Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ÖZGÜRLÜK!


Önerilen İletiler

Ne güçlü bir dildir kıssa dili! Ne kadar, güç, genişlik ve zerafet var sembolizmde! Onun hakkında ve ona göre söylenemeyecek hiçbir şey yoktur. Sembolizm Avrupa'da siyasi tıkanma ve boğulmanın ortaya çıktığı bir dönemde gelişti. Güçlü bir yazar, en buhranlı ve en şiddetli siyasal ve diktatörlük şartlarında, en tehlikeli sözleri söyleyebilir. Yazarı okuyucusundan başka hiçbir güç susturamaz. Fakat her halükarda, yazarın, sinirlerin susuzluğunu, kalp hücrelerini ihtiyacını, insan ruhunun ve insan beyninin ihtiyacını gidermemesi doğal değildir. Düşünce ve ruhu ikna eder, başarı kazandırır; ama insan ruhunun kalbi ve insan kalbinin ruhu öylece susuz kalır. İnsana başarı duygusu verir; fakat bunu yapmakla insani duyguyu razı etmez. O susuzluk, o eğilim öyle susuz ve aç kalır.

 

Terör, korku, yalnızlık ve vahşet şartlarında yazan sözlerini söyleyen, bütün özgürlükçü istek ve düşüncelerini, küfür ve nefretlerini açıklayan siyasi bir yazar, sembollerin kıssaların ve sanatkârlıkların perdesi altında, yinede caddeye çıkıp çalışma masasının gerisine oturarak yüz yüze ve açıkça diktatörlüğe sövebileceği ve apaçık bir şekilde şöyle feryat edebileceği günün arzusu içerisindedir:

 

''Ey özgürlük! Seni seviyorum. Sana muhtacım. Sana aşığım. Sensiz yaşam zordur. Sensiz bende yokum. Varım, ama ben yokum. Yani o var olan ben değilim. Ben, sensiz boş, anlamsız, şaşkın, avare, ümitsiz, kalpsiz, ışıksız, tatsız, beklentisiz, intizarsız, beyhude yani bir hiç olacağım. Ey özgürlük! Senin sevgi, dostluk ve şefkatinle beslenmişim. Ey özgürlük! Senin yüksek ve özgür endamın, benim mabedimin güzellik minaresidir. Ey özgürlük! Senin masum ve renkli güvercinlerin benim sırdaş ve aşina dostlarımdır. Barış güvercinidir onlar. O güvercinler, benim tüm ümit ve iyi haber mesajlarımın ve bütün müjdelerimin habercisidirler. Ey özgürlük! Keşke seninle yaşasaydım. Seninle can verseydim. Keşke sende görseydim. Sende nefes alıp verseydim. Sende uyusaydım. Sende uyansaydım. Yazsaydım, söyleseydim. Sende hissetseydim ve seninle olsaydım!

Ey özgürlük! Ben zulümden bıkkınım, esaretten bıkkınım. Zincirden bıkmışım, Zindandan bıkmışım. Hükümetten bıkmışım. Zorunluluktan nefret ediyorum. Seni tutsak yapmak ve bağlamak isteyen her şey ve herkesten bıkkınım, nefret ediyorum.

 

Benim yaşamın senin hatırınadır. Gençliğim senin hatırınadır var olmam.

 

Ey özgürlük! Kutlu özgülük! Seni tahta oturtmak istiyorum.

 

Ya sen beni yanına çağır, yada ben seni kendi yanıma çağırayım!

 

Ey özgürlük! Kanadı kırık güzel kuşçuğum! Keşke seni vahşet bekçilerinden gece, karanlık ve soğuk meydana getirenlerden, duvarları, sınırları, kaleleri, zindanları yapanlardan kurtarabilseydim. Keşke kafesini kırıp seni sabahın temiz bulutsuz ve tossuz havasında uçurabilseydim. Fakat... Benim de ellerimi kırmışlardır. Dilimi kesmişlerdir. Ayaklarıma zincir vurmuşlar ve gözlerimi bağlamışlardır... Yoksa seni benimle mi karıştırıp birleştirmişler? Seni benimle aynı kalıba mı dökmüşler? Seni derinliğimde en samimi ve en gerçek benliğimde buluyorum, hissediyorum. Senin tadını her an kendimde tadıyorum. Kokunu daima kendi yalnızlık fezamda kokluyorum. Çölün yaz gecelerinde göğün küçük yıldızının gönlünde, melaküti kanatların sürtüşmesiyle meydana gelen kalp oynatıcı çan sesi gibi gürültü çıkaran sesini her zaman işitiyorum. Her sabah hayalimin şefkatli ve sevgili parmaklarıyla elimde huzursuz olan canlı ve dilli saçlarını yumuşak bir şekilde ve sevgiyle tarıyorum. Günün tamamını seninle geçiriyorum. Adım adım gölge gibi seninle birlikteyim. Seni hiçbir zaman yalnız bırakmıyorum. Her zaman ve her yerde seni benim yanımda beni de senin yanında görüyorlar. Sofra başında, yanındaki boş sandalyede oturan benim, görüyormusun? Ben varım, gözlerini doğru aç. Sultan ve mütevelliyi gördüğün güzlerle değil sadece beni görmek için var olan gözlerle, yalnız benim sende gördüğüm gözlerle bak. Ağzına gizli bir lokma koyan benim. Ansızın dudağına bir bardak koyan benim. Senin için elma soyup kesen ve dilimleyen benim. Hemen başını çevir ki, kaçıp kaybolma zamanımdan önce beni görebilesin...

 

Her ikindi, yaz aylarının sakin, sevgili ve şefkatli ikindileri, kışın sıkıntılı ve suratsız ikindileri, zindanında kederli ve yalnız şekilde somyaya düştüğün ve kendini bıkkınlık, yorgunluk, soğuk ve ümitsizliğe terk ettiğin zaman, yanı başında birçok gece notları, makaleleri, kitapları, risaleleri, şiirleri, öyküleri, nağmeleri ve tasnifleri (katil ve cellâtların bakışları altında, senin ve benim zorba hükümetimizin vahşet ve korku dolu günlerinde) yazan, terennüm eden, yazdıklarından sonra zindan, takip ve işkence gören ve onları senin için okuyan benim. Sen ise sakin ve sessizce kulak veriyorsun. Her an bir şaşkınlık, her an bir tebessüm, her an yüksek bir kahkaha, her an yeniden fırlayıp kendi çevrende dönüp dolaşmak... Kendini aynanın karşısına geçirmek, bu durumda kendini aynada görmek ve görmemek... Her an hayrette kalmak... İnanmak, inanmamak... Bazen itiraz...Yüz buruşturmak, kaş çatmak, yarı kahrolmak, hemen özür dilemek, alametiyle gönül okşamak, utangaçlık alametiyle sevimli bir tebessüm... Sonra bir soru, ve sonra bir cevap, arkasından bir şüphe, bir tereddüt, sonra da karar vermek. Ardından söz söylemek ve hemen kızarmak. Ondan sonra bir sessizlik, suskunluk. Ne suskunluk! Sonra ayağa kalkmak ve baş aşağı düşmek. Düşünceye dalmak, elbise giymek ve evden dışarı çıkmak... İşte bütün bu saatlerde, bu zamanlarda seninle birlikte olan benim. Sen yalnız değilsin.seni hiçbir zaman yalnız bırakmıyorum. Sen beni az tanıyorsun. Benim bütün yaşamım senden oluşmuştur. Senin uğruna hiçbir zaman baskı, gazap, gasp ve engellere teslim olmadım. Beni ipe bile götürseler, yine de asla kalbim senden ayrılmayacak. Sen benim kalbimsin, benim su ve toprağımda yoğrulmuşsun. İşkenceler, ancak benim sana olan sevgimi arttırmışlardır. Zindanlar, bana senin sevgi ve aşkından başka bir şey getirmemiştir. Düşmanlıklar, vahşilikler, korkutma hareketleri ve takipler, sana olan vefamı daha da artırmaya yaramışlardır sadece.

 

Ve... Geceler... Vah! Gecelerden bahsetmek ne kadar zordur! İnsanların olmadığı, duvarların karanlıkta kaybolduğu, kralın gözünün kapandığı ve kalelerin muhafızlarının uykuya daldığı geceler! Ve... Ben o gecelerde ayaktayım, sen ise uyanık. Dünyalıların gözü uykuda, ve kafeslerini kırarak birbirlerine karışmak ve gökyüzünün o güzel yalnızlığının sevimli sinesinde uçmak isteyen dört güvercinin ümit ve bekleyiş gözünün hilali... Ve... Geceler... Beni üzüntü, hastalık solgunluğa terkedip eve dönüyorsun. Yalnızca evin kapısını açıyorsun. Öyle bir evin kapısını ki, içerisinde bir ses, heyecan ve şevk varsa, bunlar da komşu duvarlardan geliyor ayaklarının sesi, evin sessiz ve suskun kalbine heyecan düşürüyor ve ansızın kesiliyor. Odanın kapısını açıyorsun ve içeriye ayağını koyuyorsun. Senin bekleyiş ve ümit gözünle o köşede çehrene gülümseyen benim. O an kalpten gülümsüyor ve geri dönüp kapıyı kilitliyorsun. Tekrar dönüyor, beni yanına oturtuyorsun; ve soruyor, soruyor, soruyorsun. Ben ise öylece suskun duruyorum. Başımı önüme eğmiş ve gözlerimi halıya dikmişim. Öyleki konuşacak akıl ve kalbim yok. Solmuşum, sıkılmışım ve bıkkınım. Çünkü hayat zorlaşmıştır. Boğulma, acımasız baskı, sağlam kaleler, uyanık zindancı... Bütün bunlar bana eziyet ediyorlar. Bunlara alışmamış, baskının elinden bir şarap içmemişim. Boğulma ve tıkanma dünyasıyla dostluk kurmamışım. Öfke, vahşet ve duvarla arkadaş olmamışım. Kalbimi senden ayırmamışım. Her adımı güçlükle atan ayağım senin aşkına koşuyor. Bir zincire, bir ipe eğilmeyen baş, senin eteğine eğiliyor. Ümit göze eğilmeyen endam, senin mabedinde namaz kılıyor. Ölüm tufanlarından titremeyen yürek, seni hatırlamakla perişan oluyor. Ve... Bana şiddetle ve çok eziyet etmişlerdir. Bana işkence ediyorlar. Kalbim parçalanmış, ruhum karma karışık ve parça parça olmuştur. Gücüm kaybolmuş ve ümidim yok olmuştur... Ve yorgunum!

 

Sen ise yalnızlık halvetinde onun gönlünü alıyorsun. Onun kucağına baş koyuyor, aşikane bir gezele konu olan yumuşak ve sıcak ellerini, onun titrek ve soğuk ellerine koyuyorsun. Onu sakinleştiriyor, ısıtıyorsun. Senin gazelinin on şah beytinden haberini benim parmaklarımın beyitleri birer birer bir kenara alıyor; her beyiti nağmeliyor ve bir rubai yapıyor. O zaman tamamı güzel, sıcak, iyi, gizli, dertli ve yakıcı gazelleri, nağmeleri, makamları, şiirleri, sesleri, şarkıları kapsayan bir divan meydana geliyor. O zaman sen ondansın, hayır bendensin. Her ikisi de birdir. O benim. Benim niçin kederli olduğumu, niçin solduğumu, niçin o yıl gelmediğimi soruyorsun. "Niçin önceki yıl yoktun? İki yıl önce niçin o makaleyi yazmadın. Niçin iki yıl önce, beni öven şiirini basmadın? Niçin?" diyorsun. Unuttun mu ?! Takip mi ettiler?

 

Ve ben, yazgımdan, yorgun maceramdan ve senin yolunda çektiğim dert, eziyet, ıstırap, acı, üzüntü ve işkenceden bahsetmekten bıkmışım. Aslında ne dostun yanında dost yolunda çekilenlerden bahsetmek insanlık alametidir; nede dostun kalbini incitmek insanca bir davranıştır. Bu öykü ve açıklamalarla sona eren anlardan dolayı yazıklar olsun bana. Bu anlara üzülüyorum. Bazen özgürlüğü sevme yolunda uygunsuz bir adım ve özgürlüğü övmede korkusuz bir kalem özgürlüğü daha çok sınırlıyor ve özgürlük aşıklarını en az özgürlük işaretlerinden bile mahrum ediyor. Benim bu işte sahip olmadığım nice deneyimler ve bilmediğim nice çok bilinen ve bilinmesi gerekenler vardır. Özgürlük ve özgürlüğe aşık olma hatırına, özgürlük ve cihadı övmek, benim mesleğim, meşgalem, işim, hayatım, aşkım,imanım ve şahsiyetimin çerçevesi olmuştur! Çaresiz kaçıyor ve soruyorum: Sen ne yapıyorsun? Zamanını nasıl geçiriyorsun? Ne düşünüyorsun?... Sen kendi kendine İsa gibi Yahudilerin pençesinde olduğunu, Kayser'in seni çarmıha gerdiğini, darağacına çektiğini ve başına bir taç koyduğunu söylüyorsun. Ben ise Mesih'in yorgun havarisi Saint Paul gibi kendime kıvrılıyor, boşlukta kendisinin bile duyamayacağı bir feryat çeken dertli gibi, başını büküyor ve yürekten inleyerek ağlıyorum. O zaman başımı kaldırıyor ve hissediyorum ki, göklerin bütün bulutları gönlüme yağmaya başlamışlar. O an gözlerimi, kucağımda parçalayan yüzüne dikiyor ve gülün üzerine konan ve çevresinde uçan iki kelebek gibi, bakışlarımla yanaklarına, yarı uyumuş ağır göz kapaklarına, ıslak kirpiklerine, kulak tozuna, asil olmayan burnuna ve su çeken asil dudaklarına naz yapıyorum. Çaresizliğimden, yani esir oluşumdan dolayı kalpte eriyorum. O vakit senin yüzüne sıcak bir damla düşüyor. Sen bunu anlıyorsun, ama izhar etmiyorsun. Onu kalbinde tutuyorsun. Bir an öylece sessiz kalıyorsun. Ama kalbinde şiddetli bir kavga yapıyor ve ayağa kalkıyorsun. Fakat bana bakmıyor ve ayağa kalkıyorsun. Bana bakmıyorsun. Başını öyle bir işle meşgul ediyorsun ki, bende görmüyorsun. Bir an geçiyor, ondan sonra bana yüzünü çevirmeksizin, benden daha uzak bir soru soruyorsun. Fakat bir cevap duyamıyorsun. Tekrar ediyorsun soruyu, yine bir cevap işitmiyorsun. Başını çevirip bakıyorsun, ama kimseyi göremiyorsun.

 

O zaman benim yerimde yalnızlığın oturduğunu görüyorsun. Yalnızlık gölge gibi senin peşine düşüyor. Seni takip ediyor. Evet, yalnızlık kendi bedduasını senin üstüne atmıştır. Pençesi ile gırtlağını sıkıyor; sıktıkça sıkıyor; he an daha bir şiddetli ve düşmanca sıkıyor. Seni bir an bırakmıyor. Her zaman daha da ağır, vahşi ve güçlü oluyor. Sen ise zavallısın. Kalmaya gönlün yok. Kitaba sığınıyorsun. Açmaya gönlün yok. Yemekle meşgul oluyorsun. Ama canın yemek istemiyor ve geri dönüyorsun. Yorgun, halsiz ve solgun olarak, kendi tortun ve artığın gibi çarpıntı ve ızdıraptan dolayı yatağının boş sedefinde sürünüyorsun. Battaniyeyi yalnızlık korkusu ile başına çekiyorsun. Ansızın bir nefes sesi! Çektiğin nefesin sıcaklığı vuruyor. Battaniyeyi kaldırıyorsun ki, ışıkta göresin, fakat göremiyorsun. Tasavvurunda, acı bir gülümsemede bulunuyorsun. Kalkıp lambayı söndürüyor ve yatağına geri dönüyorsun. Yine nefesinin sıcak ve yumuşak şulesini yüzünde ve boğazının altında hissediyorsun. Ve o zaman karanlıkta bakıyor ve tekrar beni görüyorsun.

 

................................................................................

..............

 

Ey özgürlük! Senin için nice zindanlar çekmişim nice zindanlara da katlanacağım. Yine senin için nice işkencelere tahammül etmişim ve nice işkencelere de tahammül edeceğim. Fakat kendimi asla istibdada satmayacağım. Ben özgürlükle terbiye olmuş ve beslenmişim. Üstadım Ali'dir. Ali, korkusuz, zaafsız ve sabır dolu bir insandır. Rehberim özgür insan ve özgürlük için yetmiş yıl inleyen Musaddık'tır. Her ne yaparlarsa yapsınlar kesinlikle senin havandan başkasını soluyamayacağım. Ama benim seni tanımaya ihtiyacım var. Bunu benden esirgeme. Hadi, her an neredesin, ne yapıyorsun söyle. Söyle ki, bende nerede olmam ve ne yapmam gerektiğini bileyim!...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

 

İnsanı zorlayıcı dört güç vardır... İlk olarak, irade sahibi, bilinçli ve yaratıcı insan, ilk zorlayıcı gücün, doğa’nın baskısı altındadır, bu zorun tutsağıdır. Natüralizm, tabiat temeline özellikle yaslanmaktadır ve oldukça önemli bir gerçeklik payı vardır. İkinci zorlayıcı güç, tarihin baskısıdır. Tarih felsefesi buna, bu temele dayanmaktadır. Emerson’a “Tarih nedir?” diye sorulunca, “Nedir tarih olmayan ki?” diye karşılık vermiştir. Varolan herşey, tarihin ürünüdür. Tarih’i temel belirleyici sayan görüşe göre benim niteliğimin yaratıcısı, benim tarihimdir. Tarihim benim elimde olmadığına göre ben de kendi elimde değilim. Üçüncüsü Sosyolojizm’dir. Toplumu temel ve asıl belirleyici kabul eden, bireyi yadsıyan, toplumun bireyi oluşturduğunu ileri süren görüştür.

 

Aslında ben ne Naturalizm’i, ne Sosyolojizm’i, ne de Historizm’i tümüyle yadsıyorum; üçünü de kabul ediyorum. Ancak benim kabul edişim şu anlamdadır: İnsan-ki asıl onu anlatmak istiyorum-, bu varlık seçebilir, seçme yeteneği ve imkanı vardır. Bu varlık kendi gelişim ve olgunlaşma süreci içinde gerçekten de bir açıdan ve bir bakıma doğal ve maddi bir oluşum, bir görüngü, bir bakıma Tarih’in biçimlediği bir görüngü, bir bakıma çevre ve toplumun biçimlediği bir görüngüdür.

 

Bir boy (aşiret) düzeni içinde, boy düzeni yaşama biçimi bireylerin üzerinde ruhsal ve düşünsel özellikler meydana getirebilir, boy düzeninde yaşayan bu yaşama biçimini seçmiş değildir, hiç kimse bunu seçmemiştir, özel bir toplum ve üretim düzeni onları ister istemez çadırda oturan göçebelir durumunda kılmıştır, üretim düzenleri bunu gerektirmiştir. Tabii şartlar da bir başka topluluğun avcılığa koyulmalarına, avcı olmalarına, ormanda yaşamalarına yol açmıştır. Ya da yine bu şartlar bazı boyların başka özellikler kazanmalarını, sonunda tarım aşamasına girmelerini, bu aşamada da yerleşik düzene geçmelerini, köy ve kentlere yerleşince de artık değişmesini sağlamıştır. Bu değişim seçimle olmuş değildir. Üretim düzeni biçiminin bireye etkisinden dolayıdır. Yani ‘beşer’ gerçekten de Doğa’nın onu oluşturduğu gibi, gerçekten de Tarih’İn onu biçimlemekte olduğu olur. Halı desenleri çizmekle uğraşan ve çok büyük bir sanatkar olan Terhan sanatkarlarından birisi anlatıyordu:

 

 

Cezaevinde mahkûmlara halı dokumacılığı öğretmeye çağrıldım. (Bu olaya iyi dikkat ediniz, insan üzerindeki dış etkenlerin ne denli etkili olduklarını ve insanın ne denli eğitime yatkın olduğunu gösteriyor.) Ben şunu ileri sürdüm: Bir kimseye gerçekten zarif ve sanatkârca halı dokumasını öğrettiğim ve o iyi bir sanatkâr olabildiği takdirde, onun bağışlanmasını, affını isteyeceğim, siz de kabul edeceksiniz! Şartımı kabul ettiler. Kendilerine öğreticilik ettiğim kişiler çoğunlukla ağır suçlar işlemiş olanlardı ve ‘kötülük’, katı yüreklilik gözlerinden belliydi. İşte bu kimselere halı dokumasını öğretmeye başladık. Halı dokumasında gözlerin ve parmak uçlarının dikkat etmesi gereken zevk inceliği, renkleri iyi tanıma ve ayırma ve birbirleriyle uyuşturma için gerekli ince zevk ve duygu, halının zarif ve sanatkârca nakışlarındaki gözellik, bütün bunları tanımaya başlıyor ve sonra dokuyorlar, yaratıcılıklarını tadıyorlardı. Bütün bunlar ruhu o derece inceltiyor ve duygu veriyordu ki, belki kan dökmekten ve öldürmekten zevk alan adam, sanatla uğraştıktan bir süre sonra ruhsal bir güzellik kazanıyor, öyle ki kimi zaman bir arada oturup ben şiir, örneğin irfanî şiirler okumaya başladığımda, aynı adamın gözyaşları yavaşça süzülmeye başlıyordu.

 

O kadar katı ve sert bir ruh bu kadar yumuşak ve latif olabiliyor. Demek ki dış etkenler bu katılığı ona vermiş, o da mensup olduğu toplumsal çevre düzeni farklı olduğundan böyle olmuştur. Şimdi çevresi değişince, yeni çevresi onda bu letafeti ortaya çıkarmış oldu. Ne bu letafet dolayısıyle onu aşırı övmemiz, ne de o katılık dolayısıyla suçlamamız gerekir. Bu Sosyolojizm’dir ve bir ölçüde doğrudur da!

 

Fakat benim söylemek istediğim şudur: Sosyolojizm’i, Materyalizm’i, Naturalizm’i veya tarihselcilik akımı ( Historizm ) bütünü ile yadsımak ve onların temel etken olarak ileri sürdüğü şeylerin hiçbir etkisi olmadığını ileri sürmek istemiyorum. Aksine bu etkileri kanıtlamak ve doğrulamak istiyorum. Fakat sözüm şudur ki insan, oluşum (werden şoden) süreci içinde, bu zorlayıcı güçlerin baskısından kurtulur, kurtulabilir.

 

Dördüncü zindan, zindanların en kötüsüdür, insan bu zindanda tutsakların en acizi durumundadır. Bu zindan, ‘Kendim’dir. Şaşılacak şeydir ki tarihin akışı boyunca insan önce anılan üç zindandan kurtuluşunu daha ileri ölçüde saylayabilmiş olmasına, bugün bu üç zorlayıcı gücün baskısından her çağdakinden daha fazla kurtulmuş bulunmasına, bu üç zorlayıcıya her zamankinden fazla egemen olmasına karşın, dördüncü zorlayıcı güç, yani ‘kendi’si, kendi zindanı karşısında da her dönemden daha çok, hatta teknoloji’ye sahip bulunmadığı, doğal bilimleri bulunduğu, Toplumbilim ve Tarih Felsefesini kavramamış bulunduğu dönemden daha çok çaresiz, acizdir. Çağdaş insanın bu dördüncü zorba gücün tutsağı durumunda kalışı, ilk, ikinci ve üçüncü zindandan kurtuluşunu da yararsız ve anlamsız kılmaktadır. Çağımızda Doğa, Tarih ve Toplum zindanından kurtulan insan anlamsızlık ve boşluk duygusunun bunalımına düşmektedir. Niçin? Çünkü özgür değil, dördüncü zindanın tutsağıdır. Önceki üç zindandan kurtulması ile mutsuzluğu da başlamaktadır. Bir yazarın dediği gibi, bir zorlayıcı gücün sınırları içinde uykuya dalan insan için ‘ne yapayım bilmiyorum!’ bunalımı, eziyet ve zahmeti yoktur. Çünkü bir girişimde bulunmaz. Gelgelelim çağdaş insan ‘ne yapacağı’ konusu her zamankinden fazla güç sahibidir. Ne var ki ‘ne yapması gerektiği’ni de her zamankinden az bilmektedir. Bu üç zindandan kurtulmuş olması gereken, doğaya egemen veya kendi toplumuna egemen olan insan kendi zindanı içinde çaresi ve tutsaktır. Niçin öz zindanından çıkamıyor peki? Bu zindandan kurtulmak zordur çünkü. Zordur, çünkü üç önceki zindanın benim varlığımı çevreleyen dört duvarı vardı ve ben orda tutsaktım. Tutsak olduğumun bilincinde idim. Yerçekimi gücünde idim, hatta göçebe olduğum dönemlerde bile bu bilincim vardı. Irmak kenarında olduğunu, şu halde ister istemez balıkçılıkla geçinmem gerektiğini, yöremde yalnızca orman bulunduğunu, şu halde yazgımın avcılık olduğunu biliyordum. Bu zorlayıcı güçleri geçmişte duyumsuyordum. Ne var ki bu dördüncü zindanın duvarları çevremi kuşatmıyor. Bu zindanı kendimle birlikte taşıyorum. Bu sebeple, bu zindanın bilincine varmak ve onu tanımak, bütün diğerlerinden de güçtür. Zindanla tutsağı birleştirmektedir. Hastalık ve hasta birleşmektedir. Bu sebeple bu hastalıktan sağalmak çetindir.

 

 

Başka bir güçlük de şuradadır: İnsan bilim ile, Doğa’nın zindanından, Tarihin zindanından, toplumsal kurallara egemen Düzenin zindanından kurtulabilir. Fakat yazık ki, kendi zindanından bilim ile kurtulamaz. Çünkü bilginin kendisi de tutsaktır. Bu bilimin kendisi, bir tutsağın bilimidir. ‘Kendi’m dendiğinde, bunun kendisinde gömülü bulunan özgür ben olduğunu algılayamamaktadır. Özgür bir ben olarak değil, salt ve genel anlamı ile bir insan, bir kendi olarak ancak algılayabilmektedir. Doğa, Toplum ve Tarih zindanından boşanması gerekmekte ve boşanmaktadır, gelgelelim sonra anlamsızlık ve boşluk içine duşmektedir. Burada bir formül sunmak istiyorum: Bu alanda bir yasa var ki Adem’in yaratılışı’nın başlangıcından bugüne değin doğrudur ve geçerlidir. İnsan, maddi yaşayışında bu yolu boylar, fakat unutmayalım: Ancak maddi yaşamı için bu yasa geçerlidir. İnsan’ın önce ihtiyacı, gereksinimi vardır. Sonra bolluğa, refaha erişir. Daha sonra boşluk ve anlamsızlık duygusuna kapılır. Bundan da başkaldırmaya geçer. Sonunda perhizkâr ve içe dönük bir dönem gelir. Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) ve hippilik akımı (ABD’de türeyen ve diğer ülkelere yayılan gençlik akımı mensubu. Simgesi, çiçektir.) Bu yasaya uygun olarak belirmiştir. Bizim eski ağalar ve soylularımızın Tasavvufa düşmeleri, Hind ve Çin ağa ve soylularının gizemci (mistik) bir ‘nirvana’ (hırslarını, tutkularını yok edebilen, kendini yenebilen kişinin varabileceği üst manevi basamak.) anlayışı içinde maddi yaşamı yadsımaları da bu yasaya dayanır. Bugünün burjuvazi düzeninde yeni neslin tüketimi ve maddi yaşayışı hippice yadsımaları da bu yasaya göredir ve bundan başka da olamaz.

 

İnsan, onlara erişemediği sürece günlük maddi istek ve özlemlerine değer verir, erişince de boşluk ve anlamsızlığa düşer. İnsanın ülküsü, özlemi, öylesine yüce olmalıdır ki, bir noktaya bağlı kalmasın. Yoksa bu ülkü, duruş ile, durak sonuçlanır ve duruş da anlamsızlık ve boşluk bunalımına iletir. Doğaldır ki, kendi zoru içinde tutsak olan insan Doğa’ya egemen olsa bile yine de silahlı bir acizdir.

 

Jean Isole diyor ki:

 

Bir yazar, baştan aşağı silaha, tepeden tırnağa altına garkolmuş, fakat içindeki dermansız bir dert dolayısıyla acı çeken bir şehzadeyi öyküsünün kahramanı olarak anlatıyordu. O, bugünkü Fransa’nın bu şehzadeye benzediğini söyler. Sadece bugünkü Fransa değil, çağdaş insan her zamankinden daha çaresiz fakat silah kuşanıp altınlara garkolmuş şehzadedir.

 

Hollanda’da Rotterdam’da kentin büyük meydanının ortasında çok ilgi çekici bir heykel vardır. Heykel taştandır, ancak bütün eklemleri birbirinden ayrılmıştır. Mesela boyun azıcık yana eğri, dirseği kolunun yanına doğru, diz ve bilekleri de böyle! Öyle ki Meydan’ın ortasında duran bu heykele uzaktan baktığınızda, hafif bir yer eserse bu heykel yıkılıp-dökülür diye içiniz oynar. Oysa heykel taştan yontulmuştur. Heykeltraş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki insanı simgelemek istemiştir. Fakat, bu heykel çağdaş insanın simgesidir. Her zamankinden daha güçlü, kaya gibi, fakat her zamankinden çok mahvolacağı tasası içinde. Bu niçin böyledir? Çünkü üç zindandan kurtuluş onu şimdiye değin sahip olmadığı büyük bir güç vermiş, ancak yine aynı adam, buradan Merih’in bombalama gücünde olduğu, buradan karmaşık bir makineye Ayküresine veya uçsuz-bucaksız uzaya yöneltip gidebilir durumda büyük bir bilgin olduğu halde, başka bir yerde aylığına 10 riyal zam yapılıncı oraya gidecek ve buraya karşı çıkılacak ölçüde zayıf olabilecektir. Köleliğin Afrika’nın bazı yörelerinde henüz var olduğunu işitirdim. Çok geri kalmış ve bozulmuş yarı vahşi bazı Afrika kabileleri bulundukları bölgeden alıp başka bir yörede sattıklarını duyardım. Fakat kendi gözlerimle gördüğüm kölelik Batı’nın kendisinde Cambridge’in merkezinde (Oxford ile birlikte İngiltere’nin en önemli üniversite kenti) Sorbonne’un merkezinde (Paris Üniversitesi merkezi) idi. Kaçak pazarlarda vahşi kabile mensuplarının değil, en üstün insan beyinlerinin pazara çıkarıldığını gördüm. Artırma masasına çekiç vuruluyordu: -Sen ne veriyorsun!- O ne veriyor! Deniyordu. Kara Çin’inden, Sovyetler’den Kuzey Amerika’dan, Avrupa’dan önemli firmaların büyük sermayedarları geldiler.

 

-Beyefendi, bu filan sınıfta ikinci olan öğrencidir. Ne verirsin buna?

-Biz mi beyefendi? 15.000 riyal veririz.

Oradan bir diğeri atılır:

-Biz üstelik bir de otomobil veririz.

Üçüncüsü:

-Ben bir de şoför veririm.

 

 

Söz konusu olan kişi de, bir o patrona bakar, bir bu patrona bakar, kararsızdır, kimi seçse ki? Sonunda en çok veren birini seçer. Niçin? Çünkü tutsak, esir bir insandır. Kabul etmesi ricaları ile çağrılan ve yüzin dinar verilmek istenen bu kimse, işte toplumu Doğa zindanından kurtarabilecek insandır, yahut insanı Toplum zindanından çıkarabilecek bir ideolog veya toplumbilimcidir, ya da insanı Tarih zindanından çıkarabilecek feylosofun ta kendisidir.

 

Gel gelelim, kendi kendinin ne ölçüde zebunu olduğunu görüyoruz. Bu yüzden de köle durumuna gelmiştir. Bir köle insanlığı özgür kılamaz. Kendisi de üç önceki zindandan kurtulmuş olsa bile özgür değildir. İşin çetin yanı şuradadır ki bu dördüncü zindan insanın kendi boyutları arasında, insanın bir parçası gibidir. Bilgin insan, kendi dışında olan zindanlardan kurtulsa bile, kendine karşı başkaldırıp özgür olamaz.

 

...

 

Kolayca ele geçirilemeyen bu korkunç dördüncü zindandan, insan, aşk gücü ile kurtulabilir. Aşk, akıl ve mantığın ötesinde, bizi kendimize başkaldırmaya ve kendimizi (nefs-i emmare) yadsımaya çağırır. Gereğinde bir ülkü veya başkası uğruna fedakarlık etmeye çağırır. Bu, insan olma sürecinin en üst aşamasıdır.

Sözlerimin özü:o özgür kılıcı, yaratıcı, bilinçli insan; Doğa, Tarih ve Toplum düzeni zindanlarından bilim ile kurtulur. Dördüncü zindandan ise din ile kurtulur, aşk ile kurtulur. Radhakrishnan’ın (18888-1975 Hind feylosofu) dediği gibi: ‘Biz insanlar, insan olma ödev ve sorumluluğu ile, bir işbirliği andına çağrılıyız. Nasıl bir ahd ve and? Öyle bir and ki, bu and ile insan, Tanrı ve aşk, başka bir yaratış ve başka bir insan için koyulurlar. Budur insanın sorumluluğu’

 

İNSANIN DÖRT ZİNDANI

Dr. Ali Şeriati

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.