Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

allahın ilmi ve zorunluluk


kursatotcu

Önerilen İletiler

işte size çooooooooooooooooook kuvvetli bir istidlal, delil. özgür iradeyi savunanların en çok kullandığı bi "Allah bildiği için yazdı" lafıyla kasdettikleri şeyin yalan olup bu işin iç yüzünü gösteren delildir. gecenin 3 'ünde aklıma gelen bir delildir. çok mühimdir eğer anlarsanız..

Allahın ilminin maluma tabi olmaması meselesi

Allahın ilmi ezelidir evvelden de izah edildiği gibi ezeli olanın sebebi olmaz halbuki ilim maluma tabidir denildiğinde; ilim, malumdan( bilinenden) etkilenen durumunda olmakta ve malum ilmi etkileyen konumda bulunuyor dolayısıyla etkileyen malum, etkilenen ilme sebep teşkil ediyor. zira etkileyen etkilenene sebep konumundadır. halbuki akli delille sabit ki ezeli olanın sebebi olmaz. o halde Allahın ilmine ezeli diyenlerin: "ilim maluma tabidir" lafları yanlış olmaktadır. Allahın ezeli ilmi asla başka bir şeye tabi değildir. böyle oluncada cebr olduğu aşikardır. etkilenmek demek etkileyen olduğu varsayılan ( düşünülen) şeyin etkilenene sebep teşkil ettiğini kabullenmek demektir.

insanın özgür iradesini savunanların en çok kullandıkları laf olan "Allah bildiği için yazdı" ifadesidir bununla şunu kasdederler mesela ben şimdi klavyede yazı yazıyorum ya hah diyorlar ki Allah ezeli ilmiyle senin bu saatte, bu vakitte bu yazıyı yazacağını bildiği için levhi mahfuza böyle yapmanı yazdı. yoksa O, böyle yazdığı için sen böyle yapıyor değilsin. yani yine insanın özgür iradesi vardır derler. buraya kadar tamam mı anladınız mı? devam ediyorum sonra şunu diyorlar: "ilim maluma(bilinen) tabidir" yani Allahın ezeli ilmi sonradan olacak olan bilinen fiillere, hareketlere tabidir derler. bununla da şunu kasdederler: yani Allahın ilmi, bilmesi sonradan olacaklara tesirli değildir düşüncesini savunurlar. işte bu düşünceyi anlatmak isterler. yani Allahın evvelden hadiseleri bilmesi bizi cebr altında bırakmaz biz yine hürüz derler. tamam mı? yani Allahın ezeli ilmi, sonradan olacak olaylara tabidir derler. tamam mı? şimdi çooooooooooooook dikkat ediniz: tabi olan, tabi olunandan zaman bakımından önce mi gelir, beraber midirler, yoksa zaman bakımından sonra mı gelir? iyi düşünün. evet cevap şu: tabi olan, tabi olunandan zaman bakımından sonra gelir. bu aklen açıktır. şimdi duruma bakalım: bunlar ne demişti? "Allahın ezeli ilmi, sonradan olacak şeylere tabidir" . soruyorum: ezeli olan şey, hiç sonradan olan şeye tabi olur mu? olmaz eeeeee bu ne o zaman? ne olacak kandırma üç kağıt yüzyıllardır süren pek çok üçkağıttan biri. ezeli olan şey başka şeyden sonra olamaz . başka şeyden sonra olsa zaten ona ezeli ( öncesiz, başlangıcı olmayan) denilmezdi. demek ki onların "ilim maluma tabidir" lafları yalan dolandır. dolayısıyla insanın özgür iradesini savunan biri Allahın ilmi ezeli dediğinde ne dediğini bilmiyor demektir. dolayısıyla şunu şiddetle bildiriyorum ki: insanın özgür iradesi vardır diyen Allah hadiseleri olmadan önce bilmiyordu, hadiseler olurken bildi demek durumunda kalır . ve bunu dediğinde de Kuran daki "kıyamet vaktinin sadece Allahın bildiğini ifade eden" ayeti de inkar etmiş olur. yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa

evet bu başlıkta bunu konuşalım yani Allahın ilmi ve bu ezeli ilim sonuçta kulun özgür iradesi kalmaz. bunu konuşalım ne diyeceksiniz bakalım.. mesela benim son zamanlarda okuduğum metin özdemir diye üniversite hocasının Allahın ilmi ile ilgili kitabı var. orada ezeli ilim kabul edilirse ve Allah hadiseleri önceden bilir denirse kulun özgürlüğü kalmadığını yazar anlıyor ve kendince çözüm arıyor halden hale geçiyor. yani basit değil bu işler. hadi bakalım........

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

*** panteidar wrote: Select Expand

Filozofların kafası çalışıyor..

Kelamcıların hatasına düşmemek için "alem de ezelidir" diyorlar..

Kelamcılar da bu handikaptan sıyırmak için;

"Yani alem sonradan yaratıldı" görüşüne getirilecek olan "sönlu bir zaman sonra mı" sorusundan sıyırmak için;

"Dikkate alınmayacak derecede kısa bir zaman-dolayısıyla o da ezeli sayılır" diyorlar..

 

..

 

bir kere kelamcılar o dediğini demezler.

şunu anladım ben. ateizm zaten çaresiz olayların başlangıçsızlığını savunmak zorunda ve determinizm peşinden geliyor. yani ateist kişi determinist olmak zorundadır. insan olarak hür iradem yok demelidir. benim hareketlerimi önceden olmuş olaylar belirledi demelidir. fakat araştırmalarım sonucunda anladım ki allaha inanan biri de alemin ezeli, başlangıçsız olduğuna inanmak zorundadır. ve sudur anlayışını kabullenmek durumunda kalır. şimdi karşımızda iki durum var.

1: maddeler madde olmak itibariyle birbirinin aynıdır ve hiçbir şey kendi kendinin sebebi olamaz, çünkü bu kendi kendinden zaman olarak önce gelmesini gerektirir. o halde herşeyin sebebi bir öncekiydi anlayışıyla hareket edip bu olaylar zincirinin yaptırıcılığına inanır, bu olayların insanın kararlarını da etkileyen olduğunu kabul edip bir anlaşılmazlık içinde yaşamak

2: bu maddelerden ayrı olarak bir başlangıçsız ve sebebsiz kabul edip buna allah demek ve alemin de bu sebepsiz sebep olan allahtan sudur (çıkma, taşma) ettiğine inanmak. ama bu sudurun başlangıcının olmadığını da kabul etmek. zira olayların allahın bilmesiyle meydana geldiğine inanıp ve allahı da, ilmi olarak kabul edip. alemin allahtan zaman olarak sonrasında olmadığına inanıp, böyle bir sistem kabul etmek ve kişiyi allahın ilminin zorladığına inanmaktır.

 

 

şu dediğimi asla unutmayınız: siz ister allaha inanan ister inanmayan olunuz, iki halde de bu inancınız sizin hareketlerinizde ve düşünceleriniz de hür olmadığınız fikrine götürür. kim ki bunu kabul etmezse şunu bilsin ki ilim de onu kabul etmez. araştırsın ve görsün. allahın önceden bilmesinin insanı zorladığını yukarda anlattım. yüzyıllardan beri bu pek bilinmeyen bir noktaydı. ancak ateistler bu dediğime inanmıyorsa, "determinizm'i" araştırsınlar ve görsünler.

karar verin sizi zorlayan allah mı yoksa geçmişteki olaylar mı, hangisine aklınız yatıyor?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

bak böyle gidersen ilerleyemezsin kuranın nasıl bir kitap olduğunu görmelisin.

ben allahın iradesi yok demiştim ya, son zamanda şu delili yaptım dedim ki allahın ezeli ilminin belirleyici özelliği vardır ancak buna irade diyemiyoruz. zira bu ilimdir ancak başlangıçsız olduğundan bizim anladığımız gibi olmayan şekilde belirleyiciliği vardır. ben bu konuları biraz kapalı anlattım aslında.( dedim ya huyum bu, millet bunları biliyor zannı bende hakim, atamadım bunu yıllardır) yani onlar diyor ki: allahın iradesi, ilminin aynıdır yani anlatabiliyor muyum? kudrete gelince onu da kapalı geçtim aslında. şöyle demem gerekmekteydi: bak diyorum: bu kudretten kasıt ne idi? bir fiili yapabilmek için gerekli olan kuvvvet değil mi? ancak : ezeli ilim kabul edildiğinde bu ilimde dikkat edersen biz başka bir ifade daha kullandık o da şuydu: bu ilim fiili bir ilimdir dedik, yani zorlayıcı ve etkin olan bir ilimdir, bu edilgen değildir dedik, bununla da zaten allahın meydana gelecek şeylerle ilgili bilgisinin bildiği gibi meydana çıkmasını kasdettik. yani bu kudret ifadesini ilim ifadesinde eritilmiş oldu. yani anlayacağın bütün diğer ifadeler kudret, irade gibi ilim ifadesine irca edildi yani ona döndürüldü. ancak görme ve duymaya gelince ona da şu denildi: görmekten kasıt görülebilecekleri bilmesi, duymaktan kasıtta duyulabilecekleri bilmesidir denildi. peki neden allahın duyması ve görmesi reddedildi? daha evvel anlatmıştım ama şunu söyleyeyim: zira duymak ve görmek etkilenmek demektir. oysa allah için etkilenmeden bahsedilemez denildi. bu bakımdan bunlar hakiki manası ile alınamaz şeklinde denildi. başka izahlarda var onları diğer forumlar da anlatmıştım. görme ve duyma ile ilgili mesaj gemisi forumunda vardı. arayın "kursatotcu" forumlarda yazılı bu yazılar. ilerde kitaba ekleyecem

 

**insana irade verilmiştir dedi koç : bak ben "insanın iradesi yoktur" demedim ki, ya ne dedim: "özgür irademiz yoktur" dedim. bununla ne kasdettim? insanın iradesi yani düşünmesi, seçmesi vardır. bu inkar edilemez. ancak şunu ısrarla vurguluyorum: bu düşünceler allahın varetmesiyle oluştuğundan, dolayısıyla hür irademiz yoktur. bizi düşündüren de allahtır yani. bu zaten sizin de hak mezhep dediğiniz eşari mezhebinin görüşüdür. bakın gazali cebirci ama ona fazla bu konuda yüklenen yok değil mi? neden çünkü gazalinin adı var değil mi? o deyince bi şey demiyonuz ama ben deyince hurra demi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tanrı'nın değişmez oluşu bir kanun mudur?

Tanrı kainatı yokluktan mı var etmiştir kendinden mi?

Yokluktan bir şey çıkmayacağına göre;

Kendinden var ettiğine göre bu ;

Kudretinden bir eksilme-değişme değil midir?

 

Yoksa kainat Tanrı'dan ayrı bir yaratık değil midir?

Yani Tasavvuftaki gibi Tanrı aynı zamanda evrenle bir midir?

Böyle olsa dahi , bu da kudretini parçalara ayırmak olarak bir değişim sayılmaz mı?

 

Yoksa zaten öyleydi , ayrıca bir yaratma olmadı..

Evren ve madde halinde miydi yoksa Tanrı?

dedi: "Tanrı'nın değişmez oluşu bir kanun mudur?"

cevap: değişmez oluşu bir kanundur delili şudur: değişenden bahsetmek için değiştireni kabul etmek gerekir. ancak etkileyen etkileyenden (sudur durumu hariç) zaman bakımından önce gelmelidir. ve bu da şu sonucu doğurur: allahı etkileyen olması için allahtan zaman olarak önce varlıkta olması icap eder. ancak allah öncesiz ve başlangıçsız olduğundan bu imkansızdır. imkansıza bağlı olan da imkansızdır. böylece tanrının değişmesi kabul edilemez. dediğim gibi bu çok önemli bir husustur. metafizik bunun üzerine temellenmiştir.

dedi:"Tanrı kainatı yokluktan mı var etmiştir kendinden mi?"

cevap: kainatı yoktan yaratmamıştır. kainatta başlangıçsızdır. allah alemden zaman olarak değil rütbe olarak (zat olarak da denir) öncedir allah için şu denir: "akıl, akil, makul" yani bilgi, bilen ve bilinendir denir. allah kendini bilmekle kendisinin bütün herşeyin kaynağı olduğunu da bilmiş olur ve oluşumlar bu bilgiye göre olduğundan ve bu bilmenin başlangıcı olmadığından alemin başlangıcı da yoktur. ancak geleneksel anlatımdaki sudur anlatışı tatmin edici değildir. benim bunu düzeltmem gerekecek. herhalde bir mezhep kuracam.( kurmalı mıyım sizce? )

dedi:"Yokluktan bir şey çıkmayacağına göre;

Kendinden var ettiğine göre bu ;

Kudretinden bir eksilme-değişme değil midir?"

cevap: kudreti yok demiştim ve ilminin zorlayıcı bir bilgi olması sebebiyle ilmindekiler varlık sahasına çıkacağına göre, ilminde bir değişiklik olmayacaktır deniyor( bu konuda sıkıntılar da vardır) ve allahta bu konuda da bir değişme olmamış oluyor.

dedi:"Yoksa kainat Tanrı'dan ayrı bir yaratık değil midir?

Yani Tasavvuftaki gibi Tanrı aynı zamanda evrenle bir midir?

Böyle olsa dahi , bu da kudretini parçalara ayırmak olarak bir değişim sayılmaz mı?"

cevap: hayır ben alem ile tanrı birdir demiyorum.

dedi:"Yoksa zaten öyleydi , ayrıca bir yaratma olmadı..

Evren ve madde halinde miydi yoksa Tanrı?"

cevap: zaten ayrıca bir yaratma sıfatı yoktur allahın. dediğim gibi O çokluk kabul etmeyen bir birliktir. o birlik ise ilimdir. bu bilmesi hadiselerin sebebidir. yani tüm çabamızla şuna çalışmalıyız: allahı birlemeye. onda çokluk düşünmemeliyiz.

ve ona madde de demem. ama buna geleneksel kelam delilini de getiremem.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

*** ful dedi:"her şey sonuçta Allah’ın dilemesi ve takdiriyledir başlara gelen kötülükler ise kendi elleriyle kazanılması sonucundadır"

cevap: acaba başa gelen kötülükler bu ifadeye göre yine allahın dilemesi ve takdiriyle olmuş olmadı mı?

dedi: "örnegin, bir insan elini ateşe soksa eli yanar elinin yanması Allah ın yarattığı kanunlar gereğidir fakat elini yakan buna elini sokandır sorumluluk elini sokan insandandır ama onun elini yakan bu doğa kanunlarını yaratan Allah tır

cevap: " fakat elini yakan buna elini sokandır sorumluluk elini sokan insandandır " ifadendeki elini sokanın bu fiili yine allahın iradesiyle olmadımı

 

dedi:"yoksa siz ickiyi kumarı dikili taşları putları ve fal oklarını bunları insana yaptıranda allah tır mı diyorsunuz"

cevap: sen yukarda demedinmi herşey allahın iradesiyle olur diye. o halde bu lafın ne manası var madem allah yaptırmıyoda

 

dedi: "HAYIR ALLAHTAN DIR ŞER İSE ŞEYTANDANDIR"

cevap:namaz kılmak hayır mı? hayır dersen sorarım: namaz kılmak allahtan mı? evet dersen sorarım: bu lafla neyi kasdettin? eğer namaz kılmayı allah nasip eder manasını kasdettiysen yine sorarım: peki ama namaz kılmayanlar var. acaba onlara namaz kılmayı nasip etmedi mi? bu yine ayrıımcılık olmuyor mu dersin?

 

*** anteidar wrote: Select Expand

 

 

Kürşat wrote: Select Expand

"yani anlayacağın bütün diğer ifadeler kudret, irade gibi ilim ifadesine irca edildi yani ona döndürüldü. ancak görme ve duymaya gelince ona da şu denildi: görmekten kasıt görülebilecekleri bilmesi, duymaktan kasıtta duyulabilecekleri bilmesidir denildi. peki neden allahın duyması ve görmesi reddedildi? daha evvel anlatmıştım ama şunu söyleyeyim: zira duymak ve görmek etkilenmek demektir. oysa allah için etkilenmeden bahsedilemez denildi."

 

 

dedi: "Fiil'in kaynağı iradedir.İrade olmadan,kudret olmadan fiilin olması düşünülemez..Bu insan özellikleri içinde düşündüğümüzden mi acaba.."

cevap: aynen öyle

dedi: İradesi-kudreti , ilmine irca edildi-döndürüldü derken ya da ezelden öyle iken yaratma fiilini düşünce gücüyle mi gerçekleştirmiştir? Ki ifadeden bu anlaşılıyor..

cevap: düşünce değil, allah düşünmez, neden çünkü düşünmek bir problemi çözmek için gayret sarfetmektir çaba harcamaktır. halbuki allah çaba da harcamaz gayret de sarfetmez ve önemli olan şu ki: onun amacı da olamaz. ama bakınız zariyat 56 da ne diyor ayet: "cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım" bakın bu ayetin zahirini (dış anlamını) alanlar nasıl bir duruma düşüyor: eğer insan ve cinlerin ibadet etmeleri allahın amacı olmuş olsaydı şu sonuç çıkardı: zira bir çokları ibadet etmez, demek ki allah amacına ulaşamadı, aciz kaldı sonucu çıkmaktadır ) peki neden amacı yok dedim?: esasen bu da yüzyıllardır bilinen şeylerdendir. açıklaması şu: amaç edinmek acizliktir zira amaç edinen, edindiği amaca ulaşmasının onun için şu bulunduğu durumundan daha hayırlı olacağını düşünür. bu iş şu sonucu doğurur: amaç edinen amaç edindiği şeyden, amaç edindiğinde ulaşamadığı bir kamillikten yoksun demektir. bu konu da felsefede defalarce söylenen şeylerdendir. mesela gazali bu konuda da bir çelişkiye şöyle düştü: gazali ve eşarilik allahın amacı yoktur dediler. ancak hem eşarilik hem de gazali allahın iradesini kabul etti. halbuki amacı olmayanın iradesi de olamaz. bunu göremediler. ama yine bunu kelamda bulamazsınız. sadece bilmesi etki yapar.

dedi:"Ancak duyması ve görmesi ile ilgili konuda çelişkiler var..

Görmeyi ve duymayı bilmesiyle- açıklanamıyor tam olarak..

Tamam insan gibi gözü-kulağı olduğunu düşünmeyelim ama görmesinin duymasının da bir ilmi vardır diye düşünüyorum.."

cevap: bu soru önemli, çünkü bunu şöyle izah ediyorum: allah dışında herşey cisim dediğimden, düşünce de bir cisimdir, renkte, renk düşünceside, ruh da. bu cisimi allah bilir diyor ve görmesi söz konusu değil dedim. zira görmek için mesefe şarttır ve yön de lazımdır gören için. dolayısıyla allah görür diyenler farkında olmadan allaha yön isnat etmiş yön isnat edince de, mekan isnad etmiş, sonuçta allaha cisim demiş olur. ancak bunları pek düşünmezler. onlar akıllarınca allahı yüceltmek peşindedirler.

 

dedi: Sonra , insanın özgür iradesini neden kabullenmiyoruz..

Tamam doğrudur.. Geçmişten gelen olaylar ve fiiller onun fiilini belirlemektedir.Ama neticede özgür iradesiyle yapmaktadır fiilini..

Özgür iradeyi , istemekle-arzu etmekle karıştırmayalım..

Yani insan " Bana kalsa,elimde olsa" gibi düşünebilir.Ama öfkesine mani olamadığı için cinayet işleyen insanı - özgür iradesi yoktu,kaderiydi,öfkesine yenildi diye mazur göremeyiz..Çünkü fiili neticesinde yokettiği bir can var ve o can onun öfkesinden,karakterinden çok daha önemli..

Fiilleri varedeni , yanlış fiili seçenden dolayı sorumlu göremeyiz.O yanlış fiillerin sistemde kullanıldığı yararlı alanlar var.Asıl kullanılması gereken yerde değilde yasaklanan yerde kullanılması , kullananın sorumluluğudur.

cevap: bak bu yazıda ( allahın ilmi ve zorunluluk) allahın insan fiillerini önceden bildiği kabul edilirse, kul için hür iradenin olamayacağını çok açık ifade ettim. bu delile karşı çıkılamaz ve bu yüzyıllardır bilinmiyordu. ibn rüşd bunu ima etti ve yüzyıllardır bu üç kağıt sürdü ( ilim maluma tabidir üç kağıdı)..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

bakın bu diyalogtaki şahıs sizin gibi hür iradeyi savunuyor ( nurcu) ve ona kader hadislerini gösteriyorum yaptığı izahlara bakınız;

 

* kursat:

senin ehli sünnet anlayışın Maturidilik değil mi

SERHAN:

iki mezhep de haktır

kursat:

maturidiklik özgür iradeyi savunur, eşarilik cebri

SERHAN:

değil

kursat:

hadislerde cebr anlatılır, baktın mı kader hadislerine

SERHAN:

birazını biliyorum. Fakat, risale-i nur hepsini izah etmiş ve açıklamış

kursat:

bildiklerinden bir tane anlatsana bakalım cebr mi yoksa özgür irade mi anlatılıyor

SERHAN:

elhamdülillah elimde r.nur gibi bir kitap var, mesela annenin duası makbuldür.

kursat:

kader hadisi dedim

SERHAN:

mesela, kim benden bilerek yalan bir şey haber verirse Cehennem ateşinde yerini hazırlasın.

kursat:

dalga mı geçiyorsun benimle

SERHAN:

neden

kursat:

kader hadisi diyorum

SERHAN:

Peygamber aleyhisselam, yalan söyleyeni tehdit ediyor. Eğer Allah zorluyor olsaydı tehdit etmezdi

kursat:

yani hadis kitaplarında kader bölümünde yer alan hadisleri diyorum

SERHAN:

sen söyle ben sana izah edeyim

kursat:

ok

kursat:

*** Ubade bin es-Samit’den

“O ölürken oğluna dedi ki: ”Yavrum! Eğer sen başına gelmesi takdir olunanın mutlaka geleceğini; gelmemesi takdir olunanın da mutlaka başına gelmeyeceğini bilmedikçe imanın tadını tadamazsın. Ben peygamberin şöyle buyurduğunu duydum: “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir, ona “Yaz” dedi. “Ya Rabbi ne yazayım” dedi. “Kıyamete kadar olacak olan her şeyin kaderlerini yaz.” Yavrum! Ben yine peygamberden şöyle duydum: ”Kim bu inanç dışında ölürse o, benden değildir.” (Ebu Davud)

SERHAN:

izah edeyim mi

kursat:

et

SERHAN:

Allah, senin cüzi iradeni nasıl kullanacağını biliyor ve ona göre bir kader yazıyor. O kalem, senin cüzi iradenden hariç şeyleri yazmıyor. Hem senin cüzi iradeni, hem de cüzi iradenin neticesini bir olarak yazıyor. Yani, zorlama yoktur

kursat:

Cabir’den

Allah Resulü buyurdu ki:

“Biriniz kaderin hayrına da, şerrine de iman etmedikçe iman etmiş olmaz. Başına gelecek olanın mutlaka geleceğini, başına gelmemesi mukadder olanın da mutlaka gelmeyeceğini bilmedikçe (iman etmiş sayılmaz). (Tirmizi)

 

SERHAN:

izah edeyim mi

kursat:

ne yazarsam izah et

SERHAN:

Allah herşeyi hayır için yaratıyor. Şerleri de Allah yaratıyor. Şerleri yaratmasını hikmeti ise, şerlerin neticesindeki hayırlardır. Çünkü, o şer olmasa, neticesindeki büyük hayırlar meydana gelmemiş olacak, bu da büyük bir şer olur. Mesela, sen cüzi iradenle bir günah işledin. Bu bir şerdir. Fakat, Allah o şerri neticesindeki büyük hayırlar için yaratıyor. Yani, hayır ve şer Allahtandır

kursat:

İbn Amr bin el As’dan

Allah Resulü buyurdu ki:

“Allah yaratıkları karanlık içinde yarattı ve sonra onların üzerine nurundan gönderdi. Kime bu nurdan isabet etmişse doğru yola erdi. Kime isabet etmediyse saptı. Onun için ben diyorum ki; kalem Allah’ın ilmine göre vazifesini yapıp mürekkebi kurumuştur.” (Tirmizi)

SERHAN:

Allah, herşeyi bilerek ve isteyerek yapar. Allahın o nuru, cüzi iradesini doğru yolsa kullanan insanlara geldi. Yani, Allah kimin cüzi iradesini nasıl kullanacağını bildiği için o nuru ona gönderdi. yani, o nurun isabeti tesadüfi değildir.

kursat:

Resul-i Ekrem buyurdu ki: ”Melek rahme girer nutfeyi eline alır ceset olarak suretlendirir. Sonra ”Ey Rabbim erkek mi, dişi mi, sağlam mı, kusurlu mu?“ diye sorar. Allahu Teala nasıl emrederse öyle suretlendirir. Sonra ona ruh üfler, said veya şaki olduğunu yazar.” (Bezzar)

SERHAN:

Allah, o kimsenin cüzi iradesini said olmak için kullanacağını bildiği için ona said yazar. Diğer kimsenin ise, cüzi iradesini şaki olmak için sarfedeceğini bildiği için ona şaki yazar

kursat:

Tedavi ve rukyenin, Allah’ın kaderinden bir şeyi değiştirip değiştiremeyeceği kendisinden soruldukta, Resul-i Ekrem şöyle buyurmuştur: ”Onlar da Allah’ın takdiri iledir” (Tirmizi, İbn Mace)

SERHAN:

Allah, senin cüzi iradene göre kaderini yazar. Yani, senin cüzi iradeni nasıl kullanacağını bildiği için, kaderini ona göre çizer. Mesela, sen cüzi iradenle tedavi oldun. Allah senin cüzi iradeni tedavi olmak için kullancağını bilir ve ona göre sana bir kader çizer. Hikmeti iktiza ederse şifa verir. Yani, yine Allahın takdiri

 

kursat:

(İbn Şahin, Ebu Umame’den rivayet etmiştir. İhya da vardır.)

“Allahu Teala: “Hayrı ve şerri yarattım. Hayır için yarattığım ve hayrı kendi ellerinde icra ettiğim kimseye müjdeler; şer için yarattığım ve kötülükleri kendisine yaptırdığım kimseye de yazıklar olsun. Tekrar tekrar veyl ve yazıklar da, “Niçin ve nasıl” diyene olsun.”

SERHAN:

Allah, bir insanı neden şer için yaratıyor. Çünkü, o insanın cüzi iradesini şer yolunda kullanacağını biliyor. Burada açıkça cüzi irade ispat ediliyor. Eğer, bir insanı Allah günaha zorlarsa neden ona yazıklar olsun desin ki, masum olduğu halde

kursat:

Resul-i Ekrem buyurdu ki: “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ın kalbimi dinin üzerine sabit kıl“ (Tirmizi)

SERHAN:

çok açık. Allah, insana bir cüzi irade vermiştir. Cüzi iradesiniyle kim hidayeti isterse Allah ona hidayet verir. Kim de dalaleti ve şerri isterse Allah onun kalbini sapıtır

kursat:

“Müzeyne veya Cüheyne kabilesinden bir adam sordu: “Ey Allah’ın Resulü, hangi işi yapıyoruz, olup bitmiş (levh-i mahfuza kaydı geçmiş) bir işi mi yoksa (henüz levh-i mahfuza geçmemiş) şu anda yeni başlanacak olan bir işi mi? Resulullah: “Olup biten işi” dedi. Adam - veya cemaatten biri - yine sordu: “Öyleyse niye çalışılsın ki?” Hz. Peygamber şu açıklamada bulundu: ”Cennet ehli olanlara cennetliklerin ameli müyesser (kolaylaştırmak) kılınır, ateş ehli olanlara da cehennemliklerin ameli müyesser kılınır” (Ebu Davud)

SERHAN:

Allah, cüzi iradesiyle Cenneti isteyen kişilerin Cennete gitmesini kolaylaştırır. Cüzi iradesiyle Cehenneme gitmek isteyen bir kimsenin de Cehennemini kolaylaştırabilir

kursat:

Abdullah b. Abbas’tan rivayet edilmiştir:

Bir gün Resulullah’ın arkasında idim. Bana şöyle dedi: ”Ey oğulcağızım! Sana bazı kelimeler öğreteyim: Allah’ı koru ki, seni korusun. Allah’ı koru ki O’nu karşında bulursun. Bir şey istediğin zaman Allah’tan iste, yardım istediğin zaman Allah’tan yardım iste. Bil ki sana yardım etmek için bütün ümmet bir araya toplansa, Allah sana o yardımı yazmamışsa, sana yardım edemezler. Kalemler kaldırıldı, sahifeler kurudu. (Tirmizi)

SERHAN:

Elbette çok açık. Bu hadis de, cüzi iradenin varlığına kesin delildir. Çünkü, insan cüzi iradesiyle Allahtan yardım dilemesini söylüyor. Ayrıca, Allah kimin cüzi iradesini nasıl kullanacağını bildiği için kaderde ona yardım yapılacağı yazılmıştır

kursat:

Ebu’d-Deylemi’nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Ubey b. Ka’b’a geldim. İçimde kader hakkında bir tereddüt var. Bana bir şeyler söyle; belki Allah onu benden ve kalbimden giderir, dedim. O da bana: ”Allah semalarda ve yeryüzünde bulunanlara azap etseydi, yine onlara zalim olarak azap etmiş olmazdı. Şayet onlara merhamet etmiş olsaydı, onun rahmeti kulların fiillerinden dolayı, onlar için bir hayır olurdu. Sadaka olarak Uhud dağı kadar altın dağıtsan, kadere iman etmedikten sonra Allah onu senden kabul etmez. Biliyorsun ki sana isabeti yazılmış olan kötülük senden şaşmaz. İsabet etmemesi yazılmış olan da sana isabet etmez. Bunun dışında bir şeye inanarak ölürsen, cehennemlik olursun.” (Hakim)

SERHAN:

Mesela, sana isabet eden bir kötülük, yine senin cüzi iradenle olur. Çünkü, Allah o kötülüğü, senin cüzi iradenle yaptığın bir hataya göre verir.

kursat:

Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün):

"Allah Teâla hazretleri bir kulun hayrını diledi mi onu istimal eder!" buyurmuştu. Kendisine: "Onu nasıl istimal eder?" diye soruldu.

"Ölümden önce salih amel işlemede muvaffak kılar!" buyurdu."

Tirmizi, Kader 8, (2134).

SERHAN:

Allah, neden bir kuluna hayır diler. Çünkü, cüzi iradesini hayırda kullanacağını bildiği için.

kursat:

- Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: "Bir çocuk ölmüştü. Ben: "Ne mutlu ona! Cennet kuşlarından bir kuş oldu!" dedim. Aleyhissalâtu vesselâm:

"Sen Allah'ın cenneti de cehennemi de yarattığını, beriki için de öteki için de ahali yarattığını bilmiyor musun?" buyurdular."

Müslim, Kader 30, (2662); Nesâi, Cenaiz 58, (4, 57); Ebu Davud, Sünnet 18, (4713).

SERHAN:

Elbette, zaman gösterdi ki, Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değildir. Allah zalimleri bildiği ve gördüğü için Cehennemi yaratmıştır

kursat:

: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah bir kulunun bir memlekette ölmesini takdir etti mi, onu oraya -veya orada bulunan bir şeye dedi- muhtaç kılar."

Tirmizi, Kader 11, (214.

SERHAN:

O muhtaçlık o adamın orada ölmesi için bir şart olduğu gibi, o adamın cüzi iradesini oraya gitmek için sarfetmesi ayrı bir şarttır. allah, o adamın cüzi iradesini oraya gitmek için sarfedeceğini bildiği için, onun cüzi iradesine göre bir kader yazmış.

 

Not: Görüldüğü gibi kader hadislerini nasıl yorumluyor, ve hep “bildiği için” ifadesini kullanıyor. Yani “ilim maluma tabidir” ifadesini zikrediyor. Bunun ise izahı geçmişti.

 

not: hadisleri gördünüz. benzeri yüzlercesi vardır bakın hadis kaynaklarına. kader bölümüne ama önce yaprağı çevirin sonra indekse bakın yani içindekiler okey mi açtın mı sayfayı ha şimdi oku, şimdi düşün, acaba senin dediğini mi diyor yoksa benim dediğimi mi?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

**Alıntı:

MuSaB_BiN_uMeYR tafarından gönderildi

şimdi sen bi yerde diyosun ya Allah zorla yaptırdı diye.. halbuki o kişi kendi dilemesiyle yaptı o işi.kader vardır ama kaderde olan işler gerçekleşirken insanın cüzi iradesini yok sayıyorsun mesela ben bu anda yazıyorsam kendi cüzi irademi kullanarak yazıyorum... zalimlerin kotuluk yapmaları Allah'ın izniyle ama insanların cüzi iradeleri var. eğer Allah boyle kötü olan işlere izin vermeseydi imtihan sırrı mı kalırdı.

 

cevap: bak ben cüzi iradeyi yok saymıyortum. bizim irademiz var diyorum ama iyi dinle bunu: bu cüzi irade dediğimiz sonuçta düşünce değil mi? mesela ağağa kalkma isteğimi ele alalım. bu cüzi iradedir. bak şimdi iyice hem de soruyom: bu ayağa kalma düşüncemi allah mı yarattı? ver bakalım cevabını? işte sana ve senin gibilere bunu anlatmadıar. anladınız mı? ve siz de bunu sormadını! size dendi ki: "sen istiyon napacanı allah ise hareketlerini (fiillerini)yaratıyor. yani sen hürsün" hep bu deniyo ya, sen çocuk musun, sorsana "hareketimi allah yaratıyor da düşüncemi, seçimlerimide mi allah yaratıyor?" diye bakalım. sana ne dicek onlar. ha derse ki "allah yaratıyo düşünceni" hemen cevabı yapıştır de ki: "ya de, hem düşüncemi, seçimlerimi allah yaratacak hem hareketlerimi, eeee de benim hür olduğum ne kaldı ki artık de, okey mi?

 

eğer sana derse ki: "düşünceni allah yaratmıyor, orasını karıştırma bizde böyle okuduk alimlerimizden, üstatlarımızdan, sen onlardan daha mı iyi bilcen ki" derlerse, deki: "ya de, hareketler var, düşünceler de var. birini allahın yarattığına inanıyon da öbürünü yarattığına niye inanmıyon de, delilini göster. bakalım, öyle atmasyon yok de, bizde düşünüyoz heralde de yani" de okey mi hadi bakalımm, bide böyle yazıyom diye kızmayın emi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

sayın Kürşat bahsettiğiniz soru yüzyıllar evvelinde işlenmiş tıpkı diğer karmaşalarınız gibi. kelam kitaplarına ve mezheplerin doktrinlerine bakarsanız pek çok orjinal fikirle karşılaşırsınız. Maturidi kelamını tavsiye ederim.

 

Maturidi ye göre insan, fiillerinde hakiki manada bir irade hürriyetine sahiptir. Kaldı ki Allah "dilediğinizi işleyin, doğrusu O yaptıklarınız görendir"(fussilet 40) , "kim zerre kadar iyilik etmise onu görür, kim zerre kadar kötülük etmişse onu görür" (zilzal 7-8) mealindeki ayetlerde, insanın fiillerinin faili olduğu ifade edilmektedir. Ancak insan, fiillerini kendisi işliyorsa da, aslında onları yaratan Allah'tır. Nitekim O, "sizin yaptıklarnızı da Allah yaratmıştır" (saffat,96) buyurmaktadır. Burada görüldüğü gibi, fiilin Allah'a isnad edilmiş olması, onun insandan soyutlanmasını gerektirmez. (çağımızda itikadi islam mezhepleri, ethem ruhi fığlalı)

 

yani kategorileri sınırsızca yaratan Allah'tır. ama onları seçen kul.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

. Burada görüldüğü gibi, fiilin Allah'a isnad edilmiş olması, onun insandan soyutlanmasını gerektirmez. (çağımızda itikadi islam mezhepleri, ethem ruhi fığlalı)[/b]

 

yani kategorileri sınırsızca yaratan Allah'tır. ama onları seçen kul.

peki seçimi kim yaratıyor, maturidiliğe göre allah değil, ama mezhep imamlarına göre sonradan olan herşey mahluktur.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ben eskiden maturidi idim sonra onların cüzi iradeyi yani bir fiili(hareketi) yapmadan önce yapmak isteme düşüncesini ( örneğin ayağa kalkmak istedim, işte bu ayağa kalkmayı istememe cüzi irade denir. allah yaratmaz, dediklerini öğrendim ve eşariye geçtim. uzun süre (4 yıl)bu mezhepte kaldım. sonra ondan da başka sebeplerden dolayı dolayı ayrıldım. ancak şunu söylemeliyim, sizin hak mezhep dediğiniz eşari mezhebi aslında insanın hür iradesi yok der. benim ebu mansur maturidinin kitabut tevhid isimli kitabı üzerindeki yorumlarım için gazali böyle diyor başlığına bakınız.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

hak mezhep diye bir tamlamayı kabul edenler çok şeyi görememektedirler. dünya üzerinde hak olan tek şey Kurandır. kaldı ki neden ille de tek mezhep de tutunuyorsunuz. mezhep değiştirmeniz çok doğal. bence hepsinden faydalanın. tarihin ilerisinde olmanın nimetlerini değerlendirmek gerek.

 

insanlarında yaratıcılık vasfı vardır. zaten diğer canlılardan önemli bir diğer farkı da budur insanın.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 6 ay sonra...
  • 3 yıl sonra...

Değerli kardeşim kendince saçma sapan bir izah ile sanırım bir bilgi karmaşası ortaya koymaktasın lütfen bir başkasınıda karıştırabileceğini asla unutma ve lütfen aşağıda yazılanları da sonuna kadar oku selam ve dua ile,

 

Sevgili din kardeşlerim,

Kadere iman noktasındaki sohbetimizde duygularımı tam olarak dile getiremediğim için sohbetimiz akşamında derlemeye çalıştım, Umarım sohbetimizin devamı kabul eder, sürçü lisan olmuşsa bağışlarsınız . Öncelikle Kuranı kerimden hareketle efendimiz Aleyhisselatu vessalama,tabin e ve tabe tabine tabi olmanın gerekliliğine bakacak olur isek;

- “Çünkü Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O’na kulluk edin! Bu dosdoğru bir yoldur”. (Âl-i İmrân: 3/51)

- “De ki: (Bana gelince) şüphesiz ki Rabbim, beni dosdoğru bir yola hidayet etti. (Ayakta) dimdik duran bir dine, İbrahim’in hanif dinine... O, müşriklerden olmadı. De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Bunu (tebliğ etmek)le emrolundum ve Ben müslümanların ilkiyim”. (En’âm: 6/161-163)

- “De ki: Ey insanlar! Ben Allah’ın Rasûlü’yüm. Hepiniz için gönderildim. O Allah ki göklerin ve yerin mülkü O’nundur. O’ndan başka mabud yoktur. Diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve Ümmi Nebi olan Rasûlü’ne iman edin. Allah’a ve O’nun kelimelerine (Kur’an’â) iman eden O (Ümmi Nebiye) tâbi olun. Umulur ki hidâyet olunursunuz”. (A’râf: 7/158)

- “Her peygamberi, ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat olunsun diye gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettiklerinde sana başvurup Allah’dan af talep etselerdi ve peygamber de onlar için af talep etseydi, kesinlikle Allah’ın tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcı olduğunu görürlerdi”. (Nisâ: 4/64)

- “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Sakın (Kur’an’ı) işitip durduğunuz halde ondan yüzlerinizi çevirmeyin”. (Enfâl: 8/20)

- “Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin ki (bu sayede) rahmet olunasınız!” (Âl-i İmrân: 3/132)

- “Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Aksi takdirde korkuya kapılır, rüzgârınız (gücünüz-devletiniz) gider. Sabredin! Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir”. (Enfâl: 8/46)

- Ey iman edenler! Allah’tan (azabından) sakının ve doğru söz söyleyin. (Böyle Allah’tan korkar da doğru sözlü olursanız) Allah sizin işlerinizi düzeltir (sizi muvaffak kılar) ve günahlarınızı da bağışlar. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse kesinlikle o büyük bir zafer elde etmiştir”. (Ahzâb: 33/70-71)

- “(Ey Muhammed!) De ki: Allah’a ve peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz (bilin ki) Allah kâfirleri kesinlikle sevmez”. (Âl-i İmrân: 3/32)

- “Kim peygambere itaat ederse, kesinlikle o Allah’a itaat etmiş olur. Kim (de peygambere itaatden) yüz çevirirse (bu durum seni sıkmasın). Zira seni onların üzerine gözetici olarak göndermedik”. (Nisâ: 4/80)

- “Allah’a ve peygambere itaat edenler, Allah’ın nimetine mazhar olmuş peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaşlardır!” (Nisâ: 4/69)

Bu ayeti kerime aynı zamanda hz peygamberin getirdikleri ve ameline intiba edenlerin gelmiş geçmiş bütün peygamberlere,sıdıklarla, şehit ve Salih kimselerle beraber olduğunu işaret etmektedir.

- Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla. 2- (Ezelden ebede kadar bütün) Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. 3- (O) Rahmandır Rahim’dir. 4- Ceza Günü’nün sahibidir. 5- Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım isteriz! 6- Bizi doğru yola ilet. 7- Nimet verdiğin kimselerin yoluna!.. Gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil!” (Fatiha: 1/1-7)

- Hem onlara denildiği zaman yani hainlikleri meydana çıkıp da kendilerine nasihat yoluyla gelin Resulullah sizin için istiğfar ediversin günahlarınızın affına dua ediversin diye söylendiği vakit başlarını çevirdiler, kafa tuttular. Ve gördün ki onlar kibir taslayarak yüz çevirip yan çiziyorlardı.

“Onlara: ‘Gelin, Allah’in Peygamberi sizin için magfiret dilesin.’ denildigi zaman baslarini çevirip kaçarlar ve sen onlarin kibir içinde uzaklastiklarini görürsün.” (Münafikun/5)

Allah resulüne iteat konusunda daha bir çok ayeti kerime mevcut olup yukarıdaki ayeti kerimelerden (Nisâ: 4/64) ayeti kerime aynı zamanda ümmetin Allah resulü ile birlikte tevbe etmenin ehemniyetini de işaret etmekte olup Münafikun/5 ayette bu ayeti kerimeyi teyit etmektedir.Bu bahisi inşeallah velilerle birlikte tevbe etme kısmına ilerde girersek ayrıca müteala ederiz.

Hz. Peygamber s.a.v.'in “En hayirli nesil benim dönemimde yasayanlardir. Sonra onlari izleyenler, sonra onlarin ardindan gelenlerdir.” (1) seklindeki hadisinde “en hayirli nesiller” olduklari haber verilen ilk üç kusaga Selef denir.

Biliyorsunuz Lügatta selef ÖNCEKİ demek olup haleflere yani bizlere sizden öncekiler anlamınıda yüklemiştir.

 

Bu ilk üç kusak, sırasıyla Sahabe, Tabiun ve Tebe-i Tabiîn'dir . Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek nesiller ve ÖNDEKİLERDİR.

 

Sahabe kusagi, Hz . Peygamber s.a.v.'in vefatindan sonra Islâm'in biricik temsilcileri olarak yasamis, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedilen yeni bölgelerde Islâm'i hakkiyla teblig etmis, ögrenciler yetistirmislerdir. Kur'an'i, hadis-i serifleri ve Islâmî uygulamalari bütün müslümanlar Sahabe kanaliyla ögrenmistir. Bu sebeple Sahabe'nin Islâm ilim tarihinde oldugu kadar, iman, amel, edep, zühd, vera, takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii vardir.

 

Bilindiği üzere Onlardan sonra gelen kusaga Tabiun denir. Bu kusak da Sahabe'nin dizinin dibinde yetismis, imani, ilmi ve ameli onlardan almistir. Bu kusaga Tabiun (izleyenler, tabi olanlar) denmesinin sebebi, Sahabe'ye uymakta gösterdikleri titizlik, ciddiyet ve özendir.

 

Sahabe'nin önemi, Kur'an'da hayirla yad edilmis olmalari, Hz . Peygamber s.a.v.'in yasantisinin ilk ve en önemli temsilcileri olmalari hasebiyle Islâm'i en dogru sekilde anlayip yasamanin kistasi olmalari... gibi hususlardan kaynaklanmaktadir. Tabiun'un önemi ise temelde su iki noktaya dayanmaktadir:

 

1. Islâm'i, Sahabe kusagindan, yani en dogru sekilde anlayip yasamis olan kusaktan ögrenmis olmalari.

 

2. Sahabe zamaninda rastlanmayan, sonradan karsilasilmis yabanci birçok fikir akimi, kültür ve inanç sekliyle ilk defa onlarin muhatap olmasi.

 

Basta felsefî akimlar ve Mu'tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid'at firkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde Islâm toplumuna girmis ve önemli fikrî ve akidevî sarsintilara sebebiyet vermistir.

 

Iste Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akimlarla mücadele ederek Sahabe'den devralinan sahih Islâm anlayisinin zedelenmeden yasamasina ve gelecek nesillere aktarilmasina sebep olmus ve çok büyük hizmette bulunmuslardir. Dolayisiyla Islâm'in özüne yabanci her türlü cereyan karsisinda nasil bir tavir takinacagimizi, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyiz.

 

Tabiun dönemi, ayni zamanda fikhî mezheplerin temellerinin atildigi ve müstakil mezheplerin ortaya çiktigi dönem olarak da dikkat çeker. Bu dönemde yasamis olan Hasan-i Basrî , Süfyan -i Sevrî , Ibrahim en- Nehaî , Sa'bî ... gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil mezhep sahibi idiler. Hanefî mezhebinin imami Ebû Hanîfe de bu kusaga mensuptu. (Allah hepsinden razi olsun) ,Bu konu ile ilgili ilim ehline sorulması yönüyle ekte ayeti kerimeler de derlenmiştir.

 

Tabiun'dan sonra gelerek onlara ögrencilik etmis olan kusaga da Tebe-i Tabiîn veya Etbau't-Tabiîn (Tabiun neslini izleyenler) denir. Bu dönem de ilmî ihtisaslasmanin ya sandigi, hadis-i seriflerin yaygin olarak müstakil kitaplarda toplandigi, itikadî ve fikhî mezheplerin iyice yerlesip müesseselestigi bir zaman dilimidir.

 

Kisaca bu üç nesil, gerek Kur'an ve Sünnet'te övgüye mahzar olmalari, gerekse sahih Islâm anlayisinin bize kadar kesintisiz olarak gelmesinde kilit rol üstlenmistir. Bu sebeple, daha sonraki asirlarda devamli olarak merkezî bir yer tutmus ve adeta dogru-yanlis ayriminin ölçüsü olarak algilanmistir.

 

Tarih boyunca Islâm toplumlarinda ne zaman bir sarsilma, gevseme ve bozulma görülmüsse, bu üç neslin temsil ettigi Islâm anlayisina dönüs gayretleri sayesinde toparlanma olmus ve dogru çizgi muhafaza edilmistir.

 

Bu sebeple Kur'an ve Sünnet'te övgüye mahzar olan “Selef-i Salihîn”, Islâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktasi ve ölçü olmustur.

özetle şu ana kadar ki paylaşım Hz peygambere iteati Allah lisanı ile ortaya koymaktadır. Hz. peygamberde selefi Salih in durumunu ve bu ümmete her asırda ışık ve enerji kaynağı olduklalarını açık bir biçimde belirtmektedir.

Aşağıdaki ayeti kerimede iteatle birlikte cennet ve cehenemmin hak ve varlığının izah ve ispatının delilidir.

“Yine onları görürsün; aşağılıktan başlarını öne eğmiş vaziyette arzolunurlarken, göz ucuyla, gizli gizli bakarlar, inananlar da işte işte hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini hüsrana sokanlardır. Bakın, gerçekten zalimler sürekli bir azab içindedir derler. “

 

Şimdi benzer ayetlere bakacak olursak;

Kafirler ateşe arzolunacakları (girecekleri) gün.- Bu gerçek değil miymiş? ‘Rabbımız hakkı için, ‘evet’ derler, öyleyse inkar etmenizden dolayı azabı tadın.” (46/34)

“Kafirler ateşe arzulanacakları (girecekleri) gün: Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz, yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan ötürü bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandınlacaksınız.” (46/20}

Ayetlerden de açıkça görüldüğü üzere burada ateşin insanlara, (Mü’min: 46 ile ilgili olarak da Fir’avn ailesine) gösterilmesinden değil, insanların o ateşin içine girmesinden söz edilmektedir.

Başkaca; “İşte bunlar (yetimler, vasiyet ve miraslar hakkında bahsi geçen ahkâm) Allah’ın hudutlarıdır. (Onları geçmek caiz değildir). Kim, Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne itaat ederse, Allah o kimseyi (ağaçlarının) altından nehirler akan cennetlere yerleştirir. O cennetlerde ebedi kalıcıdırlar. Bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Kim Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne isyan eder, Allah’ın hududunu (koyduğu yasakları) çiğnerse Allah, ebedî kalmak üzere onu cehenneme sokar ve onun için alçaltıcı bir azap mevcuttur”. (Nisâ: 4/13-14)

Evet cennet te cehennemde adem için bir gayb dır Fakat aziz ve celil olan rabbimiz gaybe imanıda emretmektedir. Özetle; Kur’ân’ı incelediğimiz zaman, gaybe imandan kasdın, Kur’ân’ın bizden inanmamızı istediği gayb haberleridir. Başka bir deyişle inanmamız gereken gayb; Kur’ân’da anlatılan gayb’tır. Elbet dünya hayatı bir imtihan ve sonucunda cennet ve cehennemle nihayet bulan aslında baki alem karşısında çok kısa bir sürecin yaşandığı bir mekandan ibarettir. Bu mekandan çıkışta bir kabir,hesap ve sonrası da söz konususdur. Kendisine iteat etmemizi emreden rabbimizin işaret ettiği hz peygamber dünya hayatı sonrasında hesaba çekilme noktasında bir hadisi şerifte ;

Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun namazıdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün olmazsa, kaybeder ve zararlı çıkar. Şayet farzlarından bir şey noksan çıkarsa, Azîz ve Celîl olan Rabb'i:

- Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız? der. Farzların eksiği nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesaba çekilir. Buyurmaktadır.

Tirmizî, Mevâkît 188. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 149; Nesâî, Salât 9; İbni Mâce, İkâmet 202

Bu sahih hadisi şerif gayet açık bir biçimde dünya hayatı sonrasında ekinimizin mahsulünün bedelinin rabbimizce değerlendirileceğini açık bir biçimde ifade etmektedir. İş böyle iken dünya hayatı içerisinde olan ve olacakların rab tarafından bilinmesi karşısında imtihanın ne anlam ifade ettiği ayrıca ele alınmalıdır. Bu zamanda birileri Allah'ın her şeyi önceden takdis etmesi bizi bağlamak olmaz mi? Nasıl olsa O'nun takdiri dışına çıkamayacağımıza göre, bizi yaptıklarımızla sorgulaması adalete nasıl yakışır? Demektedirler.

Aslında bu suali tek cümle ile gayet kolay bir biçimde açıklamak mümkündür: "Bir şeyin nasıl olacağını bilmek, o şeyi öyle olmaya mecbur etmek demek değildir" diye cevaplayabiliriz.

Yani Allah (c.c.) neyin iyi, neyin kötü olduğunu bildirmiş ve insana iyiyi de kötüyü de dileyebilme (irade) ve yapma gücü vermiştir. Dolayısı ile insanın, kötüyü dilemesi ve yapması halinde cezalandırılması normaldır. Meselâ bir tanıdığımızın, bir hafta sonra sabah uçagı ile Ankara'ya gideceğini, orada bir genel müdürle görüşüp Eskişehir'e geçeceğini, orada da bir akrabasını ziyaret edip trenle Istanbul'a döneceğini bilmiş ve bunu aynen kaleme almış olsak, günü gelince de o, bunları aynen uygulasa, biz önceden öyle yazdığımız için o da bunları yapmak zorunda kaldı, diyebilir miyiz? Işte Allah da herşeyi, bu arada kimin iradesini nasıl kullanacağını önceden bildiği için takdir etmiş, yani bilmiştir. Yoksa o yazdığı için insanlar öyle yapmak zorunda kalmamıştır. Haşa Çizdiği senaryoda dublör arayarak kendini eğlendiren bir senarist misali bir durum söz konusu değildir.Yani insanların bir kısmını Allah cc. Günah işlemeye ve bir kısmınıda sevap işlemeye mecbur eden değil yapılarını kimyalarını bilen ama belli bir hudutta onlara serbestlik tanıyan ve karşılığında ceza ve mükafatı takdir gücü olan güç ve kudret sahibidir.diyebiliriz.

Yani insan kendi eylemlerinin sonucunu kendi belirler. Iradesini iyi ya da kötü yöne çevirir, gücünü de o doğrultuda kullanır. Allah da onun diledigi ve gücünü kullandığı fiili yaratır. Böylece hayrı da şerri de yaratanın Allah olduğu anlaşılır. Ne var ki, hayrı yani iyıliği severek, şerri, yani kötülüğü de sevmeyerek, sırf kulunun iradesi ve gücü o yönde olduğu için imtihanın anlam kazanması için yaratmıştır/müsaade etmiştir.

Tabiat olayları dediğimiz yağmur, kurak, deprem, sel felâketi... gibi olaylar da Allah'ın takdiri ve yaratmasıyladır. Bunların sebepleri yüksek başınç, yeraltı çukurlarının çökmesi, şu ya da bu olabilir. Ama bu sebeplerin de birer sebebi, onların da birer sebebi vardır ve bu zincir Allah'a dayanır. Bunlar bir yana, bu tür olayların bir de insanların davranış biçimiyle ilgili olan yani vardır. Çünkü Allah, dünyada olan her şeyi insanlar için yarattığını söyler. ("O yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yaratandır" Bakara (2) 29. ) Öyleyse bunlar da insanlar için yaratılmıştır. Ayrıca insanlar Allah'ı tanıyıp, davranışlarını ve yaşayışlarını O'nun indirdiğine göre ayarlamaları halinde yağmuru ve toprağı dahi onların yararına göre ayarlayacağını bildirir. (Buna yakın anlamdaki âyetler için bk. Mâide (5) 65-66.) Demek ki, bizim tamamen ormana, denize, alçak ya da yüksek başınca bağladığımız yağmur, çok ilerlerde ve aslında bizim yaptıklarımızla ilgilidir. Meteorolojinin ya da depremle ilgilenen bilimin yağmura ve depreme sebep olarak söyledikleri şey'ler doğru olabilir, ancak bunlar son sebeplerdir. Müslüman, ya da düşünebilen insan, o sebeplerin de sebeplerine doğru gidebilen insandır.

Kaderle ilgili konulardan biri de "tevekkül" meselesidir. Tevekkül müslümanlar arasında bile çokça yanlış anlaşılan bir konudur. Allah her şeyi bir sebebe bağlı olarak yaratmış ve bizim, olmasını istediğimiz şeyin sebeplerine sarılmamızı istemiştir. Meselâ biz• işyerimizden fazla kazanç elde etmek istiyorsak, onun sebeplerine sarılmalıyız. Sebeplere sarılmadan. "ben Allah'a güveniyor ve ona dayanıyorum, O verecekse verir" demek, tevekkül etmek değil, tembellik etmek ve Allah'ı tanımamaktır. Çünkü O, hem çalışmamızı, hem de kendisine güvenip dayanmamızı istiyor. Bunlardan sadece birisini, yani A1lah'a dayanıp güvenmeyi yapan; Allah'ın dediğini, yani tevekkülü yapmış olur mu? Kısaca tevekkül, kendi gücünün ve başarısının da, Allah'tan olduğunu kabul etmek ve sebeplere sarıldıktan sonra bile meselenin; Allah'ın elinde olduğunu bilmek ve O nasıl yaratırsa ona rıza gösterip kabul etmek demektir. Böylece kaderin tevekkülü, tevekkülün de rızayı gerektirdiğini de görüyoruz. Bunların üçünü de bir örnekle anlatacak olursak :

Öncelikle; Tıp, Hukuk, Iktisat ya da Edebiyat fakültelerinden birisine girmek isteyen bir kardeşimiz için; lise ya da dengi bir okul mezunu olması, üniversite sınavlarına başvurup giriş kartını almış olması, sınav konularına hazırlıklı bulunması, sınav kâğıdını belirlenen zaman içerisinde yeterli ölçüde doğru doldurup teslim etmesi ..... birer sebeptir. Onun bu sebeplere sarılması A1lah'ın gayret göstermemiz konusundaki emrini yerine getirmektir. Sınav kâğıdını teslim ettikten sonra; sınavda harcadığı gücü de, sınavda başarmasının da Allah'ın yardımına bağlı olduğunu ve sonucun, Allah'ın seçmesiyle olacağı için, ne olursa olsun en güzel sonuç olacağını kabullenmesi ve O'na güvenip dayanması tevekküldür. Sınavlar değerlendirilip onun Tıbbı değil de, meselâ Edebiyatı kazanması ise kaderdir. Onun bu sonucu. dövünmeden, hayıflanmadan kabul edip razı olması da rızadır. Ancak onun bu noktadaki rızası, öbür fakülteleri gözden çıkarıp Edebiyata girmesi gerektiği anlamında değil, sonucun bu şartlarla böyle olması gerektiğini bilip; onu anlayışla karşılaması anlamındadır. Yani ille de başka fakülteye girmek isterse bu rıza ona engel değildir. O zaman bütün gayretlerine rağmen o anki takdir edicinin takdirine saygı duyarak rıza gösterip sebeplerde bir eksiklik olduğuna karar verirse ve bu tura yeniden başlar.İşte bu durum kul tarafından aynı zamanda tedbirin güçlendirilmesi durumudur.

Görüldüğü gibi, kader konusu, iyi düşünmeye muhtaç bir konu ve imanın önemli temellerinden biridir. Bu yüzden peygamberimiz kaderin yanlış anlaşılmaması konusuna önem vermişlerdir. Bir hadîs-i şeriflerinde de: "Sizden biriniz; kendisine gelecek bir şeye, bütün dünya toplansa engel olamayacağına, gelmeyecek olan bir şeyi de, bütün dünya toplansa getiremeyeceğine inanmadıkça, kadere gerçekten inanmış olamaz" (Ebû Dâvûd, Sünne 16; Trmizî Kader 10; Ibn Mâce, mukaddime 10; Müsned V/317, VI/442.) buyurmuştur.

Diğer yönden, kadere inanmayanların, meydana gelen olayların kaderle oluşmadığını ispatlayacak hiçbir delilleri yoktur. Öyleyse kadere inanmak aklen de daha uygundur ve buyurulduğu gibi: "Kadere inanmak üzüntü ve kederi de giderir."

Ancak bütün bu açıklamalara karşılık kader meselesinin anlaşılamayacak kadar ince noktaları da yok değildir. Bu yüzden birçok Islâm bilgini çeşitli âyet ve hadîslere dayanarak şöyle demişlerdir:

Kaderin aslı, yaratıkları içerisinde Allah'ın bir sırrıdır. Bunu ne bir meleğe, ne de bir peygambere bildirmiştir. Bu konuda derinlere dalmak; yardımcısız kalmanın sebebi, mahrumluğun merdiveni ve sapıtmanın ilk basamağıdır. Öyleyse bundan kaçınmak ve bu konuda vesveseye kapılmamak gerekir. Allah'ın varlığını, birliğini ve gücünü akılla bulduktan ve her şeyi bir kadere göre yarattığını da duyduktan sonra, kaderin bütün inceliklerini kavrayamazsak ne olur? Ya da kavramağa çalışmak, Allah'ı sorguya çekmek olmaz mı? Halbuki O:

"Ona yaptığı sorulamaz, ama insanlar sorguya çekilecektir." (Enbiyâ (21) 23.) buyurur.

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

"Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah`ın sırrıdır. Allah'ın sırrını açıklamaya kalkmayın." Ancak bu hadis-i şerif bizi kader meselesini konuşmaktan ve bu meseleyi anlamaya çalışmaktan men etmemektedir. Zira bu hadiste anlatılmak istenen farklı bir şeydir.

Şöyle ki: Kader ikiye ayrılır:

1- İnsanın kendi iradesiyle ilgili olan kısım.

2- İnsanın iradesinin karışamadığı, onun irade ve kuvveti dışında meydana gelen hadiseler....

Bir insanın erkek veya kadın olması, dünyaya geldiği zaman dilimi, doğduğu ve yaşadığı belde, yaşayacağı ömür müddeti, anne ve babasının kim olacağı, sakat veya sağlıklı, güzel veya çirkin, zengin veya fakir olması gibi hususlar bu ikinci kısma misal olarak verilebilir.

Bu ve benzeri meselelerdeki ilahi takdirin sırrını anlamaya çalışmak, "niçin Allah bunu böyle yapmış" diye düşünmek; insan için hem manasız bir kayıptır, hem de onu helake götürebilecek bir sebeptir. Zira bunun neticesinde, kadere yani ilahi takdire isyan gelebilir. Bu sırlar(Hikmetler) ahirette, adalet gününde bütün incelikleri ile görünecektir.

İşte peygamber efendimizin (sav) "Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah'ın sırrıdır. Allah'ın sırrını açıklamaya kalkmayın" hadisiyle bizi uğraşmaktan men ettiği kader; insan iradesinin karışmadığı bu kısım kaderdir. Yoksa kaderin birinci kısmı üzerinde düşünmek hem güzeldir hem de tefekkürî bir ibadettir. Akaid alimleri de kaderin bu kısmına büyük mesai sarfetmişler ve eserler yazmışlardır. Bu konuda mevcut bir çok eserin yine akaid alimlerinin ilmimize indirgediği izahlarla örneklendirdiği kitaplardan istifade etmenin faideli olduğunu müteala etmekteyim.

Zira kolaycı bir takım yaklaşımlar, bu kadar açık ayet ve hadisi şerifler karşısında idrak ve müşahede yerine cennet ve cehennemi, kaderi başkaca müteala ile aslında kolayı tercih ile farklı bir düşünce ortaya koyma gayreti içerisindedirler.

Kader meselesindeki düşüncemin anlaşılabilmesi için; iki noktanın çok iyi anlaşılması gerekmekte Bu iki noktadan bir tanesi; Allah’ın ezeliyetidir. yani Allah ilmi ile bütün zamanları, geçmişi, hali ve geleceği aynı anda kuşatır. Bizim yapacaklarımızı, daha yapmadan evvel, ezeliyeti ile bilir. (gerekirse bu konuda ayrıca bir mütealada yapılabilir.)

ikinci nokta ise ; “ilmin mâlûma tâbi olması” kaidesini incelemek gerekmekte. Bu nokta da iyi kavrandığında, çözülmez bir muamma zannedilen kader bahsinin, ne kadar anlaşılır olduğunu görmek çok daha kolay olacaktır.

Kader meselesini kavrayabilmek için “ilmin mâlûma tâbi olması” kaidesini, ezeliyet bahsi kadar iyi anlamak zorundayız. Bu yüzden bu kaide ile ilgili on misal arz edeceğim. Biliyorum bu misaller zatı alinize üniversitede ki bir hocaya ilk okul kitabı arz etmek gibi olacak ama o günki konuşmamıza binaen ve bu yazıyı gençlerinde okuyabileceğini düşününce affınıza sığınarak kendimi bütün bunları sizin için olmasada yazmak durumunda hissettim.

Allah yapacaklarımızı yapmadan nasıl biliyor?

Kader meselesinin anlaşılamamasındaki en büyük sebep “zaman” ve “ezel” kavramlarının birbiriyle karıştırılması ve yanlış değerlendirilmesidir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hadiseyi ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezeli zamanın başlangıcı zannetmekle hata yapmaktadır. İşte kaderi anlayamamak, böyle yanlış bir kıyasın mahsulüdür.

 

Zaman, kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut bir kavramdır. Geçmiş, hal ve gelecek olarak üçe taksim edilir. Bu taksim, mahlûkata göredir. Yani asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın gibi bütün kavramlar ancak yaratılmışlar için söz konusudur.

 

Ezel ise, zamanın başlangıcının evveli demek değildir. Ezelde geçmiş, hal ve gelecek yoktur. Ezel bütün bu zamanların ayna anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır. Dilerseniz şimdi, Allah’ın ezeliyet sıfatını misaller ile müteala etmeye çalışalım:

 

Misal-1:

Düz bir çizgi düşünün, bu çizgi zaman çizgisi olsun. Bu çizginin ortası ise, şimdiki zaman, yani şu anda içinde bulunduğumuz an olsun. Bu çizginin solundaki nokta ise geçmiş zaman olsun. İşte bu noktada kâinat yaratıldı ve daha sonra ilk insan Hz. Âdem (a.s). Ve o zamandan bugüne kadar yaratılan her şey; hal ile geçmiş zamanın ifade edildiği bu iki nokta arasında var oldu.

 

Zaman çizgimizin sağındaki nokta ise, gelecek zamandır. Bu nokta, kıyametinde ötesinde cennet ve cehennem hayatını içine alan sonsuzluk hayatıdır. Şu anda içinde bulunduğumuz hal noktası ile gelecek zaman noktası arasında ise; torunlarımız, onların torunları ve kıyamete kadar yaratılacak her şey, hatta bunun da ötesinde öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, amellerin tartılması ve sırattan geçme gibi hadiseler var.

 

Ezel ise, bu zaman çizgimizin, geçmiş noktasının sol tarafı değildir. İşte kaderi anlayamamamızın sebebi, ezelin burası olduğunu zannetmemiz ve ezeli, zaman çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır. Zira ezeli, burası zannettiğimizde, Allah’ın yarını bilmesi için yarının gelmesi gerekecektir. İşte bu zan ve ezeliyet kavramını yanlış anlamamız ise şu soruyu sormamıza sebep olacaktır: “Allah günahkâr olmamı yazmışsa benim suçum ne?”

 

Şimdi ezel kavramını, zaman çizgimizde resmettiğimizde bu sorunun ne kadar manasız bir soru olduğu anlaşılacaktır. İşte ezel bu çizginin üst kısmındaki noktadır. Geçmiş zamanın sol tarafı değil, bir zamansızlıktır, hal, geçmiş ve geleceği ayna anda tutan ve gören bir makamdır. Dolayısıyla Allah bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da, öbür günü de ve cennet ile cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına kadar her şeyi de bugün ile birlikte görmektedir.

 

Allah için hal, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile kayıtlı olan bizler içindir. Şimdi bu meseleyi diğer bir örnek ile inceleyelim:

 

Misal-2:

Bir tablo bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hal yani şimdiki zaman, sol tarafı geçmiş zaman, sağ tarafı ise gelecek zaman. Şimdi şu zaman tablomuzun üzerine bir ayna tuttuk. Ayna, zemine yakın olduğu için sadece “hal” aynada aksetti. Geçmiş ve gelecekten içine hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Ve şu pozisyonda aynamızda hal ile birlikte geçmiş ve geleceğinde bir bölümü aksetti. Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir önceki pozisyonda aynada gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda aksetti. Demek aynayı kaldırdıkça, aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi aynayı en tepeye kaldıralım.

 

İşte bu noktada ayna, hal, geçmiş ve geleceğin tamamını içine aldı. İşte bu noktaya ezeliyet noktası denilir ki, üç zamanın tamamını aynı anda görmektir. İşte “Allah ezelidir” dediğimizde, Allah’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda gördüğü, bildiği ve zaman kaydından münezzeh olduğu anlaşılır.

 

Misal-3:

Şimdi de Ezeliyet kavramını başka bir misalde görelim: Erzurum’dan İstanbul’a doğru 3 vasıtanın yola çıktığını farz ediyoruz. Bu vasıtalardan bir tanesi İstanbul’a girmek üzere İzmit’te, diğeri İzmit’tekine kıyasla biraz daha geride Eskişehir’de ve 3. vasıtamızda ikisinin gerisinde Ankara’da olsun.

Şimdi bu üç vasıtaya dikkat ettiğimizde şunları görürüz: İzmit’te olan vasıtamız, Eskişehir ve Ankara’da olan araçlara kıyasla önde yani istikbaldedir. Zira onların geçeceği yollardan çoktan geçmiştir.

Eskişehir’de olan vasıtamız ise, İzmit’te olana göre geçmiştedir. Zira öndeki araç Eskişehir’den çoktan geçmiştir. Ancak Ankara’da olana kıyasla istikbaldedir. Zira daha bu araç onun mevkiine ulaşmamıştır.

Ankara’da olan vasıtamız ise diğer iki araca kıyasla da geçmiştedir. Zira bu iki araç ta Ankara’yı çoktan geçmiştir.

Araçlar arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken, yukarıda olan ve üç vasıtayı anda aydınlatan güneş için zaman ifade eden bu tabirler kullanılmaz. Yani güneş şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir, denilemez. Çünkü güneş bu üç vasıtayı anda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü ayna anda kuşatmaktadır. İşte güneşin bu hali, yani yerdeki vasıtalar için geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması ve üç zamanı aynı anda kuşatması ezeliyete misaldir.

Aynen bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir noktasındayız. Bizden önce geçen her şey bize göre mazide, yani geçmişte kalmıştır. Bugünden hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak mahlûklar ise bize kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz geçmişte kaldılar. Hâlbuki bir zaman, onların dedeleri de istikbalden torun bekliyorlardı. İşte dedelerimiz, kendi dedelerine göre istikbal olan zaman diliminde bu dünyaya uğrayıp, teneffüs ederek, maziye döküldükleri gibi, dedelerimize göre istikbalde olan bizlerde bir gün maziye döküleceğiz. Ve bize göre istikbalde olan torunlarımız hale yani şimdiki zamana çıkacaklar.

 

Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hal gibi tabirler bizler için kullanılmaktadır. Hâlbuki her şeyi ve zamanı yaratan Allah için mazi, hal ve istikbal gibi kavramlar yoktur. O, misalimizdeki güneş gibi bütün bu zamanları ayna anda ilminin ışığı ile kuşatmıştır. O halde “Allah yazdı diye biz yapıyoruz” denilemez, zira Allah ezeliyeti ile bütün zamanları aynı anda kuşattığından bizim hür irademiz ile ne yapacağımızı bilmiş ve ne yapacaksak kader defterimize onu yazmıştır. Allah yazdı diye biz yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.

 

Ezeliyet bahsini daha iyi kavrayabilmemiz için son bir misal daha verecek olursak . Zira ezeliyeti anlamak, kader meselesini anlamanın anahtarıdır. Kader bahsinde bocalamanın en birinci sebebi Allah’ın ezeliyet sıfatının anlaşılamaması ve Allah’ın zaman mefhumu ile kayıtlı olduğunun zannedilmesidir.

 

Misal-4:

Bir şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin, şiirin bütün mısralarına olan münasebeti aynıdır. Yani önceki misalde, güneşin üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vakıftır. Fakat şiirin mısraları için, kendi aralarında öncelik ve sonralık söz konusu olmaktadır. Mesela, altıncı mısra, dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasını yazıp, altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık beşinci mısra mazide kalmış, yazılmıştır. Altıncı mısra ise hal de yani şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda gelmemiş ve yazılmamıştır. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O halde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu değildir.

 

Aynen bunun gibi; 19. asır ve o asırda yaşayanlar, 18. asra ve bu asırda yaşayanlara göre istikbalde, 20. asra göre ise mazidedir. Ancak zamandan münezzeh olan Allah için bütün bu asırlar, geçmiş, hal ve istikbal aynı anda ilim ve şuhud dairesindedir.

 

Demek “Allah’ın ezeli ilmi” dediğimiz kader; geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp, zaman dışı bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman üstü bir ilimdir.

 

O halde “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem” sözü son derece batıl bir sözdür. Zira Allah, bizim ne yapacağımızı bilmeden kader defterimizi yazmış ve bizi o yazıya göre hareket etmeğe mecbur etmiş değildir. Bilakis, cüzi irademizle neyi tercih edecek ve hangi fiili işleyeceksek, ezeliyeti ile bilmiş ve kader defterimize yazmıştır.

 

Aslında mazeret olarak öne sürülen “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem” sözü temelde de yanlıştır. Çünkü kader defteri, Allah’ın ilminin bir tecellisidir. İlim ise zorlama sıfatı değildir. Bu yazı sadece bir beyandır. Mesela, ben şimdi şöyle bir yazı yazsam: “siz yaklaşık 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatacaksınız” Şimdi siz, 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatsanız, diyebilir misiniz ki, “eğer bu yazı olmasaydı ben televizyonumu kapatmazdım” elbette diyemezsiniz. Çünkü bu sadece bir yazıdır. Bir haberdir. Zorlama değildir.

 

Aynen bunun gibi, “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem” sözü de son derece yanlıştır. Bizlerin fiillerini Allah’ın ilmi yaratmıyor ki, ilmin unvanı olan kader defterini suçlayabilelim.

 

Bizim fiillerimiz Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır. İlmin bu yaratmada hiçbir tesiri yoktur. O halde nasıl olurda biz, fiillerimizin icadında hiçbir tesiri olmayan kader defterimizi sorumlu tutabiliriz? Bu olsa olsa kişinin kendini aldatmasından başka bir şey değildir.

 

Zira bu sözü söyleyen kişiye deseniz ki: “Niçin okula gidiyorsun, kaderini değiştiremezsin ki, eğer kaderinde doktor olmak varsa, zaten olacaksın, bunun önüne geçemezsin, çalışmasan da doktor olursun. Yok eğer kaderinde doktor olmak yoksa beyhude yoruluyorsun” Ya da şöyle desek: “Niçin dükkanını açıyorsun ki, kaderinde bugün kazanmak varsa, o zaten sana gelir, dükkanını açmasan da olur, Yok eğer kaderinde bugün kazanmak yoksa, dükkanını açsan da kazanamazsın, kaderini değiştirecek değilsin ya” Eğer ona bunları söylesek, kaderini değiştiremeyeceğini, bu yüzden okula gitmemesini ve dükkânını açmamasını tavsiye etsek, hemen savunmasını yapar ve der ki; “Sen çalışacaksın ki, Allah versin” Ama iş farzları eda etmeğe ya da haramlardan kaçmaya geldi mi, hemen kadere sığınır, teslimiyetçi olur, suçu kadere yükler. Bu kişinin kendisini aldatması değildir de nedir?

 

Hâlbuki ezeliyet bahsinde gördük ki, Allah bizi hiçbir günaha zorlamıyor. Sadece, zamanları ve mekânları kuşatan ilmiyle, bizim ne yapacağımızı biliyor ve kader defterimize yazıyor. Acaba günahımızı kadere yüklememize sebep olan ve “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem” dedirten şey: “Ne yapacağımızı Allah’ın ezeliyeti ile bilmesi mi?

 

Yani, eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmeseydi biz mesul olurduk da, bildiği için mesul olmayacak mıyız? Günahını kadere yükleyen insan ne istediğine bir baksın! Ve bundan utansın!

 

Buraya kadar verdiğimiz misaller ile Allah’ın ezeliyetini anlamaya çalıştık. Ancak şu unutulmamalıdır ki, verdiğimiz bütün misaller, sadece akılların anlamaktan aciz kaldığı bir hakikati yakınlaştırmak için küçük birer dürbündür. Yoksa akıllar, nasıl ki, Allah’ın kudretinin ve azametinin büyüklüğünü hakkıyla anlamaktan acizdir, aynen bunun gibi, Allah’ın ezeliyetini ve bütün zaman ve mekânlara ilminin aynı anda münasebetini de tam idrakten acizdir. Ancak şu sönük dürbünler bile, “Allah kaderimi böyle yazmış, benim suçum ne?” sözünün ne kadar batıl olduğunu anlatmakta ve meselenin tam anlamıyla anlaşılmasını sağlamaktadır.

 

Allah'ın ezeliyeti ile birlikte, “ilmin mâlûma tâbi olduğu” kaidesi de anlaşılınca, sanırım mesele çözülmüş olacaktır.

Birileri “ o zaman Allah günah işleyeceğimi yazmış, benim suçum ne?” bile diye bir soru ile kader inancını sorgulayabilir.

Şayet bazı kardeşlerimiz içine düşdükleri ilim ve murakabe eksikliği ile böyle bir sual sorarlar ise bu misaller sonrasında böyle bir sual ile hata yaptıklarını görecekledir umudunu taşıyorum.

Misal:1

 

İlim: bir şeyin zihindeki şeklidir.

Mâlum ise: o şeyin hariçteki gerçek halidir.

Mesela bir elmayı ele alalım. Elmanın zihnimdeki şekli ilimdir, mâlûm ise elmanın kendi şeklidir. Acaba, ben elmayı bu şekilde bildiğim için mi elma böyle? Yoksa elma böyle olduğu için mi ben onu öyle biliyorum? Yani benim ilmim, mâlûm olan elmanın şekline mi bağlı? Yoksa mâlûm olan elma, ilim olan benim bilgime mi bağlı? Biraz daha açarsak: eğer ben elmayı karpuz gibi bilseydim, elma karpuza dönüşür müydü? Elbette ki hayır. Çünkü mâlûm olan elmanın şekli, ilmime bağlı değildir. Ben onu bu şekilde bildiğim için, o, bu şekle bürünmemiştir. Bilakis elma bu surette olduğu için ben onu böyle bilmekteyim. O halde ilim, yani elmanın zihnimde ki şekli, mâlûma yani elmanın gerçek haline tabidir.

Misal:2

 

Farzedelim ki, kasamda 500 lira var ve ben kasamda 500 liranın olduğunu biliyorum. İşte benim kasamdaki 500 liranın varlığını bilmem; ilimdir. Mâlûm ise; kasamda ki 500 liradır. Şimdi yine aynı soruyu soralım: ben bildiğim için mi kasamda 500 lira var. Yoksa kasamda 500 lira olduğu için mi ben böyle biliyorum. Yani ilmim mâlûma mı tabi, yoksa mâlûm olan kasadaki para, ilmime mi tabi?

Elbette ilim mâluma tâbi. Yani ben bildiğim için kasada 500 lira yok, bilakis kasada 500 lira olduğu için ben öyle biliyorum. Eğer bunun tersi olsaydı, yani, ilim mâluma tabi olacağı yerde, mâlûm ilme tâbi olsaydı; ben kasada 500 lira yerine 500 milyonun var olduğunu zannettiğimde kasada o kadar paranın olması gerekirdi. Hâlbuki bu olmuyor. Sebebi ise: mâlûmun ilme değil, ilmin mâlûma tâbi olmasıdır.

Misal:3

 

Yüksek bir tepede oturduğumuzu farz ediyoruz. Tepenin altında da kavisli bir tren yolu olsun. Siz tepenin tam üstünde olduğunuzdan, tren yolunun hem sağını, hem solunu, tamamını görebiliyorsunuz. Ve bir baktınız ki, aynı rayda karşılıklı ilerleyen iki tren var. Onların 2 dakika sonra çarpışacaklarını gördüğünüzden ve fizik ilminede sahipseniz ilminiz gereği, elinizdeki deftere “bu iki tren 2 dakika sonra çarpışacak” diye yazdınız. Ve trenler iki dakika sonra çarpıştı.

Şimdi kazadan kurtulan makinistlere deseniz ki: “işte bu benim defterim, ben sizin çarpışacağınızı, daha siz çarpışmadan önce bu deftere yazmıştım”

Acaba makinistlerin size şöyle deme hakları var mıdır? “Biz senin yüzünden kaza yaptık. Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın, biz çarpışmazdık, sen yazdığın için çarpıştık. Sen bu kazanın sebebisin” Elbette diyemezler. Çünkü sizin yazınız yani ilim, onların çarpışacağına yani mâlûma tâbidir.

Başka bir ifadeyle: Siz, onların çarpışacağını gördüğünüzden dolayı bu yazıyı yazdınız, yoksa onlar, siz yazdığınız için çarpışmadılar. Siz yüksek bir yerde olduğunuz için, onların göremediklerini; aynı raydan ilerlediklerini gördünüz.

Hem sizin yazınız sadece bir tespittir. Zorlama ve kaza sebebi değildir. Eğer kaza, sizin yazınız yüzünden olsaydı, o halde şunun da olması gerekirdi: Siz, çarpışacak bu iki tren hakkında “çarpışmayacaklar” diye yazardınız, onlar da aynı raydan karşılıklı ilerlemelerine rağmen çarpışmazlardı. Eğer ilim malûma tabi olacağı yerde, mâlûm ilme tâbi olsaydı, dünyanın hiçbir yerinde kazalar olmazdı. Bir adam defterine, “bugün hiç kaza olmayacak” diye yazardı ve kazaları önlerdi. Hâlbuki bu asla olmaz. Şimdi bu misali şöyle özetleyelim:

1- Siz kaza yapacaklarını yazdığınız için onlar kaza yapmadı, bilakis onlar kaza yapacakları için siz yazdınız. Yani ilminiz ve yazınız, mâlûma, “onların yapacakları kazaya tâbidir.”

2- Sizin yazınızdan dolayı onlar mesuliyetten kurtulamaz. Zira onlar bu yazının yazılmasına sebep olmuşlardır.

Misal:4

 

Daha senenin başında iken aldığınız bir takvim de, senenin bütün günlerinde ki, güneşin doğuş ve batış saatlerinin yazılı olduğunu görürsünüz. Mesela senenin son günü olan 31 aralığa baksanız, güneşin doğuş vaktinin: 7: 15, ve batış vaktinin 16:45 olduğunu görürsünüz.

İşte takvimdeki bu yazı ilimdir.

(Güneş tutulması ay tutulması bu misale daha başkaca bir örnektir.)

Mâlûm ise: Güneşin o saatte doğacak ve batacak olmasıdır.

Yine sorumuz aynı; Acaba takvimde yazıldığı için mi güneş o saatlerde doğuyor ve batıyor? Yani mâlûm olan güneşin doğup batacağı saat, ilim olan takvimde ki yazıya mı tabi? Yoksa güneşin o saatte doğup, o saatte batacağı önceden hesaplanıp, bilindiği için mi takvime kaydedilmiş? Yani ilim mâlûma mı tabi? Elbette ikinci şık, yani ilmin mâlûma tabi olması doğru.

Zira güneşin doğacağı ve batacağı saatler hesaplanmış ve yazılmış. Eğer tersi olsaydı, mâlûm ilme tabi olup, yazıldığı için doğup-batsaydı; o zaman takvime güneşin doğuş vakti olarak, 7: 15 yerine 12:00 yazdığımızda, güneşin 12:00 de doğması, Hatta “bugün güneş doğmayacak” yazdığımızda güneşin o gün doğmaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Sebebi ise: ilmin yani takvimdeki yazının, mâlûma yani güneşin kendisine tabi olmasıdır.

Şimdi şunu düşünelim: İnsan son derece aciz, zayıf, ilmi noksan, zaman ve mekânla kayıtlı olduğu halde, bir sene sonra güneşin ne zaman doğacağını ve ne zaman batacağını, önceden bilebiliyor ve onu takvime kaydediyor. Ve hiçbir insanın aklına; “takvimde güneşin doğma ve batma vakitleri yazıldığı için güneş bu saatlerde doğmak ve batmak mecburiyetinde kalıyor, bu yazı olmasaydı, güneş bu saatlerde doğup, batmazdı” gibi batıl bir fikir gelmiyor.

Hal böyle iken, acaba kudreti sonsuz, ilmi nihayetsiz, zaman ve mekânların kayıtlarından münezzeh, ezelin sultanı olan Allah’ın, bir takvim hükmünde olan kader defterine, bizim doğacağımız günü ve batacağımız yani öleceğimiz günü ve bu iki gün arasında neler yapacağımızı yazmasını niçin kavrayamıyoruz?

Takvimde yazıldığı için güneşin doğmadığını bildiğimiz halde, niçin kader takvimimizde yazıldığı için o işleri yapmadığımızı, bilakis biz yapacağımız için onların yazıldığını yani Allah’ın ilminin, mâlûm olan fiillerimize tabi olduğunu başkaca müteala ediyoruz? Ve hatta kadere başkaca bakanlar için birileri de günahlarını bile kadere yüklemeye çalışıyor?

M

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Misal:5

 

İstanbul- Ankara arası 500 km.dir. Bu mesafenin bizler tarafından bilinmesi ve kitaplarda yazılması; ilimdir. Mâlûm ise: bu mesafenin kendisidir. Burada da durum aynıdır. İlmimiz, mâlûma tabidir. Bu misalde ki mâlûm: İstanbul- Ankara arasının 500 km. olduğudur. Eğer ilmimiz mâlûma tabi olacağı yerde, mâlûm ilme tabi olsaydı; yani biz bu mesafeyi böyle bildiğimiz için bu mesafe bu kadar olsaydı o zaman biz bu mesafenin 1000 km. olduğunu zannettiğimizde mâlûm mesafenin 1000 km. ye çıkması gerekirdi. Hatta aradaki mesafenin sadece 1 metre olduğunu zannettiğimizde de İstanbul’dan bir adım atarak Ankara’ya ulaşmamız gerekirdi. Ama bunların hiçbiri asla olmuyor. Biz ne bilirsek bilelim, ilmimizin mâlûm üzerinde bir etkisi gözükmüyor. Sadece mesafenin 500 km. olduğunu bildiğimizde doğru biliyoruz, diğer zanlarımızda ise yanlış biliyoruz.

Aynen bu misalde olduğu gibi; doğuşumuz ile ölümümüz arasında ne kadar mesafe varsa, ve bu mesafede hangi istasyonlara uğrayıp, o istasyonlarda neler yapacaksak bunların hepsi mâlûmdur. Bu mâlûmun Allah tarafından bilinmesi ve Allah’ın ilminin bir ünvanı olan kader defterinde yazılması ise ilimdir.

Kaidemiz neydi? “ilim mâlûma tabidir” o halde Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim ne yapacağımızı Allah ezeliyeti ve nihayetsiz ilmi ile bilmiş ve kader defterine kaydetmiştir. Burada önemli olan; “İlmin mâlûma tâbi olması” kaidesini, Allah’ın ezeliyeti ile beraber düşünmenizdir. Ezeliyeti kavramadan, bu kaidenin tek başına anlaşılması mümkün değildir. Bu sebepten biz bu kaideye geçmeden evvel, Allah’ın ezeliyetini de anlamak gerekmektedir. Allah’ın ne yapacağımızı, ezeli ilmi ile bilmesi, asla zorlama sebebi değildir. Bu sadece bir tespittir.

Hakikat böyleyken bunun aksini düşünüp ben kaderin mahkûmuyum diyerek suçu kadere atmak ne kadar manasızdır. Onların bu ifadesi şu manaya gelir ki ilim mâlûma tabi değil mâlûm ilme tabidir yani Allah bu kul cehennemlik olsun demiş o da cehennemlik olmuştur veya bu cennetlik olsun demiş o da cennetlik olmuştur.

Yok böyle bir şey.

Hâlbuki durum böyle değildir bilakis Allah’ın ilmi olacak olan hadiselere tabidir yani ne olacaksa onu bilmiş ve kader defterinde kayıt etmiştir. Bunu söyleyenlerin temennisi aslında şudur: Bizim mesul olmamız için Allah bizim yaptıklarımızı yaptıktan sonra bilsin, yani Allah yarını bilmesin, demektir. Bilmemek ise, Allah’ın şanına yakışmaz, zira bilmemek bir kusur ve eksikliktir, Allah ise bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.

Misal:6

 

Bir kumandan farzediyoruz elindeki kamera ile nöbet tutan askerleri kontrole gidiyor ve iki askerin nöbette uyuduğunu görüyor. Ve Onların bu hallerini kamerasıyla çekiyor. Bu olayda ilim: Kameradaki kayıttır ve kumandanın bu iki haylaz askerin halini bilmesidir. Mâlûm ise: Bu iki askerin uyumasıdır.

Sorumuz yine aynı: “kumandan kameraya çektiği için mi askerler uyudu, yani mâlûm olan askerlerin uyuması, ilmemi bağlı yoksa askerler uyuduğu için mi kumandan onları öylece çekti, yani ilim olan kumandanın bilgisi ve kameraya kaydetmesi, mâlûma mı tabi? Elbette kumandanın bilgisi ve kamera kaydı, askerlerin haline, yani ilim mâlûma tâbidir. Kumandan bildiği ve onların bu suç halini kaydettiği için onlar uyumadı, bilakis onlar nöbette uyudukları için kumandan bildi ve onları öylece kaydetti.

Acaba kumandan ertesi gün nöbette uyuyan o iki askeri yanına çağırarak, bir gün önceki hallerini onlara seyrettirse. Ve onlara dese ki: “Niçin nöbette uyudunuz, niçin askerlik kanunlarını çiğnediniz, bu yaptığınız bir suçtur, ceza göreceksiniz” Acaba bu azarları işiten askerler diyebilirler mi ki: “Kumandamız nöbette uyuma suçunu senin yüzünden işledik. Bu suçu bize sen işlettin. Çünkü sen bizi kamerayla çektin. Eğer sen bizi çekmeseydin biz uyumazdık” Elbette diyemezler. Çünkü kaidemiz şuydu: Kumandanın ilmi, mâlûm olan; askerlerin uyumasına tabidir. Bir daha tekrar edersek: kumandan bildiği için onlar uyumadı, onlar uyuduğu için kumandan onları öyle bildi ve öylece kaydetti. Eğer onlar diğer askerler gibi uyumasaydı, kumandan onları “uyumaz” bilecek ve öylece kaydedecekti.

Şimdi şunu farz edelim ki, bu kumandan aynı zamanda manevi bir kumandan olsun ve zamanda yolculuk yapabilsin. Yarına ve diğer günlere, daha o günler gelmeden geçebilsin ve o günlerde yaşanacak olayları daha yaşanmadan bilsin. İşte bu kumandanın bir ay sonraya yolculuk yaptığını ve yine nöbette uyuyan iki askeri kamera ile kaydettiğini ve tekrar bugüne döndüğünü farz ediyoruz. Ve bir ay sonra tam o kumandanın gördüğü ve kaydettiği gibi o iki asker uyudu. Yani kumandanın olacağını bildiği şey, oldu ve kumandan uyuyan o iki askeri yanına çağırarak, bir ay önce yaptığı çekimi onlara seyrettirdi ve onlara dedi ki: “bakın ben sizin nöbette uyuyacağınızı bir ay önceden biliyordum, hatta bu halinizi kameramla çekmiştim” Acaba o askerlerin, kumanda şöyle deme hakları var mıdır: “kumandanım o zaman suçlu sensiz, niçin bizi ayakta çekmedin ki eğer sen bizim uyuyacağımızı bilmeseydin ve uyuduğumuzu kaydetmeseydin, biz uyumazdık, cezamıza razı değiliz.” Elbette diyemezler. Zira kumandanın bilgisi ilimdir ve mâlûm olan askerlerin uykusuna tabidir. Askerler kumandanları bildiği ve kaydettiği için uyumadılar, bilakis zamanlarda gezebilen bu kumandan, kendi zamanından bir ay sonraya gitti, onların bu vaziyetlerini gördü ve onları kaydetti. Başka bir ifadeyle onları nöbette uyutan şey kumandanın bilgisi değildir, tam tersine, kumandanın bilgisi onların uyumayı tercih etmelerine ve uyumalarına tabidir. Eğer onlar uyumayı tercih etmeseydiler kumandan da onları bu şekilde kaydetmeyecekti.

Aynen bu misalde olduğu gibi ezel ve ebedin kumandanı olan Allah ta, zaman ve mekândan münezzeh olduğu için bütün zamanlardaki hadiseleri şu onda oluyormuş gibi görmekte ve bilmektedir. Bu hakikati tam olarak idrak için ezeliyet bahsini derinlemesine bilmek ve idrak şarttır.

İşte Allah bizim cüz’i irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri kameraya çekmiş, yani ilmin bir ünvanı olan kader defterlerinde kaydetmiştir. Acaba misalimizdeki, Nöbette uyuyan askerlere benzeyen, günahkâr birisi, “Allah bildiği için ben günah işliyorum, suç Allah’ın bilmesidir, eğer bilmeseydi bunları işlemezdim” dese, misaldeki askerler gibi gülünç bir duruma düşmez mi?

Hem nasıl oluyor da, misaldeki kumandanın, askerlerin uyumasında hiçbir müdahalesi ve suçu olmadığını fark edebilen insan, bu misalden hiçbir farkı olmayan kâinatın kumandanı olan Allah’ın kaydına ve bilgisine, kendi suçunu yüklemeye çalışır, buna şaşılır!

Oysa bu kumandan öyle adili mutlak ki, öyle merhameti kaim ki Peygamberleri ile sakın uyumayın uyuyanın sonu şu uyumayanın ecri bu olur demiş ve hatta özel uyarı ve işaretlerdede bulunmuştur. Kula düşense sadece bu uyarıların gereğini yapmaktır. Zira ezeli inkarın bir sonraki adımı yaratmanında inkar edilmesidir zira bu misaldeki kumandandan rabbimizin en büyük farkı bu askerleri de yaratanın rabbimiz olduğudur. Düşüne biliyormusunuz Yarattığını kabul edeceksin böyle bir kudret karşısında bilmekliğini inkar bu durum yaratma sıfatını yüklediğimiz rabbe acizlik yüklemekten öte bir durum değildir. Aslında komutan bu sıfatı ile ne denli büyük bir sabır ve merhamet sahibi olduğunu da ortaya koymaktadır. zira uyuyan askere uyuyabileceğini /uyuduğunu ona göstermeden direk askeri ceza evine koysa idi işte o zaman asker komutanın adaletini inkar eder ve bir takım iddialarda bulunabilirdi. Oysa sabırla ve merhametle ona sunduğu dünya ve yaşam imkanı karşısında kendisini ifade etme imkanı sunarak yüceliğini ve külliliğini ortaya koymaktadır. Bu durum onun insana verdiği değer ve öneminde başkaca bir nişanesidir.

Misal:7

 

Tren istasyonlarında trenlerin geleceği saatler yazılıdır. İşte bu yazı ilimdir. Mâlûm ise trenin o saatte gelecek olmasıdır.

Sorumuz yine aynı: “yazılı olduğu için mi tren geliyor, yoksa trenin o saatte geleceği bilindiği için mi yazılmış?”

Kaidemiz neydi? “ilim mâlûma tâbidir” O halde sorumuzun cevabı: Trenin geleceği bilindiği için yazılmış. Eğer tersi olsaydı, mâlûm ilme tabi olsaydı; yaramaz bir çocuk trenin geliş saatini değiştirdiğinde trenin gelmemesi gerekirdi. Hatta trenlerin geliş-kalkış saatlerini bildiren tablo yanlışlıkla kırıldığında artık hiçbir trenin o istasyona uğramaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Çünkü mâlûm asla ilme tabi değildir.

İşte Allah’ın bilgisi ve kader yazısı, istasyonda ki, trenin geliş-kalkış saatlerinin yazılı olduğu tabloya benzer ve bu ilimdir. Bizim yapacağımız her şey ise; istasyona gelecek olan tren gibidir, mâlûmdur. Misalimizdeki trenin, tablodaki yazıdan dolayı istasyona gelmemesi, bilakis trenin geleceği için böyle bir yazının yazılmış olması gibi, Allah bildiği için de biz yapmamaktayız, biz yapacağımız için Allah öyle bilmektedir.

 

Misal:8

 

Mesleğinde son derece tecrübeli bir hâkim düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübe ile, neredeyse kişiyi gözünden tanıyacak bir seviyeye gelmiş olsun. Bu hâkim yolda giderken, görünüş itibariyle son derece kötü bir adamı görür ve yılların verdiği tecrübeyle bu kişinin ileride bir suç işleyeceğini ve mahkemede karşısına suçlu olarak çıkacağını elindeki deftere yazar. Aradan biraz zaman geçince sokakta gördüğü o adam, bir suçtan dolayı hâkimimizin karşısına çıkar. Hâkim, cezasını karara bağladıktan sonra ona der ki: “bak bu benim defterim, ben seni daha önce sokakta görmüş, senin suç işleyeceğini tahmin etmiş ve bunu defterime tâ o zamanda kaydetmiştim.”

Acaba hâkimin bu sözüne karşılık suçlunun şöyle deme hakkı var mıdır: “Ey hâkim, ben senin bu yazından dolayı suç işledim, eğer sen bu yazıyı yazmasaydın ben bu suçu işlemezdim” elbette diyemez. Çünkü bu kişi, o yazıdan dolayı suç işlemedi ve bu yazı onu suça zorlamadı. Bilakis hâkimin ilmi, malum olan kişiye tabi idi. O suç işleyeceği içini tecrübeli hâkimimiz bunu bildi ve defterine kaydetti.

Aynen bunun gibi, bu kâinatın yegâne hâkimi olan Allah ta biz kulların neler işleyeceğini ezeli ilmiyle bilmiş ve kader defterlerimize yazmıştır. Bizler Allah yazdı diye yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.

Hal böyle iken misalimizdeki suçlunun hâkime karşı yaptığı savunmayı ve suçunu hâkimin yazısına bağlamasını, bizlerde Hâkimlerin hâkimi olan Allah’a karşı yapsak yani günahımızı Allah’ın yazısına bağlayarak; “Allah yazmasaydı, biz bu günahı işlemezdik” gibi batıl sözler söylesek, acaba bu işlediğimiz günahtan daha büyük bir kabahat olmaz mı?

Misal:9

 

Yine son derece tecrübeli bir öğretmen düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübeyle, daha sene başında iken hangi öğrencinin sınıfı başarıyla geçeceğini ve hangilerinin sınıfta kalacağını tahmin etsin ve bu tahminini de bir deftere kaydetmiş olsun.

Ve sene sonu geldiğinde öğretmenin, sınıfı geçeceğini tahmin ettiği öğrenciler, sınıflarını geçsin ve sınıfta kalacağını tahmin ettiği öğrenciler de sınıflarında kalmış olsun. Öğretmenimiz sınıfta kalan öğrencilere karnelerini verdikten ve bu öğrenciler karnelerindeki zayıf notları gördükten sonra onlara dese ki: “bakın bu benim defterim ki, ben sizin sınıfta kalacağınızı tahmin etmiş ve daha sene başında iken bunu yazmıştım. Ve sizler tam benim tahmin ettiğim gibi sınıfta kaldınız” Acaba öğretmenlerinin bu sözüne karşılık, bu tembel öğrencilerin şöyle demeye hakları var mıdır?

“Öğretmenim madem siz bu yazıyı daha biz sınıfta kalmadan yazmışsınız, o halde sınıfta kalmamızın sebebi sizin bu yazınızdır. Eğer siz bizim hakkımızda ‘sınıflarını geçecekler’ diye yazsaydınız, biz sınıfta kalmazdık” Elbette böyle diyemezler, çünkü Öğretmenin ilmi, mâlûm olan öğrencilerin tembelliğine bağlıdır. Başka bir ifadeyle: Öğretmen böyle yazdığı için onlar sınıfta kalmadı, bilakis onların tembellik edeceğini ve ders çalışmayacaklarını öğretmenleri tecrübesiyle bildi ve böylece defterine kaydetti.

Eğer onlar, öğretmenin yazısından dolayı sınıfta kalacak olsalardı, o zaman öğretmen, çalışkan öğrenciler için “sınıfta kalacaklar” yazardı ve çalışkan öğrenciler de sınıfta kalırdı. Ama bunların hiç biri olmuyor, kimse bir yazıdan dolayı sınıfını geçip, bir yazıdan dolayı sınıfta kalmıyor. Çünkü ilim, zorlama ve cebir aracı değildir, o sadece bir tespit ve beyandır.

Aynen bu misalde olduğu gibi, gayb âlemlerinin âlimi olan Allah ta, hangimizin sınıfta kalacağını yani imtihanı kaybedeceğini, hangimizin sınıfı geçerek cennete gideceğini ezeli ilmi ile bilmiş ve bu bilgiyi, ilmin bir unvanı olan kader defterimizde yazmıştır. Sınıfta kalan öğrencilerin, öğretmenlerini suçlaması ve kabahatlerini öğretmenlerinin yazısını yüklemeye çalışmaları ne kadar asılsız ise, günah işleyen bir kişinin de günahını kadere yüklemesi o derece asılsız ve gerçekten uzaktır.

 

Misal:10

 

“İlmin mâlûma tâbi olması” kaidesini görmek için tam dokuz misal ele aldık. Çünkü bu kaideyi ve ezeliyet bahsini anlamak, kaderi anlamak demektir. son bir misalle “ilmin mâlûma tâbi olması” kaidesini tamamlayacak olursak.

 

Şöyle ki: Peygamber Efendimiz (S.a.v) ahir zaman fitnelerinden ve kıyametin alametlerinden bahsetmiştir.

Efendimizin bu bahsi; ilimdir. Mâlûm ise bu hadiselerin kendisidir.

Sorumuz yine aynı: Peygamberimiz (S.a.v) haber verdi diye mi ahir zaman fitneleri çıkacak? Yoksa ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için mi Efendimiz onlardan haber vermiş?

İlim, mâlûma tâbi olduğundan dolayı: ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için efendimizin haber verdiği şıkkı doğrudur. Zaten bunun tersi düşünüldüğünde, ahir zaman fitnelerinden peygamberimizi mesul tutmak ve “eğer haber vermeseydi bunlar olmazdı” demek lazım gelir ki, bunun ne kadar yanlış olduğunu her akıl sahibi takdir edebilir.

 

On Misalden Çıkan Netice:

 

Bu on misal ortaya koymaktadır ki “ilim, mâlûma tâbidir.” Şimdi bu kaideyi kader hakkında tahlil edelim: Allah’ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve bu bilgiyi kader defterimizde yazması; ilimdir. Bu ilim neye tabidir?

Sevgili ağabeycim hatırlarsanız aslında Bunu tek cümle ile gayet kolay bir biçimde açıklamak mümkün diyerek: "Bir şeyin nasıl olacağını bilmek, o şeyi öyle olmaya mecbur etmek demek değildir" diye cevaplayabiliriz. Demiştik.

-Elbette mâlûm olan bizim fiillerimize ve yapacaklarımıza tabidir.

-Yani biz yapacağımız için Allah öyle bilmiştir.

-Yoksa Allah öyle bildi diye biz mecburen yapmamaktayız.

O halde şöyle diyebiliriz, suçunu kadere yükleyen insan iki şeyden habersizdir.

1- Allah’ın ezeliyetini ve ezeliyetin ne manaya geldiğini bilmemektedir.

2- Ve Maalesef “İlmin mâlûma tâbi olması” kaidesinden habersizdir.

 

Ve bu iki mesele anlaşıldığında kader hakkındaki bütün sorular gayet açık bir biçimde cevap bulmaktadır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İnsan şu dünya misafirhanesine bir imtihan için gönderilmiştir. Yaptıklarına göre ya mükâfat yâda cezagörecektir. Elbette böyle bir mükâfat ve cezalandırmanın olması içinde insanın hareketlerinde hür olması gerekir. Adalet sahibi olan yüce Rabbimiz hayır ve şer yolunu insana göstermiş, fakat onu iki yoldan birini tercih etme hususunda serbest bırakmıştır. Bu sözü Kur'an-ı Kerim’den iki ayet ile teyid edilebilir.

"De ki Ey insanlar! Rabbinizden size hak gelmiştir. Kim doğru yola girerse kendi lehine girmiş olur. Kim sapıklığa düşerse o da kendi aleyhine sapmış olur."(Yunus:108)

 

"De ki, bu Kur'an: Rabbinizden gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kafir olsun."(Kehf:29)

 

Görüldüğü gibi İnsan, Cenab-ı Hak tarafından hayır veya şer yollarından herhangi birine gitmesi için zorlanmamış, kendisine iki yol da gösterilmiş ve istediği yola gitmek hususunda serbest bırakılmıştır. Zaten her insan hareketlerinde serbest olduğunu vicdanen bilir. Hiç bir baskı ve tesir altında kalmadan istediğini yapabildiğine bizzat kendisi şahittir. Mesela, elini kaldırmak istediğinde kaldırır, yürümek isteyince yürür ve bunlar gibi. Camiye gitmek isteyen camiye, Kumarhaneye gitmek isteyen de oraya gider. Ne camiye gidenin ayakları "Ben oraya gitmek istemiyorum der, ne de kumarhaneye gidenin. Böyle olunca helal yolda kullanılması sıkı sıkıya tembih edilen ve kendisine emanet olarak verilen vücud nimetini haramda kullanan kimsenin hiç bir mazereti yoktur. Kendi iradesini kötüye kullandığı için mesuliyetten kurtulamaz.

Kaderin mahkûmu olduğu için harama girdiğini iddia eden bir insan aynı suçu başkası işlediğinde hiç kaderi aklına getirir mi?

Mesela, Kaderin mahkûmu olduğu için hırsızlık yaptığını söyleyen birinin evine bir hırsız girse ve değerli eşyalarını toplamaya başlasa ve ona ne yaptığını sorduğunda, Hırsız: “kaderimde hırsızlık yapmak yazılıymış, ben kaderin mahkûmuyum, ister istemez bu hırsızlığı yapacağım” dese, hırsızın eşyalarını toplayıp götürmesine müsaade eder mi?

Kaderin mahkûmu olduğu için katil olduğunu iddia eden bir adam düşünün, bu kimsenin çocuğunu birisi öldürmek istese ve bunu kaderinde olduğu için yaptığını söylese, acaba bu şahsa karşı tavrı ne olurdu?

Kaderin mahkûmu olduğunu kabul eden, hâşâ Allah’a zulüm isnad eder.

Hem insanın kaderin mahkûmu olduğunu düşünmek bizi birçok çıkmazlara sokar. Şöyle ki eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı; Hırsız kaderinde olduğu için çalacak, Katil kaderinde olduğu için öldürecekti. Bu ise teklif ve mesuliyeti ortadan kaldıracağından Allah kullarına zulmetmiş olacaktı. Hâlbuki insan ayağına taş bağlanıp denize atılan ve sonrada “kurtul” denilen bir canlı değildir.“ben kaderin mahkûmuyum” diyerek işlediği günahı kadere yıkmaya çalışan insan aslında bu söz ile çok büyük bir cürüm işlemekte ve sonsuz adaletin sahibi olan Allah’a zulüm isnad etmektedir. Hâlbuki Allah adili mutlaktır ve zulümden münezzehtir.

Hem eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, itaat edene mükâfat, isyan edene ceza vermekte manasız olurdu. Çünkü herkes kaderinin çizdiği yoldan gitmiş olacağından namaz kılan kaderinde olduğu için namaz kılacak, günah işleyende kaderinde olduğu için günah işleyecekti. Böyle olunca onları irşad için peygamberler göndermek, kitaplar indirmekte manasız olacaktı. Zira kaderlerinin kendilerini kötülüğe sevk ettiği ve kaderin mahkûmu olan insanlara nasihatin bir tesiri olmayacaktı.

Ayrıca Allah Kur'an-ı Kerim de birçok ayette kullarını tövbeye davet etmektedir. Eğer insan kaderinin mahkûmu olduğu için günah işleseydi, onları tövbeye davet etmenin bir manası olur muydu?...

İnsanın kaderin mahkûmu olmadığının bir diğer izahı da; elinde olmayan şeyler sebebiyle ibadetin teklif edilmemesi ve mesuliyetin kaldırılmasıdır. Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı, böyle bir ayrım yapılmazdı. Herkes, her halinde, işlediği fiilden mesul olurdu. Allah’a ait olan haklarda insanlardan mesuliyeti kaldıran hususlar şunlardır: Delilik, bunaklık, unutkanlık, zorlama, hata ve yanılma.

Netice olarak bu durumlarda yapılan fiiller, insanın kendi ihtiyarıyla olan şeyler değildir. Böyle olduğu için bu durumdaki bir insandan mesuliyet kalkar. Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı bu durumların, mesuliyetten hariç tutulmasına gerek kalmazdı. Deli, akıllı, unutkan, uyuyan, yanılan herkes ayırt edilmeksizin bütün insanlar mesul tutulurdu.

Acaba, başkalarının tehdidiyle ve zorlamasıyla haram bir fiili işleyen bir kulu Cenab-ı Hak affederken, böyle merhamet sahibi bir zata “benim kaderimi sen tayin ettin, sonra beni niçin cezalandırıyorsun” diyerek rahmetini itham etmek; o rahmetten mahrum kalmaya sebep değil midir?

İnsanda gözüken fiilleri iki kısma ayırabiliriz.

Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelen fiillerdir. Kalbimizin atması, kanımızın dolaşımı, nefes almak vermek, göz kapaklarımızın açılıp kapanması, saçımızın uzaması gibi fiilleri bu kısma misal olarak gösterebiliriz. Bu tür fiillere “ıztıtârî” fiiller denilir. Bu tür fiillere insanın iradesi müdahale etmediğinden dolayı, bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat yoktur.

Fiillerimizin diğer kısmı ise, kendi irademiz ile işlediğimiz fiillerdir. Yemek, içmek, bakmak, konuşmak, yürümek gibi fiillerimiz bu kısma dâhildir. Burada tercih ve seçim hakkımız vardır. Helale bakabileceğimiz gibi, harama da bakabiliriz, helali yiyebileceğimiz gibi, haramı da yiyebiliriz, hayrı konuşabileceğimiz gibi, yalan ve gıybet de konuşabiliriz. Bu tür fiillere “ihtiyâri” fiiller denilir.

İşte bütün bu durum Cüz’i iradeyi iyi bilmek ve ona doğruyu işaret etmek gerekmektedir o zaman cüzi irade ise: “ihtiyâri fiiller” dediğimiz bu kısım fiillerde ki tercih kabiliyetimizdir. Yaratılması cihetiyle ıztırâri fiillerde olduğu gibi, ihtiyâri fiilleri de yaratan Allah’tır. Fakat ihtiyâri fiil ve hareketlerimizde talebimiz söz konusudur. İşte bu talebe cüz-i irade denir.

Demek ihtiyâri fiillerde insan; talep edendir, Allah ise; fiili yaratandır. İşte insan bu talebi sayesinde itaatkâr veya isyankâr olur. Başka bir ifadeyle insanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk eder.

Mesela yazı yazma fiilinin aslını yaratan Allah’tır. Yazılan, sevap bir şey olabileceği gibi, günah bir yazı da olabilir. Birinci halde yazının faydalı olduğundan, ikinci halde ise zararlı olduğundan bahsedilir. İşte yazı yazma fiilinin faydalı ve zararlı olmasına insan karar vermektedir. İnsan neye karar vermişse, Allah ta yazıyı onun kararına göre yaratmaktadır. Ve onu mesul eden de bu tercihi ve kararıdır. Şimdi cüz-i iradenin mahiyetini 3 farklı misal ile değerlendirelim:

Misal: 1

Bir padişahın misafirhanesinde bulunduğumuzu farz ediyoruz. Bu misafirhanenin her katında ayrı ayrı nimetler ve ihsanlar sergileniyor olsun. Ve yukarıya doğru çıktıkça bu nimet ve ihsanların çoğaldığını görüyoruz. Bu misafirhanenin alt katında ise nimete mukabil cezanın, ihsana mukabil de azapların olduğunu farz ediyoruz. Yukarı katlara çıkmak için de, aşağı katlara inmek için de tek yol; asansöre binmek ve ulaşmak istediğimiz katın düğmesine basmaktır.

Şimdi bizler asansördeyiz ve asansörün üst katlara çıkaran bir düğmesine bastık asansör bizi o kata çıkarttı ya da bizi aşağı katlara indirecek bir düğmeye bastık ve asansör bizi o kata indirdi ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki: üst katlara çıkmak için bir düğmeye basan kişi, dilerse fikrini değiştirip, kendisini alt kata indirecek bir düğmeye basabilir ve alt katlara inmeye başlar. Ya da alt katlara kendisini indirecek bir düğmeğe basan kişi dilerse ve daha yolculuğu bitmemişse, asansörün üste çıkartan düğmelerinden bir düğmesine basarak, üst katlara ulaşabilir.

Şimdi durumumuzu inceleyelim: Asansörü biz yapmadık ve onu kendi kuvvetimizle hareket ettirmiyoruz ancak asansör de kendi kendine hareket etmiyor. Biz irademizi kullanarak bir düğmeğe basıyoruz ve asansör bizi o kata ulaştırıyor.

O halde: “asansörü ben hareket ettiriyorum ve asansör benim kuvvetimle çalışıyor” diyemeyeceğimiz gibi, “ bu asansör kendi kendine hareket ediyor, dilerse beni üst kata, dilerse beni alt kata indiriyor, elimde hiçbir şey yok” ta diyemeyiz. Evet, birinci sözü söyleyerek, asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü asansörü hareket ettirmek ve onu icat etmek için gereken kuvvetin binde biri değil, milyonda biri bile bizde yoktur. Değil asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia etmeği, belki ona binmemiz bile kendi kuvvetimizle olmamıştır. Bu misafirhanenin merhametli sultanı bizi, hiçbir kuvvet ve müdahalemiz olmaksızın bu asansöre bindirmiştir. Bizler bu sözü söyleyemeyeceğimiz gibi ikinci söz olan, “asansörün hareketinde hiçbir müdahalemizin olmadığını, asansörün kendi isteğine göre bizi dilediği katlara çıkardığını” da iddia edemeyiz. Zira asansör, bizim bastığımız ve çıkmak istediğimiz kata bizi çıkarmaktadır. Bizi, istemediğimiz ve düğmesine basmadığımız hiçbir kata çıkartmamaktadır.

O halde en doğru söz şudur: “Asansörü biz hareket ettirmiyoruz ve asansör bizim kuvvetimizle çalışmıyor ancak biz asansörün çıkacağı ve ineceği katları irademizle belirliyor ve düğmeye basıyoruz.” O halde çıkacağımız ve ineceğimiz katı biz tayin etmiş olmaktayız. Asansör ise bizim tayinimize ve talebimize göre hareket etmektedir.

Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına: Bu misalde ki misafirhane; bu dünyadır ve şu güzel âlemdir.

Misafirhanenin sahibi ise: Ezel ve ebedin sultanı olan Allah’tır.

Misafirhanenin üst katları; bizi cennete ulaştıracak ameller, alt katı ise; bizi cehenneme düşürecek günahlardır.

Asansör ise: Allah’ın irade ve kuvvetidir. Asansörün düğmesine basmak ise, Allah’tan o fiilin yaratılmasını istemektir. İşte bu cüz-i iradedir.

Cüz-i irademizle kuranın başına oturduğumuzda ve kuran okumayı talep ettiğimizde, Allah ta kuvvetiyle “Kur’an okumak” fiilini yaratmaktadır. Yani biz bu halde iken, asansörün üst düğmesine basmış ve asansör de bizi o kata çıkartmıştır. Ağzımızın hareketinden tutun, okuduğunuz Kur’an’a kadar her şey Allah’a aittir. O’nun yaratması ve icadı ile meydana gelir. Bize düşen tek şey bu vaziyetin yaratılmasını tercih ve talep etmemizdir. Bu tercih ve talebe cüz-i irade denilir.

Eğer biz Kur’an’ın başına oturacağımıza, okunması haram olan bir kitabın başına oturmuş olsaydık, bu sefer cüz-i irademizle asansörün alt katlarına indiren bir düğmeye basmak gibi, o fiilin Allah tarafından yaratılmasını talep etmiş olacaktık ki, Allah ta imtihan dünyası olmasından dolayı bu fiili yaratacaktı.

Allah’ın yaratması, bizim isteğimize yani cüz-i irademize tâbi olduğundan dolayı biz mesul olmaktayız. Gerçi birçok defa Allah’ın rahmetinden dolayı o günahı yaratmadığı ve o günahla aramıza girdiği de gözükmektedir.

Misal 2:

 

Bir rıhtımda padişahın gemilerinin dizildiğini ve karşısında iki adanın olduğunu farz edelim. Padişah, kaptanların sağdaki adaya gitmelerini emretmiş ve soldaki adaya gitmelerini yasaklamış olsun. Deniz bilgisi olmadan bakınca Sol taraf cazibeli sağ tarafta bazen rüzgar ve az bir meşaggat içeriyor gibi gözüksün, oysa deniz bilgisi olan için her iki güzergah için de meşaggat söz konusu olsun.

Kaptanları, emrine itaat hususunda bir imtihana tabi tutan padişah, imtihanın bozulmaması için de soldaki adaya gidenlere mani olmasın.

Gemiler aynı cihazlarla donatılmış ve her iki adanın yolu da açık tutulmuş olsun. Diğer taraftan, gemilerin seyahati için gerekli her türlü ihtiyaç ve yakıt yine padişah tarafından temin edilsin. Kaptanın burada yapacağı tek şey, dümeni çevirmek ve gideceği adayı seçmektir. Onu o adaya ulaştıran gemide, geminin hareketi de sultana aittir.

Eğer o kaptan, padişahın emrine uyarak sağdaki adaya giderse orada çeşit çeşit sofralarla, nimetlerle karşılaşacaktır, eğer sol taraftaki adaya giderse, vahşi canavarların hücumuna hedef olacak ve görevli memurlar tarafından çeşitli cezalara çarptırılacaklardır. Her bir kaptan, padişahın dümenci bir neferi olarak gemiye rota verme ve istediği adaya gidebilme durumundadır. Bir kaptan hangi adaya gitmek isterse, gemi onun vereceği rota ile oraya yönelecek ve deniz gemiyi o adaya kadar sırtında taşıyacaktır.

Şunu da belirtelim ki; kaptan yolculuğun her anında rotayı değiştirme hakkında sahiptir. Mesela, sol adaya doğru yol alırken, rotasını sağ adaya, ya da sağ adaya doğru yol alırken rotasını sol adaya çevirebilir. Şimdi durumu inceleyelim: Gemiyi kaptan kendi kuvveti ve gücüyle hareket ettirmemektedir. Zira geminin hareketi için gerekli kuvvet onda olmadığı gibi, geminin ihtiyaçlarını da tek başına karşılaması mümkün değildir. O ne gemiyi yapmıştır, ne denizin sahibidir, ne de gemideki diğer aletleri bunların hepsi sultana aittir.

Bununla birlikte gemi de kaptanın iradesi olmaksızın tek başına hareket etmemektedir. Kaptanın tercihi gemiye yön vermektedir. Şimdi kaptan şunu diyemez: “Bu gemiyi kendi kuvvetimle idare ve sevk ediyorum”. Zira buna gücü yetmez. Ancak şunu da diyemez: “Gemi benim irademin dışında yol alıyor, istediği adaya beni zorla götürüyor, ben geminin hareketinden mesul değilim” Evet bunu diyemez, zira gemi onun tercihine göre yol almaktadır. O halde en doğru söz şudur: “Ben geminin ve içindeki cihazların sahibi değilim, onlar sultanımındır. Ben sadece bu gemiye rota belirleyen dümenciyim. Lakin öyle bir dümenciyim ki, geminin her hareketi benden sorulacak, çünkü gemi o hareketi benim talebim ve isteğim ile yaptı”

Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:

Misaldeki rıhtım: Bu dünyadır.

Sultan ise Sultan-ı Kâinat olan Allah’tır.

Her bir gemi, insandır, o gemideki cihazlar; insana takılan duygu ve azalardır.

O iki ada ise: Sağdaki cennet ve cennete götüren amellerdir, soldaki cehennem ve cehenneme götüren amellerdir.

Kaptanın gemiye rota vermesi ve dümeni çevirmesi ise: Cüz-i iradedir. Evet insanın bedenindeki her aza ve hücre, kainattaki her bir sistem ve küre, Allah’ın irade ve kudretiyle vazife görmekte ve hareket etmektedir. Fakat insan, ihtiyâri fiillerinde eli kolu bağlı bir kaptan gibi, hadiselerin denizine atılmış değildir. Vücut gemisinin hareket adasını kendi cüz-i iradesiyle tayin ve tespit etmektedir. Böylece gideceği menzile kendisi karar vermektedir. İşte bu karar verme yeteneğine; cüz-i irade denilir.

Misal3:

 

Bir çocuğun, bir pehlivanın sırtına bindiğini farz edelim. Karşılarında da iki tane dağ var. Sağ taraftaki dağ da; lezzetli yiyecekler ve her türlü nimet bulunurken, sol taraftaki dağda ise sadece dikenli yiyecekler ve vahşi hayvanlar bulunuyor olsun.

Bu iki dağdan birisine çıkacak olan çocuğun, kendi kuvveti tek başına bu dağlara çıkmaya yetmeyeceği için, bir pehlivan onu sırtına almış ve çocuğun arzusuna göre hareket ederek onu istediği dağa çıkartacak olsun. Şimdi bu çocuk, her şeyiyle güzel olan sağdaki dağa çıkmak yerine soldaki dağa çıkmayı arzu etti ve o dağa kendisini çıkartmasını pehlivandan istedi. Pehlivan da onu o dağa çıkardı. Ve arzusunun bedeli olarak o dağa çıktıktan sonrada yüzlerce elemle ve korkuyla baş başa kaldı.

Şimdi durumu inceleyelim: Çocuk kendi kuvvetiyle o dağa tırmanmadı, zaten gücü ve kuvveti tek başına o dağa çıkmaya da yetmez. Ancak pehlivanda onu zorla soldaki dağa çıkarmadı. Eğer çocuk sağdaki dağa çıkmak isteseydi, pehlivan da onu sağdaki dağa çıkarırdı. Nitekim birçoğunu sağdaki dağa çıkarmıştır. O halde çocuk; ne kendi kuvvetiyle dağa çıktığını iddia edebilir, nede pehlivanın zorla kendisini soldaki dağa çıkardığın söyleyebilir.

Çocuğun söyleyeceği en doğru söz şudur: “evet ben dağa kendi kuvvetim ile çıkmadım, beni bu dağa pehlivan çıkardı. Ancak pehlivan benim irade ve arzumu hiçe sayarak bunu yapmadı. Bilakis o benim talebime uydu. Ben, onun beni soldaki dağa çıkarmasının istedim, o da bunu yaptı. Bu dağa çıkmaktaki bütün mesuliyet benimdir”

“Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:

Misaldeki sağ dağ: Cennet ve ona götüren salih amellerdir.

Sol dağ ise: Cehennem ve cehenneme götüren kötü amellerdir.

O çocuk ise: Biziz ve insandır.

Pehlivan ise: Allah’ın kudreti ve kuvvetidir.

Evet, biz fiillerimizi Allah’ın kudretine dayanarak işleriz. Misaldeki çocuğun pehlivanın sırtına binmesi gibi, bizde kudret-i ilahiyyeye binerek işleriz. Çıkmak istediğimiz tepeye bizi çıkarmasını ve yapmak istediğimiz ameli yaratmasını Allah’tan talep ederiz. İşte bu talebimiz cüz-i iradedir. Allah ta, biz neyin yaratılmasını istemişsek, o fiilden razı olmasa da, imtihan sırrından dolayı yaratır. Burada biz; fiilin yaratılmasını talep edeniz, Allah ise; fiili yaratandır. Fiilin yaratılmasına bizim talebimiz ve isteğimiz sebep olduğundan dolayı da mesul oluruz.

O halde bize düşen, cüz-i irademizi hayırlı işlerin talebi için kullanmak ve Allah’tan cennet amellerini bizim için yaratmasını istemektir. Bu istek ve arzu, halis bir niyet ile buluştuğunda, bizleri cennete layık bir hale getirecektir.

Kader konusunda kazi muallak ve kaza-i mübremi söz konusu bunlarıda derinlemesine müteala etmek gerek ki ömrün uzayabileceğini işaret eden hadisi şeriflerin ayeti kerime ile de çelişmediğini izah ve ispat mümkün olsun ve bütünü ile kader konusunu değerlendirmiş olalım ama hakkını helal et saat şu anda 1 oldu daha yazmayı düşündüğüm başkaca hususlar var.

Sevgili Mehmet bey , lütfen hakkını helal et aslında sizi bu konuda tam dinlemiş değilim ve tam olarak düşüncenizi de anlamış değilim bu nedenle yazdıklarım hususunda hiçbir hususu asla üzerinize de getirmiyorum ama sabah ki konuşmamızla kader ve cüzi iradeyi kendimce ve araştırdığım kadarı ile değerlendirmeye çalıştım . tabiî ki cevap aradığım bu iddiaları sizde görmüş değilim sabah size karşı savunduğum inancımı tam olarak izah edemedim bu nedenle düşüncelerimin izahı için bu misalleri vermek durumunda kaldım Hakkınızı helal edin. Diğer taraftan kurana inanınca bir takım mevzuların gerçekten detaylıca irdelenmesi elzemdir. Bu manada Hz peygambere iteati emreden bir kuran ve onu gören sahabe ve sahabeyi gören tabiin ve onları gören tabe tabiin in hayatı çok önemli hal almakta. Bu durum hakkında Hz. Peygamber s.a.v.'in “En hayirli nesil benim dönemimde yasayanlardir. Sonra onlari izleyenler, sonra onlarin ardindan gelenlerdir.” seklindeki hadisinde “en hayirli nesiller” olduklari haber verilen ilk üç kusaga ayrıca Selef denir.

Düşüne biliyormusunuz selef olan shabeyi gören ve onlardan ders alan hadisi şerifler nakleden tabiinden asırlar sonra onlarla çelişen ve onları gerek düşünce gerekse yaşayış olarak bazen de yerden yere vuran bir inanç şekli doğuyor akıl sahibi olan kişi peygamberi veya sahabeyi gören ilmin görüşü ve yaşayışı yerine acziyetle ilim eksikliği ile bir takım mütealalarda bulunan sözde alimlerin görüşü tesiri ile onları mütela edebiliyor. Allah cümlemizi muhafaza buyursun.amin bu asırda bi hakkın yaşayabilmek için birilerinin inkar ettiği kıyasın yerini de bilmek gerekmektedir diye düşünüyorum.

İş b u nedenle kıyas bahisinede girmek istiyorum

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.