti. Türkiye İşçi Partisi Üyesi Faruk Erzan ve Salih Gevence. Evde bulunanların sayısı, bir anda, 7'si TİP'li gençler olmak üzere, 11 kişi olmuştu. Tekrar Reisleri Çatlı'ya koştular, durumu haber verdiler.

Çatlı, 'soğukkanlılığını' kaybetmedi. Emrini verdi: "Sonradan gelen iki kişiyi alıp otomobile getirin."

Kürşat Poyraz ve Haluk Kırcı, Salih Gevence ile Faruk Ferzan'ı, Çatlı'nın otomobiline getirdiler.

Kürşat Poyraz otomobilin önüne, Çatlı'nın yanına, Haluk Kırcı ve tabanca tehdidi altındaki iki TİP'li genç, arka koltuğa oturdular. Araba, Bahçelievler'den çıkıp süratle İstanbul-Eskişehir yoluna yöneldi.

10 dakika sonra, Balmumcu yolunun 13. kilometresine vardılar. Otomobil durdu. Abdullah Çatlı, aracın motorunu çalışır durumda tutarken, farlarını söndürdü.

İki TİP'li genç, Haluk Kırcı ve Kürşat Poyraz tarafından, yol kenarındaki tarlanın içine doğru 600 metre götürüldü.

24 yaşındaki Faruk Erzan'ın kafasına üç, 26 yaşındaki Salih Gevence'nin kafasına da üç kurşun sıktılar.

Otomobil aynı hızla yine Bahçelievler'in 15. Sokağı'na döndü. Haluk Kırcı ve Kürşat Poyraz, arabadan inip eve girdiler. Evde bulunan Ercüment Gedikli ve Mahmut Korkmaz, beş TİP'li genci eterle bayıltmıştı. Aslında Çatlı'nın yolda yaptığı plan değişikliğine göre, evdeki "esirler", ikişer üçer otomobile bindirilip Eskişehir yoluna götürülecekti.

Bu arada Serdar Alten'in yarı uyanık olduğunu gördüler, kollarına girip otomobile götürdüler.

Reis, "Hemen geri götürün, biraz önce buradan ekip arabası geçti. Belki Eskişehir yolundaki cesetleri bulmuşlardır. İşi siz, evde bitirin." emrini verdi. Serdar Alten, eve geri götürüldü.

Saldırganlar, beş genci nasıl yok edeceklerini tartıştılar. Haluk Kırcı, "Ben iple boğarım" dedi. Bu teklife, arkadaşları bile şaşırdı. "Sahi yapabilir misin?"

Haluk Kırcı; "Denerim" dedikten sonra; içeri girip, telden yapılmış bir askı getirdi.

Osman Nuri Uzunlar'ı, sürükleyerek mutfağa götürdü. Telle boğazını sıktı. Ancak telle boğamayacağını anladıktan sonra, gidip banyodan bir havlu aldı. 20 yaşındaki Uzunlar'ın yüzüne havluyu bastırdı.

Dakikalar geçti. Osman Nuri Uzunlar, havlunun altında can çekişiyordu.

Üniversite öğrencisi Uzunlar'ın öldürülmesi epey zaman aldı. Bunun üzerine Haluk Kırcı ülkücü akadaşlarına dönüp; "Bu böyle olmayacak, siz evden çıkın, ben hepsinin kafasına sıkıp çıkarım," dedi. Eskişehir yolunda kullandığı silahı Kürşat Poyraz ile değiştirip, ondan mermi dolu 14'lü tabancayı aldı.

Ercüment Gedikli, Kürşat Poyraz, Mahmut Korkmaz dışarı çıktılar. Ercüment Gedikli, gözcülük yapan Ömer Özcan ve Duran Demirkıran'a, "görevlerinin" bittiğini bildirdi. Sonra Çatlı ile otomobilde bekleyen Kürşat Poyraz ve Mahmut Korkmaz'la birlikte, 15. Sokak'tan hızla uzaklaştılar.

Evin içi...

Haluk Kırcı, otomobilin sesini duyar duymaz, silahını, elleri arkadan bağlanmış olarak yerde yatan dört gencin üzerine boşalttı...

Serdar Alten'in mide ve bağırsaklarını üç kurşun;

Hürcan Gürses'in kalp ve böbreğini üç kurşun;

Efraim Ezgin'in başını dört kurşun;

Latif Can'ın akciğerini iki kurşun parçaladı.

Tabancasındaki kurşunları bitiren "İdi Amin" lakaplı Haluk Kırcı, evden koşarak uzaklaştı.

56 Numaralı apartmanın tam karşısında oturan polis memuru Tuncay Özkul, silah seslerini duyarak balkona çıktı. İnce uzun boylu bir şahsın hızla karşı apartmandan koşarak çıktığını gördü. Ev arkadaşı komiser Seyfi Eroğlu'nu uyandırdı. Silahlarını alıp karşı apartmana girdiler. 2 Numaralı daireden 'imdat' sesi geliyordu. Kapıyı kırıp içeriye girdiler.

Manzara karşısında dehşete kapıldılar.

Dört genç kanlar içindeydi. Bir diğerinin başında havlu vardı.

Gençlerden biri, Serdar Alten, ölmemişti...

Serdar Alten su istedi. Şoktaydı. O haliyle, kendilerine saldıranların dört kişi olduğunu söyleyebildi ve tarif etmeye başladı: "Kaçanlardan ikisi esmer, ikisi sarışındı. Bize ateş eden ise, kıvırcık saçlı, esmer bir çocuktu."

Serdar Alten, Hacettepe Hastenesi'ne kaldırıldı.

O, hastanede yaşam kavgası verirken, Haluk Kırcı aynı semtteki öğrenci evlerine gelmiş, yatağına girmişti bile...

Sabah erken saatte Abdullah Çatlı'nın Cebeci Talatpaşa Bulvarı'ndaki 154/9 numaralı evine gitti. Silahı, "Reis'ine teslim etti.

Çatlı ve Kırcı, hiçbirşey olmamış gibi, kahvaltı yapıp sohbet ettiler. Radyodan öğle haberlerini dinlediler. 6 kişinin öldüğünü, ancak bir kişinin yaşadığını öğrenince, telaşlandılar. Çatlı Nevşehir'e, Kırcı Erzurum'a gitti.

Serdar Alten, hastanede ağır yaralı haliyle, Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Mehmet Bağış ile Emniyet 2. Şube Müdürü Tahsin Gündal'a ifade verdi:

"Eve dört kişi girdi. Birinci şahış sarışın, uzun boylu , kot pantolon giymişti. İkinci şahıs, esmer, geniş kafalı, orta boylu, kısa saçlı. Üçüncü şahıs, genç kıvırcık saçlı, 16 veya 18 yaşında. Dördüncü şahıs hakkında fazla bilgim yok."

Çok acı çektiğini, daha fazla konuşamayacağını belirten Serdar Alten, "Bizi faşistler vurdu, biz ilerici gençlerdik. Bu nedenle bizi faşistler vurdu" deyip, tam ameliyata girerken, hatırladığı bir bilgiyi de söyledi.

"Beni zorla dışarı çıkardılar. Büyük mavi renkli bir otomobilin yanına götürdüler."

Otomobilde bulunan şahsın orta boylu, 23 yaşlarında biri olduğunu ve diğerlerinin kendisine "Reis" diye hitap ettiğini söyleyebildi ve ekledi: "Otomobilin plakası 34 PD, numarasını görmedim."

Serdar Alten 8 gün ölümle pençeleşti. 17 Ekim 1978'de saat 11.30'da, daha bıyıkları bile yeni terlemeye başlamışken, yaşama veda etti.

Polisler, 34 PD numaralı bir otomobil bulamamışlardı.

Ama tesadüfi iki olay, katliamın sanıklarını ortaya çıkardı.

Birincisi, polise gelen bir ihbardı:

"Nevşehir Avanos yolu üzerinde Kozaklı Benzin İstasyonu üzerinde metalik mavi renkli Amerikan tipi büyük bir otomobilin plakasının şehirleri belirleyen numarası önünden kartona yazılmış 34 numarası çıkarıldı. Aracın, 34 numaralı karton çıkarılmadan önce, plaka numarası 34 PD 137 iken, çıkarıldıktan sonra altından 06 PD 137 numarası çıktı."

Polis, bu kez 06 PD 137 numarayı araştırdı.

Plaka, Ülkücü Gençler Derneği eski 2. Başkanı Mustafa Mit üzerine kayıtlıydı.

Mustafa Mit, yakalanıp gözatına alındı. O tarihte Ülkü Ocakları Başkan Yardımcılarından olan Mustafa Mit'in, Deniz Hakim Yarbay Enis Tunga'ya verdiği bilgiler, mahkemenin hazırlık soruşturması tutanağına şöyle geçti:

"1976 yılında Ülkü Ocakları Derneği'nde yaklaşık 4-5 ay kadar süreyle ikinci başkanlık yapmıştım, Bu dönemde bizim derneğin başkanı olan Selahattin Sarı bana yaklaşık 130 bin lira vererek, "Teşkilatı dolaşın, bakın, uygun bir araba alın" dedi. Şoför Ali Şerit'le birlikte, arabalardan iyi anladığı için, galerileri dolaştık.

Metalik mavi renkte, 74 model malibu klasik model bir araba beğendik. Bu sırada arabanın plakası üzerindeydi. Plakası 06 PD 137 idi. Görevde bulunduğum süre içerisinde araba Ali Şerit tarafından kullanıldı. Ben görevden ayrıldıktan sonra otomobil Muhsin Yazıcıoğlu ve Abdullah Çatlı tasarrufundaydı. Otomobilin Bahçelievler Olayı'nda kullanıldığnı öğrendiğimde, kendimi kurtarmak için olayı araştırdım. Olay günü, olan 9 Ekim 1978'de aracın, yanı 06 PD 137 metalik mavi renkli Chevrolet Malibu'nun, Abdullah Çatlı'da olduğunu öğrendim."

Ülkücü hareketin önemli isimlerinden Mustafa Mit, Cebeci'deki Acıbadem 51 Çayevi'nde Şevkat Çetin ile yaptıkları bir sohbetti de şöyle anlatır.

"Bahçelievler'de yedi kişinin öldürülmesi olayında teşkilatın katkısı olabileceği ni tahmin ediyordum. Şevkat'e bu soruyu sorduğumda, bizim Çatlı'nın işleri diye bana söylemşti."

Abdullah Çatlı, 8 Kasım 1978 tarihinde Adapazarı'nda gözaltına alındığında, otomobilin o tarihte cezaevinden tahliye edilen Muhsin Yazıcıoğlu'nu Sivas'tan alıp getirmek üzere oraya gönderildiğini söyledi. İfadesi doğru kabul edildi. Çatlı, Ankara Emniyeti'ne değil, İstanbul Emniyeti'ne teslim edildi. Ve kısa bir süre sonra da, Gayrettepe 'den serbest bırakıldı.

Oysa, 06 PD 137 plakalı otomobili Sivas'a götüren Selahattin Sarı ifadesinde, 9 Ekim 1978 tarihinde Sivas'tan Ankara'ya döndüklerini ve aracın anahtarını ÜGD Genel Merkezi'ne bıraktığını söylemişti.

İkinci tesadüfi olay ise çok ilginçtir:

Bahçelievler Katliamı'ndan iki ay sonra bir ahbap toplantısında, Semiha Üstündağ adlı bir hanım, katliamdan iki gün önce, Bahçelievler Pazarı'na birşeyler almak için giderken, 3. Cadde ile 16. Sokağın birleştiği yerde, biri orta boylu, kestane renkli aşağı sarkık bıyıklı, diğeri ise zayıf, sarışın, uzunca boylu iki kişinin konuşmasına tanık olduğunu söyler. Elinde zincir ve tesbih bulunan bir kişinin, diğerine, "tamam mı" diye sorduğunu, diğerinin de "tamam, 5-6-2" dediğini duyduğunu, Bahçelievler Katliamı'nın 56/2 numarada olduğunu gazeteden okuyunca, aklına bu ilginç olayın geldiğini söyler.

İşte bu ahbap toplantısında bulunan polis memuru Recep Oktay, duyduklarını meslektaşı Selami Ünal'a, o da komiser Dürüst Oktay'a anlatır.

Tanıma uyan kişinin Bahçelievler'in tanınmışı Duran Demirkıran olduğu ortaya çıkar. Demirkıran, 18 Aralık 1978 günü gözaltına alınır.

Ve Bahçelievler Katliamı, faili meçhul olmaktan kurtulur.

Olayda kullanılan eterin, Numune Hastanesi eczanesinde görevli biri tarafından İbrahim Çiftçi'nin emriyle çalınmış olduğu ise, zamanın Numune Hastanesi Başhekimi Dr. Turhan Temuçin ve Siyasi Şube Müdürü Tayyar Seven tarafından ortaya çıkarılmıştı.

Bahçelievler Katliamı ile ilgili olarak:

Haluk Kırcı; ölüm cezasına,

Ahmet Ercüment Gedikli ölüm cezasına,

Ömer Özcan ve Duran Demirkıran 28'er yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı.

Olayın diğer failleri Abdullah Çatlı, Ünal Osmanağaoğlu, Mahmut Korkmaz, Kürşat Poyraz, "ele geçirilememişlerdi."

Mahmut Korkmaz, 1978 yılında Viyana'dan İstanbul'a dönerken Yeşilköy havaalanında yakalandı.

Susurluk Kazası'ndan sonra Bahçelievler Davası yeniden açıldı ve duruşmalar, Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nde sürüyor.

Çatlı, Osmanağaoğlu, Poyraz, aranıyor!..

Gençlerin yakınlarının Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı aleyhine açtıkları dava ise, Ankara 6. İdare Mahkemesi'nde başladı.

Ailelerin avukatı Ersen Şansal "Katliamın planlayıcısı ve faili olan Abdullah Çatlı'nın, bir milletvekili ve üst düzey bir bürokratla birlikte öldüğü kazanın, bu şahsın devletle ilişkisinin durumunu belgelediğini, kazadan sonra yine üst düzey bir yetkilinin "devlet için silah sıkanların şerefli olduğunu söylediğini" belirtmiştir.

Aynı davaya avukat olarak giren A. Erdal Merdol ise, devletin güvenlik güçlerince aranan insanlara olanak ve yetkiler tanıdığını söyledi.

 

Yukarıdaki bilgiler, 4. Kolordu Komutanlığı, Ankara 1 Nolu Askeri Mahkeme Tutanakları, Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi Duruşma Tutanakları ile, Haluk Kırcı ve Mahmut Korkmaz'ın Pişmanlık Yasası'ndan yararlanmak için yaptıkları itiraflarından; gazeteci Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul tarafından derlenmiştir.

 

Dava arkadaşı Abdullah Çatlı'nın cenazesinde “Kanaatim o. Kaçmayıp mahkemeye çıksaydı beraat ederdi. Birçokları gibi şimdi Meclis'te olurdu" (Muhsin Yazıcıoğlu)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dava arkadaşı Abdullah Çatlı'nın cenazesinde “Kanaatim o. Kaçmayıp mahkemeye çıksaydı beraat ederdi. Birçokları gibi şimdi Meclis'te olurdu" (Muhsin Yazıcıoğlu)

Sn Yazicioglu gercekten cok dogru konusmus. Bakarsak TBMM catisi altina belirli dönemlerde bir cok insanin katili oldugu saptanan kisiler orada cirit attilar ve halada atiyorlar. Sonrada kalkip bazilari buradan ahkam keserek bizlere demokrasi ve özgürlük dersi vermeye calisiyorlar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tarih, 9 Ekim 1978. Saat:20:00

"Erzurumda tanışan Haluk Kırcı ile hem Emek Bölgesi'nin sorumlusu hem de MHP Ankara İl İkinci Başkanı olan Mahmut Korkmaz'ın, kaldıkları Bahçelievler 17. Sokak'taki bir apartmanın bodrum katında, "ülküdaş" misafirleri vardı: "Büyük Reis" Abdullah Çatlı, Bahçelievler Bölge Sorumlusu Ahmet Ercüment Gedikli ve Kürşat Poyraz.

Daha önce hazırlanan plan, tekrar gözden geçirildi. Durumdan iyice emin olmak için, "İdi Amin" kod isimli Haluk Kırcı, Bahçelievler, 15. Sokak, 56/2 adresine tekrar gönderildi.

 

Siz önce maraş katliamını kabul edin...Sağcı-miliyetci-ülkücü vs kesimin yapmadığına inabilecekmisin ? önce buna cevap verin.

 

maraş katliamını kabul ediyormusunuz..Bahçeli evler konusunu tekrar yazarız.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ÇEKTİĞİM İŞKENCELERE İSYAN ETMELİYDİM

 

12 Eylül öncesinde Türkiye’nin her tarafında sıkıyönetim olduğu halde, neden olaylar önlenemedi de 12 Eylül sabahı, ne kadar örgüt varsa hepsi bir gecede yakalandı? Bunların isimleri, adresleri belli olduğuna göre neden o güne kadar beklendi? General Bedrettin Demirel “İhtilale bir yıl önceden karar vermiştik, ama henüz olgunlaşmamıştı.” demişti. O bir yıl içinde sağcı solcu binlerce genç hayatlarını kaybetti, binlercesi de suçlu duruma düştü. Buna neden izin verildi? Cevapları verilmeyen o kadar çok soru, o kadar değişik işkence metotları ve hesabı dürülmeyen o kadar çok işkenceci oldu ki. Sorularımızı unuttuk, bari yaşananları hatırlayalım dedim.

 

İhtilalin kaçıncı günü alındınız?

 

Şubat ayının sonuna kadar teslim olmadım. “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar” diye bir dava organize edildi. Bize teslim ol çağrıları yapıldı. Kızılay’da bir büroda kalıyordum. Bir gün kapım çalındı. Ben “Üzerimi giyiyorum” diye seslenince, “Namahrem misin ya!” diye bağırarak kapıyı kırdılar. Zeki Kaman adlı bir komiser, “Yazıcıoğlu, nasıl bulduk seni!” dedi. Kapının önüne çıktık. Her taraf sarılmış. Arabanın oraya geldiğimde, birkaç taraftan vurdular. Arabada darp yapmak istediler, karşı koydum. Dürüst Oktay adlı başkomiser, “Dokunmayın, biz teslim ettikten sonra ne yaparlarsa yapsınlar” dedi. Atatürk Öğrenci Yurdu’nun önünde gözümü bağlayıp ellerimi kelepçelediler. Başka bir ekibe devrettiler. Ama gerçekte devir miydi, yoksa o süsü mü verdiler, anlayamadım. Bir nizamiyeden geçtiğimi anladım. Kolumdan tutarak indirdiler. Daha orada sağımdan solumdan arkamdan tekme atmaya başladılar.

 

Bağırıyor musunuz o anda?

 

Hayır, yalnız “kolumu bırakın” diye direndim. Arkadan enseme vuruldu, kafam bir yere çarptı ve alnımdan aşağıya doğru ılık ılık kan aktı. Hakaret ede ede, vura vura götürdüler, ayakkabılarımı, çorabımı çıkarttılar. Bir kalasın üzerine sırt üstü yatırıldım ve iple bağlandım. O zamanki, Ülkü Ocakları’da , MHP Gençlik Kolları’nda görev yapmış ama henüz yakalanmamış olan kişileri soruyorlardı.

 

Aklınızdan ne geçiyordu?

 

Kendi vicdanımda doğru kabul ettiklerimin dışında bir şeyi asla kabullenmeyeceğim. Gerekirse bir ülkücü işkence masasında ölür. Böyle bir psikolojiyle karşı koyuyorum. Beni yatırır yatırmaz serçe ve ayak parmaklarımdan devreyi tamamlayacak şekilde cereyan verdiler. Bundan çok etkilenmedim. Sonra bütün çamaşırlarımı çıkarttılar. O zaman haya duygusuyla direnmeye başladım ve orada ilk hatayı yaptım. Çünkü yapılandan etkilenmiş olduğumu anladılar.

 

Eyvah!

 

Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, -T- şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve tenasül uzvundan elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara soyundurularak alındım.

 

Bunları yapan asker mi, polis mi?

 

Polis ve askerden oluşan karma bir tim olduğu kanaatindeyim. Zaten askerî savcıların kontrolünde, askerî bir ortamda yapılıyor. Sonra beni askıdan indirip bir demir parmaklığa götürdüler. Bileklerimden panele kelepçelediler. Yan odada da sorgulama yapılıyor, işkence sesleri geliyor. Orada herkese “komutanım” demek zorundaydık..

 

Onlar size nasıl sesleniyor?

 

Bizim adımız da “lan”. Bir ara omuzuma bir ot yastık kondu. Çok rahatladım. Herhalde birisi bana iyilik yaptı dedim. Ama bir müddet sonra yastık ağırlaştı.. Dedim ki, “Şu yastığı öbür tarafa kor musunuz?” “Yasak lan” dedi. Anladım ki yastık da işkencenin bir parçası. Yemek yok. Su içmek yasak: Bir, psikolojik baskı gerekçesi olarak. Bir de cereyana verildiğimiz için, vücut susuz kalıyor, ani bir su içme halinde iç kanamadan ölümler meydana geliyormuş. Bazı arkadaşlarımızın tuvalet ihtiyacı için gittiğinde, oraya buraya dökülmüş sulardan eliyle alıp yaladıklarını biliyoruz. Bizi soyundurdukları zaman, üzerimizden bir kova su dökülüyor. Vücudumuzda elektrik akımı gezdirildiğinde o su, her tarafımızı birden etkiliyor. Ayaklarımızın altına falaka vuruldu. Bir arkadaşımız, araba lastiğinin içinde sıkıştırılarak döndürüldü. Yüzlerce arkadaşım işkenceyi benden çok daha ağır yaşadı.

 

Bahçelievler katliamından da sorgulandınız mı?

 

Evet. “Konuyla ilgili bilgim yok” dedim. “Haluk Kırcı’yı tanıyor musun?” diye sordular. “İsmini duydum ama ilişkim yok.” dedim. Ağzımı bantladılar, içeriye bir kişi getirip sordular: “Muhsin Yazıcıoğlu’yla nerelerde buluştun?” O da “Ankara’ya geldiğimde Ülkü Ocakları Genel Merkezi’ne gittim, şöyle oldu, böyle oldu” diye anlatmaya başladı. Onu dışarıya çıkarttılar, benim ağzımı açtılar. “Şimdi söyle lan” dediler. Dedim ki: “Bu kişi kim bilmiyorum. Gözlerimi açın. Yüzleşelim. Söyledikleri doğru değil.”

 

İddiası ne?

 

İşte diyor ki “Ben Bahçelievler olayından sonra Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına gittim, kendisi bana ne yapacağımı sordu. “Beyrut’a gitmek istiyorum” dedim. O benim Antalya’ya gitmemi önerdi.” Dolayısıyla beni, o olayla ilişkilendirmiş oluyor. Sonra ikimizi yüzleştirdiler. “İsmi ne bu arkadaşımızın?” dedim. “Haluk Kırcı” dediler. Dedim ki “Haluk bu söylediklerin olmadı. Ben seninle hiç görüşmedim. Niçin bunları söylüyorsun?” Bu sefer benim dizlerime postallarla vurarak, “Yönlendirme” dediler. Sonra ona döndüler, “Evet Haluk sen ne diyorsun?” dediler. Dedi ki: “Ben Muhsin Yazıcıoğlu’nu hiç görmedim.” Bu sefer beni hemen kaptıkları gibi dışarı çıkarttılar, sonra Haluk’un feryatları içerden geldi. Bu defa onu askıya aldılar. Orada yirmi günden fazla kaldım.

 

Geceleri hücrede mi yatıyorsunuz?

 

Hep sandalyede bağlı oturuyoruz. Hiç yatmadık 20 gün. Sonra, Haluk Kırcı ile savcının önünde karşı karşıya geldik, gözlerimiz açık. Beni görür görmez, “Abi özür diliyorum. Bana ısrarla ifadende, Muhsin Yazıcıoğlu’na yer vereceksin dediler. Ben de nasıl olsa yakalanmamıştır, sırf oradan bir an evvel çıkayım diye bunları söyledim.” dedi.

 

Siz onu, Bahçelievler katliamının sorumlusu olarak mı tanıyorsunuz o zaman?

 

Hayır, basında çokça çıktı ama ben onun katil olduğunu düşünmüyorum. Bakın, ben geriye giderek bir olayı daha ifade edeyim. İşkence 12 Eylül öncesinde de yaşandı. 1979’da beni yine evden aldılar. Mamak’ta 2,5 metrekarelik bir hücreye koydular. Mazgalı da kapalı. Dört gün sonra kapı açıldı, biri geldi, gözümü bağladı. Kollarımdan tutup bir yere götürdü. “Evet Yazıcıoğlu, dışarıda ne oldu biliyor musun?” dedi. “Bilmiyorum”, dedim. “İhtilal oldu. Türkeş de başka bir yerde sorgulanıyor, senin gibi. Hepiniz toplandınız” dediler. “Hayırlısı olsun” dedim. “Hasanlar Kıraathanesi diye bir yer hatırlıyor musun?” dediler. “Yok” dedim. “Hani Seyranbağları’nda bir baskın yapıldı” dediler. “Ha evet” dedim, “Hatırlıyorum. Sivas’a giderken Yozgat civarındaydım, arabanın radyosundan Seyranbağları’nda bir kıraathanenin basıldığını ve orada birkaç kişinin öldüğünü dinledim. Hemen Ankara’yı aradım: Bu neyin nesi, bizimle bir ilgisi var mı? Onlar da hayır bizimle bir alakası yok dediler” dedim. “Sen bu olayla ilgili birisine görev verdin mi?” dediler. “Hayır”, dedim. “Çağırın şu vatandaşı” dediler. İçeriye birisi alındı. “Anlat bakayım oğlum” dedi birisi. O dedi ki: “Ben bir gün genel merkeze geldim, genel başkan seni çağırıyor dediler, Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına çıktım. ‘Şu anda solcuların lideri Hasanlar Kıraathanesi’nde oturuyor. Gidin onu halledin’ dedi bana. Ben de yanıma bir arkadaşı aldım, gittim. Masadakilerin hepsini vurdum. Sonra da geri döndük, Yazıcıoğlu’na görevimizi yaptığımızı söyledik.” Onu dışarı çıkarttılar. Sorguyu yapan “Şimdi söyle bana Muhsin” diye sordu. Ben de “Böyle bir şey söz konusu değil. Neye dayanarak bunları söylüyor. Beni yüzleştirin” dedim. Beni epey zorladılar. Sonra beni Ankara Emniyeti’ne götürürlerken kelepçe vuran bir görevli, bana bir sempati gösterdi. Ondan cesaretlenerek, “Dün beni nereye götürdüler?” diye sordum. “Cezaevi müdürünün odasına götürdüler”. “Kim vardı?” dedim, “Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden bir baş komiser vardı” dedi.

 

Kim o?

 

Dürüst Oktay.

 

12 Eylül’de de sizi alan kişi

 

Evet. Emniyette beni bir hücreye koydular. Orada da askıya alındım, işkence gördüm, cereyana verildim. Sonra savcılığa götürülürken benden emir aldığını söyleyen delikanlı ile göz göze geldik. Mehmet Ali Aksümer diye bir genç. “Abi çok özür diliyorum. Benim bacağımda yaram var. Kangren ederiz yaranı dediler, yaramı sıktılar. Bana işkence yaptılar. Seninle ilgili ifade vermem için zorladılar. Önüme birkaç tane olay koydular. Bu olaylardan birisini üstlenmemi ve seni suçlamamı istediler. Ben de bu olayı kabul ettim” dedi. “Ne biliyorsan söylersin savcıya” dedim. “Ben” dedi, “O olay olduğu tarihte cezaevindeyim.”

 

Ha onun için onu seçmiş ki, daha sonra kanıtlayabilsin.

 

Evet. Hamdi Sevinç diye bir askeri savcının karşısına çıktık. Çocuk söylediklerini savcıya anlatmasına rağmen dikkate almayıp tutukladılar beni. 38 gün, Mamak Askeri Cezaevi’nde tecrit hücresinde kaldım. Sonra, yüksek mahkeme dosyamı inceledi, bu çocuğun o tarihlerde cezaevinde olduğuna dair belgeler geldi, beni bıraktılar. Burada önemli bir ayrıntı daha var. O arada simit satan bir çocuk, bu Mehmet Ali Aksümer’i teşhis ediyor, “Katliamı bu yaptı” diyor. Sonradan onun da bir emniyet piyonu olduğu anlaşıldı. Ancak, düşünüyorum da bu Mehmet Ali Aksümer olay tarihinde cezaevinde olmasaydı, ortada bir tanıklık olduğu için Muhsin Yazıcıoğlu idam edilmişti.

 

Sizin bir de kafes hikayeniz vardı.

 

Mamak Cezaevi’nde kafes diye bir yer var. Üç tarafı demir parmaklıklarla çevrili. Biz de girdik o kafese. Her hareket için izin almak zorundasınız. İzinsiz oturduğunuz için coplanıyorsunuz. İster bir kişi ol, ister yirmi kişi, belli saatlerce kalk, rahat, hazır ol, yerinde say, uygun adım marş. Kafesin içinde dört dönüyorsunuz. Ayağını şaşırttın. “Gel bakayım”, dayak. “Niye gözüme baktın? Tavana bakacaksın” dayak. Solcular da, ülkücüler de aynı kafeste. Konuşmak yasak. Kesinlikle, sağına soluna bakamıyorsun. Sadece önüne bakacaksın. Çağrıldığın zaman tavana bakarak gideceksin.

 

Kafeste marş söyletiliyor mu?

 

Evet. İzmir Marşı, Eskişehir Marşı. Saat 16’da İstiklal Marşı söylettiriliyor. Tuvalet ihtiyacınız oldu, uygun adım marşla gidiyorsunuz. Ben bunu yaşamamak için hiç tuvalete gitmek istemedim. Sonra koğuşa gönderildim. 51 kişiyiz, 7’si ülkücü, gerisi sol gruba mensup. Nöbetleşe karavana almaya gidiliyor. Orada sorular soruyorlar. Cevap veremeyenler ve bağırarak söylemeyenler dayak yiyor. Zemin 1-2-3 diye bir koğuş var Mamak’ta. Orada kalanlardan birinde tetanos çıktı, birine verem teşhisi kondu. Dilekçeler yazdırıyorlar diyorlar ki: “Bu koğuş sağlıksızdır, kapatılsın.” Hiç cevap verilmiyor. Bir gün, Kenan Evren, Erzurum’da konuşma yapıyor. Megafondan da cezaevine dinletiyorlar. Evren diyor ki, “Bizi denetlemeye hakları yok. Biz bağımsız bir devletiz.” Halbuki o konuşma sırasında cezaevi içinde Avrupa’dan gelen İnsan Hakları Komitesi dolaşıyor. Ülkücüler, “Kendi devletimizi yabancı birisine şikayet etmeyiz” diyorlar. “İşkence oldu mu?” deyince, “Türk devleti işkence yapmaz. Bu bizim iç sorunumuzdur” diye milli bir duyarlılıkla konuşuyorlar.

 

Bunun adı milli duyarlılık değil ki. Suça ortak olmak.

 

Yabancılara şikayeti onurumuza yediremiyoruz. Bu milli gururumuzu incitiyor. Uzun süre şikayet etmemekte direndik. Ama bir gün, İnsan Hakları Komitesi koridordan geçerken bizim çocuklardan birisi, Almanca olarak “Zemin 1-2-3’ü kontrol edin” diye bağırdı. Heyet duruyor, kapıyı açtırıyor. O koğuşa giriyorlar, sadece bir kokluyorlar ve diyorlar ki: “Bu koğuşta insan yaşayamaz, kapatılsın.” 45 dakikada koğuş kapatıldı. Ondan sonra başka bir psikolojiye kapıldık. Yani kendi devletimize, hukukumuzu koruması için yaptığımız müracaatlara cevap verilmiyor, ama dışarıdan biri geliyor ve bunu kapattırıyor. O olay, yaşadığımız işkencelerin mutlaka anlatılması gerektiğini ortaya çıkarttı. Ama biz yine de ailelerimize işkence gördüğümüzü söylemedik.

 

Üzmemek için mi?

 

Üzmeyelim diye. Ama sol grup, böyle değil. Annesiyle görüş kabinine girdiği anda feryadı basıyor. Onlar da hemen oradan çıkıyor, Başbakanlık’ın önüne gidiyorlar. Aileleriyle ellerini arkada tutarak görüşüyordu arkadaşlarımız, şişlikleri görmesinler diye. Ben hiç ailemi ziyarete istemedim. Sadece açık görüşte, bayramlarda benim ailem geldi. Bizde yaşadıklarımızı abartma değil de, azaltma gibi bir özellik var. Genel olarak bir ülkücü karakteri bu. Ben cezaevinde arkadaşlara yazı yazın, şiir yazın dedim. Bir kompozisyon yarışması verdim. Orada kader konusunu inceleyeceksiniz dedim. Cezaevindeki arkadaşlarımız içersinden edebiyatçı, şair, roman yazarı çıkmalı. Bunları yalnız onlar yazabilir. Ancak, tevekküle sahip olan birisinin acılarını dışarıya yansıtabilmesi, o acılarından şikayet ederek bir roman, bir hikaye, bir şiir çıkartması son derece zordur.

 

Bunu bir eksiklik olarak görüyor musunuz?

 

Biz elbette kaderimize değil ama yaşadıklarımıza isyan etmeliydik. Bu kadere isyan değildi ki. Kadere karşı gelmek değildi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

MUHSİN YAZICIOĞLU İLE İŞKENCELİ GÜNLER...

Tarih: 30.07.2005 Saat: 02:11

 

ÇEKTİĞİM İŞKENCELERE İSYAN ETMELİYDİM

 

12 Eylül öncesinde Türkiye’nin her tarafında sıkıyönetim olduğu halde, neden olaylar önlenemedi de 12 Eylül sabahı, ne kadar örgüt varsa hepsi bir gecede yakalandı?

Bunların isimleri, adresleri belli olduğuna göre neden o güne kadar beklendi? General Bedrettin Demirel “İhtilale bir yıl önceden karar vermiştik, ama henüz olgunlaşmamıştı.” demişti. O bir yıl içinde sağcı solcu binlerce genç hayatlarını kaybetti, binlercesi de suçlu duruma düştü. Buna neden izin verildi? Cevapları verilmeyen o kadar çok soru, o kadar değişik işkence metotları ve hesabı dürülmeyen o kadar çok işkenceci oldu ki. Sorularımızı unuttuk, bari yaşananları hatırlayalım dedim.

 

İhtilalin kaçıncı günü alındınız?

 

Şubat ayının sonuna kadar teslim olmadım. “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar” diye bir dava organize edildi. Bize teslim ol çağrıları yapıldı. Kızılay’da bir büroda kalıyordum. Bir gün kapım çalındı. Ben “Üzerimi giyiyorum” diye seslenince, “Namahrem misin ya!” diye bağırarak kapıyı kırdılar. Zeki Kaman adlı bir komiser, “Yazıcıoğlu, nasıl bulduk seni!” dedi. Kapının önüne çıktık. Her taraf sarılmış. Arabanın oraya geldiğimde, birkaç taraftan vurdular. Arabada darp yapmak istediler, karşı koydum. Dürüst Oktay adlı başkomiser, “Dokunmayın, biz teslim ettikten sonra ne yaparlarsa yapsınlar” dedi. Atatürk Öğrenci Yurdu’nun önünde gözümü bağlayıp ellerimi kelepçelediler. Başka bir ekibe devrettiler. Ama gerçekte devir miydi, yoksa o süsü mü verdiler, anlayamadım. Bir nizamiyeden geçtiğimi anladım. Kolumdan tutarak indirdiler. Daha orada sağımdan solumdan arkamdan tekme atmaya başladılar.

 

Bağırıyor musunuz o anda?

 

Hayır, yalnız “kolumu bırakın” diye direndim. Arkadan enseme vuruldu, kafam bir yere çarptı ve alnımdan aşağıya doğru ılık ılık kan aktı. Hakaret ede ede, vura vura götürdüler, ayakkabılarımı, çorabımı çıkarttılar. Bir kalasın üzerine sırt üstü yatırıldım ve iple bağlandım. O zamanki, Ülkü Ocakları’da , MHP Gençlik Kolları’nda görev yapmış ama henüz yakalanmamış olan kişileri soruyorlardı.

 

Aklınızdan ne geçiyordu?

 

Kendi vicdanımda doğru kabul ettiklerimin dışında bir şeyi asla kabullenmeyeceğim. Gerekirse bir ülkücü işkence masasında ölür. Böyle bir psikolojiyle karşı koyuyorum. Beni yatırır yatırmaz serçe ve ayak parmaklarımdan devreyi tamamlayacak şekilde cereyan verdiler. Bundan çok etkilenmedim. Sonra bütün çamaşırlarımı çıkarttılar. O zaman haya duygusuyla direnmeye başladım ve orada ilk hatayı yaptım. Çünkü yapılandan etkilenmiş olduğumu anladılar.

 

Eyvah!

 

Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, -T- şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve tenasül uzvundan elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara soyundurularak alındım.

 

Bunları yapan asker mi, polis mi?

 

Polis ve askerden oluşan karma bir tim olduğu kanaatindeyim. Zaten askerî savcıların kontrolünde, askerî bir ortamda yapılıyor. Sonra beni askıdan indirip bir demir parmaklığa götürdüler. Bileklerimden panele kelepçelediler. Yan odada da sorgulama yapılıyor, işkence sesleri geliyor. Orada herkese “komutanım” demek zorundaydık..

 

Onlar size nasıl sesleniyor?

 

Bizim adımız da “lan”. Bir ara omuzuma bir ot yastık kondu. Çok rahatladım. Herhalde birisi bana iyilik yaptı dedim. Ama bir müddet sonra yastık ağırlaştı.. Dedim ki, “Şu yastığı öbür tarafa kor musunuz?” “Yasak lan” dedi. Anladım ki yastık da işkencenin bir parçası. Yemek yok. Su içmek yasak: Bir, psikolojik baskı gerekçesi olarak. Bir de cereyana verildiğimiz için, vücut susuz kalıyor, ani bir su içme halinde iç kanamadan ölümler meydana geliyormuş. Bazı arkadaşlarımızın tuvalet ihtiyacı için gittiğinde, oraya buraya dökülmüş sulardan eliyle alıp yaladıklarını biliyoruz. Bizi soyundurdukları zaman, üzerimizden bir kova su dökülüyor. Vücudumuzda elektrik akımı gezdirildiğinde o su, her tarafımızı birden etkiliyor. Ayaklarımızın altına falaka vuruldu. Bir arkadaşımız, araba lastiğinin içinde sıkıştırılarak döndürüldü. Yüzlerce arkadaşım işkenceyi benden çok daha ağır yaşadı.

 

Bahçelievler katliamından da sorgulandınız mı?

 

Evet. “Konuyla ilgili bilgim yok” dedim. “Haluk Kırcı’yı tanıyor musun?” diye sordular. “İsmini duydum ama ilişkim yok.” dedim. Ağzımı bantladılar, içeriye bir kişi getirip sordular: “Muhsin Yazıcıoğlu’yla nerelerde buluştun?” O da “Ankara’ya geldiğimde Ülkü Ocakları Genel Merkezi’ne gittim, şöyle oldu, böyle oldu” diye anlatmaya başladı. Onu dışarıya çıkarttılar, benim ağzımı açtılar. “Şimdi söyle lan” dediler. Dedim ki: “Bu kişi kim bilmiyorum. Gözlerimi açın. Yüzleşelim. Söyledikleri doğru değil.”

 

İddiası ne?

 

İşte diyor ki “Ben Bahçelievler olayından sonra Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına gittim, kendisi bana ne yapacağımı sordu. “Beyrut’a gitmek istiyorum” dedim. O benim Antalya’ya gitmemi önerdi.” Dolayısıyla beni, o olayla ilişkilendirmiş oluyor. Sonra ikimizi yüzleştirdiler. “İsmi ne bu arkadaşımızın?” dedim. “Haluk Kırcı” dediler. Dedim ki “Haluk bu söylediklerin olmadı. Ben seninle hiç görüşmedim. Niçin bunları söylüyorsun?” Bu sefer benim dizlerime postallarla vurarak, “Yönlendirme” dediler. Sonra ona döndüler, “Evet Haluk sen ne diyorsun?” dediler. Dedi ki: “Ben Muhsin Yazıcıoğlu’nu hiç görmedim.” Bu sefer beni hemen kaptıkları gibi dışarı çıkarttılar, sonra Haluk’un feryatları içerden geldi. Bu defa onu askıya aldılar. Orada yirmi günden fazla kaldım.

 

Geceleri hücrede mi yatıyorsunuz?

 

Hep sandalyede bağlı oturuyoruz. Hiç yatmadık 20 gün. Sonra, Haluk Kırcı ile savcının önünde karşı karşıya geldik, gözlerimiz açık. Beni görür görmez, “Abi özür diliyorum. Bana ısrarla ifadende, Muhsin Yazıcıoğlu’na yer vereceksin dediler. Ben de nasıl olsa yakalanmamıştır, sırf oradan bir an evvel çıkayım diye bunları söyledim.” dedi.

 

Siz onu, Bahçelievler katliamının sorumlusu olarak mı tanıyorsunuz o zaman?

 

Hayır, basında çokça çıktı ama ben onun katil olduğunu düşünmüyorum. Bakın, ben geriye giderek bir olayı daha ifade edeyim. İşkence 12 Eylül öncesinde de yaşandı. 1979’da beni yine evden aldılar. Mamak’ta 2,5 metrekarelik bir hücreye koydular. Mazgalı da kapalı. Dört gün sonra kapı açıldı, biri geldi, gözümü bağladı. Kollarımdan tutup bir yere götürdü. “Evet Yazıcıoğlu, dışarıda ne oldu biliyor musun?” dedi. “Bilmiyorum”, dedim. “İhtilal oldu.

 

Türkeş de başka bir yerde sorgulanıyor, senin gibi. Hepiniz toplandınız” dediler. “Hayırlısı olsun” dedim. “Hasanlar Kıraathanesi diye bir yer hatırlıyor musun?” dediler. “Yok” dedim. “Hani Seyranbağları’nda bir baskın yapıldı” dediler. “Ha evet” dedim, “Hatırlıyorum. Sivas’a giderken Yozgat civarındaydım, arabanın radyosundan Seyranbağları’nda bir kıraathanenin basıldığını ve orada birkaç kişinin öldüğünü dinledim.

Hemen Ankara’yı aradım: Bu neyin nesi, bizimle bir ilgisi var mı? Onlar da hayır bizimle bir alakası yok dediler” dedim. “Sen bu olayla ilgili birisine görev verdin mi?” dediler. “Hayır”, dedim. “Çağırın şu vatandaşı” dediler.

 

İçeriye birisi alındı. “Anlat bakayım oğlum” dedi birisi. O dedi ki: “Ben bir gün genel merkeze geldim, genel başkan seni çağırıyor dediler, Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına çıktım. ‘Şu anda solcuların lideri Hasanlar Kıraathanesi’nde oturuyor.

 

Gidin onu halledin’ dedi bana. Ben de yanıma bir arkadaşı aldım, gittim. Masadakilerin hepsini vurdum. Sonra da geri döndük, Yazıcıoğlu’na görevimizi yaptığımızı söyledik.” Onu dışarı çıkarttılar.

Sorguyu yapan “Şimdi söyle bana Muhsin” diye sordu. Ben de “Böyle bir şey söz konusu değil. Neye dayanarak bunları söylüyor. Beni yüzleştirin” dedim. Beni epey zorladılar. Sonra beni Ankara Emniyeti’ne götürürlerken kelepçe vuran bir görevli, bana bir sempati gösterdi. Ondan cesaretlenerek, “Dün beni nereye götürdüler?” diye sordum. “Cezaevi müdürünün odasına götürdüler”. “Kim vardı?” dedim, “Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden bir baş komiser vardı” dedi.

 

Kim o?

 

Dürüst Oktay.

 

12 Eylül’de de sizi alan kişi

 

Evet. Emniyette beni bir hücreye koydular. Orada da askıya alındım, işkence gördüm, cereyana verildim. Sonra savcılığa götürülürken benden emir aldığını söyleyen delikanlı ile göz göze geldik. Mehmet Ali Aksümer diye bir genç. “Abi çok özür diliyorum. Benim bacağımda yaram var. Kangren ederiz yaranı dediler, yaramı sıktılar. Bana işkence yaptılar. Seninle ilgili ifade vermem için zorladılar. Önüme birkaç tane olay koydular. Bu olaylardan birisini üstlenmemi ve seni suçlamamı istediler. Ben de bu olayı kabul ettim” dedi. “Ne biliyorsan söylersin savcıya” dedim. “Ben” dedi, “O olay olduğu tarihte cezaevindeyim.”

 

Ha onun için onu seçmiş ki, daha sonra kanıtlayabilsin.

 

Evet. Hamdi Sevinç diye bir askeri savcının karşısına çıktık. Çocuk söylediklerini savcıya anlatmasına rağmen dikkate almayıp tutukladılar beni. 38 gün, Mamak Askeri Cezaevi’nde tecrit hücresinde kaldım.

 

Sonra, yüksek mahkeme dosyamı inceledi, bu çocuğun o tarihlerde cezaevinde olduğuna dair belgeler geldi, beni bıraktılar. Burada önemli bir ayrıntı daha var.

O arada simit satan bir çocuk, bu Mehmet Ali Aksümer’i teşhis ediyor, “Katliamı bu yaptı” diyor. Sonradan onun da bir emniyet piyonu olduğu anlaşıldı. Ancak, düşünüyorum da bu Mehmet Ali Aksümer olay tarihinde cezaevinde olmasaydı, ortada bir tanıklık olduğu için Muhsin Yazıcıoğlu idam edilmişti.

 

Sizin bir de kafes hikayeniz vardı.

 

Mamak Cezaevi’nde kafes diye bir yer var. Üç tarafı demir parmaklıklarla çevrili. Biz de girdik o kafese. Her hareket için izin almak zorundasınız. İzinsiz oturduğunuz için coplanıyorsunuz. İster bir kişi ol, ister yirmi kişi, belli saatlerce kalk, rahat, hazır ol, yerinde say, uygun adım marş. Kafesin içinde dört dönüyorsunuz. Ayağını şaşırttın. “Gel bakayım”, dayak. “Niye gözüme baktın? Tavana bakacaksın” dayak. Solcular da, ülkücüler de aynı kafeste. Konuşmak yasak. Kesinlikle, sağına soluna bakamıyorsun. Sadece önüne bakacaksın. Çağrıldığın zaman tavana bakarak gideceksin.

 

Kafeste marş söyletiliyor mu?

 

Evet. İzmir Marşı, Eskişehir Marşı. Saat 16’da İstiklal Marşı söylettiriliyor. Tuvalet ihtiyacınız oldu, uygun adım marşla gidiyorsunuz. Ben bunu yaşamamak için hiç tuvalete gitmek istemedim. Sonra koğuşa gönderildim.

 

51 kişiyiz, 7’si ülkücü, gerisi sol gruba mensup. Nöbetleşe karavana almaya gidiliyor. Orada sorular soruyorlar. Cevap veremeyenler ve bağırarak söylemeyenler dayak yiyor. Zemin 1-2-3 diye bir koğuş var Mamak’ta. Orada kalanlardan birinde tetanos çıktı, birine verem teşhisi kondu. Dilekçeler yazdırıyorlar diyorlar ki: “Bu koğuş sağlıksızdır, kapatılsın.” Hiç cevap verilmiyor.

 

Bir gün, Kenan Evren, Erzurum’da konuşma yapıyor. Megafondan da cezaevine dinletiyorlar. Evren diyor ki, “Bizi denetlemeye hakları yok. Biz bağımsız bir devletiz.” Halbuki o konuşma sırasında cezaevi içinde Avrupa’dan gelen İnsan Hakları Komitesi dolaşıyor.

 

Ülkücüler, “Kendi devletimizi yabancı birisine şikayet etmeyiz” diyorlar. “İşkence oldu mu?” deyince, “Türk devleti işkence yapmaz. Bu bizim iç sorunumuzdur” diye milli bir duyarlılıkla konuşuyorlar.

 

Bunun adı milli duyarlılık değil ki. Suça ortak olmak.

 

Yabancılara şikayeti onurumuza yediremiyoruz. Bu milli gururumuzu incitiyor. Uzun süre şikayet etmemekte direndik. Ama bir gün, İnsan Hakları Komitesi koridordan geçerken bizim çocuklardan birisi, Almanca olarak “Zemin 1-2-3’ü kontrol edin” diye bağırdı.

Heyet duruyor, kapıyı açtırıyor. O koğuşa giriyorlar, sadece bir kokluyorlar ve diyorlar ki: “Bu koğuşta insan yaşayamaz, kapatılsın.” 45 dakikada koğuş kapatıldı. Ondan sonra başka bir psikolojiye kapıldık. Yani kendi devletimize, hukukumuzu koruması için yaptığımız müracaatlara cevap verilmiyor, ama dışarıdan biri geliyor ve bunu kapattırıyor. O olay, yaşadığımız işkencelerin mutlaka anlatılması gerektiğini ortaya çıkarttı. Ama biz yine de ailelerimize işkence gördüğümüzü söylemedik.

 

Üzmemek için mi?

 

Üzmeyelim diye. Ama sol grup, böyle değil. Annesiyle görüş kabinine girdiği anda feryadı basıyor. Onlar da hemen oradan çıkıyor, Başbakanlık’ın önüne gidiyorlar. Aileleriyle ellerini arkada tutarak görüşüyordu arkadaşlarımız, şişlikleri görmesinler diye. Ben hiç ailemi ziyarete istemedim. Sadece açık görüşte, bayramlarda benim ailem geldi. Bizde yaşadıklarımızı abartma değil de, azaltma gibi bir özellik var. Genel olarak bir ülkücü karakteri bu. Ben cezaevinde arkadaşlara yazı yazın, şiir yazın dedim. Bir kompozisyon yarışması verdim. Orada kader konusunu inceleyeceksiniz dedim. Cezaevindeki arkadaşlarımız içersinden edebiyatçı, şair, roman yazarı çıkmalı. Bunları yalnız onlar yazabilir. Ancak, tevekküle sahip olan birisinin acılarını dışarıya yansıtabilmesi, o acılarından şikayet ederek bir roman, bir hikaye, bir şiir çıkartması son derece zordur.

 

Bunu bir eksiklik olarak görüyor musunuz?

 

Biz elbette kaderimize değil ama yaşadıklarımıza isyan etmeliydik. Bu kadere isyan değildi ki. Kadere karşı gelmek değildi.

 

NURİYE AKMAN -ZAMAN

Tarih: 30.07.2005

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Benim devrimim senin devrimini döver misali :D hahaayy

 

seviyorum ben bu çok sesli tartışmaları nasılsa demokrasinin gereğidir bunlar :)

 

Birbirlerine hakaret etmeden tartışmasını biliyorlar . Savundukları görüşleri gizleme ihtiyacı duymadan savunabiliyorlar. Tartışılan konuyu değilde, tartışan kimseleri tartışma konusu yapma eğiliminde de değiller. Bilgi seviyeleri hakaret etmeden tartışmaya yetmediği için forumdan banlanan kimseler de değiller ;)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Birbirlerine hakaret etmeden tartışmasını biliyorlar . Savundukları görüşleri gizleme ihtiyacı duymadan savunabiliyorlar. Tartışılan konuyu değilde, tartışan kimseleri tartışma konusu yapma eğiliminde de değiller. Bilgi seviyeleri hakaret etmeden tartışmaya yetmediği için forumdan banlanan kimseler de değiller ;)

 

Tıpkı senin şuan yaptığın gibi değilmi?

 

Siyasi görüş adı altında birilerinin avukatlığını yapacağım diyerek bana apaçık hakaret etmek,bu bir..

bir ikincisi sen benim bu forumdan ayrılış ve geri dönüş sebebim hakkında ne biliyorsun ki bunun bilgi eksikliği yüzünden olduğuna karar veriyorsun? (bunun cevabını derhal istiyorum)

Ayrıca bu forumda kişilere sataşarak cevap veren tek kişi olduğunuda benim üzerime oynayarakmı örtbas etmeye çalışıyorsun bu da üç -_-

*****

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sn cyrano neye dayanarak maraş balgat ve hrand dink katliamını bu insanla bağdaştırıyorsunuz?dayanağınız ne? sol sanalın yorumlarımı yoksa mılar mişlermi?

 

Meydanı boş bulunca herkes birşeyler anlatmaya çalışıyor ama ne belge var ne kanıt....idda ise adı geçmiş,böyle söylenmiş vs !

 

Sizki onca konuları araştıran her konuda bilgisi olan birisiniz ! aşağda yazdığım konuyu hiçmi duymadınız hiçmi görmediz...yoksa işinizemi gelmedide görmezden duymazdan geliyorsunuz.

 

Maraş olaylarında yine Bülent Ecevit başbakan’dı.

 

Olaydan sonra CHP’nin iç işleri bakanı İrfan Özaydınlı(Emekli orgeneral) yaptığı açıklamada olayların sebebinin –sol örgütler- olduğunu söylemiş, partisinden büyük tepki almıştı.

 

Sonrasında da İç işleri bakanlığından istifade etmek zorunda bırakılmış, yerine sansasyonel davaların adamı Hasan Fehmi Güneş getirilmişti.

 

Hâlbuki bugünün PKK’sı neyse dünün DEV-SOL’u, TİKKO’su, THKO’su, DHKP-C’si, de odur.

 

İrfan Özaydınlı’dan sonra iç işleri bakanlığına atanan Hasan Fehmi Güneş çok uğraşmasına, elindeki imkânları sonuna kadar kullanmasına rağmen, olayı Ülkücü-Milliyetçi kesimle irtibatlandıracak tek bir belge çıkaramamıştır.

 

Aksine Adana Synt. Mahkemelerinde yapılan yargılamalarda olayın Ermeni Garbis Altınoğlu’nun örgütü Devrimci halkın birliği ile öteki sol örgütlerin tezgâhladığı mahkeme kararlarıyla kesinleşmiştir.

 

Adana 1 nolu askeri mahkemesinin 1984/208 K.sayılı kararında hem çiçek sinemasının bombalanmasının hem de iki solcu öğretmenin öldürülmesinin devrimci savaş örgütü tarafından icra edildiği ortaya çıkmıştır.

 

 

Aynı olaylardan Halkın Kurtuluşu örgütü 1984/150,PKK ise 1986/104 sayılı kararla mahkûm edilmişlerdir.

 

 

Maraş olaylarında suçu sabit görülerek hüküm giyen tek bir ülkücü veya daha genel bir ifadeyle tek bir sağcı yoktur.

 

Ancak medya militanlarının çarpıtması ile olay ülkücü-milliyetçi kesimlerin üzerine yıkılmıştır.

 

Ortada kapı gibi mahkeme kararları dururken 30 yıl sonra Maraş olayları aydınlansın demek, bu mahkeme kararlarını yok sayın, 30–40 yıldır bu ülkenin kanını emenleri aklayıp, başkalarını mahkûm edin demektir.

 

Elbette hiçbir olay gizli kalmamalı, hiçbir insanımızın kanı heder edilmemelidir.

 

Örgütlerin kim bilir hangi derin güçlerle iş birliği yaparak, Aleviliği kullanmak isteyenlerin fideliği haline getirmek için yaptıkları bu çirkin olay, aydınlatılmalı, ama bu olayı Muhsin Yazıcıoğlu'nun öldüğü gün provokasyon yapılmaya çalışılması üzüntü verici ve vicdana danışılması gereken bir konudur.

 

Şimdi Sn cyrano bu ülkede ne katliamlar, ne ölümler oldu ve oluyor... Sizce bunlar bir tesadüf mü yoksa düşmanlarımız tarafından belirlenen stratejini ürünü mü??

 

Siz değerli araştırmacı her konuda bilgisi olan ! cyrano ABD de 1949 yılında 100 yıllık bir zamanı planlayan Stratejiyi araştırmanızı rica ediyorum..

 

Amerikanın Strateji Plan Toplantısı..fakat toplantıda İngiltere ve İsrailli develt yetkilileri bulunuyor??

 

Ve her devlet için ayrı ayrı planlar yapılıyor.. Bınlardan en önemliside Türkiye.

 

Diğer araştırmalarınızıda bizimle paylaşırsanız aydınlanmış oluruz.

Saygılar.

 

Verilen "bilgi" lerin hangisinin doğrusunu yazayım ki ? En azından copy-paste yaptığında altına alıntı kaynağını yaz ki bilelim değil mi ?

 

Arkadaşımız, maraş katliamı ile ilgili, bir BBP yöneticisinin yazdıklarını almış kopyalamış kontrol etme ihtiyacı dahi hissetmeden . Bunun adı bilgi vermek mi? Tartışma mı ?

 

Şimdi kaynak olarak İrfan Özaydınlı'yı vermişsin. bu adam, katliamdan sonra soruşturma açmış ve bir rapor hazırlatmış. Bu rapor'da senin altıntı yaptığın kimsenin partisinin başkanından, genel başkan yardımcısına kadar kimselerin "organizatör" olarak adı geçmektedir. "Güneş ne zaman doğacak" adlı film oynarken sinemaya ses bomba atan ülkücü militanın, ökkeş kenger tarafından yönlendirildiğini yazmaktadır rapor. Rapor "devlet sırrı" olduğu gerekçesiyle gizli belge statüsüne alınmış, yıllarca yayınlanmasına izin verilmemiştir. 2000'lerde ancak rapor devlet arşivlerinden basına açılmıştır. Hazırladığı rapor sümenaltı edilince İrfan Özaydınlı istifa etmiştir.

 

Maraş katliamından sonra devletin hazırladığı gizli rapor :

 

Raporun yayımlanan bölümü şöyledir:

 

1. 18 Aralık 1978 günü, Ülkücü Gençlik Derneği Kahramanmaraş şubesi ikinci başkanı Mustafa Kanlıdere, Ökkeş Kenger ve üçüncü başkan Mustafa Tecirli’ye Halkı kışkırtmak, tahrik etmek ve isyanını sağlamak için solcuların attığı süsü verilmek kaydı ile, tahrip gücü az bir dinamit atılmasını” emretmiştir.

 

2. 15 gün öncesinden itibaren, gelecek program olarak Zeynel ile Veysel filmi gösterilecekken Adana Kahramanmaraş Ülkücü Gençlik Derneği şubesi’ne gelen iki şahsın getirdiği Güneş Ne Zaman Doğacak filmi 16 Aralık’ta aniden gösterime sokulmuştur..

 

3. Olaylardan önce, Ankara ili Bahçelievler, Karşıyaka ve Keçiören semtlerinde oturdukları bilinen Hüseyin Yıldız, Ünal Ağaoğlu, Haluk Kırcı, Mustafa Özmen, Mustafa Dülger, Remzi Çayır, Mustafa Demir, Bünyamin Adanalı, Ahmet Ercüment Gedikli, Mustafa Korkmaz, İsmail Ufuk ve Mehmet Gürses isimli şahısların Kahramanmaraş iline gittikleri öğrenilmiştir.

 

4. 22 Aralık 1978 günü Kahramanmaraş’ta olaylar patlak verdiğinde iki ayrı telefon görüşmesi yapılır. Yapılan araştırmalarda, Adana ilinden bir şahıs, Malatya Özel Doğu Kliniği Doktoru Muhittin Turgut’u telefonla arayarak Kahramanmaraş’tan oraya yaralılar gelecek, dikkatli olun der. Muhittin Turgut ise Orasını bana bırakın. Malatya olaylarında bir açık verdimmiki bunda vereyim. Malatya olaylarında ne şekilde çalıştığımı siz de bilirsiniz karşılığını verir.

 

wikipedia

 

devletin kendi hazırladığı rapor mahkemeye sunulmamış,"devlet sırrı" olduğu gerekçesiyle sümenaltı edilmiş. Davanın bitiminden yıllar sonra ancak içeriği açıklanmıştır.

 

Şimdi tabii ki vicdan sahibi insanlar, sorumlularının bulunup cezalandırılmadığı maraş katliamı davasının yeniden görülmesini istiyorlar. Suçsuz ve masum bir insan bundan korkar mı? Elbette açıktır ki, en çok korkan, en çok itiraz edenler, ancak suçlulardır.

 

Evet darbe yapabilmek için kullandıkları militanları mı adil şekilde yargılayacaktı 12 eylül mahkemeleri ?

 

Şimdi, devletin bizzat hazırladığı raporun sümenaltı edildiği, 12 eylül mahkemelerinin yaptığının aksine,suçu ve suçluları gizlemek amacıyla değil. Suçluları açığa çıkarmak için, adil bir mahkeme tarafından davanın yeniden görülmesi isteniyor. Masum adam bundan niye korksun ?

 

Evet maraş katliamı da kontrgerilla eylemlerinden birisidir. Papa'nın vurulması da kontrgerilla eylemiydi. Ama bu vuran militanın ülkücü olduğunu değiştirmiyor. Zira kontrgerilla'nın 12 eylül'e giden yolda ülkücüleri kullandığı gerçeğini de değiştirmiyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

şahsi olarak sorulan sorulan sorulara elimde geldiğince cevap vermeye özen gözen gösteren bir insan olduğum için cevap vereyim.

 

1- ben hakaret etmem. Hakaret içeren bir yazım varsa, rapor edilir yazı silinir bende cezalandırılırım.

 

2- Bu forumda bu güne kadar hakaret ve küfür dışında banlanan kimseye rastlamadım. Hakaret edemeden tartışamayan, fikirlerini savunamayan insanlar bilgisiz insanlardır. Bu genel bir tanımlama. Zira bilgili insanların katıldığı televizyon forumları, açık oturumları, panellerinde hakaret göremezsiniz ama. Sabah programlarında bolca görürsünüz :)

 

3-Hiçkimsenin kişiliğini, etnik kökenini, inancını, mensubu olduğu siyasi parti üzerinden kişiliğini hedef alarak tartışmam. Eleştirdiğim, "sataştığım" herşey sadece yazdıkları ve forumda bizle paylaştığı düşünceleri, iddialarıyla ilgilidir. bu forumda sanırım en sert tartışmaları, suheyla, demirefe, brainslapper, dünyahepimizin, kaplan200 arkadaşlarla yapmışımdır, kendilerine karşı bugüne kadar hiçbir hakaret ifadesi kullanmadığım gibi, kişilikleri , etnik kökenleri vs ile ilgili de hiçbir yorum yapmamışımdır.

 

4- Avukatlık ta yapmam, savcılık ta, zira cepheleşme mantığına temelden karşıyımdır. Haklı olanı haklı gördüğüm yerde fikirlerimle desteklerim, haksız olduğunu düşünürsem fikirlerine fikirlerimle karşı çıkarım. Fikirleri benimle uyuşsun , uyuşmasın hiçbir forumdaşımızın "siz" leştirlmesini doğru bulmam.

 

*****

 

not : ben buraya bir tane "-_- " karakteri bırakıyorum. okuyan "cool" gördüğü cümlelerin sonuna koysun :)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kör ölünce badem gözlü oluyor nedense .Hayatın garip bir cilvesi de kahramanmaraşta hayatını kaybetmiş olması bu şahsiyetin. Kahramanmaraş olayları sırasında ortaokul öğrencisiydim. O dönemlerden kalan ve gözümün önünden hiç gitmeyen bir gazete görüntüsü vardır. Hamile bir alevi kadın alevi ****** dünyaya getirmesin diye boydan boya bıçakla karnı deşilmiş ve bebek dışarı akıyordu. Tek suçları alevi olmak.. Bu konuda ceza alan tek bir ülkücü yoktur demek vicdan rahatlatıyor mu? Bu ülkede üstü örtülüp örtbas edilen olay o kadar çok ki.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.