Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....


Yayamaz Kayımca

Önerilen İletiler

İslami Yaşam Biçimi Nasıl Uygulanıyor?

 

 

 

 

Devletten büyük baskılar gelmemiş, hükümetler desteklememiş olsalar bile, aşırı dinci gruplar bir kere belli bir güce ulaşırsa, o ülkede Müslüman insanların doğumundan ölümüne kadar tüm yaşamlarına karışma hakkını kendilerinde görüyorlar. Sonuçta istedikleri baskıyı yapmakta, insanların yaşamını din adına istedikleri gibi saptırmakta engel tanımıyorlar.

Fırsatı bir kere ele geçirince fanatik dincilerin dinsel konuları nasıl saptırdıklarını İslam ülkelerinde açıkça görüyoruz. Örneğin resmi dini İslam olan Malezya, son yıllara kadar Çin, Hint, İslam ve Hıristiyan dinlerini, ırk ve kültürlerini başarılı şekilde bir arada kaynaştırma ününe sahipti. Malezya devleti, 1980'den sonra; resmi kurumları İslamileştirmeye başladı. Son yıllarda yüzeyde Müslüman kadının örtünmesi etrafında toplanmış gibi görünen bir çatışma yaşanıyor. Kadın hakları savunucusu Marina Mahathir , yazarı olduğu dergide yeni bir yasayı şiddetle kınadı. Yeni yasa, erkeğin karısını daha kolay boşaması, dörde kadar sayıda kadınla evlenebilmesi ve karısının malları üzerinde daha fazla kontrole sahip olabilmesi gibi değişiklikleri öneriyor. Yazar, "Müslüman kadın ikinci sınıf insana dönüştürüldü. Kadının örtünmesi diyorlar; bu, kadının kendi seçimidir" demişti. Yazı Malezya'da çok ciddi eleştirilere uğradı: "Bu kadın önyargılı ve çok cahil, çünkü şeriatın amacını ve uygulama yollarını bilmiyor. Kadın hakları, cinsler arası eşitlik gibi kavramlar Batılı kadınların söylemidir. Bu kadın ülkemizde körü körüne Batılı feministleri taklit ediyor. Biz Müslüman kadınların, asla saldırgan Batılı kadınlar gibi olmasına izin vermeyeceğiz.'' (11 Mart 2006, BBC radyosu)

 

Bu söylemler Malezya için şaşırtıcı ve çok yeni bir oluşum. Bundan otuz yıl önce Müslüman kadın isterse başını örter, isterse örtmeyebilirdi. Gerçekte hükümet yetkilileri Malezya'nın bilim ve teknoloji üreten ülkeler düzeyine ulaşmasını istiyor, ülkedeki radikal İslamlaştırma çabalarını kınıyor ve yaratılan kargaşadan rahatsız. Ama Pan-Malaysian Islamic Parti'nin dini liderlerinin temel politik amacı, İslam devleti kurmak ve dini konuları ekonominin önüne koymaktır. Müslüman kadının başını örtmesini ve vücudu belli etmeyen bol elbiseler giymesini istiyor, onun evde oturmasını ve çocuk bakmasını destekliyor. Kelantan'da süpermarket, tiyatro ve sinemalarda kadın ve erkek için ayrı para ödeme kasaları ayrılmış. Sinemada ışıkların gösteri sırasında da devamlı yanması, otel ve belediyelerin kadın ve erkek için ayrı yüzme havuzları inşa etmeleri isteniyor. (BBC, Kuala Lumpur, Jonathan Kent ).

 

Kâfirlikle suçlanıyorlar

Bir başka sessiz yeşil devrim de Fas'ta yaşanıyor. Fransızca öğretmeni Sukayna "Ülkemi artık tanıyamıyorum" diyor. "Düşünceler de elbiseler de usul usul değişti. Hiçbir tartışma, miting ya da çatışma yaşanmadan. Sadece küçük küçük damlalar gün geçtikçe birikiyor. Sonra bir gün meslektaşlarından bile gelen gizli tepkiler, aşağılanma ve dışlanma öyle ağırlaşıyor ki artık taşıyamıyorsun" (Le Monde, 18 Mayıs 2007). Kazablanka Üniversitesi'nde başı açık olan son 5 kadın öğretim üyesinin posta kutularına örtünmeleri için mesajlar bırakılmış. Yazıişleri müdürü "Fas'ta ilk kez böyle şeyler oluyor. Hatta erkek öğretmenler de hedef alınıyor, düzenlediği faaliyet İslami bulunmadığı zaman kâfirlikle suçlanıyorlar" diyor. (Tel Quel dergisi).

 

Afganistan'da köktendinci hükümetin iktidara gelmesinden sonra kadının oy kullanma, devlet dairelerinde, televizyon/radyolarda çalışma hakkının ellerinden alındığını biliyoruz. 1960'lı yıllarda mini etek giyen Afgan kadını, tepeden tırnağa örtünmek zorunda bırakıldı. Eylül 1992'de başkentin büyük parkında "İslama uygun davranışlarda bulunmadıkları için" toplu idamlar gerçekleştirildi.

 

Bir başka haber de bir diğer İslam ülkesi olan Endonezya'dan: 2004 yılında deprem sonrası oluşan tsunamiden en çok zarar gören Banda Açe bölgesine uluslararası yardım paraları gönderilmiş, bu paraların felaket kurbanlarına dağıtılması gerekirken, milyonlarca dolarlık yardım parası ile kadınların iffetli giyim kuşam ve davranış içinde olup olmadığını takip eden ahlak zabıtası kurulmuş, şeriata uygun giyinmeyenler halk önünde kırbaçlanmış. (Hürriyet gazetesi, 18 Aralık 2006).

 

Din adına yapılanlar

Din adına yapılan sınırlama ve baskıları, insanların eğitim düzeyinin de engelleyemediğini görüyoruz. Suudi Arabistan'da üniversite mezunu kadın oranı erkekten çok daha fazladır; kadın hem daha iyi eğitim görmüştür, hem çalışmaya çok daha isteklidir. Ama kadın üniversitede istediği eğitim dalını seçemez, örneğin hukuk ve mühendislik gibi alanlar kadına kapalıdır, pek çok resmi dairede çalışamaz. Özel ofiste çalışanlar erkekten ayrı odalara konur. Üniversiteli kız öğrenciden sadece uygun şekilde giyinmesi beklenmez, pencereleri sıkı sıkıya örtülü otobüslerle gidip gelir veya babaları gelip alacağı zaman onu bekleme odasında bekler, dışarı çıkamazlar. Kampusta mobil telefonla konuşmak yasaktır, çünkü bu şüphe davet eder. Kadın seçimde oy kullanamaz; kocası veya babasının yazılı izni olmadan seyahat edemez, onların refakati olmadan yurtdışına çıkamaz, toplulukta diğer erkeklerle bir arada bulunamaz; arabanın ön koltuğunda oturamaz. (Inter Press Service, 30 Mart 2004, Seudi Arabistan, Peyman Pejman ).

 

Suudi kadın, topuklarına kadar uzanan siyah çarşaf giymek ve peçe takmak zorundadır. Bu giyim şeklini değiştirmenin mümkün olmayacağını Suudi kadın artık kabul etmiş görünüyor. Ama eğitimli kadınlar için en önemli olan şeyler serbestçe çalışabilmek, araba kullanma izni alabilmek, oy hakkına ve kendi kimlik kartına sahip olabilmektir (Inter Press Service, 30/3/04). Azar azar artan dogmatik katılık ve insafsızlık büyük saçmalık boyutlarına ulaşmış, dini saptırma ve kötüye kullanma bir norm haline gelmiştir. (Inter Press Service 30/3/04). Hatta gazetelerimizde de yayımlanan bir habere göre Mekke'de gece yatılı okulda çıkan yangında alevler bir anda binayı sarmış, dışarı kaçmak için kapıya koşan genç kızlar karşılarında din polislerini bulmuştur. Din polisleri, İslami kurallara göre çarşaf giyinmedikleri için kızların binadan çıkmasına izin vermemiş, "namahrem" gerekçesiyle itfaiye ekiplerinin binaya girmelerini de engellemiş ve bütün kızlar yanarak ölmüştür (Hürriyet gazetesi, 17 Mart 2002).

 

23.4.2007 tarihli gazeteler, İran'da "erkeklerle eşit hak isteyen" kadınları ahlak polisinin coplatıp tutuklattıktan sonra, kadınlar üzerindeki baskının arttırıldığını yazıyordu. (Radikal internet 19 Kasım 2007 Pazartesi). Ancak sadece kadınların değil, örneğin kısa pantolonu ile evinin bahçesinde çim biçen erkeğin de kendini namus bekçisi olarak görenlerin saldırgan söz ve davranışlarına hedef olduğu anlaşılıyor. Bilindiği gibi erkekler, evde gizlice bira yapmasını, votka damıtmasını öğrendi, çünkü içki yasaktır. Bir gün geldi, açık renk takım elbise giyen, kravat takan erkekler kravatından tutulup yerlerde sürüklendi. Kısa kollu gömlek giymişse güvenlik güçlerince gözaltına alındı.

 

Özetle, örnekler ortaya koyuyor ki, devletten büyük baskılar gelmemiş, hükümetler desteklememiş olsalar bile, aşırı dinci gruplar bir kere belli bir güce ulaşırsa, o ülkede Müslüman insanların doğumundan ölümüne kadar tüm yaşamlarına karışma hakkını kendilerinde görüyorlar. Sonuçta istedikleri baskıyı yapmakta, insanların yaşamını din adına istedikleri gibi saptırmakta engel tanımıyorlar.

 

 

Prof. Dr. Aysel EKŞİ

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Başkent'in cemaat haritası

 

 

 

AKP'nin, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden de tek başına iktidar olarak çıkması, İslami tarikat ve cemaatleri yeniden gündeme getirdi.

 

 

Doğal olarak da AKP iktidarının, tarikat ve cemaatlerle arasındaki ilişki, meclise, oradan da tüm Başkente yansıdı. Son günlerde yoğun bir kadrolaşma suçlamasıyla karşı karşıya kalan AKP'nin, devlet bürokrasisini cemaat ilişkilerine dayanarak oluşturduğu ısrarla vurgulanıyor.

 

Gelelim bu iddiaların Ankara üzerindeki yansımasına. Yapılan araştırmalar, Ankara'nın tarikatlar bakımından oldukça zengin bir portföye sahip olduğunu gösteriyor. Öyle ki, artık bir çok semtin adı, bünyesinde barındırdığı tarikatların ismiyle özdeşleşiyor. İşte, bu özdeşleşmeden yola çıkarak, semt semt hangi tarikatın, nerede etkin olduğuna, daha doğrusu "Tarikat Gettoları"na değineceğim. Başvuru kaynağım ise meslektaşım Okan Konuralp'in Tempo Dergisi için hazırladığı araştırma dosyası oldu.

 

KUZEY KAPISI PURSAKLAR'DAKİ YAPILANMA

 

Pursaklar beldesi, Ankara tarikat ve cemaat haritasının en önemli parçasını oluşturuyor. Havaalanı yolu üzerindeki Pursaklar bir çok tarikatı bünyesinde barındırırken, Menzilciler ve Muradiye Vakfı faaliyetleri bakımından öne çıkıyor.

 

Nakşibendi Tarikatı'nın bir kolu olan Menzilciler, resmi adı Kasrı Şirin olan, ancak kamuoyunda Menzil Dergahı olarak bilinen camisiyle Pursaklar'a damgasını vuruyor. Cemaatin yalnızca Ankara'da 4 bin dolaylarında müridi olduğu tahmin ediliyor. Cemaatin Şeyh'i Raşit Erol'un Ankara'ya her gelişinde dergahta kalması, hayatını da burada kaybetmesi, Menzilciler için Pursakları önemli bir merkez haline getiriyor. Cemaat, ekonomik gücünü özellikle kendilerine derviş adını veren müritlerin kurduğu şirketlerin belediyelerden aldığı ihalelerle arttırıyor.

 

Muradiye Vakfı, Melih Gökçek'in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı kazanmasının ardından kamuoyunda daha çok duyulmaya başladı. Özellikle, Büyükşehir belediyesinden aldığı ihalelerle adını duyuran Nakşibendi kökenli cemaat, Ankara'da siyasi gücü elinde bulunduran grupların başında geliyor.

 

YENİMAHALLE'YE KONUŞLANAN TİLLOCULAR

 

Kadiri Tarikatı'nın Tillo kolu, Yenimahalle'de bulunan Yoksullara Yardım Derneği adı altında sürdürüyor. Yaklaşık 3 bin müride sahip cemaat, Kadiri tarikatına uygun olarak bazı akşamlar zikir töreni gerçekleştiriyor.

 

HACIBAYRAM'IN HAKİKATÇILARI

 

Refahyol dönemine damgasını vuran 28 Şubat süreci, İslami cemaatlerin çalışma tarzlarında temel stratejik değişiklikler yapmalarına neden oldu. Bu stratejik değişiklik, cemaatlerin kitapevlerine verdikleri önemin artmasına, mensup ve sempatizanlarıyla iletişim konusunda kitapevlerinden yararlanma yolunu seçmelerine neden oldu. Kitapevlerinin altın çağını yaşadığı yerlerin başında Ankara Hacıbayram Cami geliyor.

 

Hemen hemen tüm cemaatlere karşı yürüttüğü mücadele ile tanınan Hakikatçılar da, Hacıbayram Cami Çarşısı'nda açtıkları Hakikat Neşriyat yoluyla çalışmalarını sürdürüyor. Mamak ve Keçiören Bölgesi'nde önemli sayıda mürite sahip olduğu bilinen Hakikatçılar, şeyhleri Ömer Öngüt'e "mutlak itaat" ilkesiyle bağlı bir yaşam sürüyor.

 

SEMTE SIĞMAYIP, TÜM KENTE YAYILAN SÜLEYMANCILAR

 

Süleymancılar, faaliyetlerini çoğunu "Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Dernekleri" adı altında yürüten bir cemaat. Bu topluluğun temellerini atan Süleyman Hilmi Tunahan'ın mehdiliğine inanıyorlar. Türkiye çapında yaklaşık bin 500 civarında Kuran kursu ve öğrenci yurdu olduğu tahmin edilen cemaat, Ankara'nın da hemen hemen her yerinde en az bir yurt binasıyla boy gösteriyor. Süleymancıların, Demetveler, Ayrancı ve Etimesgut bölgelerinde açtıkları yurtlar Ankara'nın en büyük özel statülü öğrenci yurtları olmasıyla dikkat çekiyor.

 

GÜLENCİLER HER YERDE

 

Fethullan Gülen cemaati de Ankara'nın pek çok yerinde açtıkları okul, öğrenci yurtları ve "Işık Evleri" aracılığıyla faaliyet yütürüyor. İstihbarat raporlarına göre Gülen cemaati Ankara'daki en etkin cemaat olarak gösteriliyor.

 

ETLİK HİCRETÇİLERDEN SORULUYOR

 

Hicret Cami İlim ve Hizmet Vakfı Genel Merkezi'nin aynı adı taşıyan cami, Ankara'daki en önemli Nakşibendi Tarikatı kollarında biri. İsmailağa geleneğinden gelen Hicret Cemaati, Şeyh Münir Hoca öncülüğünde faaliyetlerini sürdürüyor. Fıkıh ağırlıklı bir üslup benimseyen cemaat; inşaat, taşımacılık, marketçilik gibi alanlarda faaliyet yürüten ticari organizasyonlara sahip. Organizasyonların çoğunluğunda 'Hicret' ön adı kullanılıyor. Sünnete uygun olarak giyindiklerine inanan cemaatin erkekleri şalvar ve sarık; kadınları ise çarşafı kıyafet olarak benimsemiş durumda.

 

TANK SESİNE RAĞMEN SİNCAN ONLARLA ANILIYOR

 

Kamuoyu, İslami kesimin önemli merkezlerinden biri olan Sincan'ı askerin tank sesiyle bütünleştirdiği "Balans Ayarı" operasyonuyla tanıdı. Radikal İslamcı Hizbul Tahrir örgütü, Ankara ve çevresindeki tüm çalışmalarını Sincan merkezli olarak halen yürütüyor. İstihbarat raporlarına göre, Sincan'da önemli sayıda üye ve sempatizan potansiyeline sahip. Örgüt yayınlarında amaçlarını, "Hiláfet Devleti olan İslám Devleti'nin gölgesinde bir İslami yaşantıyı yaşamaya Müslümanları tekrar döndürmektir." olarak açıklıyor.

 

DİKMEN'DEKİ SEMBOLİK NAKŞİ MERKEZİ

 

Melih Gökçek, Dikmen Vadisi Projesi bünyesinde yapılan caminin adını Nakşibendi Şeyhi Mehmez Zait Kotku koymasıyla Nakşibendilerin sembolik merkezi de ortaya çıkmış oldu. Recep Tayyip Erdoğan 3 Kasım Seçimleri sonrasındaki ilk cumasını bu camide kıldı. Daha sonra da sık sık bu camiye gelen Erdoğan'ı diğer AKP'li milletvekileri de yalnız bırakmıyor. Cami, Ankara'da yaşayan Nakşibendiler için, sembolik de olsa önemli bir buluşma noktası olmaya doğru hızla ilerliyor. Camiye adını veren Mehmet Zait Kotku, ölümüne kadar Nakşibendi tarikatının kollarından İskender Paşa Cemaati'nin şeyhliğini yaptı.

 

ÇUBUK'UN TİCANİLERİ TÜKENİYOR

 

Ticaniler, Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun çıkmasına neden olan cemaat olarak bilinir. Ankara'nın tarikat ve cemaat haritasında artık yer alamayan Ticaniler ilk olarak, Çubuk ilçesinde ortaya çıktı. Tarikatın lideri Ahmet Ticani'dir. Ticaniler, Atatürk

 

HÜSEYİNGAZİ VE SİTELER'İ KAPSIYOR

 

Ankara'ya özgü en önemli tarikat örgütlenmesi ise Galibi tarikatı. Cemaatin liderliğini Hasan Galip Kuşçuoğlu yapıyor. Ankara Hüseyingazi'deki cemaate ait camide perşembe günü düzenli olarak zikir töreni yapan cemaatin tüm Türkiye çapında yaklaşık 5 bin müridi bulunuyor. Cemaatin ağırlıklı olarak Siteler esnafı içinde örgütlendiği biliniyor.

 

Arkadaşımın dinini 20 yıl sonra tesadüfen öğrendim

 

Arjantin Ankara Büyükelçisi Sebastian Brugo Marco, Buket Güler'e Hello Dergisi'nde verdiği özel röportajda çarpıcı yorumlarda bulunmuş. Türkiye'nin, özellikle de Ankara'nın ulaştığı nokta açısından büyükelçinin söyledikleri dikkatimi çekti. Ülkemize ilk kez 1975 yılında geldiğini ve Türk kadınlarını 30 yıldan beri tanıdığını belirtirken, "Türkiye'de kadınlar artık çok daha özgür" demiş ve başörtüsü hakkında ilginç bir tespitte bulunmuş.

 

Büyükelçi Sebastian Brugo Marco, "Bundan 30 sene önce Ankara sokaklarında yürüyen başı kapalı bir kadın asla görmezdim. Anadolu'nun tüm köylerinde vardı, ama şimdi her yerdeler. Bu iyi mi kötü mü, bilmiyorum" demiş. Bunun çok kişisel bir tercih olduğunu da sözlerine ekleyen büyükelçi, artışın sebebini ise bilmediğini söylemiş.

 

Müslüman kadınları suçlamadığını ve onlara saygı duyduğunu dile getiren Büyükelçi Marco, "Bazı kadınlar başlarını sıkı sıkı kapatıyorlar, ama bunun yanı sıra çok ağır makyajlar da yapıyorlar" şeklinde konuşurken, bunu bir din özgürlüğü olarak kabul ettiğini vurgulamış ve şöyle devam etmiş:

 

"Eğer kendi dininizi seçmekte özgürlüğünüz varsa, tamam. Ama Türkiye'de maalesef bu özgürlükten bahsetmek de mümkün değil. Sizin kimliğinizde din kısmı var ve orada İslam yazılıyor. Benim ülkemde böyle değil. Ben arkadaşlarımın dinini 20 yıl beraber çalıştıktan sonra tesadüfen öğreniyorum. "

 

30 yıl öncesinde Türkiye'de insan ilişkilerinin daha iyi olduğunu da belirten büyükelçi, bu tespitlerinin yanı sıra Hello Dergisi'ne özel yaşamı ile ilgili özel açıklamalarda da bulunmuş.

 

5 yıldızlı saltanatın unutulanları

 

Geçen hafta Başkentli yatırımcıların turizme sektörüne damgasını vurduğu yazıp, Ege, Akdeniz ve KKTC sahillerinde boy gösteren birinci sınıf turistik tesislerin listesini vermiştim. Bu tesislerin hem inşasını, hem de işletmesini yapan devler arasında Ankara'nın müteahhitlerin başı çektiğini vurgulayıp, tüm ülkedeki 5 yıldızlı otellerin yüzde 40'ının Ankaralı yatırımcılara ait olduğunu yazmıştım.

 

Bu yazım büyük ilgi çekti ve e-mail adresime bir çok e-posta geldi. İçlerinden bir kaçı ise haklı eleştirilerini aktardı. En önemli eleştiri ise yaptığım listede Üç önemli grupla, bir Ankaralı yatırımcıyı koymamam üzerineydi. Bu hafta eksiğimi gidermek üzere, yeniden bir yazı yazmam kaçınılmaz oldu. Ancak, enformasyon eksikliğimde bu turistik tesisler de kendinde hata aramalı. Otellerini daha aktif bir şekilde tanıtıp, akılda kalıcı olabilirler. Nasıl mı? Bir fıkra ile sözlerime açıklık getireyim.

 

CENNETİN KAPISI YUMRUKLANIR VE ...

 

Cennet'in kapıları şiddetli bir şekilde yumruklanmış. "Güm güm güm" sesleri arasında içeriden seslenmişler...

 

-Kim o?

 

Dışarıdan gök gürültüsü gibi tok bir ses: "Biz İstanbul'u fetheden Fatih'in yiğitleriyiz!" diye cevap vermiş. Bu cevap üzerine de içeriden "hoş geldiniz" diyerek kapılar ardına kadar açılmış ve yiğitleri içeriye buyur etmişler.

 

Her şey çok güzel gidiyormuş. Ta ki, 40 yıl geçinceye kadar. Bir gün kapılar yine şiddetle çalınmış: "Güm Güm Güm!" İçeriden sormuşlar:

 

-Kim o?

 

Dışarıdan gök gürültüsü gibi tok bir ses: "Biz İstanbul'u fetheden Fatih'in yiğitleriyiz!"

 

İçeriden hemen cevaplamışlar: "Hadi len! Onlar 40 yıl önce geldi!"

 

Dışarıdan yine ses gelmiş: "Ama biz mehter takımıyız, ancak geldik!"

 

UNUTULAN TURİZM YİĞİTLERİ

 

Unutulan yatırımcılardan biri, iş adamı Erdal Tontu idi. Beldibi'ndeki 5 yıldızlı oteli Katamaran ile listeye girmemişti. Üstelik unuttuğum bu kişi Türkiye'de, turizmi iyi bilen yatırımcıların başında geliyordu. Üç kardeşiyle birlikte kurdukları Dörtel Tekstil'in bir yatırımı olan Belek'teki Adora Otel'in yapımında ve bugünlere gelmesinde büyük katkısı olmuştu. Daha sonra kardeşleriyle anlaşmazlığa düşüp ortaklığı bitirerek, tek başına gemi şeklindeki temasıyla büyük ilgi toplayan Katamaran'ı kurmuştu.

 

Listeye girmeyen zincir otellere gelecek olursak... Bunlardan en önemlisi Öztaş Şirketler Grubu'na ait 7 otelli Pegasos zinciriydi. Ege ve Akdeniz'e yayılan, toplam 12 bin yatak kapasiteli Pegasos zincirinin hiç kuşku yok ki amiral gemisi, Muğla Sarıgerme'de 300 dönüm üzerine kurulu Pegasos Tropical Place oteliydi. Bir diğer grup ise Ankaralı iş adamı (Şimdi Antalya'ya yerleşti) Akın Yılmaz'a ait Joy Grup'tu. Antalya, Marmaris Tekirova ve Bodrum başta olmak üzere bir çok sahil beldemizde 12 adet beş yıldızlı tesise sahipti. Bu zincirin lokomotifi ise Kemer'deki Kiriş World Otel'di.

 

Aynı zamanda Büyük kolej'in Yönetim Kurulu Başkanı olan Rumi Doğay ve ailesinin Kuşadası'daki 5 yıldızlı tesisleri AquaFantasy Otel ise unuttuğum üçüncü grubu oluşturuyor. Fantasy Otel, 3 bin 500 rakamını bulan yatak kapasitesi ve Türkiye'nin en büyük Aquapark alanıyla devasa bir yatırım. heykellerine saldırarak ve Ankara'nın çeşitli camilerinde ve mecliste Arapça ezan okuma eylemleriyle adlarını duyurdu. Çubuk ve Çorum Şabanözü'nde az sayıda Ticani, tarikatın varlığını sürdürüyor.

 

Erdal İPEKEŞEN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kur`ân klişelerle yorumlanamaz

 

 

 

 

 

<!--[if !vml]--><!--[endif]-->İlahiyatçı Salih Parlak, Kur`ân`ın durgun bir beyinle anlaşılamayacağını belirterek, "Skolastik beyinliler, Kur`ân`ı yorumlamaktan uzak dursunlar, `Ben böyle diyorum, Allah da (cc) âyette öyle buyurmuş` demekten sakınsınlar" dedi.

 

İlahiyatçı Salih Parlak, Kur`ân`ı anlamak için, olup bitenleri algılayabilecek, gelişmeleri Kur`ân süzgecinden geçirip isabetle yorumlayabilecek, akademik, entellektüel, dinamik bir düşünca sistemine sahip olmak gerektiğini belirterek, "Skolastik düşünen, dar kalıplar arasına sıkışmış beyin sahipleri Kur`ân`ı yorumlamaktan vazgeçmelidir" dedi. "Bilgi Toplumuna Doğru Kur`ân-ı Kerim Meâl-Tefsi", "Bilgi Toplumu `nun Kader Anlayışı" ve "Bir Gençliğin Sosyalleşmesi" adlı kitaplarının yanısıra gençlere ve çocuklara yönelik pek çok el kitabı bulunan Parlak, son 200 yıldır İslâm toplumunun fetret dönemi yaşadığını savunarak, bunda, çağın gerisinde kalmış İslâm yorumcularının rölünün büyük olduğunu söyledi. Günümüzde bir tarafta "Ben bilmem, üstadım bilir" diyen müslüman tipi ile "Ben bu tefsiri Resulullah`tan destur alarak yazdım. Buna itiraz, Allah Resulü`ne, dolayısıyla Allah`a isyandır" diyecek kadar eleştiriye kapalı müfessirler bulunduğunu ileri süren Parlak, "Gelişmeleri izleyemeyen din otoriteleri, toplumları kapalı bir biçime sokmaktadır" diye konuştu.

 

İCMÂ -İ ÜMMET `E ÖNCELİK

 

Dinde hüküm yürütmenin dört temel delili olarak, önemine göre "Kitap" (Kur`ân-ı Kerim ), "Sünnet ", "İcma-i Ümmet", "Kıyas -ı Fukaha" şeklindeki sıralamada değişiklik yapmayı öneren Parlak, "Kur`ân`ı bireysel yorumlamak mümkün olmadığına göre önce İcmâ-i Ümmet kuralına başvurulmalı. Kur`ân`ı, çağın uleması birlikte tartışmalı. Çağın yorumu, geçmiş otoriter ulemanın görüşüyle birlikte değerlendirilmeli" dedi.

 

Zamanımın ötesindeyim

 

Yazdığı meal-tefsir ve kitaplarıyla doktrinde devrim niteliğinde tespitler yaptığını, hipotezler sunduğunu kaydeden Salih Parlak, çalışmalarının akademik camia tarafından değerlendirilmediğini belirterek, bu durumu, "Belki zamanımın ötesine hitap ediyorum. Bu yüzden algılanamıyorum" şeklinde açıkladı. <!--[endif]-->

 

Her tatile bir spor organizasyonu

 

<!--[if !supportEmptyParas]--><!--[endif]--> "Oyunla ilgili hadisler, tefsir ve fıkıh kitaplarında işlenmemiş, yok sayılmıştır" diyen Parlak, şu görüşleri dile getirdi: "Özetle teklifim şudur: İslâm dünyası öyle bir organisazyona gitsin ki, Cuma günleri lig maçları, `Haram Aylar`da kupa maçları ve Hac mevsimi boyunca da final maçları yapılsın. Böylece İslâm dünyası gençlik ve halklar düzeyinde bütünleşir."

 

Yeni Şafak,22.11.2007

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Almanya'da Türkler

 

 

 

Hikmet ÇETİNKAYA

 

 

Almanya' da Türk toplumu huzursuz...

 

Bir hüzün ve yalnızlık...

 

İlk kuşak da öyle, ikinci ve üçüncü kuşaklar da...

 

Söyledikleri şu:

 

"Yabancı düşmanlığı giderek artıyor."

 

Belçika , Fransa, Avusturya , İtalya'da ve öteki AB ülkelerinde de aynı kaygıları taşıyor Türkler...

 

Önce tanık olduğum bir olayı anlatacağım...

 

Duisburg Atatürkçü Düşünce Derneği'nin Cumhuriyetimizin 84. kuruluş yıldönümü etkinliklerine katıldım Tolga Çandar ve Metin Gür' le birlikte...

 

Toplantı bir tiyatro salonunda yapıldı ve büyük ilgi gördü...

 

Atatürkçü Düşünce Dernekleri Birliği Genel Başkanı Abdullah Coşkun , Duisburg Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Hasan Açıkkal , Dursun Arı' yla sohbet ettik ve Türkiye'yi konuştuk...

 

Atatürkçü Düşünce Derneği Lokali' ni görünce şaşırdım. Her şey yerli yerindeydi. Konferans salonu, barı, toplantı odaları...

 

Bir gün sonra uzun boylu genç bir adam yanıma yaklaştı ve sordu:

 

"Konuşmanızın konusu ne olacak?"

 

Ben "Kimsiniz" diye sorunca yanıt verdi:

 

"Düsseldorf İkinci Konsolosu Nuray İnöntepe ..."

 

Yanıtım şu oldu:

 

"Eğer dinlerseniz öğrenirsiniz..."

 

Etkinlik İstiklal Marşımızla başladı, ardından saygı duruşuna geçildi...

 

İşte bu sırada sahne arkasından Dursun Arı, Nâzım Hikmet' in "Kurtuluş Savaşı Destanı" adlı şiirinden bir bölüm okudu...

 

Sonra ne mi oldu?

 

Konsolos Yardımcısı, sahneye çıkıp konuştu...

 

****

 

Yardımcı Konsolos önce, "Etkinlik niye 30 dakika geç başladı?" diye herkesi fırçaladı, sonra Dursun Arı'nın okuduğu şiiri kimin yazdığını, ne anlama geldiğini bilmediği için de şöyle dedi:

 

"Şehitlerden medet umup dilencilik yapmayın..."

 

Konsolos Yardımcısı arka sıralarda oturuyordu, sonra en öne geldi. Metin Gür' ün konuşmasına yer yer karşı çıktı, not aldı. Ben konuşurken de sürekli not alıyordu. Aldığı notları da duyarlı birimlere gönderecekti. 12 Eylül 1980 sonrası süreçte Türkiye'de sivil polislerin yaptığı bu görevi AKP döneminde ise konsolos yardımcıları yapıyordu yurtdışında.

 

Dayanamadım ve kendisini uyardım bir ara:

 

"Ben bu sözlerimi Türkiye'de TV'lerde söylüyor, gazetemde yazıyor, panellerde konuşuyorum, not almanıza gerek yok, beni bilen bilir..."

 

O inatla tüm konuşmalarımı deftere yazdı. Etkinlik sonunda da yine söz alıp şöyle dedi:

 

"Farklı düşüncelerde olabiliriz. Demokrasiler özgürce konuşma ortamıdır."

 

20 yıldır yurtdışında etkinliklere katılırım...

 

Böyle bir olayla ilk kez karşılaşıyorum...

 

Demek ki Dışişleri Bakanı Ali Babacan , Atatürkçü Düşünce Dernekleri'ndeki toplantıları izletip, konuşmacılar üzerinde baskı kurmak istiyor...

 

Peki, Düsseldorf Konsolos Yardımcısı, Cumhuriyetimizin 84. yıldönümü etkinliklerinde nasıl olur da "Farklı düşüncelerde olabiliriz" diyebiliyor?

 

Konsolos Yardımcısı laik demokratik Cumhuriyeti acaba nasıl görüyor?

 

Kendisi hakkında bilgiler aldım...

 

Bir tarikat bağlantısı yok, ama böyle çıkışlar yaparak AKP'ye gülücükler dağıtıyor galiba...

 

****

 

Türkiye'nin yurtdışı temsilciliklerinde (özellikle ABD , Avustralya, Almanya , İngiltere, Avusturya , Hollanda, Belçika ) tarikatlar baştacı ediliyor...

 

29 Ekim resepsiyonlarında baş köşede ağırlanıyorlar...

 

Milli Görüş , Fethullahçılar, Nakşiler , Süleymancılar Almanya 'da el üstünde tutuluyor...

 

Almanlar, ABD ve İngilizler gibi Fethullah Gülen' i Türkiye'de yeni bir "Türk-İslam Modeli" yarattığını yazıp çiziyorlar...

 

Bielefeld Eğitim Forumu Teşvik Derneği , Alman devletine bağlı çalışıyor ve Fethullahçılara her çeşit katkıyı sağlıyor...

 

Bu konulara değineceğim...

 

Başta belirttim : Almanya'da Türk toplumu tedirgin... Almanya'da işsizlik önce Türkleri vurmuş. Türkçe ve Türk kültürü dersleri eyaletlerde kaldırılıyor bir bir...

 

Almanya Türk Öğretmenler Federasyonu Genel Başkanı Mete Atay' ın anlattıkları çok önemli...

 

 

**********************************

 

AKP iktidarının diplomasideki başarısızlığı, Türkiye'nin dış dünyadaki saygınlığını yitirmesine neden oluyor.

 

Kendisinde anayasayı değiştirme gücü bulan AKP , tüm sözlerine karşın yurtdışındaki yurttaşlarımıza seçme hakkı vermiyor...

 

Almanya'da yeni çıkarılan "Yabancılar Yasası" Türk kökenli yurttaşlarımıza vurulan en büyük darbe...

 

Bu nedenle Türk toplumu yalnız...

 

Türkiye Öğretmenler Federasyonu Genel Başkanı Mete Atay , "Türkçe ve Kültür Dersleri" konusunda çok önemli değerlendirmeler yapmadan önce şöyle diyor:

 

"Biz 30-40 yıldır Almanya'da yaşıyoruz. Daha yeteri kadar Almanca bilmiyoruz. Türkiye'den evlenerek gelecek oğullarımız, kızlarımız 2-3 ayda Almanca öğrenip de Almanya'ya nasıl gitsin? Nasıl vize alsın? AKP'li milletvekilleri, bakanları bu sınavı geçsin de görelim."

 

Mete Atay devam ediyor:

 

" Türkçe ve Türk kültür dersleri eyaletlerde bir bir kaldırılıyor , Türkçe yasaklanıyor, bu dersler için sınıf verilmiyor.

 

Bu dersler için sınıf vermeyen Rassatt Belediyesi için vatandaşlarımız açtıkları davayı kazanmışlar. Bunu bir sivil toplum örgütünün başarısı olarak görüyorlar ve çok seviniyorlar...

 

Çocuklar bir yıla yakın bir zamandan beri camilerde, tarikat evlerinde anadil dersleri görüyorlarmış . Almanya'da camilerde, tarikat evlerinde, dershanelerinde Türkçe ve Türk kültür dersleri...

 

İnanılacak şey değil ama gerçek...

 

Mahkeme kararının bir an önce uygulanarak, Türkçe derslerinin yeniden Alman sınıflarda verilmesini bekliyorlar."

 

****

 

Kuzey Ren Vestfalya ( KRV ) eyaleti Almanya'nın en çok nüfusa sahip bölgesi. Almanya'daki Türk işçilerin, öğrencilerin ve öğretmenlerin büyük bölümü bu yörede yaşıyor...

 

Eyaletin bu yüzden büyük önemi var...

 

Mete Atay anlatıyor:

 

"Burada alınan herhangi bir karar, Türk toplumunun büyük bölümünü etkiliyor ve diğer eyaletleri de olumsuz yönde engelliyor.

 

Bu eyaletin başka bir özelliği de, şimdiye kadar Türk Milli Eğitim Bakanlığı' ndan hiç öğretmen almamış, tüm öğretmenlerinin eyalet Kültür Bakanlığı tarafından görevlendirilmiş olması."

 

AKP hükümeti, hiçbir çözüm üretmiyor, yurtdışındaki emekçilerin sorunları ve çocuklarının eğitimleri için...

 

Mete Atay diyor ki:

 

"Bu eyalette Türkçe ve Türk kültür derslerine çok büyük önem veriliyor ve bütçeden çok büyük paylar ayrılıyordu. Bu eyalet Türk kültür dersleri için ders programları geliştirmiş , ders araç gereçleri ve ders kitapları hazırlamış bir eyalet.

 

Ayrıca her yabancı çocuğun anadili dersleri için, öğrenci başına her yıl 15 Avro ayıran bir eyaletti."

 

****

 

Şimdi kısa bir yorum yapayım...

 

Bu eyalet yeni bir karar alarak Türkçe derslerinin ikinci seçmeli ders olması için bir yasa taslağı hazırladı. İlk bakışta kulağa hoş da geliyor. Aslında bu yeni bir şey değil. Durum incelendiğinde bu uygulamanın yıllardan beri var olduğu fakat uygulanamadığı görülür.

 

Bu taslağa göre Türkçe dersleri, 5. sınıftan itibaren ikinci yabancı dil olarak verilmeye başlanacak. Almanya'da öğretmenlik eğitimi almış olan öğretmenler verebilecek. Bu koşullarda olursa, o zaman karneye yazılacak ve sınıf geçmeyi etkileyecek. Eğer bu dersleri Türkiye'den gelen konsolosluk öğretmenleri verirse bütün sorumluluk Türk konsolosluklarına ait olacak. Türk öğretmenlerin verdiği notlar karneye yazılmayacak ve sınıf geçmeyi de etkilemeyecek.

 

 

************************************************

 

Almanya Türk Öğretmenler Federasyonu Genel Başkanı Mete Atay , yaklaşık 30 yıldır Almanya'da yaşayan bir öğretmen...

 

"Yabancılar Yasası" yla ilgili bir saptaması var Atay'ın:

 

"Yabancılar Yasası ile Türk kökenli yurttaşlarımızın uğradığı zarar ve kaybettikleri itibarı ölçmek mümkün değil. Bu konuda AKP, Türk toplumunu kaderi ile başbaşa bırakmış. 10. Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer' in Alman Cumhurbaşkanı'na yazdığı mektup da olmasa, Türkiye'den en küçük bir destek görmemişler."

 

Bir de Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik 'e çağrısı:

 

"MEB yurtdışındaki çocukların anadili derslerini çözme konusunda çok başarısız. Bu konuda da gerekli diplomatik girişimlerde bulunmamış , politika üretememiş, çocuklarımızın iki dilli yetişmelerinin engellenmesine seyirci kalmış. Hollanda hükümeti AB yasalarında göçmen çocukların anadili öğrenme hakkı olmasına rağmen, bunu okullardan kaldırmış. Çocuklarımız anadillerinden, kültürlerinden yoksun büyüyorlar. İleride bu çocukların kimlik, kişilik sorunu olmaz mı? Türkler bu uygulamanın Almanya'nın tamamına yayılmasından korkuyor ve çekiniyorlar. Bir an önce harekete geçilmezse, Yabancılar Yasası' nda olduğu gibi, çıktıktan sonra arkasından konuşulmasından endişe ediyorlar."

 

Üçüncüsü ise neler yapılması gerektiği:

 

"Biz Almanya Türk Öğretmen Dernekleri Federasyonu (ATÖF) olarak anadili derslerinde reform yapılmasını, iki dillilik temelinde, yeni plan, program ve çağdaş bir anlayışla Alman okullarında verilmesini yıllardan beri talep ediyoruz. Alman Eğitim Bakanlıkları artık Türk çocuklarını yabancı çocuklar olarak görmemeli. Onları kendi toplumunun bir parçası olarak değerlendirmeli , onların genel öğrenim içerisindeki başarısızlıklarını çözmesi konusunda gerçek bir seferberlik ve kararlılık göstermelidir. Buradaki çocukların Almanca bilmemesinin sorumlusu Türkçe dersleri değildir ve öyle gösterilmemelidir . Bu bilime terstir. Bu çocuklar İsviçre, Lüksemburg, Finlandiya, Hollanda' daki çocuklar gibi çokdilli, çokkültürlü yetiştirilmelidir . Bu çocuklara eğitimde fırsat eşitliği sağlanarak, hepsinin yeteneklerine uygun eğitim yapması sağlanmalıdır."

 

***

 

Bielefeld Eğitim Forumu Teşvik Derneği'nin görevi nedir?

 

Alman devletine bağlı bu kuruluş dil, din, eğitim alanında göçmenlerin ve özellikle Türklerin entegrasyonu konusunda çalışır...

 

Dernek 1999 yılının başlarında Bielefeld kentinde kuruldu. Mart ayında devlet mahkemesince onaylanıp "resmiyet" kazandı.

 

Peki, derneğin Fethullahçılarla ilişkisi bulunuyor mu?

 

Elbet!..

 

Derneğin hazırladığı rapordan bazı bölümleri aktarıyorum:

 

"Son yıllarda Türkler arasında 'İslami Eğitim Hareketi' adında çalışma gösteren bir hareket gelişme kazanmıştır. Bu hareketin kurucusu Fethullah Gülen' dir. Türkiye'de saygın bir din adamıdır. Çalışmalarını Türkiye'deki devlet kurumlarıyla birlikte eşgüdüm halinde geliştirerek güçlenmiş, geniş bir taraftar topluluğu edinmiştir."

 

Raporda "taraftar" kelimesi "mürit" olarak değerlendiriliyor...

 

Raporu okumaya devam edelim:

 

"Gülen, globalizmi bir şans ve fırsat olarak görmektedir . İslam dininin dünyada ve Türkiye'de elde edeceği prestij ve güç, globalizmin yarattığı fırsatlarla sağlanacaktır. Bu yüzden, Batı'ya ideolojik bağımlılığı anlayışla ve normal karşılamaktadır . Bunun yanı sıra klasik İslami değerlere, cihat, irşat, tebliğ gibi ilkelere sıkı sıkıya bağlıdır. Bu ilkeler onun için birer teolojik argümentlerdir. Ne var ki Gülen, bütün bunları çağa uydurmaya çalışarak yapmayı düşünmektedir.

 

Gülen, cemaatini zamanın şartlarına göre hazırlamakta ve eğitmektedir. Gülen, Türkiye'de ve dünyada çeşitli eğitim kurumlarına sahiptir. Balkanlar'da ve eski Sovyet cumhuriyetlerinde de güçlü eğitim kurumları vardır. Almanya' da da 70 civarında büro ve lokalleri vardır. Hatta, Kuzey Almanya' da Geseke 'de lise düzeyinde bir eğitim kurumu (Regenbogen e.V) vardır. Bu okul Alman makamları tarafından tanınmaktadır."

 

***

 

Yukarıda bazı bölümlerini aktardığım rapor, Bonn Üniversitesi' nde görevli İslam tarihi, İslam psikolojisi alanlarında araştırma yapan felsefe doktoru Beckim Agai tarafından hazırlanmıştır.

 

Raporda Fethullah Gülen'in İslami kurallara göre bir devlet reformu düşündüğü açık bir biçimde yer alıyor:

 

Deniyor ki:

 

"Reform yaparken demokratik sınırlar içinde kalacak, hukukun dışına çıkmayacak. Bunun yanı sıra dinsel öğeleri, çağdaş bilimin ve yaşamın etkilerinden korumayı da ihmal etmemektedir."

 

İslami kurallara göre devlet reformu yapmayı ( nasıl olacaksa ) amaçlayan Fethullah Gülen'e neden ABD'de yaşama güvencesi verildiğini, AB ülkelerince desteklendiğini "Ilımlı İslam" ın sık sık gündeme getirildiğini anladınız mı?

 

 

Cumhuriyet,6/7/8.11.2007

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-1

 

 

Amerika Birleşik Devletleri'nin yıllardır süren kanlı işgali, laik Irak'ı bir İslam cumhuriyetine dönüştürdü

Ortadoğu'da kanayan yara

 

 

 

Yeni muhafazakâr sıfatlı bürokratların kurguladığı şekilde radikal İslama karşı ılımlı İslam projesinin en önemli uygulama alanlarından bir tanesi Irak oldu. Her ülkenin özgün koşullarına göre siyasi İslamın şekillenmiş olduğu kaydını düşürüp İran'ın büyük etkisi ile birlikte göz önüne alındığında, Irak'taki başarı ya da başarısızlık, ABD İslamlaştırma/dinselleştirme politikalarının da geleceğini belirleyecek gibi görünüyor.

 

 

Ancak Irak deneyimi hemen her açıdan, küresel sermaye baronlarının/çokuluslu şirketlerin Washington yönetimi aracılığı ile küresel egemenliklerini sağlama konusunda ne kadar gözü kara olabileceklerini ortaya koyan önemli bir örnek. Aslında Irak işgali, ABD'nin uyguladığı politikaların önemli bir kırılma noktası... 11 Eylül saldırılarının gerekçe gösterilip Irak'ın hedef tahtasına oturtulmasının arkasında enerji kaynaklarının, enerji güzergâhlarının, enerji havzalarının denetim altına alınmasından başka bir amacın bulunmadığı hemen herkes tarafından biliniyor. Afganistan'a yapılan operasyonu da aynı şekilde değerlendirmek olası. İşgal, konunun askeri boyutunu oluştururken siyasi boyutunda yine ılımlı İslam kavramı yer alıyor. Ancak İran etkisi, ülkenin etnik ve dini yapısının farklılığı, jeostratejik konumunun özgünlüğü nedeniyle uygulamada önemli farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Ancak siyasi İslamın egemenliğinin sağlanması konusunda atılmış bir geri adım bulunmuyor.

 

Stratejik yanlış...

 

 

ABD'nin Ortadoğu petrollerini ve petrollerin güzergâhlarını denetim altına alabilmesi için Irak'ı işgal etmesi ve yönetimini kendi isteği gibi şekillendirmesi zorunluydu. 2003 yılındaki işgale bu değerlendirme ile bakmak gerekiyor. Gerek dünya üzerindeki petrol rezervlerinin önemli bir bölümüne sahip olması gerekse Ortadoğu'dan Çin'e uzanan petrol ticaretinde Irak'ın önemli bir konumunun bulunması Washington yönetimini harekete geçirmişti.

 

 

Gerekçe olarak da Saddam Hüseyin yönetiminin El Kaide ile bağlantısı ve ülkedeki kitle imha silahları gösterildi. Oysa Saddam Hüseyin'in ne El Kaide ile bağlantısı vardı ne de ülkede kitle imha silahı bulunuyordu. Zaten dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, görevini bıraktıktan sonra dünya kamuoyunu şaşkınlıkta bırakacak itirafında, "Irak'ta kitle imha silahı bulamadık"George W. Bush"Irak'a demokrasi götürüyoruz..." diyecekti. Ancak yıldızların ötesinden haber almasıyla övünen ve politikalarını bu haberlere göre şekillendiren için gerekçe hazırdı:

 

 

2003 yılındaki işgalin ardından günde yaşamını yitiren insan sayısının ortalamasının 100'ü geçtiği göz önüne alındığında Bush yönetiminin Irak'a nasıl bir demokrasi götürmüş olduğunu anlamak zor değil aslında. Ancak ABD yönetimi, pratik Irak bilgisini, deneyime ve uygulamaya değil de kitaplarda yer alan değerlendirmelere dayandırdığı için önemli yanlışlara imza attı. Irak'ta da -Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) içinde yer alan 22 ülkede olduğu gibi- ılımlı İslam projesi uygulamaya konulacaktı. Ancak ılımlı İslamın Sünni inancına dayandırılıyor olması nedeniyle bu konuda bazı önemli sıkıntılar ortaya çıktı. Çünkü Irak'ta çoğunluk Şiilerdeydi ve İran İslam devriminden sonra Şiilik bölgede yükselen değer olmuştu. Üstelik Tahran yönetimi, İran'dan, Irak'ın üzerinden geçip Suriye ve Lübnan'a kadar uzanan, Körfez ülkeleri ile Suudi Arabistan'ın doğusunu kapsayan bir Şii hilali politikası uyguluyordu.

 

 

ABD'nin İslam-Kürt açmazı

 

 

Washington yönetiminin ılımlı İslam politikasının dayanağı olan Sünniler ise Irak'ta azınlıktı ve üstelik gerek Baas rejiminin mirasçıları olarak görülmeleri gerekse işgalin hemen ardından başlayan direnişte önemli rol oynamaları nedeniyle ABD'nin yakın durmak istemediği kesimi oluşturuyordu. ABD'nin Irak'taki işbirlikçileri ve en yakın müttefiki olan Kürtler de ağırlıklı olarak Sünniydi. Çoğunluğunun daha radikal olan Şafi inancıyla hareket etmesi, ılımlı İslam politikasının Sünni Kürtleri dayanak yapmasının da önünde engel oldu. Zaten Kürtler, etnik milliyetçilik ile hareket ettikleri için siyasi İslam konusuna çekinceyle bakıyorlardı. Üstelik Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütü ile yakın ilişki içinde bulunan Kürdistan İslami Birliği (KİB), Irak'ın kuzeyindeki milliyetçi Kürt elit tarafından da bir tehdit olarak görülüyordu. ABD'nin din üzerinden uygulamakta olduğu politika, aslında bölgedeki en yakın müttefikinin yaklaşımları ile çelişiyordu. Ancak Washington yönetimi, Kürt kartını etnik milliyetçilik üzerinden kullanmaya devam ederken siyasi İslam kavramını ise Kürt politikası bağlamında "yedekte tutmayı" tercih etti. Kürdistan İslami Birliği bugün, Irak'ın kuzeyinde, Irak Kürdistan Demokrat Partisi'nin (KYB) ardından ikinci büyük güç. Mesud Barzani 'nin ABD desteğine dayanmakta olduğu dikkate alındığında, ılımlı İslam ile birlikte hareket eden Kürt siyasetinin küçümsenmeyecek bir güce sahip olduğu hemen anlaşılıyor.

 

 

Bu noktada tarihsel süreç içinde geleneksel Kürt siyasi hareketinin İslamcı yönünün ağır basmış olmasına dikkat çekmek gerekiyor. Kürt-İslam sentezi, bugün de üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bir konu başlığı. Özellikle PKK terörünün giderek arttığı, DTP'nin bağımsız adaylarla TBMM'de temsil edilme şansı yakaladığı bir dönemde, AKP'nin 22 Temmuz seçimlerinde Güneydoğu Anadolu'daki Kürt oylarının büyük bölümünü almış olması Kürt politikasının İslamcı yönünün ağır basmakta olduğunun bir başka önemli göstergesi. Üstelik Barzani'nin Kürt milliyetçiliğini yükselen değer yapmaya yönelik bütün güçlü çabasına karşın...

 

 

ABD, Irak'ı işgal etmesinin ardından Şii-Sünni karşıtlığı bağlamında önemli bir çıkmaz içine girdi. Ülkede Sünniler üzerinden ılımlı İslam politikası yürütülemiyordu. Çünkü Sünniler hem direnişin başını çekiyordu hem de Baas döneminden kalma "ülke bizimdi" yaklaşımları vardı. Şiiler ise İran'a yakındı. Bütün Şii gruplar Tahran ile yakın ilişki içindeydi. Dolayısıyla Şiiler üzerinden yürütülecek politika direkt olarak İran'a yarayacaktı. Ülkede İran etkisi pekişecekti. ABD, ilk aşamada Sünnileri dışlamayı tercih etti. Siyasi İslam, Şiiler üzerinden götürülmeye çalışılacaktı. ABD yönetimi, Arap Şiiliği ile Fars Şiiliğinin tarihsel farklılıklarından yararlanmayı hesaplamıştı, ancak olmadı. ABD'nin "cin fikirli" diplomatları, Saddam Hüseyin döneminde Arap Şiiliğinin tamamına yakınının Fars Şiiliğinin etkisi altına girdiğini hesaplayamamıştı. İşgalin üzerinden daha bir ay bile geçmeden dönemin Bağdat'taki sivil yüksek temsilcisi Paul Bremer , Bush tarzı demokrasiyi kurmuştu bile...

 

 

Seçimleri ertelemiş ve tüm hükümeti bizzat kendisi atamıştı. İki ay sonra, Şiiler için çok önemli olan Necef'teki belediye başkanı seçimleri dahil tüm belediye seçimlerini askıya aldı. Önde giden adaylardan ılımlı Şii Esat Sultan Abu Gilal , "Eğer bize özgürlük vermezlerse ne yapacağız? Sabrımız var, fakat bir yere kadar" diyerek Bremer'i uyardı. Yerel Şiiler, Mehdi Ordusu'nu harekete geçirdiler ve bir yıl içinde Bremer'in taleplerini reddetmesi üzerine silahlı saldırıya geçtiler. Sonuçta 21 ABD askeri öldürülmüştü. İsyan başlamıştı. Fakat Bremer'in işi henüz bitmemişti. Peşinden gidilecek Sünniler vardı. Bremer, "Baas'tan Arındırma"Felah Aljibury 'nin "ABD güçleri bizim siyasi liderler olarak tanımladığımız herkesi hapse attı" yönündeki sözleri dikkat çekiciydi. Aljibury, işgalin ilk günlerinde Irak ordusunun ABD askerlerine ateş açmasını önlemişti. demek olan 1 No'lu emrini yayımladı. Bu, aslında Sünnilerden arındırmaydı... Saddam'ın savaşta ABD ile işbirliği yapan generallerinin tamamına yakını Sünniydi ve ödül almayı beklerken kendilerini hapiste bulmuşlardı. İşgal öncesi pazarlıklara aracılık eden ve ABD'de yaşayan Irak doğumlu

 

 

İslam anayasada, Irak din devleti oldu...

 

 

Ancak bu politika kısa sürede iflas etti. ABD önce Şiilerin siyasi taleplerinin karşılanmasını sağladı. Iraklı Şiiler ile birlikte Tahran'ın da siyasi ağırlığı artıyordu. Kilit konumda olan Kürt partileri ile Şiiler arasında sağlanmış olan mutabakat, Şii siyasetçilerin elini daha da güçlendirdi. Gerek Geçici İdari Yasa gerekse Irak Anayasası, hem Şiilerin hem de Kürtlerin istediği gibi çıktı. Saddam Hüseyin döneminde laik olan Irak, resmen bir din devletine dönüştürüldü. Yani Washington yönetimi "demokrasi ve hukukun üstünlüğünü" getirirken aslında "ülkenin dinselleşmesi, İslam hukukunun ve dini yasakların uygulanması özgürlüğünü" de getirmişti.

 

 

İran etkisi...

 

 

Bütün bunların yanı sıra İran'ın bölgesel oyunculuktan çok küresel oyunculuğa yönelik yürütmekte olduğu politikayla birlikte, Arap Şiiler üzerinden Irak'taki etkisini artırmasıyla ABD yönetimi yaptığı yanlışın farkına vardı. Bu kez de Türkiye üzerinden Sünnileri siyasi yapının içine çekmeye çalıştı. AKP hükümetinin, zaten Irak İslami Birliği lideri Tarık Haşimi ile arası iyiydi. İstanbul'da yapılan bir dizi toplantı sonucunda Sünnilerin siyasi yapı içinde yer almaları karara bağlandı. Bunun karşılığında ise Sünniler lehine anayasada tadilat yapılacaktı. Nedense bu tadilatlar bir türlü gerçekleştirilemedi. Ancak bu noktada yine ABD'nin hesaplayamadığı bir gelişme daha yaşandı. Şiiler ile Sünniler arasında mezhep çatışmaları başlamıştı. Şiiler, Sünnileri sistemin dışında tutmak isterken Sünniler de organize biçimde Şiilerin etkisini kırmaya çalışıyordu. Çatışmalarda ölü sayısı katlanarak arttı.

 

 

ABD'nin din üzerinden yürütmeye çalıştığı politika iflas etmişti. İşgalin ardından dini ve etnik kavramlar üzerine kurgulanan Irak siyaseti çıkmaza girmişti. Arkası arkasına planlar ortaya atıldı. Güvenlik konusunda acil önlemler devreye sokuldu. Ama çok fazla sonuç alınamadı. İplerin gevşemesi ile silahlı çatışma ortamının alevleneceği öngörüsü, Washington yönetimini Irak'tan asker çekmesi konusunu yeniden ele almaya yöneltti. Zaten en yakın müttefiki İngiltere, Basra'nın içindeki askerlerini havaalanına çekmişti. Kenti Şii milislerin kontrolüne bırakmıştı.

 

 

Yani dolaylı olarak İran'ın...

 

 

Bugün Irak şeklen olmasa da fiilen üçe bölünmüş durumda. ABD yönetimi, federasyonu, Irak için birleştirici unsur olarak gördüğünü ileri sürse de ülke mezhep ve etnik farklılıklar ile parçalanmış durumda. Ilımlı İslam Irak'ta bugün için Şii radikalizmi ile karşı karşıya. Ancak Tahran-Washington ekseninde meydana gelecek her türlü gelişme, Irak'taki siyasi İslam uygulamalarının da belirleyicisi olacak gibi görünüyor.

 

 

 

 

ABD'nin Irak'ı işgal etmesinin ardından Irak halkı zorda olsa günlük yaşamlanını silahların gölgesinde sürdürmeye çalışıyor.

 

 

İslami hukuk uygulanmaya başlıyor

Saddam Hüseyin döneminde Irak laik bir ülkeydi. Saddam Hüseyin'in emriyle Irak bayrağının üzerinde "Allahüekber" yazılmış olmasına karşın ülkede İslami hukuk uygulanmıyordu. Ancak ABD işgalinin ardından hazırlanan anayasayla Irak bir İslam cumhuriyetine dönüştürüldü. Anayasaya göre hiçbir yasa İslam kurallarına, yani şeriata aykırı olamayacaktı. Dünyanın gözünü boyamak için yasaların demokrasi ilkeleriyle de çelişmemesi öngörüldü. Ancak "hangi demokrasi" sorusu ile birlikte ele alındığında bu öngörü zaten havada kalıyordu.

 

 

"Irak Anayasası

 

 

Önsöz

 

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,

 

 

(Biz Âdemoğullarını onurlandırdık)

 

 

Peygamberlerin vatanı, temiz imamların barınağı, yazıyı icat edenlerin, rakamları bulanların, ziraatı ilk uygulayanların ve medeniyetin beşiği; toprağında insanoğlunun ilk yasayı düzenlediği ve en eski siyasi misak'ı yazdığı, üzerinde sahabeler ve evliyaların namaz kıldığı, filozoflar ve bilginlerin fikir ürettiği, şairler ve edebiyatçıların sanatlarını icra ettiği Mezopotamya evlatları olarak biz;

 

 

Allah'ın üzerimizdeki hakkını minnetle karşılayarak, ülkemizin, vatandaşlarımızın, dini, ulusal liderlerimizin ve ulusal güçlerimizin çağrısına cevap vererek ve yüce mercilerimizin, önderlerimizin, siyasetçilerimizin kararlılığını, dostlarımızın ve bizi sevenlerin verdiği uluslararası desteği yanımıza alarak... Yeni Irak'ımızı, gelecek Irak'ı el ele, omuz omuza yapmaya karar vererek tarihimizde ilk defa 30 Ocak 2003'te milyonlarca erkek, kadın, genç ve yaşlı seçim sandıklarına akın ettik...

 

 

Madde 2:

 

 

1. Devletin resmi dini İslamdır ve yasamada temel bir kaynaktır.

 

 

a) İslamın değişmez hükümleriyle çelişen yasa çıkarılamaz.

 

 

B) Demokrasi ilkeleriyle çelişen yasa çıkarılamaz.

 

 

c) Bu anayasada yer alan temel hak ve özgürlüklerle çelişen yasa çıkarılamaz.

 

 

2. Bu anayasa Irak halkının çoğunluğunun Müslüman kimliğini korumayı, Hıristiyanlar, Yezidiler, Mendai Sabiiler gibi bütün fertlerin inanç ve dini vecibelerini yerine getirme özgürlüğünü teminat altına alır.

 

 

Madde 3:

 

 

Irak milletler, dinler ve mezhepler ülkesidir. Arap camiasının kurucu, aktif üyesidir, Arap camiası sözleşmesine bağlıdır ve İslam âleminin parçasıdır.

 

 

Madde 10:

 

 

Irak'taki kutsal yatırlar ve dini mekânlar, dini eserler ve uygarlık eserleridir. Devlet bunların saygınlığını korur, buralarda dini ayinlerin özgür bir şekilde gerçekleşmesini sağlar."

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ne kadar ilginc,AKP iktidari sizler icin calismakta,sözde soykirimcilarin Kürtcülerin siyasetini yürütmekte siz hala Tarikat ve Cemaatler diye AKP ye catiyorsunuz,aslinda mütesekkir olmaniz gerekirki,AKP ulusalcilari aldigi emrler üzere yok etmeye karar verdi,Tarikat ve Cemaatlerede katlaniverin hatir icin.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ne kadar ilginc,AKP iktidari sizler icin calismakta,sözde soykirimcilarin Kürtcülerin siyasetini yürütmekte siz hala Tarikat ve Cemaatler diye AKP ye catiyorsunuz,aslinda mütesekkir olmaniz gerekirki,AKP ulusalcilari aldigi emrler üzere yok etmeye karar verdi,Tarikat ve Cemaatlerede katlaniverin hatir icin.

 

Kardesim dincilerde ve tarikatcilardan bahsediliyor siz KURTLERE laf atiyorsunuz, bilmem ne ulkenin kralicesinden bahsediliyor siz yine KURTLERE laf atiyorsunuz, Heath Ledger oldu gecen gun isterseniz yine KURTLERE laf atin. *************

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-3

 

 

 

Küresel güç odakları, siyasi İslam ile Rusya'yı etki altına alma çabasında

 

 

Rusya, ılımlı İslamın hedefi

 

 

Soğuk savaşın ardından, küresel düzeyde siyasi İslamın, enerji kaynaklarını, enerji güzergâhlarını ve ticaret yollarını denetim altına almak için kullanılmaya başlamasının ardından, Rusya Federasyonu da sürekli gündemde oldu. Rusya gerek enerji kaynakları ve gerekse enerji güzergâhları üzerindeki stratejik konumu nedeniyle, küresel sermaye baronlarının dikkatle izlediği bir ülkeydi.

 

Soğuk savaş koşullarında ABD'nin yeşil kuşak projesi ile çevrelediği Sovyetler Birliği'nin mirasçısı olarak 21. yüzyılın küresel dengeleri içinde yer bulmaya çalışan Rusya bugün iki önemli İslamcı tehdit ile karşı karşıya.

 

Aslında çelişki gibi görünse de ülkede hem radikal İslam hem de bunun panzehiri olarak gösterilen ılımlı İslam birlikte hareket ediyor. Amaç, ülke içinde küresel sermaye baronlarının etkisini sağlamak, çıkarlarını pekiştirmek. Ancak aynı zamanda Moskova yönetimi de kendisine karşı kullanılmakta olan ılımlı İslamı, ülke içinde radikal İslama karşı da kullanıyor. Özetle, Rusya'nın küresel İslamlaştırma / dinselleştirme çerçevesi içinde farklı bir konumu bulunuyor.

 

Bu bağlamda dinin Rusya'nın küresel stratejisindeki önemine kısaca bakmakta yarar var. Sovyetler Birliği topraklarında 1980'li yıllarda uygulanmaya başlanan liberal politikalar, bölgedeki tüm dini kurumlar tarafından oldukça olumlu bir biçimde karşılanmıştı. Bu süreçten en kârlı çıkan dini kurum ise hiç şüphesiz Rus Ortodoks Kilisesi oldu. Sovyetler Birliği döneminde devletin sıkı kontrolü altında bulunan Kilise, yayın faaliyetlerini çeşitlendirme, eğitim faaliyetlerini artırma ve ibadet yerlerini yeniden inşa etme bakımından yeni fırsatlar elde etti. Bu durum Kilise'ye Rusya'nın dini hayatında yeniden merkezi bir rol elde etme olanağı verdi. Din-devlet ilişkilerinde komünist dönemdeki çatışmacı ilişki biçimi, yeni dönemde işbirliği modeline doğru evrildi. Ancak son dönemde İslamiyet de en az Ortodoksluk kadar Rusya'nın politikalarında öne çıkmaya başladı.

 

İki farklı cephe...

 

Bugün Rusya'da, 23 milyon Müslüman yaşıyor. Müslümanlar Rusya'da en fazla nüfus artış oranına sahip olan grubu oluşturuyor. Slav kökenli Rus vatandaşlarının nüfus artış oranı azalırken Müslüman kökenlilerinki artıyor. Müslüman nüfusun yoğunlaştığı bölgelerin başında Kuzey Kafkasya, Tataristan ve son yıllarda yaşanan işçi göçü nedeniyle Moskova geliyor.

 

Aslında, Kuzey Kafkasya ve Tataristan, Rusya'nın İslamlaştırmaya yönelik iki farklı cephesini gösteriyor. Kuzey Kafkasya'da Suudi sermayesi tarafından besnenen radikal İslam, Moskova yönetimine karşı önemli bir cephe oluştururken, Tataristan'da bu süreç daha çok ılımlı İslam bağlamında yürütülüyor.

 

Kuzey Kafkasya'da Çeçenler, El Kaide tarzı Vahabi anlayış ile Rusya Federasyonu'ndan kopma çabasındalar. Kuzey Kafkasya'nın, Orta Asya enerji kaynaklarının Batı pazarlarına ulaştırılması, Hazar Havzası'na olan yakınlığı, Rusya'nın Azerbaycan ve Ermenistan üzerinden güneye açılım kapısı üzerinde bulunması, bölgenin stratejik önemini açıkça ortaya koyuyor.

 

Kuzey Kafkasya'da Rusya'nın egemenliğinin zedelenmesi ya da tamamen ortadan kalkması, petrol ve gaz ile ilgilenen çokuluslu şirketlerin yani küresel sermaye baronlarının hem Hazar Havzası'nda hem de Orta Asya'da istedikleri gibi iş yapmalarının önünü açacak. Böylece, enerji kaynaklarının önemli bir bölümü ile enerji güzergâhlarının kilit noktaları, çokuluslu şirketlerin eline geçmiş olacak. İşte bu amaçla radikal İslam, Çeçenler aracılığı ile Moskova yönetimine karşı kullanılıyor. Çeçenler açısından "bağımsızlık savaşı" görüntüsü son derece meşru olarak algılansa da son tahlilde küresel bağlamdaki enerji savaşlarının bir piyonu oldukları gerçeği de ortada duruyor. Çeçenlerin, Rusya'ya karşı yürütmekte olduğu silahlı mücadeleyi bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.

 

Küresel güçler, Kafkasya coğrafyasında radikal İslamı, Rusya'ya karşı silah olarak kullanıyorlar.

 

 

 

 

Soğuk savaş koşullarında ABD'nin yeşil kuşak projesi ile çevrelediği Sovyetler Birliği'nin mirasçısı olarak 21. yüzyılın küresel dengeleri içinde yer bulmaya çalışan Rusya bugün iki önemli İslamcı tehdit ile karşı karşıya. Aslında çelişki gibi görünse de ülkede hem radikal İslam hem de bunun panzehiri olarak gösterilen ılımlı İslam birlikte hareket ediyor.

 

Ilımlı İslama çift taraflı kullanım

Tataristan Cumhurbaşkanı Mintemir Şeymiyev kendi tercih ettikleri ılımlı İslam modelini yaymak amacıyla kendi dini okullarını ve üniversitelerini açarken, diğer taraftan Rus hükümeti de Kafkasya'da radikal İslamın etkisini kırmak amacıyla bir İslam üniversitesi açmayı hedefliyor.

Ilımlı İslama gelince... Rusya içindeki ılımlı İslam yaklaşımı ironik biçimde çift taraflı olarak kullanılıyor. Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği dönemi içinde "Tatar cedidizmi" ve "Kafkas müridizmi" olarak ifadelendirilen bu farklılaşma, Sovyet sonrası dönemde de varlığını devam ettiriyor. Kafkas müridizmi radikal İslam ile direnmeye, Tatar cedidizmi ise ılımlı İslam ile uzlaşma yollarını aramaya devam ediyor. Sovyet sonrası Rusya, pragmatist bir yaklaşımla Müslüman azınlıklara karşı otoriterliği ve esnekliği birleştirmiş durumda. ABD, ılımlı İslamı ağırlıklı olarak Tataristan Özerk Cumhuriyeti üzerinden, uzun vadede Rusya'nın istikrarsızlaştırılması için kullanırken, Moskova yönetimi de, siyasi İslamı, panzehiri olarak gördüğü radikal İslama karşı Kafkasya'da kullanma çabasında. Hatta bu konuda Moskova yönetimi, Tataristan'da kendisine yöneltilmiş ılımlı İslam silahını, Çeçenistan'da kullanmak için harekete geçmiş durumda. Tataristan Cumhurbaşkanı Mintemir Şeymiyev kendi tercih ettikleri ılımlı İslam modelini yaymak amacıyla kendi dini okullarını ve üniversitelerini açarken, diğer taraftan Rus hükümeti de Kafkasya'da radikal İslamın etkisini kırmak amacıyla bir İslam üniversitesi açmayı hedefliyor.

 

Ancak, her ne kadar ılımlı İslama Tataristan'da izin verildiği görüntüsü ortaya çıkmış olsa da Moskova yönetimi ipleri yine elinde tutuyor. Geçen yaz aylarının başında Rusya'da Said-i Nursi 'nin "aşırı unsurlar içerdiği" ve "din düşmanlığı" yaydığı gerekçesiyle kitaplarına uygulanan yasak resmen yürürlüğe girmiş durumda. Konu, ilk olarak 2005'te Tataristan'da Nurcu bir örgüt hakkında soruşturma açılmasıyla başlamıştı.

 

Yani ılımlı İslam olacaksa bile Moskova yönetiminin denetimi altında olmalı. Ancak, denetimin elden kaçması olasılığı da güçlü bir gerçek olarak ortada duruyor. Aslında Moskova yönetimi siyasi İslamı, İslam dünyası ile de ilişkilerin pekiştirilmesi açısından önemli bir unsur olarak görüyor. Bu fırsat da Tataristan üzerinden değerlendiriliyor. Rusya son dönemde Tataristan yüzünü ön plana çıkararak İslam dünyası ile ilişkilerini geliştirme peşinde. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 'e Ortadoğu turunda eşlik eden Şeymiyev'in, Suudiler tarafından inanca hizmet etmesinden ötürü ödüllendirilmesi, Putin'in İslam dünyasına yönelik yeni politikasının önemli bir parçasını oluşturuyor.

 

Geçen şubat ayında Tataristan Cumhurbaşkanı Şeymiyev ve İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu 'nun başkanlığında İstanbul'da yapılan Rusya-İKÖ Stratejik Vizyon Toplantısı ise Rusya ve İKÖ üyesi ülkelerin birlikte gerçekleştirecekleri projeler için iyi bir platform oluşturuyor. 2005 yılında Rusya'nın İslam Konferansı Örgütü'nde elde ettiği gözlemci statüsü ile başlayan söz konusu iyi ilişkilerin Rusya'nın Müslüman nüfusuna yönelik politikalarına nasıl yansıyacağı ise merak konusu...

 

Gülen'in çabaları...

Rusya içindeki ılımlı İslam bağlamındaki bir başka büyük tehlike ise Fethullah Gülen cemaatinin faaliyetleri... Gülen cemaatinin faaliyetleri 1990'ların ikinci yarısından itibaren mercek altına alınmış durumuda. Moskova yönetimi, ılımlı İslamın ülke içinde yuvalanmasının önüne geçmek için, "yeni güvenlik konseptini" 2001 yılında uygulamaya koydu. O tarihten bu yana Gülen'e ait 18 okul kapatıldı. 2003 yılında Başkurdistan'daki Gülen okullarında çalışan 10 öğretmen sınır dışı edildi. Sınır dışı edilen öğretmen sayısı son iki yıl içinde 50'ye yaklaştı. Gülen'e ait okullardaki faaliyetleri dikkatle izleyen Rus gizli servisi FSB, bu okullarda Rusya Federasyonu'nun ulusal güvenliğine aykırı eğitim ve öğretim yapıldığını ortaya çıkarmıştı. Hatta bu okullarda çalışan öğretmenlerin, ABD ve İngiltere adına ajanlık yaptığı, Türk cumhuriyetlerinde bazı darbe girişimlerine karıştığı, yine bu ülkelerde patlak veren bazı iç karışıklıklarda rol oynadığını saptadı. Bunun üzerine harekete geçen Rus yetkililer, Tataristan'da 8, Başkurdistan'da 4, Karaçay-Çerkes, Yakut-Saha, Astrahan ve Dağıstan'da birer okulu kapattı. Gülen'in Rusya'daki temsilcisi Tolerans Vakfı Başkanı Mustafa Kemal Şirin 'in de Eylül 2003 tarihinde Rusya Federasyonu'na girişi yasaklandı. Putin, bu operasyonla ülkesine yönelik siyasi İslam tehdidinin farkında olduğu mesajını vermişti. Ancak bu mesajın alınıp alınmadığını zaman gösterecek.

 

Ancak Rusya, son yıllarda küresel enerji politikalarını yeniden gözden geçiriyor. Enerji konusunda güçlü bir kaynak ülke olmanın verdiği avantajlar sonuna kadar kullanılıyor. Petrol fiyatlarının yükselmesiyle hazinesini giderek dolduran Moskova yönetimi, çokuluslu şirketlerin siyasi / diplomatik / askeri operasyonlarına karşı kendini güvenceye almış durumda. Ancak, ılımlı İslam projesinin eğitim kurumlarından yetişen öğrenciler de bu ülke içinde yavaş yavaş merdivenleri tırmanıyor. Ukrayna ve Gürcistan'daki renkli devrim süreçleri, önemli birer örnek olarak Rusya Federasyonu'nun önünde duruyor.

 

Süreç nereye gidiyor?

 

Dünya yeni binyıla kan ve gözyaşı ile girdi. Afganistan'da ve Irak'ta kan ve gözyaşı durmak bilmiyor. Filistin ve Lübnan diken üzerinde. Demokrasilerini güçlendirmeye çalışan ülkeler siyasi İslam tehdidi ile karşı karşıya... Başını ABD'nin çekmekte olduğu küresel güçlerin egemenlik arayışlarında din ve özellikle de İslam önemli bir silah olmuş durumda. Bu silahı da istisnasız bütün İslam coğrafyasında kullanıyorlar. Ülkelerin kendi özgün koşullarına göre bazı farklılıklar yaşanıyor olsa da ortaya çıkan gerçek şu ki; önce radikal İslam tehdidi yaratılıyor, bu tehdit besleniyor, harekete geçmesi sağlanıyor ardından da Richard Holbrooke, Colin Powel, Paul Wolfowitz, Graham Fuller gibi akıl hocaları devreye giriyor. Uluslararası medya tekelleri, bu isimlerin demeçlerini öncelikli gündem maddesi olarak dünya kamuoyuna duyuruyor. Söz konusu isimler radikal İslama panzehir olarak siyasal İslamı gösteriyorlar. Sonra da radikal İslamın tehdidi ile karşı karşıya kalan ülkelerin de bu yapıyı kabul etmesi bekleniyor. Kuzey Afrika'nın en batı ucundan başlayıp, Güney Asya'ya kadar bu süreç yaşanıyor. Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Irak, İran ve Türkiye...

 

Büyük Ortadoğu Projesi gibi içinde "demokrasi, kadın hakları, hukukun üstünlüğü" gibi cilalı kavramların bulunduğu paketler açılıyor. Ülkeler çeşitli yollarla siyasi ve toplumsal olarak hızlı bir dönüşüm içine sokuluyor. Türkiye ise bu dönüşüm sürecinde "ılımlı İslam" ülkesi olarak model durumuna getirilmeye çalışılıyor. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) verdiği destekle yapay bir istikrar sağlamasına olanak tanınan AKP, ılımlı İslam projesinin siyasi ayağını Türkiye'ye taşımış durumda. 2002 yılından sonra Türk toplumunun dinselleştirilmesi / dönüştürülmesi çabalarına hız verildi. İkinci Cumhuriyet tartışmaları gündemde üst sıralara tırmandı. Türban ve türbanı özgürlük sayan anlayış Çankaya Köşkü'ne çıktı.

 

Türkiye, tarihsel köklerinden aldığı dinamizm ve 1923'te yaptığı, "mazlum milletlere" örnek olan devriminin verdiği inançla bu kıskacı kırma çabasında. Türkiye'nin önünde İslam coğrafyasına "ılımlı İslam" modeliyle değil, "laik-demokratik" yapısıyla örnek olması gerekiyor.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-4

 

 

 

 

Ortadoğu'da İslami rejimler, siyasal İslamın gölgesinde her gün daha da güçleniyor

BOP coğrafyası şeriatla kıvranıyor

 

ABD'nin Büyük Ortadoğu ve Genişletil miş Afrika olarak adlandırdığı projenin içerisindeki ülkelerin, bugün yine ABD'nin 20'nci yüzyılın ikinci yarısında uyguladığı "Yeşil Kuşak Projesi" nin içerisinde yer alan ülkeler ile aynı olması dikkat çekiyor. Ancak bölgede, komünizm tehlikesine karşı fazlaca İslamlaştırılan bu ülkelerin, şimdi şeriata teslim olduğu görülüyor. İslami hukuk uygulayan bu ülkelerde, özgürlüklerden söz etmek imkânsız olarak görülürken, birçoğunda kadınlara yalnız başına hareket etme hakkı dahi tanınmıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ABD'nin BOP kapsamında ılımlı İslamı yaygın kılmak istediği ve Türkiye'yi model gösterdiği ülkelerin neredeyse tamamı şeriat ile yönetiliyor. Proje çerçevesinde operasyon düzenlenen Afganistan ve Irak'ta ise bir düzen kurulmuş dahi değil. Afganistan'da Taliban, Cumhurbaşkanı Hamid Karzai' ye karşı yeniden bir anayasa düzenlerken, Kâbil yönetimi terörist saydığı topluluğa tekrar işbirliği çağrısında bulundu.

 

Saddam döneminde laik bir yapıya sahip olan Irak ise, şimdilerde din temalı bir iç savaş ile uğraşıyor. Her gün Şii ve Sünnilerin birbirlerinin ibadethanelerine düzenlediği saldırılar sonucu birçok Iraklı yaşamını kaybediyor. Ülkenin anayasasında "Irak bir İslam Cumhuriyetidir" ifadesine yer veriliyor. ABD'nin askeri müdahalelerine karşın, daha da kötüye giden bu ülkelerin yanı sıra Ortadoğu'da da İslami rejimler siyasal İslamın gölgesinde her gün daha da güçleniyor. BOP coğrafyasındaki İslami rejimlerden bazıları ve bu ülkele rin anayasal ve yasal durumları şöyle:

 

İRAN

 

Ü lkede 1979 yılında gerçekleştirilen İslam devriminden sonra yapılan halkoylamasında şeriat yönetimi yüzde 97 oranında "evet" ile kabul edildi. 1981'de ise Kuran'ı baz alan ilk İslam anayasası hazırlandı. İran'daki anayasada şeriat üst düzeyde uygulamaya konulurken, kadınların araba kullanmasından peçesiz sokağa çıkılmamasına, İslama uygun giysiler giymemekten içki satışının yasaklanmasına kadar çok sayıda uygulama da peş peşe geldi. Ülke anayasasında özellikle Allah'ın temsilcisi sayılan 12 İmam'a ve Vilayet-i Fakih (Rehber) Kurumu ve liderine büyük yetkiler verildi. Vilayet-i Fakih ülkede cumhurbaşkanından dahi büyük bir kutsallığa sahip olurken devlet yönetim sisteminin tepesinde yer aldı ve İran'daki dini ve siyasal sistemin özünü oluşturdu. Oluşuma ilişkin sistem İslam devrimi lideri Ayetullah Humeyni tarafından 1960'larda geliştirilirken Tanrı'nın mutlak otoritesini yeryüzünde uygulayan kurum olarak tanımlandı. Şu anda eski Cumhurbaşkanı Ayetullah Hamaney 'in yürüttüğü Vilayet-i Fakih'e Türkiye'de yaygın olarak dini lider tanımlaması yapılsa da, İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'na göre kurum, sadece dini liderliği değil aynı zamanda siyasi liderliği de elinde bulunduruyor. İran anayasasına göre Vilayet-i Fakih, Tanrı'nın yeryüzündeki dolaylı temsilcisi olarak dinsel meşruiyeti, eşzamanlı olarak iki aşamalı seçimle halk tarafından seçilerek siyasal meşruiyeti kendi elinde topluyor. 1980'de hazırlanan İran İslam Cumhuriyeti Anayasası, kurumun dini gücünün bir kısmını elinden alırken, bu kez farklı bir misyon yükledi. Kurum İran parlamentosundan çıkan yasaların şeriata ve anayasaya uygunluğunu da denetleme ya da reddetme yetkisine sahip. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'nın 113. maddesi de Vilayet-i Fakih'in temel yetki ve görev alanlarını belirliyor. Kurulun görev ve yetki alanları şöyle:?- İran İslam Cumhuriyeti'nin iç ve dış genel siyasi sistemini belirlemek.

 

- Sistemin genel siyaset performansını denetlemek ve tayin etmek.

 

- Referandum yapılmasına karar vermek.

 

- İran İslam Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri'nin başkumandanlığını yapmak, seferberlik, savaş veya barış ilan etmek.

 

- Anayasa Koruma Konseyi'nin ulema üyelerini, yüksek mahkeme başkanını, radyo televizyon üst kurulu başkanını, genelkurmay başkanını, Devrim Muhafızları komutanını, polis ve düzenli ordu komutanını tayin veya azletmek veya istifasını kabul etmek.

 

- Yasama, yürütme, yargı arasında çıkabilecek sorunları çözmek.

 

- Halk tarafından seçildikten sonra cumhurbaşkanını tasdik etmek.

 

- Cumhurbaşkanını görevden almak.

 

SUUDİ ARABİSTAN

 

Krallık ile yönetilen Suudi Arabistan'da şeriatın en koyu şekli uygulanıyor. Ülkede, kadınların neredeyse hiçbi r hakkı bulunmazken, içki içmek ve kumar oynamanın yanı sıra, yalan söylemeye bile ağır cezalar veriliyor. Anayasası Kuran ve hadisler olan, ceza yasası ise bunlara göre hazırlanan Suudi Arabistan'daki yasaklardan bazıları şöyle:

 

- Hiç kimse Kuran'a aykırı hal ve hareketlerde bulunamıyor. Ülkede heykel, resim gibi plastik sanatları yapmak yasak.

 

- Ülkede bulunan fetva kurulunun emirlerinin dışına çıkanlara kırbaçtan ölüm cezasına kadar çok sayıda yaptırım uyg ulanıyor.

 

- Şeriat mahkemeleri ülkenin esas yargı organları olarak görev yapıyor.

 

- Kadınlar kocalarının izni olmadan seyahat edemiyorlar. Ülke dışına da çıkamıyorlar.

 

- Karısının hareket özgürlüğünü ve davranışlarını kontrol etme hakkı, aile reisi olan kocanın...

 

- Kadının seyahat belgesi alabilmesi ve pasaport çıkarabilmesi için, kocasının yazılı ve noterden tasdikli iznini alması gerekiyor.

 

- Adli suç davalarında en az iki kadının şahitlik yapması gerekiyor.

 

- Evlenme ve boşanmalarda kadınlar şahitlik yapamıyor. Kadın ve erkekler mahkemelerde eşit sayılmıyor.

 

- Kadınlar, üniversite, havaalanı, devlet kurumları gibi yerlere girerken farklı girişler kullanmak zorun da.

 

- Ülkeye gelen turist kadınların da örtünmesi gerekiyor. Hem yerli halk, hem de turistlerin içki içmesi yasaklanıyor. Ülkeye girişte şeriat kurallarına uyulacağına dair bir sözleşme imzalatılıyor.

 

- Hırsızlık yapan kişi çaldığı şeye göre, kırbaçlanması, elinin kesilmesi ya da ölümle cezalandırılıyor.

 

- Kadınlara hiçbir şekilde miras kalamıyor.

 

- Tecavüze uğrayan kadın zina yapmış sayılıyor. Kadının, uğradığı tecavüzü ispatlayabilmesi için, tecavüz anına en az dört erkeğin tanıklık etmesi gerekiyor. Bunun yanı sıra tecavüze uğrayan kadın, zina yaptığı gerekçesiyle ölüm cezası alıyor. Ancak tecavüzcüyle evlenerek bu cezadan kurtulabiliyor.

 

- Evlenecek olan kadın ülkenin birçok bölgesinde, başkalarının görmesi namahrem olduğu gerekçesiyle nikâh masasına oturamıyor. Kadını, babası ya da ağabeyi temsil ediyor. Boşanmada çocuğun velayeti erkeğe verilir. Kadın boşanırken imam nikâhı sırasında kendisi için biçilen değer kadar para alabilir. Kadının haberi ve rızası olmadan, erkek kadını boşayabilir. Erkekler, dört kadın ile evlenebilir. Her eşi için devletten teşvik alır.

 

- Kadınların oy kullanma hakkı bulunmuyor. Bunun yanı sıra kadınlar ancak erkeklerden arınmış alanlarda çalışabiliyorlar.

 

- Altı yaşından itibaren kız ve erkek çocuklar, ayrı okullara yollanıyor. Karma eğitim yapılmıyor. Bunun yanı sıra Yemen'de olduğu gibi, kız çocuklarını okuldan ailesinden biri almak zorunda. Çocuklar okula tek başına gidemiyor. Kızların erkek öğretmenlerden ders almaları yasaktır. Ayrıca üniversitelerde erkek profesörler üniversitedeki kız öğrencilere kamera aracılığıyla başka bir odadan ders verebiliyor. Kız çocuklarının eğitim yapıp yapmayacağına babaları karar verir. Çocukların bu konuda söz hakkı bulunmuyor.

 

- Bir erkek doktor, bakması yasak olduğu için kadını ancak aynadaki aksi üzerinden muayene edebilir. Kadınların tek başlarına eczanelerden herhangi bir ilaç almasına izin veril miyor.

 

NİJERYA

 

Ülkenin resmi anayasasında kozmopolit yapı nedeniyle resmi bir dine doğrudan yer verilmiyor. Nijerya'nın kuzeyindeki 12 eyalette 2000 yılında şeriat uygulamasına kesin olarak geçildi. Merkezi hükümetin bunu yasaklamasına karşın, ülkedeki ekonomik sıkıntılar nedeniyle bu durum engellenemiyor. Ülkede en ağır şeriat cezaları uygulanıyor. Hırsızlık yapanın eli kesilirken, zina yapan kadınlar "recm" (taşlayarak öldürme) cezasına tabi tutuluyor. Ülkede özellikle şeriat mahkemelerinin verdiği kararlar herhangi bir mahkemece ertelenemiyor ya da durdurulamıyor. İçki kullanmak, kumar oynamak, İslami şartlar dışında giyinmek ise yasak. Bu 12 eyalette yine İslami şartlara göre eğitim-öğretim yapılıyor ve çocuklara Kuran öğretiliyor.

 

ENDONEZYA

 

Karma bir yapısı olan Endonezya'da halkın yüzde 90'ının üzerindeki kesimi Müslüman. Geri kalan nüfusu ise Hıristiyanlar ve Budistler oluşturuyor. Ancak devletin anayasasında resmi din İslam olarak yer alıyor. Buna karşın diğer dinlere de vurgu yapılıyor. Ülkenin hızla İslamlaşması ise yakın bir döneme dayanıyor.

 

Yakın zamana kadar sadece Aceh eyaletinde şeriat uygulanan ülkenin artık birçok bölgesinde merkezi hükümetin baskısına karşın İslami kurallar uygulanıyor. 2004 yılında Asya Pasifik'te gerçekleşen büyük depremin ardından oluşan tsunamiden en çok etkilenen ülke olan Endonezya'da bu tarihten itiraben dini yapılanmalar hızla artarken son dönemde şeriat mahkemeleri, şeriat polisi ve zabıtası kuruldu. Kurallara göre örtünmeyen kadınlar bu birim tarafından yakalanıp sokak ortasında kırbaçlanıyor. Erkekler de tekbir getirerek infazı seyrediyor.

 

Kurulan şeriat mahkemeleri ve şeriat polisi nedeniyle şeriata uygun giyinmeyenler halk önünde hemen kırbaçlanıyor. "Şeriat polisi" denilen ahlak polisi biriminde normal polisin 2 katı kadar personel istihdam ediliyor.

 

Bu polisin; kumar oynadığı, içki içtiği, bir erkekle yakınlık kurduğu ya da İslami kurallara göre giyinmediğini saptadığı kadınları kırbaçlayarak cezalandırma hakkı bulunuyor. Ayrıca ülkede dul Müslüman kadınların, "kötü yola sürükleneceği" gerekçesiyle çalışmasına da izin verilmiyor. Ülkede erkeklere de şeriat cezaları uygulanıyor. Zina yapmak, içki içmek, kumar oynamak erkekler için tamamen yasak.

 

 

 

 

 

GALLUP'UN ANKETİ

 

İslam ülkelerinin şeriata bakışı

ABD 'li güvenilir araştırma şirketi Gallup'un 10 Müslüman ülkede 2006 yılı boyunca yaklaşık 20 bin kişi üzerinde yaptığı ve Türkiye'yi de içine alan araştırmada, Müslüman ülke halklarının şeriata bakışı ortaya çıkıyor. Araştırma kapsamında Türk halkının yüzde 57'si "Yasamada kesinlikle şeriat olmasın" derken yüzde 23'ü sınırlı şeriattan yana. Türkiye'de yüzde 9'luk bir kesim ise şeriat yanlısı... Şeriata en fazla istekli olan ülke ise halen şeriatla yönetilmekte olan İran. İran halkının yüzde 66'sı yasamanın şeriatla sürmesini istiyor. Araştırmanın Türkiye ve diğer ülkeler için sonuçları ise şöyle:

 

- Yasamada şeriat ister misiniz?

 

- Türkiye:

 

Yüzde 57, yasamada şeriat olmasın.

 

Yüzde 23, sınırlı oranda olsun.

 

Yüzde 9, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun.

 

- İran:

 

Yüzde 66, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun.

 

Yüzde 14, şeriat olmasın.

 

Yüzde 13, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun.

 

- Lübnan

 

Yüzde 57, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun.

 

Yüzde 33, şeriat olmasın.

 

Yüzde 8, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun.

 

- Endonezya :

 

Yüzde 54, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun.

 

Yüzde 18, şeriat olmasın

 

Yüzde 14, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun

 

- Bangladeş

 

Yüzde 52, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun.

 

Yüzde 39, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun.

 

Yüzde 6, şeriat olmasın.

 

- Mısır

 

Yüzde 66, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun.

 

Yüzde 24, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun.

 

Yüzde 1, şeriat olmasın.

 

- Ürdün

 

Yüzde 54, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun.

 

Yüzde 39, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun.

 

Yüzde 1, şeriat olmasın.

 

- Pakistan

 

Yüzde 60, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun.

 

Yüzde 21, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun.

 

Yüzde 4, şeriat olmasın.

 

- Din gündelik hayatınızın önemli bir parçası mı?

 

Endonezya yüzde 99

 

Mısır yüzde 98

 

S.Arabistan yüzde 98

 

Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 98

 

Bangladeş yüzde 96

 

Pakistan yüzde 95

 

Ürdün yüzde 92

 

Lübnan yüzde 87

 

Türkiye yüzde 86

 

Kuveyt yüzde 82

 

Fas yüzde 82

 

İran yüzde 74

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-2

 

 

 

 

İran'da aydınlar, mollalarla birlikte hareket ederek ciddi ve vahim stratejik bir hata yaptılar

Siyasi İslamın Şii yüzü

 

 

 

İran'da 1979'da yaşanan İslam devrimi, gerek ABD'nin küresel politikalarında gerekse bölgedeki dengeler bağlamında önemli bir kırılma noktası oldu. İran bugün, ılımlı İslamın en büyük destekçisi olan ABD'nin baskısı altında. Yani, ılımlı İslam ile İslamın Şii yorumu, bölgesel ve küresel güç mücadelesi içinde. Ama ikisinin de ortak yönü, dinselleşmeyi siyasi araç olarak kullanmaları.

ABD, soğuk savaş dönemi boyunca yeşil kuşak projesinin üzerinde itinayla durdu. Her ne kadar yeşil kuşak projesinin temelinde Sünni İslam olduysa da Washington yönetimi, soğuk savaş süreci boyunca İslamın Şii yorumuyla kendini ortaya koyan İran ile de yakından ilgilendi. İran, Irak gibi Ortadoğu'nun petrol zengini ülkelerinden biriydi ve çokuluslu petrol şirketlerinin İran'da önemli çıkarları vardı. Ancak İran'da 1979'da yaşanan İslam devrimi, gerek ABD'nin küresel politikalarında gerekse bölgedeki dengeler bağlamında önemli bir kırılma noktası oldu. Çünkü İran gerek tarihi köklerinden gerekse güçlü Şii geleneğinden ötürü, Ortadoğu coğrafyasındaki diğer ülkelerden oldukça farklı bir konuma sahipti. İslam devrimi her ne kadar bütün Batı'yı emperyalist ilan edip ABD'yi "büyük şeytan" olarak değerlendirse de Humeyni gerek siyasi gerekse ekonomik açıdan Batı ve özellikle de Avrupa ülkeleri ve Moskova ile işbirliği yapmayı sürdürdü. Artık dünya üzerinde siyasi İslamın Şii yüzü de önemli bir küresel aktör olmak istiyordu.

 

ASYA İLE ORTADOĞU'NUN KÖPRÜSÜ

 

İran, coğrafi konumundan dolayı küresel güç odaklarının her zaman dikkatini üzerine çekti. Ortadoğu ve Asya'nın köprübaşı işlevini gören, stratejik bir ülke olan İran'ın son yüz yıllık tarihi, aslında bugün içinde bulunduğu "İslamcı" koşullardan farklılık gösteriyor. Ortadoğu'nun darbelerle harmanlanmış siyaset geleneğinin tersine, İran'da gelişmeler daha çok, ezilen ve toplumun alt tabakalarını oluşturan sınıflarının ortaya koyduğu muhalefetin etkisi altında şekillendi. Sadece 1921'deki Rıza Şah 'ın iktidarı dışında, İran'daki siyasi dengeler toplumun sıkıntıda olan kesimlerinin talepleri doğrultusunda oluştu. Bu, feodal geleneklerinden sıyrılamamış Ort adoğu coğrafyası için önemli bir özellikti.

 

İran'da ülkenin kendi iç pazarına ilişkin ilk siyasi tepki, bugün de sistemi kontrol eden pazar esnafı, ticaret erbabı ve aydınların 1890 yılındaki hareketi oldu. Nadir Şah , İran tütününün üretim, satış ve ihracının imtiyaz hakkını elli yıllığına İngiliz işadamı Major Talbot 'a verince protestolar arka arkaya geldi. İkinci hareket ise 1906 yılında ortaya çıktı. Anayasa Hareketi olarak bilinen muhalefet hareketi bu kez Şah'ın kendisine yönelikti... Muhalefet, Şah'ın yetkilerinin kısıtlanmasını istiyordu. Amaç, temel hak ve özgürlüklerin anayasa ile güvence altına alınmasını sağlamaktı. Rıza Şah 21 Şubat 1921'de darbe yaptı ve yeni bir iktidar kurdu. 1925'te de kendisini kral ilan etti. Batılı anlamda siyasi bir yapı için ilk adım böylece atılmış oldu. Ancak 2. Dünya Savaşı, gelişmelerin seyrini değiştirdi. Devreye Sovyetler Birliği ve İngiltere girdi. İki ülke 1941'de İran'ı işgal etti. Amaç, ülkedeki Alman etkisini kırmaktı. İran petrolleri, savaşın gidişatının belirginleşmesi açısından da büyük önem taşıyordu.

 

EMPERYALİST DARBE

 

Müttefikler, İran petrollerinin Almanların eline geçmesine izin veremezdi. İşgalin ardından Rıza Şah, iktidardan çekilmek zorunda kaldı. Koltuğunu oğlu Rıza Pehlevi 'ye bıraktı. İşgal, İran içindeki dengeleri de etkiledi. Ülkede Fars milliyetçiliği öne çıktı ve önemli bir gelişme gösterdi. Milliyetçiliğin gelişmesi ve ulusal bilincin güçlenmesi, siyasi alanda da etkisini gösterdi. Ulusal Cephe Partisi 1951'de iktidara geldi. Hükümeti, İran siyasetine damga vuran önemli bir isim kurdu: Muhammed Musaddık ... Musaddık hemen harekete geçti. İran petrollerini ulusallaştırdı, yabancı şirketlerin imtiyaz haklarını içeren anlaşmaları iptal etti. Bu durum, Batı'yı ve özellikle de yavaş yavaş küresel egemenlik peşinde koşmaya başlamış çokuluslu şirketleri rahatsız etmişti. İran denetimden kaçıyordu. Bunun önüne geçilmesi için dinci ya da değil ama Batı'nın çıkarlarını kollayacak totaliter bir rejim gerekiyordu. Önce, dinci olmayan yöntem denendi.

 

CIA'DEN MUSADDIK'A DARBE

 

İran için özgürlük dönemi çok uzun sürmedi. Başta Washington olmak üzere kapalı kapılar ardında Mussaddık'ın devrilmesi planlanmaya başlandı. Sıkıntı giderek artmıştı. İran kontrolden çıkıyordu. 1953'te ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) harekete geçti ve Mussaddık'a karşı darbe yapıldı. Darbenin planlayıcısı ve uygulayıcısı ABD başkanlarından Franklin Roosevelt 'in ailesinden gelen CIA Tahran İstasyon Şefi Kim Roosevelt ile Şah'ın dostu ve 1991 Körfez Savaşı'nda ABD ordusunun komutanı Norman Schwarzkopf 'un babası General Norman H. Schwarzkopf 'tu...

 

Ardından, İran'dan kaçmış olan Şah geri getirildi. General Schwarzkopf da İran Gizli Servisi Savak'a eğitim verdi. Böylece, Batılı güçlerin İran'daki çıkarları garanti altına alındı. İran petrolü Batılı şirketler arasında yeniden paylaştırıldı. Sonraki yirmi yıl içinde de Ortadoğu petrolünün yüzde 65'i Amerikan şirketlerine geçti. Şah, küresel güçlerin desteğini arkasına alıp iktidarını pekiştirdi.

 

Yabancı şirketlere petrol üretme ve işletme hakkı yeniden tanındı. Yani Batı amacına ulaşmıştı. Ülke petrol zenginiydi, ama toplumdaki refah düzeyi bir türlü artmıyordu. Zenginlik toplumun alt tabakasına yansımadığı gibi, yoksulluk sonucu dini etkinin giderek artması, sıkıntılı bir sürecin de başlangıç noktasını oluşturdu. Şah Pehlevi 1953'ten sonra ülkede katı, baskıcı politikalara hız verdi. Sorunları çözmek yerine, toplumsal baskı uygulama yoluna gitti.

 

Bu durum, Şii inancı içindeki radikalleşmenin önünü açtı. Mollalar, zaten dinsel kökleri derin olan İran toplumundaki etkilerini artırdılar. Öyle ki, mollaların siyasi gücü iktidardaki mutlak güç ile pazarlık yapabilecek aşamaya gelmişti. Şah iktidarı ile mollalar arasındaki ilk çatışmalar 1959'da toprak reformu olarak bilinen yasa geçerken yaşandı. Genel olarak bilinenin aksine, toprak reformu yasasının amacı, toprakların büyük toprak sahiplerinden alınıp topraksız yoksul köylüye dağıtılması değildi. Tersine, kırsal kesimde kapitalist tarım işletmeleri kurabilecek toprak ağalarının çıkarlarını gözeten bir yasaydı. Yani tarım ve sanayi arasındaki ilişkiyi tarım aleyhine etkileyerek kırsal kesimin sermayesini sanayi sermayesine dönüştürmek amacını taşıyordu. Özünde İran'ın zengin sınıfının sermaye yapısının dönüşümünü amaçlıyordu.

 

AYDINLARIN STRATEJİK HATASI

 

Çıkarılmak istenen toprak reformu yasası her şeyden önce mollaların bir kısmını direkt olarak etkilediği gibi, toprak sahipleri tarafından parasal olarak desteklenen ve mollaların yönetimi altındaki vakıflarının geleceğini tehlike altına sokuyordu. Yani bu yasanın kendileri açısından oluşturduğu tehdit büyüktü. Mollalar, 1963 olaylarına kadar geçen süre içinde siyasal iktidarın karşısında olmaktan çok, yanında almışlardı. Yani iktidarları, çıkarlarına hizmet için kullanmışlardı. Ancak durum şimdi farklıydı. Acaba belli güç odakları mollaların iktidarı için düğmeye mi basmıştı?

 

Peki, mollaların 1963 yılındaki olayların içinde yer almalarının gerçek nedeni neydi? Genelde mollaların, Şah'ın İran'ı reform sürecine sokmak istemesine mollaların karşı duruş sergilemesinden dolayı bu olayların içinde olduğu düşünülür. Ancak 1963 olaylarını sadece dinci yapılanmaların bir hareketi olarak görmek olası değil. 1960'lı yılların başında dünyada hızla gelişen siyasal akımlar, İran toplumunda da genel bir huzursuzluk yaratmıştı. 1960'lı yılların başında gelişen bu huzursuzluk ortamında aydınların başını çektiği Ulusal Cephe hareketi Şah rejimine karşı başkaldırı noktasına gelmişti. Burada mollalar ile aydınların bu protesto hareketini ayrı düşünmesi gerekiyor.

 

Mollaların muhalefeti her ne kadar reform ve modernleşmeye bir tepki olarak nitelendirilse de zaten ne Batılı anlamda demokrasi ne de hak ve özgürlük istiyorlardı. Aydınlar, mollalar ile birlikte hareket ederek ciddi bir stratejik hata yapmışlardı.

 

 

 

 

 

 

 

Kara çarşaflı kadınlar Şah'a karşı ayaklandılar.

 

 

 

 

MOLLALAR 1979'DA HUMEYNİ'NİN LİDERLİĞİNDE İKTİDARA GELDİ

 

Ortadoğu'nun kırılma noktası

1963 olayları sırasında Mollaların muhalefetinin temelinde bir bütün olarak alternatif bir "siyasi İslam programının" "Reformlara evet, diktatörlüğe hayır" çerçevesinde muhalefet ederken bu talepler mollalar tarafından desteklenmiyordu. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra, soğuk savaş döneminde Ortadoğu'nun Sovyetler Birliği'nin yanında yer almasına karşı gerici dinci unsurlar desteklenir olmuştu. Batı, İslamcı yapılanmaları etkin olarak kullanmaya başlamıştı. Yeşil kuşak projesi yürüyordu. Çokuluslu şirketlerin, küresel sermayenin baronlarını temsil eden ABD, İran'da da siyasal İslamın 1960'lardan sonra gelişimine göz yumdu. Göz yummakla da kalmayıp destek verdi. Amaç, Sovyetler Birliği'nin sıcak denizlere inmesini önlemekti. Sırtını bir yandan ABD desteğine ve petrol sermayesine, diğer yandan dünyanın en büyük ordularından birine, hatta Savak gibi güçlü bir gizli polis teşkilatına dayamış olan İran Şahı'nın içi rahattı. Ancak mollaların hızla etkinliğini artırmasının ardından iktidarını bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde kaybetmiş olması, henüz yanıt bulamamış önemli bir soru olarak ortada kaldı. Başta ABD olmak üzere Batılı güçler tarafından Afganistan'da, İran'da, Irak'ta, o dönemde Sovyetler Birliği'ne karşı yaratılan bu gerici yapılanma, bugünün terör odaklarının hem teorik altyapısını oluşturdu hem de önemli pratik kazandırdı. Mollalar İran'da, 1979'da Ayetullah Humeyni 'nin liderliğinde iktidara geldi. Humeyni'nin Air France uçağı ile Paris'ten Tahran'a gelmesi, Ortadoğu tarihinin kırılma noktalarından birini oluşturdu. İran artık bir İslam cumhuriyeti olma yolunda hızla ilerlemeye başlamıştı. Aslında İran'da mollaların bu kadar güç kazanacağını, İslam cumhuriyeti kurulacağını kimse tahmin edememişti. Ancak beklenmeyen oldu. Şah döneminde, küresel çıkar odaklarının desteğiyle hızla dinselleşen İran toplumu, İslamcı rejimi kabul etmekte hiç zorlanmadı. Aydınlar ve laik kesim hızla baskı altına alındı. İran toplumunun dinselleştirilmemiş olan bölümü de baskıyla İslamcı yaşam biçimi içine sokuldu. Kadınlar kapatıldı, Batılı yaşam tarzı ortadan kaldırıldı. İçki yasaklandı. İran hızla bir İslamcı dönüşüm içine girmişti. Hatta İslamcılarla birlikte hareket etmiş solcular ülkeden kaçmak zorunda kaldı. İran dışında büyük bir İran diasporası oluştu. Humeyni, Fars/Şii yayılmacılığını gündeme taşıdı. İslam kavramı bu yayılmacılığa önemli bir çerçeve oluşturdu. Humeyni, ABD'yi "büyük şeytan" olarak ilan etti. Sovyetler Birliği'ni de ABD ile aynı kefeye koydu... Humeyni bütün Batı'yı reddediyordu, ABD'yi büyük şeytan olarak görüyordu, ama Batılı ülkeler ile hem ekonomik hem de askeri ilişkiler içine girmekten çekinmiyordu. İslam devrimi propagandası, aslında halkın İslamlaştırılmasına yönelik inancını koruması için kullanılıyordu. Yani Humeyni'nin antiemperyalist söylemleri, sadece retorikte kalıyordu. Pratikte Batı ve Batılı ülkeler ile ilişkiler hızla yürütülüyordu.

 

 

 

 

 

 

 

Humeyni'nin Air France uçağı ile Paris'ten Tahran'a gelmesiyle, İran artık bir İslam cumhuriyeti olma yolunda hızla ilerlemeye başladı. Aydınlar ve laik kesim hızla baskı altına alındı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

'ŞEYTAN'A KARŞI BÜTÜNLEŞTİ

 

ABD'nin politikası mollaların işine yaradı

Aslında ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik baskıcı politikaları, İran'da mollalara karşı liberal/seküler bir muhalefetin oluşmasını ve harekete geçmesini engelledi. Ülkedeki muhalefet, ulus bilincinin zarar görmemesi için ABD ile işbirliği içine girmek istemedi ve sessiz kalmayı tercih etti. ABD'nin bütün "terörist ülke" yönündeki söylemleri, İran halkını bir arada tuttu. Şiilik ortak paydası ve Fars milliyetçiliği aslında tam bir tutkal görevi üstlenmişti. Nasıl ki İran-Irak savaşı sırasında, İran içinde baş gösteren kaynama bir süre kendiliğinden donduysa, ABD'nin Irak'ı işgali ile başlayan süreçte de benzer yaklaşımlar ortaya çıktı. Hele ki ABD, İran'ı vurma yönünde arayışlarını hızlandırınca, molla yönetimi kendi içinde kilitlenme yolunu seçti.

 

DEVRİM İHRACI POLİTİKASI

 

İran İslam Cumhuriyeti'nin kurulmasının hemen ardından "devrim ihracı" politikası uygulamaya kondu. Amaç, İslamiyetin siyasallaştırılması ve İslam coğrafyası içinde en azından bölgeselleştirilmesiydi. İran, böylelikle bölgesel etkinliğiyle küresel oyuncu olma yolunda adım atmak istiyordu. Yani bugün ABD kendi çıkarı için siyasal İslamı nasıl kullanıyorsa, Tahran yönetimi de aynı uygulamayı devrim ihracı olarak gerçekleştirmek istemişti. Yani mollaların deyimiyle İslam devrimi İran'la sınırlı kalmayacaktı. Bundan dolayı da İslamcı ideolojinin tüm İslam dünyasına yayılması propagandası yapılmaya başlandı.

 

ILIMLI İSLAM Şİİ İSLAMA KARŞI

 

İran bugün, ılımlı İslamın en büyük destekçisi olan ABD'nin baskısı altında. Yani bir başka deyişle, ılımlı İslam ile İslamın Şii yorumu, bölgesel ve küresel güç mücadelesi içinde. Ama ikisinin de ortak yönü, dinselleşmeyi siyasi araç olarak kullanmaları. Ancak ilginçtir ki, İran'ı "terörist" olmakla suçlayan Washington yönetimi, son 7 yıldan bu yana Tahran yönetiminin iki kritik konuda beklentilerini de karşılamıştı. ABD bir taraftan Şiilerin en büyük düşmanı olan Vahhabi El Kaide ve Sünni Taliban'a önemli darbeler vurmuş, diğer taraftan da Irak'ta 1400 yıl aradan sonra ilk kez Şiileri iktidar yapmıştı. Mahmut Ahmedinejad 'ın cumhurbaşkanı olmasından sonra ABD ile Washington arasında sert mesajlar havada uçuşsa da kurulmak istenen diplomatik denklem çok basitti: "ABD, İran'ın rejimini tanısın, İran da petrol alanlarını çokuluslu şirketlere açsın." Şimdi pazarlıklar, din olgusu öne çıkarılıp bu eksen üzerinde yürütülüyor. İsrail'in nükleer silahları olmasına ses çıkarmayan ABD, İran'ın nükleer güç olmasını ise Tahran üzerinde baskı aracı olarak kullanmaya ve söz konusu diplomatik denklemi kendi lehine çevirmeye çalışıyor.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-5

 

 

Suudi Arabistan, komşu ülkelere Yeşil Kuşak Projesi ile birlikte rejimini de aktardı

Yeşil Kuşak Suudilere yaradı

 

 

 

Büyük Ortadoğu (BOP) ve Genişletilmiş Afrika Projesi'nin destekçilerinden ve ABD'nin Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden olan Suudi Arabistan, komşu ülkelerine Washington'ın Yeşil Kuşak Projesi ile birlikte rejimini de aktardı. Ancak bu süreç ABD'nin de istediği gibi olmadı. Suudilerin Vahhabi rejimini destekleyen bu ülkeler, anayasa ve yasaları ABD'nin dahi hayal edemeyeceği şekilde değiştirdi. BOP dahilinde Türkiye'ye en çok benzeyen ülke ise Fransız tipi laiklik anlayışı ile Tunus oldu.

 

 

 

20. yüzyılın 2. yarısında tüm Ortadoğu'yu etkisi altına alan Yeşil Kuşak Projesi, ABD'den çok Suudi Arabistan'ın işine yaradı. Vahhabi rejimini yaymaya çalışan Suudi hanedanlığı, çevresindeki ülkeleri kısa sürede ve oldukça ileri şekilde etkiledi. Özellikle Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen adeta Suudi rejiminin birer kopyasını kabul ettiler. Bu ülkelerin anayasal sistemleri şimdi ise şöyle:

 

 

 

 

 

 

ÜRDÜN

 

Mutlak monarşi ile yönetilen Ürdün'de tam olmasa da şeriat kuralları uygulanıyor. Bu ülkedeki devlet okullarında kız ve erkek çocuklar ayrı ayrı sınıflarda eğitim alıyor. Bunun yanı sıra şeriat mahkemeleri de ülkede yine kamuyu ilgilendirmeyen davalara bakıyor. Ürdün'de devlet tarafından örtünen kadınlara para ödenirken örtünmemenin ise cezası bulunmuyor. Ancak Ürdün'deki türbanlı kadın oranı yüzde 90'ın üzerinde. Ancak Ürdün Kralı Abdullah 'ın karısı Rabia' nın başı açık.

 

Seçimlerde kadınların yerine kocaları oy kullanabiliyor. Bunun yanı sıra erkekler 4 kadınla evlenebildiği gibi, aynı Suudi Arabistan'da olduğu gibi, miras hakkından yüzde 25 oranında faydalanabiliyor. Ülkede bir de Ürdün Şeriat Üniversitesi bulunuyor. Bu üniversitede pozitif bilimler ile dini bilimler bir arada öğretiliyor.

 

BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ

 

Şeriat hükümlerinin büyük oranda geçerli olduğu ve federal monarşiyle yönetilen ülkede, taşlama gibi ağır cezalar olmasa da kırbaçlama ve para cezaları bulunuyor. Ülkenin bazı eyaletlerinde içki içmek yasak. Ancak turistlere herhangi bir kısıtlama bulunmuyor. Ayrıca ülkede kadınların çalışmasına iyi bakılmamasının yanı sıra parlamentoda da hiç kadın milletvekili bulunmuyor.

 

YEMEN

 

Yemen'in BOP'un ortaya çıktığı 2006 yılında hazırlanan yeni anayasasında İslam şeriatının en önemli kaynağı olduğu, yani kanunların belirlenmesinde İslam şeriatının esas alınacağı kayda bağlandı. Türkiye ile birlikte BOP'un eşbaşkanı olan Yemen'in anayasasında medeni hukuku belirleyen 31. maddede de "medeni hukukun kaynağını şeriattan aldığı ve kadın ve erkeklerin şeriat önünde eşit oldukları savı" karara bağlanıyor. Ayrıca ülkede BOP'un ortaya çıkmasıyla birlikte çıkarılan anayasa ve yasaların ardından Şii ve Sünniler arasında büyük bir iç çatışma da devam ediyor. Ülkede bulunan şeriat mahkemelerinin yıllar önce aldığı kararlar nedeniyle kadınların başlarını örtmesi zorunlu tutulurken yüzde 99'luk bir kitle ise peçe takıyor. 4 kadınla evlenmenin serbest olduğu ülkede, kadınların çalışmasına ise izin verilmiyor.

 

İçki içmek, kumar oynamak ve açık giyinmenin yasak olduğu ülkede, üniversite öğrencilerinin de İslami şartlara uygun olarak giyinmesi gerekiyor. Ülke, Suudi Arabistan ile büyük bir sınır sorunu yaşasa da sisteminden büyük oranda etkileniyor. Kız öğrenciler ilk ve ortaöğretim kurumlarından, ancak ailelerinden erkek bir birey tarafından alınabiliyor.

 

PAKİSTAN İSLAM CUMHURİYETİ

 

Anayasaya göre resmi dini İslam olan Pakistan'da 1978 yılında alınan bir parlamento kararıyla en yüce yasa şeriat kabul edildi.

 

Bu sürecin ardından Pakistan'da şeriat mahkemeleri kuruldu. Ancak ülkede 1999 yılından sonra Pervez Müşerref tarafından gerçekleştirilen kansız darbenin ardından İslamın etkisi az da olsa azalırken bu yıl başından beri devam eden Lal Meclisi olayları nedeniyle İslami tırmanış sürüyor. Ülkenin kuzey eyaletinde şeriat düzeni ilan edilirken devlet başkanlığı seçimi sürecinde yeri oldukça sarsılan Pervez Müşerref'in de sürece müdahale edememesi dikkat çekiyor.

 

FAS

 

İslam coğrafyasının en batıdaki ülkesi olan ve resmi dini İslam olan Fas'ın anayasasında ülkenin resmi dini İslam olarak yer alıyor.

 

Ancak Fas'ta da, aynı Malezya'da olduğu gibi sadece özel hükümlü mahkemelerde şeriat hukuku öngörülüyor. Evlenme, boşanma, din değiştirme, zina, kürtaj gibi konularda şeriat mahkemeleri karar veriyor. Ceza yasaları, genel Batı hukuk sistemine göre düzenleniyor. Ancak Fas'ta özellikle BOP ile birlikte İslami hareketin hızla gelişmesi ve bu ülkede de aynı Türkiye'de olduğu gibi "Adalet ve Kalkınma Partisi" nin büyük etkinliğe sahip olması dikkat çekiyor. Fas AKP'si ülkenin yapısının "şeriata uygun olduğunu" belirtirken halktan da büyük destek alıyor. Bu nedenle ülkede şeriat mahkemelerinin, kamu mahkemelerinin alanına müdahale etmeye başlayabileceği konuşuluyor. Fas aynı zamanda BOP içinde Tunus ile birlikte Türkiye'ye en çok benzetilen ülke olma özelliği taşıyor.

 

TUNUS

 

ABD'nin Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Kuzey Afrika Projesi içerisinde yer alan ülkelerden biri olan Tunus'ta, Türkiye'nin de uyguladığı Fransız tipi laiklik yürürlükte. Ancak ülkedeki İslami hareketlerin özellikle Mısır'daki Müslüman Kardeşler Örgütü ile eşzamanlı olarak gelişmesi ve bu grupların yönetimde söz sahibi olmaya çalışması nedeniyle ülke yönetimi siyasi simge olarak görülen türbanın devlet dairelerinde, okullarda ve kamusal alanlarda kullanılmasına izin vermiyor.

 

Tunus bu yasağı 1981 yılından bu yana, 108 sayılı "yurttaşların din ve mezheplere göre ayrımcılığa sevk edilmesinin önlenmesine ilişkin yasa" ile uyguluyor. ABD'nin BOP'unun ardından hızla gelişen İslamcılık hareketlerinin yeniden palazlanmasının ardından ise ülke daha farklı bir yasak uygulamaya başladı.

 

Bu kapsamda başbakanlık bir genelge yayımlayarak sokaklarda türban takılması ile kamuya açık yerlerde namaz kılınmasını, yine "yurttaşları din ve mezheplere göre ayrımcılığa sevk ettiği" gerekçesiyle yasakladı.

 

İSLAM ÜLKELERİ

 

Zina sadece kadına suç

BOP coğrafyasındaki İslam ülkelerinde, zina sadece kadına yönelik bir suç olarak görülüyor. Bazı ülkelerde, zina yapan karısını öldüren erkeğe ceza dahi verilmezken bazısında zina "devlete karşı suç" statüsünde değerlendiriliyor. Birçoğu Suudi Arabistan örneğinden yola çıkılarak hazırlanan bu yasaklar, kadınların sadece demokratik haklarının değil, özgürlüklerinin de ellerinden alınmasına neden oluyor. Bazı İslam ülkelerinde zinaya ilişkin cezalar şöyle:

 

- İran Ceza Yasası'nda özel suçların bulunduğu ikinci bölümdeki zina, yapanın yaşı, evlilik durumu gibi faktörlere göre, kırbaç, değnekle dövme ve ölüm gibi cezaları gerektiriyor. Müslüman kadınla zina yapan gayrimüslim erkek, tecavüz yoluyla zina yapan erkek, yakın akraba ya da üvey anneyle zina yapanlar ölümle cezalandırılıyor. Ölüm, recm yoluyla gerçekleştiriliyor.

 

- Mısır Ceza Yasası'nın 274. maddesine göre, evli bir kadın zina suçu işlerse iki yıla kadar hapisle cezalandırılıyor. Buna karşılık erkek zina yaparsa altı ay ceza alıyor. Evli erkeğin hayat kadınıyla birlikte olması suç sayılmıyor. Buna karşın bu konuya ilişkin 240. madde, evli erkekle birlikte olan hayat kadınının cezalandırılmasını öngörüyor. Mısır Anayasası'ndaki eşitlik ilkesi nedeniyle ceza yasasının ilgili maddesinin anayasaya aykırı olduğu tartışılıyor.

 

- Sudan Ceza Yasası'nın 146. maddesine göre zina, ölüm cezası gerektiren suçlar arasında. Evlenmeden cinsel ilişki zina sayılıyor. Zina yapan kadın evliyse taşlamayla öldürülüyor. Bekârsa 100 kırbaç vuruluyor.

 

Dört tanık gerekiyor

 

- Pakistan Ceza Yasası'nda zina kişisel suç olmaktan çıkarılıp "devlete karşı suç" a dönüştürüldü. Zinanın kanıtı için şeriat kuralları gereği dört tanık aranıyor. Ancak aynı tanık sayısı, tecavüze uğrandığını kanıtlamak için de aranıyor. Tecavüz olduğu kanıtlanamazsa mağdur da zina ile suçlanıyor. Ceza, taşlama ve kırbaç, ama 1980'den beri hiç rastlanmadı.

 

Eşe öldürme yetkisi

 

- Ürdün Ceza Yasası'nın 340. maddesi, zina yapan eşini öldüren kocaya cezadan muafiyet getiriyor. Zinanın cezası 1-3 yıl arasında değişiyor. Cezanın ağırlığı, zinanın yapıldığı yere ve evlilik durumuna bağlı.

 

- Fas Ceza Yasası'nda da Ürdün gibi, zina yapanı öldürenin cezası indiriliyor ya da yok sayılabiliyor.

 

 

 

 

 

İslam yasaları uygulayan 33 ülke

 

Eşcinselliğin cezası ölüm

BOP ' un ana coğrafyası olan, İslam Konferansı Örgütü'ne (İKÖ) üye İslam ülkelerinde, İslami yasaları uygulayan 33 ülkenin ceza yasasında eşcinsellik suç sayılıyor. Suudi Arabistan'da eşcinseller, saptanması durumunda idam edilirken İran'da kişilerin birbirine sürtünmesi bile kırbaçlanma nedeni kabul ediliyor. Bazı ülkelerdeki yasaklar şöyle:

 

- Birleşik Arap Emirlikleri: 7 farklı emirlikten oluşan Birleşik Arap Emirlikleri'nde hem federal ceza yasası hem de Dubai, Abu Dabi, Ras al-Haima ve Sarga emirliklerinin yerel ceza yasaları eşcinselliği suç olarak kabul ediyor. Federal yasa, eşcinselliğin idam ile cezalandırılmasını öngörürken yerel emirlikler farklı cezalar öngörüyor. Eşcinsellik, Abu Dabi Emirliği Yerel Ceza Yasası'nda 14 yıl hapis ile, Dubai Ceza Yasası'nda 10 yıl hapis ile cezalandırılırken diğer iki emirlikte değişen hapis cezaları öngörülüyor. Eşcinsel ilişki sırasında yakalanan bir şahsın yerel veya federal ceza yasaları bağlamında yargılanıp yargılanmayacağı başsavcının vereceği karara bağlı.

 

- Fas: Fas Ceza Yasası'nın 489 No'lu maddesi, eşcinselliğe 3 yıla kadar hapis cezası ve 1000 dirhem para cezası öngörüyor.

 

- İran: 1991 yılında gözden geçirilen İran İslam Ceza Yasası, eşcinselliği 2 kategoride değerlendiriyor:

 

1. Erkek Eşcinselliği : Yetişkinler idam ediliyor. Eğer eylemi işleyenler yetişkin değillerse 74 kırbaç ile cezalandırılıyorlar.

 

2. Lezbiyenlik: İki yetişkin arasında lezbiyen ilişki gerçekleşmesi halinde ceza 100 kırbaç olarak veriliyor. Eğer aynı şahıs bu eylemi dört kez gerçekleştirirse idam ediliyor.

 

- Libya: Libya Ceza Yasası'nın 407 (4) No'lu maddesi eşcinselliğe 3 ile 5 yıla kadar hapis cezası öngörüyor.

 

- Malezya: Malezya Ceza Yasası'nın 377 No'lu bölümü eşcinselliği 20 yıla kadar hapis, para ve sopa ile cezalandırılmasını öngörüyor.

 

- Mısır: Eşcinsellik yasadışı olarak kabul ediliyor. 1 yıl hapis cezası uygulanıyor.

 

- Nijerya: Nijerya Ceza Yasası'nın 42. bölümü eşcinselliğe 14 yıl hapis cezası öngörüyor. Şeriat hükümlerinin geçerli olduğu eyaletlerde ise eşcinselliğe taşlanma yolu ile ölüm cezası veriliyor.

 

- Pakistan: Eşcinselliğe, duruma göre iki yıl hapis cezası, 100 kırbaç veya idam veriliyor.

 

- Sudan: Ülkede eşcinsellik hapis, sopa veya idam ile cezalandırılıyor.

 

- Suudi Arabistan: Şeriat hükümlerinin geçerli olduğu ve eşcinselliğin yasadışı olduğu Suudi Arabistan'da yakalananlar hapis, ömür boyu hapis veya idam edilerek cezalandırılıyor.

 

- Yemen: Eşcinsellik hapis veya idam ile cezalandırılıyor.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-6

 

 

Araştırmacı-yazar Yıldırım: Amerikan yönetimi dini ulus devlete karşı bir silah olarak kullanıyor

ABD, yöntem değiştirdi

 

 

 

İnsanların dinsel inançlarını, geçmişte olduğu gibi, bir silah gibi, bir karşı ideoloji gibi kullanmıyor; o insanların inanç çevresinde örgütlenmelerinden yararlanmaya ve onları ulusal devlet düzenlerine karşı bir silah olarak kullanmaya çalışıyor.

 

 

 

 

Bush yönetiminin 'dinlere sahip çıkma' projesinin altında ulus devleti parçalama amacı yatıyor.

 

Emperyalizmin küreselleşme diyerek yeni "sivil ve askeri" işgal yöntemlerini "Project Democracy - Sivil Örümceğin Ağında, Azerbaycan'da Proje Demokratiya - Adım Adım Teslimiyet, Savaşmadan Yenilmek" gibi kitaplarıyla gündeme getiren araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım , günümüzde ABD'nin dinsel inançları, geçmişte olduğu gibi, bir silah gibi, bir karşı ideoloji gibi kullanmadığını; yöntemini değiştirerek "insanların inanç çevresinde örgütlenmelerinden yararlanmaya ve ulusal devlet düzenlerine karşı bir silah olarak" kullanmaya çalıştığını ifade etti. Yıldırım, "Kutsal inançlarla örülmüş örgütler şebekesini yönetmek; denetim altında tutmak istiyor. Dünyadaki bütün dinlere ve mezheplere sahip çıktığını ileri sürüyor Washington. Bu çok ciddi bir projedir" dedi. Mustafa Yıldırım, dünya ve Türkiye'deki son gelişmelere ilişkin sorularımıza şu yanıtları verdi:

 

- Hem ülkemizde, hem de dünyada yaşanan dinsel kabarmayı bir "gericilik" dalgası olarak mı algılayacağız, yoksa kurgulanmış bir küresel egemenlik tasarımı olarak mı?

 

- Ortaçağdan bu yana dinsel egemenliklerin olduğu, din devletlerinin kurulduğu bir gerçek. 20. yüzyılda da, miğfer içinde kalmış, NATO müttefiki olmuş, Amerikan koruması altına girmiş devletlerde de din kullanılmıştı. Örneğin, 1946'da Türk hükümeti ABD ile ilk anlaşma yaptığı günden başlayarak Türkiye'de politika birden değişiyor; din eğitimi ile ilgili ilkeli politika yön değiştiriyor. Bu durum değerlendirilirken " Yobazlığa prim verildi" deniyor, oysa aslında bu bir siyasi anlaşmanın sonucuydu. ABD sosyalizme, komünizme karşı dini kullanarak örgütlenenleri bir araç olarak kullanmak istiyor. Ve insanları en güzel ve en kolay cepheleştireceği alan; kutsallığı nedeniyle, dokunulmazlığı nedeniyle dindir. Elbette dinin kendisi değil; ama dini kullanarak kendilerine egemenlik ortamları ve tartışmasız bir güç sağlayan, kimi zaman mezhepçilik, tarikatçılık olarak örgütlenenleri destekliyor. Bugün durum biraz değişik.

 

- Farklılık nerede? Destekleyen ile desteklenen yine aynı değil mi?

 

- Bugünkü durum geçmişin uzantısıdır; ama yöntem farklıdır. Geçmişte, Sovyetler Birliği'ne ve tanım olarak komünizme karşı ideolojik kullanım önde geliyordu. Bu kullanım yalnızca Türkiye'deki tarikatları kullanarak olmamıştı, Latin Amerika'da kiliseler, Hıristiyan mezhepleri, tarikatları, Uzakdoğu'da Budistler kullanılmıştı. Hatta provokasyonlarda, kanlı kışkırtmalarda da din yoğun olarak kullanılmış; kiliselere bomba atılmış, sonra da halka "Kızıllar, komünistler, anarşistler kilise bombaladı" diyerek ayaklanma çağrıları yapılmıştı. Tıpkı bizde camilerin bombalanması ve daha sonra halkı örgütlü bir kalkışmaya, kendi kardeşlerini boğazlamaya sürüklemek gibi. Bir cephe oluşturmaktı o dönemdeki kullanım. Oysa bugün 'Demokrasi Projesi' dediğimiz operasyonda, dünyanın 90'a yakın ülkesinin içeriden yeniden yapılandırılması, egemenin ülkelerin iç düzenini kendi amacına göre uydurma projesinde dinin ayrı bir yeri var...

 

- Bu kez nasıl bir kullanım söz konusu?

 

- Bu kez dini ideoloji olarak kullanmıyor... İnsanların dinsel inançlarını, geçmişte olduğu gibi, bir silah gibi, bir karşı ideoloji gibi kullanmıyor; o insanların inanç çevresinde örgütlenmelerinden yararlanmaya ve onları ulusal devlet düzenlerine karşı bir silah olarak kullanmaya çalışıyor. Kutsal inançlarla örülmüş örgütler şebekesini yönetmek; denetim altında tutmak istiyor. Dünyadaki bütün dinlere ve mezheplere sahip çıktığını ileri sürüyor Washington. Bu çok ciddi bir projedir.

 

- Nasıl bir proje bu? Tek din yaratma gibi bir şey mi?

 

- Dinin kendisini kullanmıyor aslında, o dine bağlı olan insanları bir şekilde değerlendirip onların kendi ülkelerindeki kuralları, yasaları yok etmelerini sağlarken, kutsal inançların koruyuculuğuna soyunuyor.

 

- Ne yapıyor örneğin?

 

- Ülkeler, kendi iç birliğini, ulusal birliğini korumak için bazı kayıtlar koyar. Din konusunda, dinsel örgütlenmeler konusunda kayıtlar ve koşullar koyar; her şeye izin vermez; örneğin ulusal birliği, toplumsal dayanışmayı geliştirici bir eğitim düzeni oluşturur. Ama o ülkelerde kimi dinsel öbeklerin, mezheplerin çevresinde örgütlenen marjinal oluşumlar vardır. İşte ABD, peşine Avrupa Birliği'ni de takarak, bu ülkelerde kayıtlı, koşullu yaşayan insanlara "din hürriyeti" adı altında sahip çıkmaya ve onların özgürlüğünü savunmaya başladı. Dikkat edin burada dinin kendisini kullanmıyor, din ile ilgili oluşumları kullanıyor.

 

- Projenin amacı ne?

 

- Amaç, o ülkelerde ulusal birliği parçalamak. Dünyayı yeniden biçimlendirirken, yeni bir dünya düzeni kurulurken, dünya yeniden kolonileştirilirken, yeniden işgal edilirken, bu yayılmaya, işgale direnen ülkeler, insanlar, uluslar, topluluklar, hatta aşiretler elbette olacaktır. Ulusal devletler ve uluslar, ABD ve ortaklarının dünya egemenliğine muhalefet etmesinler diye dinsel oluşumlara sahip çıkıyor; onlara özgürlük vaat ederek bir müdahale aracı elde ediyor. Örneğin, petrol nedeniyle işgal operasyonunun odak noktası Ortadoğu'daki toplumlarda dinin birleştirici etkisi çok yüksek. İşgale karşı buralardaki insanlar dinsel inançları nedeniyle birlik olabilirler, kenetlenebilirler ve direnebilirler. İşte bunu önlemek istiyor ve dine bu yüzden sahip çıkıyorlar. Özetle, din hürriyeti kisvesi altında dinleri de kendi içerisinde bölmeyi amaçlayan ABD bir yandan da etnik ayrıcalıkları fitilleyerek üniter devlet yapılarını yerle bir ederek zayıf federatif devletler oluşturma politikası güdüyor.

 

- Bu sahiplenişinin araç ve gereçlerine örnek verebilir misiniz?

 

- 1980'li yıllardan başlayarak "demokrasi projesi" içinde "uluslararası din hürriyeti projesi" geliştiriyorlar. Bütün dünya dinlerine sahip çıkmak için bir komite kuruyorlar Washington'da. Komiteye çeşitli dinlerden temsilciler katılıyor. Aralarına ABD ideallerini benimsemiş Müslüman temsilciler de alıyorlar. Uluslararası din hürriyetinin kıstaslarını hazırlıyor bu komite. Sonra bunu 1996'da "Uluslararası Din Hürriyeti Yasası" adıyla yasallaştırıyorlar. Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nda da özellikle işgal edilecek, ele geçirilecek ülkelerde "din hürriyetini" denetleyecek bir "Uluslararası Din Hürriyeti Kurulu" oluşturdular. Ülkeler için "Din Hürriyeti Raporu" hazırlatıyorlar. Raporları ABD el çilikleri ve ülkelerdeki dinci öbeklerin, sivil toplum örgütü şebekesinin katkılarıyla hazırlıyorlar. Kurul, raporları görüşüp yaptırımlar ve baskılar konusunda ABD yönetimine önerilerde bulunuyor.

 

- Yani yalnızca eleştirmekle yetinmiyor ve yaptırımlara da karar veriyorlar yani...

 

- Çıkardıkları yasanın gereği yaptırımlara karar veriliyor. ABD yönetimi, müdahalelerine bu sonuç raporunu gerekçe yapıyor. Yaptırımlar ticari ambargodan başlıyor, siyasal ambargodan askeri müdahaleye değin genişliyor.

 

Dinsel merkez olma çabası

- ABD yönetimi bir anlamda kendisini bir dinsel merkez yerine mi koyuyor?

 

- ABD kendisini gerçekten dünya dinlerinin merkezi ve yönlendirme odağı olarak görüyor. Hakkı nereden aldığına gelince; bunu ABD'nin Uluslararası Din Hürriyeti Yasası'na gösterdiği gerekçe apaçık ortaya koyuyor: "Din hürriyetinin yaygınlaştırılması ve (bu hürriyetin) baskı altına alınmasına karşı çıkma görevi temel Amerikan değerini içerir ve Birleşik Devletler'in uygun, önemli ve gerekli bir dış politika hedefidir."

 

- Kendi kendine çıkardığı yasa bir hak sayılabilir mi hiç?

 

- Elbette bu hakkı dünya ülkelerine sorarak alacak değildi. Hemen her konuda olduğu gibi; biz yaptık, kim ne karışır anlayışı egemen. Aynı Din Hürriyeti Yasası'nın gerekçesinde "Birleşik Devletler, evrensel insan haklarına bağlı bir dünya lideri olarak ve değişik dinsel nüfusa sahip bir ülke olduğundan bütün dinlerin haklarından sorumludur" diyorlar ve ekliyorlar: "Çağımız dinler çağıdır." Demek ki, konu Vatikan merkezli bir Haçlı girişimini aşıyor ve Washington tüm dinlerin; daha doğrusu ABD'nin yayılma siyasetine destek olacak tüm dinsel yapılanmaların buluştuğu, yönetildiği bir merkez oluyor.

 

- Çalışmalarınızda, BM çatısı altında kurulan benzer bir örgütlenmeyi de gündeme getirmiştiniz...

 

- Dünya Dinleri Parlamentosu... Çeşitli ülkelerde toplanıyor. Merve Kavakçı da Amerikan delegesi olarak bu parlamentoda yer almaktadır. Birleşmiş Milletler'i alet ederek 'Dini ve Ruhani Liderler Binyıl Toplantısı' düzenlediler. Ayrıca New York Interfaith Center (İnançlararası Merkez) ve ICRD (Uluslararası Din ve Diplomasi Merkezi) kuruldu. Merkezlerin başına eski askerlerden, nükleer denizaltı uzmanlarından birini getirdiler.

 

- Bu parlamentonun işlevi ne?

 

- Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen din temsilcilerini, şeyhleri, şıhları, hoca ve hoca efendileri, rahipleri yan yana getiriyor, kendi kanatları altına alıyor, konferanslar düzenliyor, onlarla ilişki kuruyor. Bu konferanslardan sonra bu din adamlarının geldikleri ülkelerdeki kendi devletlerinin rejimlerine karşı çıktıklarını görüyoruz. En son BM'nin şemsiyesi altında Amerika'da yapılan Ruhani Liderler Konferansı'nda Amerikan delegasyonunda Hillary Clinton ve Merve Kavakçı'yı görüyoruz. Ancak Din ve Diplomasi Merkezi'nin önemi de az değil. Ülkemizde laikliğin korunması için ABD ve İsrail'e yaslanmaya çalışanlar az değil. Oysa ABD kendi memurlarıyla kurduğu Din ve Diplomasi Merkezi'nin ağzından laik düzenlerin yıkılması gerektiğini "Laik hükümetler vatandaşlarının meşru taleplerini karşılayamamaktadırlar" diyerek açıklıyordu.

 

ABD Kongresi'nin Lozan raporu daha da açık: "Laikliğin kurumsallaştırılması Kemalistler ve çoğunlukla İslamcılar olarak adlandırılan muhafazakâr Sünni Müslümanlar arasında, günümüzde de sürmekte olan bir gerilim yaratmıştır."

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ne kadar ilginc,AKP iktidari sizler icin calismakta,sözde soykirimcilarin Kürtcülerin siyasetini yürütmekte siz hala Tarikat ve Cemaatler diye AKP ye catiyorsunuz,aslinda mütesekkir olmaniz gerekirki,AKP ulusalcilari aldigi emrler üzere yok etmeye karar verdi,Tarikat ve Cemaatlerede katlaniverin hatir icin.

 

 

 

 

Çok sağolun sevgili POLTİKA!!!!!! ben katlanmak degil her okudugumda,duydugumda düşüncelerimin, beynimin bu tür düşünceleri redetetiginin bilincide bir olarak sizi kırmak zorunda kalacagım ...yani katlanamıyacagım -_- ama buyrun sizler katlanmaya defam edin bence veya katlanıverin!!!!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-7

 

 

Yıldırım: Kavakçı olayı Türkiye'de dinin baskı altında olduğu inanışını artırmaya yönelik operasyonun en önemli parçasıdır

Türkiye'deki son hedef federasyon

 

Araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım, Türkiye'de 'dinin baskı altında' olduğunu kanıtlamak ve dünyaya kabul ettirebilmek için bir dizi operasyon düzenlendiğini belirterek, bu kapsamdaki en ciddi girişimin ABD vatandaşı Merve Kavakçı operasyonu olduğunu aktardı. Toplumun içinde erimiş ayrı kökenden yurttaşları etnik kimlikler altında toplayarak Sevr'den de ileri bir parçalanma tasarlandığına da değinen Yıldırım'a göre, dinsel, kültürel, etnik; bir toplumu yönlendirmek ve yönetmek için ne kadar olanak varsa kullanılıyor, çünkü emperyalizmin Türkiye'deki son hedefi federasyon...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mustafa Yıldırım, Türkiye üzerinde planlanan operasyona ilişkin sorularımıza şu karşılıkları verdi:

 

- ABD kendi içinde nasıl yaklaşıyor dinsel örgütlenmelere?

 

- ABD, bütün dinlere sahip çıkarken kendi içinde de örneğin Müslüman örgütlenmelere de izin veriyor. Örneğin, zenciler Amerika'daki ırkçılığa karşı mücadele etmek için Müslüman örgütler kuruyorlardı. Sonra ABD devleti bu örgütlenmeye sonradan sahip çıkarak pasifleştirdi. ABD dünyanın birçok ülkesinden göç alıyor. Ortadoğu'dan, Pakistan'dan, Bangladeş'ten, Mısır'dan, Suriye'den, Irak'tan, İran'dan ve Filistin'den gelenlere istedikleri gibi yaşama ve örgütlenme özgürlüğü tanıyor. Göçmen Müslümanlar dernekler, vakıflar hatta şirketler kurarak güçleniyorlar. Bu örgütlere her tür serbestlik tanınıyor; ama ABD'nin din devleti olmasını savunamazlar.

 

- Din devletini savunmak düşünce ya da din özgürlüğü kapsamında değil mi?

 

- Elbette böyle; ancak bu özgürlük ABD'ye yönelik kullanılamaz. Zaten Müslüman örgütler de bırakıp geldikleri ülkelerinin uluslaşma sürecini tamamlayarak dinsel grupların çatışma alanından çıkarak 'ulus devlet' olmasını desteklemek yerine; ABD'den aldıkları güçle ulusal devletlerini yıpratmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

 

ANA HEDEF TÜRKİYE

 

- Ya Türkiye'den gidenler?

 

- Yalnızca Türkiye'den gidenler değil, bütün Müslüman örgütlerinin ana hedefinde Türkiye Cumhuriyeti devleti var! İddialar, "Türkiye'de din hürriyeti yoktur, din baskı altındadır" diye başlıyor ve bunu "Müslüman azınlık hakları" diyerek etnik parçalanmaya dek uzatıyorlar. Türkiye'nin önünü açacak her türlü uluslararası ilişkiye engel olmaya çalışıyorlar. Ermenilerle, Yunanlarla bile işbirliği yapanlar az değil. Türkiye'de "dinin baskı altında" olduğunu kanıtlamak ve dünyaya kabul ettirebilmek için bir dizi operasyon düzenleniyor. En ciddi operasyon, ABD vatandaşı Merve Kavakçı operasyonudur. Kavakçı, ABD'de yetişiyor; ailesi orada, babasının işi gücü orada; ama bir gün ansızın Türkiye'ye gelip Abdullah Cumhur Gül'ün TBMM'de danışmanı oluyor. 1999 seçiminde RP'den milletvekili adayı oluyor. Listede 5. ya da 6. sıradayken ­ yanlış anımsamıyorsam 2. sırada Ahmet Tekdal 'ın kızı vardı- bir gecede Merve Kavakçı 2. sıraya getiriliyor ve seçiliyor. Öykünün gerisini biliyorsunuz: Meclis'e, girme, yasalara aykırı davranıp izinsiz ABD vatandaşı olduğu için vatandaşlığının düşürülmesi. Olay başlayınca dünyanın dikkatleri Türkiye'nin üzerine çekiliyor ve dünyaya Türkiye'de din ve ibadet hürriyeti olmadığı kanıtlanmış oluyor! Otomatiğe bağlanmış gibi dünyanın birçok ülkesinde Türkiye'ye karşı protestolar başlıyor: Tahran, Filistin, Avrupa ve en önemlisi Washington'da... Bu operasyon sırasında canla başla çalışan gazetecilerin ve siyasetçilerin katkılarını da unutmayalım. Operasyonların ardından din-siyaset-ticaret örgütleri ve siyasal liderleri "Amerika bizi destekliyor" diye işi büyütüyorlar. Bu desteği operasyondan önce keşfedenler de daha radikal olanlardı. Örneğin, Kürt nurcular Amerika'da, Almanya'da Kürt sorununa İslamcı çözüm arayan konferans ve toplantılar düzenliyorlar; ABD'de yapılan Hamas toplantılarında boy gösteriyorlardı. Amerika'ya gidenlerin sonu gelmiyor neredeyse...

 

 

ERBAKAN'A ÖDÜL VERİLİRKEN BEYAZ SARAY KUTLADI

 

ABD toplantılara her zaman sahip çıkıyor

- Kimler gidiyor?

 

- Kimler gitmiyor ki! En önemlisi Refah Partisi ve Necmettin Erbakan ... Kuzey Amerika İslam Derneği ile ilişkideler. Bu örgütün danışma konseyinde Şeyh Yusuf Ziya Kavakçı da vardı. Erbakan, örgütün yıllık kongresine katılıyor ve "Türkiye'ye İslami demokrasi tattırdığı" gerekçesiyle onur ödülü alıyor. ABD bu toplantılara sahip çıkıyor. Erbakan'ın ödül aldığı toplantıya Başkan Yardımcısı Al Gore , kutlama mesajı gönderiyor. Zaten RP öteki Amerikan Müslümanı örgütlerden seçim desteği de almıştı. Örneğin Nation of Islam lideri Louis Farrakhan RP'nin seçim mitinglerine katılmıştı. Moon tarikatının desteğiyle oraya giden hoca efendileri de unutmamak gerekiyor. Ayrıntıları çalışmalarda var.

 

- 'Din hürriyeti' d iyerek federasyonlaştırma projesine tam destek sürüyor yani.

 

- Aslında proje çok karmaşık değil: Ulusal bütünlüğü bozmak ve dağıtmak için ne gerekiyorsa o yapılıyor. Dinsel öbekse dinsel tarikat, örgüt; etnik azınlıksa Müslüman ve Müslüman olmayan etnik azınlık... Amerikan Kongresi bir Lozan raporu hazırlıyor; Türkiye Cumhuriyeti'nin yasal olmadığını ileri sürüyor; yurdumuzda düzenin laiklik dayatmasıyla bozulduğunu; Müslümanların ve Hıristiyanların haklarının hiçe sayıldığını ileri sürüyor.

 

SEVR'DEN BİLE İLERİ

 

Raporun ana teması "Türkiye'de Müslüman azınlıklara hakları verilmemiştir" savıdır. " Türkiye'de ayrı etnik kökenden Müslüman topluluklar vardır, onların üzerinde baskı vardır" diyerek Hıristiyan azınlığın dışında, sayıları ne olursa olsun, toplumun içinde erimiş ayrı kökenden yurttaşları etnik kimlikler altında toplayarak Sevr'den de ileri bir parçalanma tasarlanıyor. Dinsel, kültürel, etnik; bir toplumu yönlendirmek ve yönetmek için ne kadar olanak varsa, meslek odası, sendika, dernek, örgüt varsa araç olarak kullanabiliyor. Eskiden gizli kapaklı kullanıyordu; ama şimdi doğrudan açıktan kullanıyor. Yakın bir örnek olarak; Irak'ta da mezhepler üzerinde baskı olduğunu ileri süren çalışmalarla başlamışlardı ve demokrasi getirerek din-etnik devletçikler oluşturma yolunda ilerliyorlar.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-8

 

 

Tüm dinsel gruplar tek tek desteklenip kültürel bölünme sağlanırken komünizm artık hedef olmaktan çıktı

 

 

 

Kemalizme karşı savaş başlatıldı

 

 

 

 

Stratejik Araştırmalar Vakfı bir konferans düzenliyor. Konferansın başlığı her şeye bedel: "Kimlik ve Demokrasi". Konferansı veren kim? CIA'nın eski istasyon şeflerinden Graham Edmund Fuller.

Araştırmacı yazar Mustafa Yıldırım, ABD'nin yeni yönteminde mezheplerin teker teker desteklenerek kültürel birliğin dağıtılmasının amaçlandığını ve eskiden dinin büyük düşmanı olan komünizmin yerine Kemalizm'in konduğunu söyledi.

 

 

Graham Fuller

 

- Türkiye açısından bakıldığında dinin kullanılmasının sizce özel bir gerekçesi var mı?

 

- Türkiye'de insanları dinsel inançları nedeniyle birbirine bağlayan gelenekleri ve kültürleri olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Kimisi çok dindardır, kimi değildir, ama din nedeniyle oluşan bir kültür içlerine sinmiştir ve bu yüzden de dayanışma duygusu yüksektir. Dinsel oluşumları teker teker destekleyerek bu dayanışmayı, bu birliği dağıtıyorlar. Eskiden komünizm din düşmanıydı; şimdi artık ortak düşmanın Kemalizm olduğunu ­Kemalizmin dinsizlik olduğunu- ileri sürenler destekleniyor.

 

- Bundan ne yarar umuyorlar?

 

- Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları birliğini korursa, ortak değerler çevresinde kenetlenirse işgale karşı çıkabilir. Camide hocalar, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin tam bağımsızlığı için vaaz verirlerse.. ama o hocalar artık dinlerin hamisi ABD saflarına geçmişse vaazlar, dinler arası barış, diyalog diyerek uzar gider. Müslümanların haklarını ve hürriyetini savunuyorum derken aslında somut olarak; türban hürriyetini savunuyor, imam hatiplerin yaygınlaştırılması hürriyetini savunuyor. Bahailiğe, Şafiliğe, Aleviliğe, Şiiliğe, Nakşibendiliğe sahip çıkıyor. " Karşınızda dinsiz bir devlet vardır. Türk devleti" diyerek "Onu yıkmak gerekir" demeye getiriyor işi. Çok ince bir oyun bu: Toplumu bir arada tutacak inançtı, dildi, ortak geçmişti, kültürdü, ne varsa hepsine sahip çıkıyor; koruyucu olduğunu baskılarla gösteriyor.

 

PARÇALAMAK TEMEL İLKE

 

- Amaç, Türkiye'de şöyle ya da böyle din devleti mi?

 

- Bence amaç, Türkiye'de din devleti filan değil, asla değil. Müslüman bir devlet istemez, işgal ediyor; ele geçiriyor. Ele geçiren yayılmacı, karşısında bir ortak cephe yaratmaz. Bütün Müslümanları halifelik altında birleştirdiğini düşünelim; bugün halife onlardan yana olabilir; ama yarın da böyle olacağının bir güvencesi var mı? Halifelik Müslümanları, ABD-Avrupa işgaline karşı çıkmaya çağırırsa işine gelmez. Aslına bakarsanız işgalcilik tarihinde, karşı tarafı birleştirmek değil olabildiğinde parçalamak temel ilkedir.

 

- Hedefi nedir o zaman?

 

- Türkiye özelinde açık hedef, son hedef, federasyondur. Merkezi devlet olmasın, merkezi devletin otoritesi olmasın, merkezi devlet herkesi kendisine bağlamasın...Geri planda da değil, açıkça dile getirdiği belli: Türkiye'de baskılar, çatışmalar vardır, onun için huzur yoktur, bunun sağlanabilmesi için Türkiye'de federasyon olmalıdır. Bu benim yorumum değil. 1980 darbesinden önce Türkiye'de CIA istasyon şefliği Paul Bernard Henze , hazırladığı Atatürk'ten sonraki miras ile ilgili kitapta "Türkiye için en iyi çözüm yolu federasyondur" diyor. 1999'da Ankara'da anayasa reformu ile ilgili konferans düzenleniyor. Orada Alman profesörler "Türkiye'de ulus yoktur" diyorlar ve bunun için çalışıyorlar.

 

- Bütün bu kurguyu toplumlara oturtmak için ekonomik anlamda nasıl bir örümcek ağı oluşturulduğunu siz araştırdınız ve yazdınız...

 

- Basit bir örnek. Stratejik Araştırmalar Vakfı bir konferans düzenliyor. Konferansın başlığı her şeye bedel: "Kimlik ve Demokrasi." Konferansı veren kim? CIA'nın eski istasyon şeflerinden Graham Edmund Fuller . Türkiye'de 1980'li yılların ortasında dikta baskısı hafifleyip demokrasiye yeniden geçerken de hep kimlik tartışılmıştır. Din hürriyeti senaryosunu da 1990'lı yıllarda başlattılar CIA aracılığıyla Türkiye'de bir kişiye para verilse ve bu kişi ya da dernek propaganda yapsa, buna casusluk denir ve vatana ihanetten yargılarlar. Ya şimdi? Aynı Amerikan devletinin parasını bilmem ne partisinin bir örgütü, bir vakfı, bir derneği aracılığıyla bilimsel çalışma, proje hazırlatma diye veriyor ve bırakınız yargılanmayı, bu ödemeler İçişleri Bakanlığı'nın onayıyla ödeniyor. Hatta yabancı partilerin örgütleri Türkiye'de şubeler açmışlar harıl harıl çalışıyorlar.

 

- Projecilik nasıl yürüyor?

 

- Pek görünmüyor ama, Türkiye'nin asıl kaybettiği akademik dünyasıdır. Amerika'ya doktoraya gidenlerin hazırladığı sosyoloji tezlerinin çoğu Türkiye'de İslam, Türkiye'de din, Türkiye'de din ve devlet ilişkisi, Türkiye'de etnik topluluklar üstünedir. Birleştiren değil ayrıştıran ne denli konu varsa onun üstünde çalışıyorlar. Amerika'da bu alanlarda çalışanlar yeni dünya düzeni politikasını benimseyerek dönüyorlar ülkeye. Amerika'nın yeni hürriyet projesi diyorlar buna. Üniversitelerde işgali destekleyici düşünceyi yayıyorlar; dernekler kurup öğrencilerini örgütlüyor; öğrencilerini ABD'deki merkez örgütlere yönlendiriyorlar. Sonra da, bu kadar modern görünümlü akademisyenler, bu genç doçentler, profesörler bilmem ne tarikatı ile kol kola girip Türkiye Cumhuriyeti devletini değiştirmeye nasıl kalkışıyorlar diye şaşırıyor herkes. Projelerin ana teması federasyon, dinsel örgütlenmeye bağ oluşturan alt teması "serbest piyasa ekonomisinin İslamla nasıl bağdaştığını, İslamiyetin serbest piyasa ekonomisi ile çelişmediğini anlatmak".

 

KÜRESELLEŞME VE İSLAMCILIK

 

Ulusal ekonomi yok ediliyor

- İslamiyet piyasa ekonomisine karşı mı ki, böyle bir tema özellikle işleniyor?

 

- Haklı bir soru. Şimdi düşünün: Türkiye'de serbest piyasa ekonomisine din denerek karşı çıkılmış mı şimdiye kadar? Hayır böyle bir şey yok, tartışma da yok. Bu girişimin iki amacı var; dinsel örgütlerle ilişki yolu açmak ve komşu ülkelerde çalışmanın rehberi olmak. Batı'nın ulusal ekonomiyi yok ederek, liberal açık pazara çevirdiği ülkelerde bu soygun düzenini "küreselleşme" denen yeniden sömürgeleştirme operasyonuyla Müslümanlarla yeni liberalleri aynı cephede buluşturuyorlar.

 

- Satılmak, satın alınmak kavramları tam karşılıyor mu yaşanan gerçekliği?

 

- Elbette karşılamıyor. Yalnızca adam satın alarak değil, kültürel anlamda da sessizce yapılan bir iştir bu. Giderek düşünce hayatınızı ele geçiriyor. Bu tip çalışmaları kültürel diyerek destekliyor, sonunda geliyorsunuz Lozan Antlaşması'nın değiştirilmesi ve Müslüman azınlıkların haklarının tanınması noktasına: Araplar, Pomaklar, Lazlar, Çerkezler.... Türklerin bütünlüğü de parçalanıyor böylece: Kırgız Müslümanlar, Özbek Müslümanlar, Türkmen Müslümanlar. Toplumu Türk-Kürt olarak değil, Türkleri bile ince ince mozaiğe çevirme siyaseti... Bu sinsi girişim, bizi birbirimizi bağlayan tüm bağları zayıflatıyor; birbirimizden kopartıyor ve sonuçta Türkiye Cumhuriyeti devleti kalmıyor.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-9

 

 

Radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü

 

 

Kanla aptes alanlar

 

 

 

Bölgesinde, "laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti" olma özelliği ile dikkat çeken Türkiye, özellikle 1980'li yılların başından itibaren dış güçlerin yoğun girişimleriyle dinci terörle karşı karşıya bırakıldı. Bu örgütlere de finanstan lojistiğe kadar birçok alandaki destek esirgenmedi. Dinci yapılanmalar "irtica" üst başlığı altında, radikal dini örgütler, dini gruplar ve tarikatlar olarak resmi kayıtlara geçirildi. Çalışmada ağırlıklı olarak irdelenenler, şiddet ve silaha başvuran dinci terör örgütleri oldu. Ancak güvenlik birimleri raporlarında teröre bulaşmamış olmakla birlikte, söylem ve hareketleriyle dikkat çekici ve izlenmesi gerektiğine işaret edilen dini yapılanmalara da yer verildi.

 

19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın ilk yarısında Mısır'da ilk temelleri atılmaya başlanan dinci örgütlenmeler Türkiye'de tarikat ve cemaatler içerisinde filizlendi. 1979 İran İslam Devrimi ile birlikte cesaretlenen bu dinci örgütlerin eylemsel hareketleri de ivme kazandı. Özellikle Müslüman Kardeşler Örgütü ve radikal din eksenli Ortadoğu kaynaklı yayınların Türkçeye çevrilmesiyle birlikte eylemsel süreç tırmanışa geçti. Öyle ki, Mevlana ve Hacı Bektaş Veli 'nin sevgi ve kardeşlik dini olarak nitelendirdiği İslam, artık İran'ın etkisiyle "kan, gözyaşı ve cihat dinine" dönüşmüştü.

 

GÖRMEZDEN GELİNDİ

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "Ilımlı İslam dediğiniz zaman alternatifi çıkar, o da ılımsız İslamdır!" diyerek İslamın aşırılıkları reddettiğini savunagelse de "dinden beslenen" örgütler cihat adına kan dökmüştü. Özellikle 1980'li yıllar ile 1990'lı yıllardaki çatışma koşullarının yarattığı zeminden yararlanarak güç kazanan dinci örgütleri, kimi zaman PKK karşısında dalgakıran görevi üstlenmesi nedeniyle "görmezden" gelindiği oldu. "İslam devletini" kurup kendisini "halife" ilan edenler, Allah adına "parti" kurarak domuzbağlarıyla insanları katledenler de...

 

Nihai amaçları İslam esaslarına dayalı bir devlet kurmak ve Atatürk Cumhuriyeti'ni yok etmek olan örgütler, son yıllarda "aktif" görünmeseler de bulacakları ilk fırsatta yeniden gün yüzüne çıkacakları kendi iç değerlendirmelerinde de yer alıyor. Örneğin Beykoz operasyonunun ardından çöktüğü belirtilen Hizbullah'ın kendisini sorguladığı kitaptaki, "Cemaatin mevcut varlığı son bulsa veya yok edilse dahi, bu mücadeleyi onların çocukları ve onlardan sonra gelenler devralacaktır" cümlesi bu kapsamda dikkat çekici.

 

TÜRKİYE'NİN RESTİNİ GÖREN ÖRGÜT

 

Türkiye, 15 Kasım 2003 tarihinde İstanbul'da Neve Şalom ve Beth İsrael sinagoglarına yönelik saldırı ile sarsıldı. Saldırıda, 25 kişi yaşamını yitirirken 302 kişi yaralandı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan , "Bu mesajı ayağımın altına alıyorum" diyerek saldırıyı küçümseme yolunu seçti. Ancak, Erdoğan'ın bu açıklamasının ardından 20 Kasım'da HSBC Genel Müdürlük binası ile 3 dakika sonra da İstiklal Caddesi'ndeki İngiliz Konsolosluğu önünde ilk saldırıların benzer şeklinde bomba yüklü kamyonetle saldırı gerçekleştirildi. Bu saldırıda 31 kişi yaşamını yitirirken 480 kişi yaralandı. Başbakan Erdoğan'ın "restini" gören Usame bin Ladin liderliğindeki El Kaide'nin Türkiye yapılanması idi. Türkiye grubu Habib Akdaş liderliğinde oluşturuldu. Türkiye grubundan önce, çatı örgüt olan El Kaide'yi irdelemek yararlı olacak. El Kaide, yapılanması, eylemleri, uluslararası faaliyetleri dikkate alındığında, Hizbullah gibi klasik terör örgütlerinden farklı özelliklere sahip bir organizasyona sahip. Örgütün lideri Ladin. Örgütte merkez-yönetici-yönlendirici kadro olarak nitelendirilebilecek, Ladin'in başkanlığı yaptığı Ayman El Zevahiri ve ölmeden önce Muhammed Atef gibi şahısların katıldığı danışma kurulu benzeri şûrası bulunuyor. Bu üst yönetim dışında, "çokuluslu hücreler, mücahitler-mücahit gruplar ve bölgesel-yerel örgütlenmeler" yer alıyor.

 

DÜNYAYA YAYILMIŞ HÜCRELER

 

Çokuluslu hücreler, örgüt tarafından kamplarda özel eğitim verilmiş üyelerden oluşan ve dünyanın birçok ülkesine dağılmış değişik milletlere üye küçük gruplardan oluşuyor. Bu hücrelerin uzun süre planlı çalışmalar yaptıkları, eylem hedefi, eylem zamanı ve eylem malzemelerini çoğu zaman kendilerinin temin ettiği yarı bağımsız veya tam bağımsız olarak da faaliyet gösteriyorlar.

 

Mücahit gruplar ise Afgan-Rus savaşından bu yana askeri ve dini eğitim alan veya savaşlara bizzat katılmak amacıyla dünyanın birçok ülkesinden sözde cihat bölgelerine (Afganistan, Bosna-Hersek, Çeçenistan, Filistin gibi) giden ve bu bölgelerde bizzat çatışmalara katılan militanlardan oluşuyor.

 

Bölgesel ve yerel grup örgütler ise değişik İslam ülkelerinde kendi olanaklarıyla yerel bazda kurulmuş ve faaliyet gösteren dinci grup ve örgütlerden meydana geliyor. İstanbul saldırılarını düzenleyen Habib Akdaş liderliğindeki El Kaide'nin Türkiye yapısı, ana El Kaide örgütlenmesi içerisinde hem yerel grup örgütü hem de mücahitler grubu olarak karma bir yapı gösteriyor.

 

Türkiye grubunun şûra heyeti, Habib Akdaş liderliğinde Gürcan Baç, Harun İlhan, Adnan Ersöz ve Baki Yiğit üst düzey konumda faaliyet gösterdi. Örgüt yapılanması içerisindeki en önemli özellik olarak akrabalık bağı öne çıkarken akrabaların özellikle eylem sürecinde bilerek ya da bilmeyerek lojistik destek sağladığı da belirlendi. İstanbul saldırılarında kullanılan araçlardan birisinin örgüt yöneticisi Feridun Uğurlu 'nun babasına, diğerinin ise Azat Ekinci 'nin abisi üzerine kayıtlı olduğu saptanmıştı.

 

 

 

EL KAİDE

 

Hedef İslam devleti kurmak

Türkiye yapılanması ile El Kaide arasında ciddi benzerlikler dikkat çekiyor. Örneğin El Kaide örgütüne girebilmek için "biat" adında bir bağlılık yemini edilmekte ayrıca üyelerin bilgi sızdırmalarını engellemek amacıyla düzenli olarak iç soruşturma yapılıyor. Türkiye grubu da üyelerine örgütsel faaliyetlere dahil ederken lider Habib Akdaş'ın da benzer bir biat yemini ettirdiğini yakalanan militanlar ifadelerinde anlatmıştı. El Kaide'nin amacı, "bütün Müslümanları birleştirerek halifelik yönetiminde Ortadoğu'da bir İslam devleti kurmak" ve "lokal isyanlarda yer almış tüm dünyadaki mücahitleri bir araya getirip onları tek bir İslam devleti yaratmayı hedefleyen uluslararası savaşa yöneltmek" olarak açıklanabilir. Örgüt bu amaca yönelirken ABD, İsrail ve müttefiklerinin ekonomik ve psikolojik olarak çökertilmesi stratejisini izliyor.

 

 

 

 

El Kaide, 20 Kasım'da HSBC Genel Müdürlük binasına bombalı saldırı düzenledi.

 

 

 

Habib Akdaş Ladin ilişkisi

Habib Akdaş başta olmak üzere örgüt mensuplarının yurtdışı bağlantılarının özellikle de Afganistan bölgesinde bulunanlar ile yoğunlaşmıştı. Habib Akdaş, Adnan Ersöz ve Baki Yiğit, Türkiye'den Afganistan'a eğitim amacıyla giden şahısları bir çatı altında toplanması düşüncesini yaşama geçirmek için Afganistan'daki bazı kamp komutanları ile El Kaide askeri kanat sorumlusu Muhammed Atef ve Usame bin Ladin ile görüşmeler yapmışlardı. Bu görüşmeler sonucunda bazı kişilerin Afganistan'da bulunan El Kaide'ye bağlı kampta askeri eğitim aldılar.

 

Örgüt üyelerine eğitim amaçlı dersler, Selefi-Vahhabi düşüncesine koşut El Kaide ve Ladin'in propagandası üzerine oturtuldu. Ancak ders gruplarına ilk kez girenlere doğrudan gündeme getirilmeyip zamanla belli bir seviyeye gelenlere aşama aşama bu düşünceler aktarıldı.

 

El Kaide kamplarında suni gübre, kimyasal malzemelerden bombanın nasıl yapılacağı da öğretiliyor. Örgüt üyeleri bulundukları ülkelerde imal edecekleri bombalar için uygun meslek dallarında çalışarak faaliyetlerini de maskeliyorlar. 11 Eylül 2001 tarihinden bu yana Türkiye'de yapılan operasyonlarda, 200 dolayında kişi gözaltına alındı. El Kaide'nin Türkiye grubu büyük ölçüde çökertilirken henüz yakalanamayan üst düzey yönetici konumundaki militanların varlığı ve çatı El Kaide'nin eylemlerini sürdürmesi nedeniyle "uyuyan hücrelerin" yeniden canlanabileceği değerlendiriliyor.

 

ÖRGÜTÜN FİNANSMANI

 

Yerel bazda üyelerin kendi işlettikleri, ücret karşılığı çalıştıkları ya da ortak oldukları ticari işletmelerden elden edilen gelir örgüt finansmanında önemli bir bölümü oluşturuyor. "İslam mücahitlerine yardım" adı altında toplanan paralar ve örgüt üyelerinin infak adı altında toplanan paralar da örgütün parasal kaynakları arasında sayılıyor. Uluslararası düzeyde ise Ladin kendisine sunulan eylem projelerine finans, maddi destek sağlıyor. Ladin ile de görüşen Habib Akdaş'ın İstanbul saldırıları için gerekli paranın tamamının Akdaş aracılığıyla El Kaide'den sağlandığı belirlenmişti.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-10

 

 

Ayrılıkları pekiştirenlere, ayrılıkları devletin temel yasasında değişmez dogmalara dönüştürmek isteyenlere karşı durmalı

 

 

Bu radikal İslamın tarifi ne?

 

Anayasa değişikliğinin asıl amacı türban, din değil; asıl amaç Türkiye'yi önce özerk bölgelere sonra da ayrı ayrı federal devletlerden oluşan yeni bir devlete dönüştürmek. Bu amacı en iyi bizim sivillere Amerikan devletinin parasını akıtan NED operatörleri anlatıyor ve "Birçok ülkede, demokratik gelişmeler, otoritenin merkezi rejimlerden alınmasını ve yeni seçilmiş bölgesel ve yerel yönetimlere verilmesini teşvik etmektedir" diye ilan ediyorlardı.

Araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım, AKP tarafından hazırlatılan anayasa değişikliğinin asıl amacının türban ya da din olmadığını savunarak "Asıl amaç, Türkiye'yi önce özerk bölgelere sonra da ayrı ayrı federal devletlerden oluşan yeni bir devlete dönüştürmek" dedi. Ayrılıkları pekiştirenlere, ayrılıkları devletin temel yasasında değişmez dogmalara dönüştürmek isteyenlere karşı durulması gerektiğini kaydeden Yıldırım, "Bir yerli vakıfta anayasadan ' Türk ' sözcüğünün çıkarılmasının istenmesinin anlamı açıktır! Kısaca, varlığımızı tartışıyoruz... En tehlikeli durum budur" görüşünü dile getirdi. Mustafa Yıldırım, yeni anayasa değişikliği taslağı ile birlikte yaratılan tartışma ortamıyla ilgili sorularımıza şu yanıtları verdi:

 

- AKP'nin son hazırlattığı anayasa taslağının arka planında görünen nedir sizce?

 

- Anayasa değişikliğinin asıl amacı türban, din değil; asıl amaç Türkiye'yi önce özerk bölgelere sonra da ayrı ayrı federal devletlerden oluşan yeni bir devlete dönüştürmek. Bu amacı en iyi bizim sivillere Amerikan devletinin parasını akıtan NED operatörleri anlatıyor ve " Birçok ülkede, demokratik gelişmeler, otoritenin merkezi rejimlerden alınmasını ve yeni seçilmiş bölgesel ve yerel yönetimlere verilmesini teşvik etmektedir" diye ilan ediyorlardı.

 

Operasyonu daha açık ilan edense Paul Bernard Henze oldu. Amerikan güdümlü Turancıların örgütü SOTA'nın danışmanlığını yapan Henze, aynı örgütün yayınında çok açık yazıyor:

 

"Ülkenin toparlanması devresi olan Cumhuriyet'in ilk yıllarında tam bir merkeziyetçi idare biçimi günümüz gereksinimlerini karşılayamaz durumdadır."

 

Ulusal devleti yıkma

 

- Bu yaklaşıma, "demokrasinin topluma yayılması için devlet reformu isteği" diyorlar, değil mi?

 

- ABD'nin ulusal devleti yıkma isteğini açıklamaya bu sözler yeter, ama Henze daha da açık olarak, "Türklerin, çağdaş dünyada siyasal yönden en başarılı ve gelişmiş ülkelerin federasyon düzeniyle yönetilenler olduğunu düşünmeye başlamaları gerekir" diyor ve aydınlara da federasyon düşüncesini yayma görevi veriyordu:

 

"Türkiye Cumhuriyeti'nde bu türlü değişimleri oluşturabilecek düzenlemeler, Türk aydınlarının ve siyasetçilerinin gündemlerinin başında yer almalıdır. Belki bu tür temel bir düzenlemenin yapılabilmesi için, 20. yüzyılın sonunda Türkiye'nin içine sürüklendiği bunalımın biraz daha da kötüleşmesi gerekecektir."

 

Şimdi Henze'nin, 1997 öncesi kanlı karıştırma döneminde CIA Türkiye istasyon şefi olduğunu, NED örgütlerini Türkiye'ye ilk sokan Forumcularla işbirliği yaptığını düşünürsek onun sözlerini ciddiye almak gerekir.

 

- Bu istek, gündelik siyasete nasıl yansıdı?

 

- Çok örnek verilebilir; ama AKP İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu 'nun 2002 seçiminden hemen sonra söylediklerini anımsatayım: "Olursa her ilde bir yönetici olacak, o da seçimle gelecek. Şu andaki gibi atanmış vali ve seçilmiş belediye başkanı birlikte olmayacak. Bu konuda partide Araştırma Geliştirme Bölümü çalışıyor" diyordu Aksu. Türkiye'de bu tür yaklaşımı demokrasinin güçlenmesi olarak yutturanlara karşı Aksu daha iyi bir planı açıklıyordu:

 

"En iddialı projelerimizden biri de her il ve ilçede bir nevi ' yerel parlamento ' olarak adlandırılabilecek çalışma sistemi kurmak."

 

- AKP'nin 2003'te gündeme getirdiği, Türkiye'nin idari yapısını altüst etmeyi öngören kamu yönetimi reformu bir anlamda...

 

- Haklısınız, kamu yönetimi reformu ve öteki yabancıya mülk edindirme, yabancılara örgüt açma hakları verilmesi altyapıya uygun yasalardı. Ancak bunları öyle kendileri bulmuş değiller. Hemen her projede olduğu gibi onca resmi dolarla ve onca sivil projeyle yaptıkları yalnızca ABD'yi kopyalamaktır: İllere, bölgelere büyük yetkiler vermek, il meclislerini donatmak, seçilmiş valiler; yerele bırakılmış güvenlik kurumları... Neredeki gibi? Tıpkı ABD'de olduğu gibi. ABD'deki federal devletçiklerin yapısı ne ise, onun kopyasını Türkiye'de istiyorlar. Bizdeki politikacılar yıllardır Türkiye Ankara'dan yönetilemez, diye diye bu tuzağa düştüler. Düşünce önce akıllara sızdırılıyor; sonra üstüne bilimsel kılıf dikiliyor.

 

- AKP de bu temel değişikliğe uygun ılımlı İslam mı istiyor?

 

- İslam demek hata olur. ABD ve Batı Avrupa, Yunanistan ne istiyorsa onu istiyorlar. Bunu en iyi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan , eyalet sistemi düşündüklerini, Kemalizmin ve resmi ideolojinin geçersiz olduğunu, kendi deyişiyle değiştiği bir dönemde, yani 2002 seçiminden sonra belirtiyordu. Daha önce de yerel iktidarlar istemişti. Burada "İslam" diyerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ulusal ve tekli devlet yapısını değiştirmenin, hem de bir daha geri döndürülemez biçimde değiştirmenin programını uyguluyorlar. Bir yanıyla toplum içinde çatlaklık, öte yanda devletin varlık ilkelerinin çürütülmesi.

 

- ABD hem bir yandan tüm dinlere sahip çıkıyor, ama öbür yandan da dinsel terörün en büyük mağduru olduğunu söylüyor ve dinsel teröre karşı en sert yaptırımları getirme yanlısı gözüküyor. Bu bir çelişki değil mi?

 

- Dalavereci oyun kurar da o oyun hayatın gerçeğine her zaman uymaz. Hep defoludur. İnsanlar akıllı değilse, gözleri kapanmışsa, bunun farkına varmaz. Kuşkusuz bir çelişki var ortada. Şimdi genel bir terör tanımı dışında uluslararası terör tanımı getiriliyor. Uluslararası terör ne demek? Önce bize bunu filmlerle sundular: Rusya dağılıyor, nükleer silahlar var, çeteler kuruluyor, o silahları o çeteler ele geçiriyor filan... Öncesi böyle... Sonra nereye çevrildi? İslam terörüne çevrildi. Uluslararası terör dediği zaman radikal İslam diyor. Bu radikal İslamın tarifi ne? Bir tek Usame bin Ladin mi? Ya da bir tek Hamas mı? Irak'taki ne peki? Propaganda çok belli: İşgale, kolonileşmeye kim karşı çıkarsa, yeter ki o ülke Müslüman ülke olsun ya da Müslümanın çoğunlukta olduğu bir ülke olsun, ona terör diyor. Uluslararası bu işgale karşı çıkan herkes bir kere terörist. Eskiden komünistti, şimdi terörist. Eskiden anarşistti, şimdi terörist...

 

- Kandırmaca sürüyor anlaşılan...

 

- Tam bir üç kâğıt... Bu tarz değişmiyor. Türkiye'de diyelim ki bağımsızlığı savunuyorsunuz. Kemalistsiniz. Tam bağımsızlık, onur diyorsunuz. Size ne diyecek şimdi? Size kestirmeden "aşırı milliyetçi" diyecektir. Diyor da zaten. Propaganda bunun üzerine kuruluyor. Siz bağımsızlığa yönelik her türlü tehdide, ekonomik bile olsa karşı çıktığınız anda aşırı milliyetçi olmuş oluyorsunuz. "Ey Müslümanlar kalkın, bir bakın neler oluyor" dendiği zaman da İslamcı terörist diyor. Hatta o kadar ileri götürdüler ki, "İslami faşizm" dediler. Bakın radikal terör filan demiyor. ABD'ye ve AB'ye düşünceyle karşı çıkınca "Bunlar İslam faşisti" diyor. Direnen herkesi kendi toplumundan yalıtmaya çalışıyor. Sen de Müslümansın, ama bak o faşist Müslüman, diyor. İslam teröristi diyor. Bu çok palavra bir şey, ama kolay yutulan da bir şey. Sırası gelmişken belirteyim ki, bugün ABD ile içli dışlı olanlar Taliban'ı ve Usame bin Ladin'in durumunu anımsasınlar. Onlar da bir zaman ABD'nin en yakın ortaklarıydı ve hatta ABD onlara göre İslamiyeti savunuyordu. Ders alına!

 

Anayasadaki egemenlik tanımı

 

- Yine güncele, anayasa taslağına dönersek. Bütün bu anlattıklarınız orada yerini buluyor mu?

 

- Modern yaşayan, dine bile inanmayan insanlar bile şimdi ne oldu? Aynı koalisyonda buluştular. Nerede birleşiyorlar? Türkiye Cumhuriyeti'nin yok olmasında birlik halindeler. Şimdiye değin belediyeler, ekonomi ve idari anlamda her türlü yasa çıkarılmış, Türkiye serbest dolaşılan bir bölge olmuştur. Yabancılar mülk alabiliyor, koloniler kurabiliyorlar ülkemizde. Bunların hepsi hazırlanmış, ama bir engel var? Yasaların üzerinde bir anayasa var. İşte asıl engel o yasa. Egemenlik diye bir şey var. Meclis' in egemenliği değil, Türkiye Cumhuriyeti devletinin egemenliği! Türklerin egemenliği diye bir şey var. AB tartışmalarında hep bu egemenlikten yakındılar. Anayasadaki egemenlik tanımı, AB'nin bazı dayatmalarını kabullenmeye engel oluyordu. Egemenlikten biraz vazgeçmek istekleri böyle çıktı. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı, federe devletlerden oluşan bir Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na dönüştürmek istiyorlar. Konu, bu yönüyle ve bu iş için oluşturulmuş sivil-dinci şebekenin eylemleri, bu eylemlere izin veren devlet kurumları bağlamında tartışılıp " Önce tam bağımsızlık, sonra anayasa " denilecekken birden türbana, Malezya olur muyuz gibi şaşırtıcı, saptırıcı tartışmalara kapılınıyor. Bağımsızlık yanlılarının önemli bir bölümü de tuzağa düşüyor. Birdenbire din hürriyetinin Türkiye'de kısıtlandığı üzerine kuruluyor tartışmalar. Oysa, açıkça karşı çıkılması gereken Türkiye'de federal bir devlete doğru dönüşü sağlayacak değişikliklerin tümüne karşı savaşım vermektir.

 

Çıplak gerçek

 

- O anayasa taslağını hazırlayanlar için kimi saptamalarınızı kamuoyuyla paylaştığınızı da biliyoruz...

 

- Örümcek ağındaki bütün projeleri alt alta nasıl yazarsanız yazın; ayrı ayrı örgütler, vakıflar, belediye birlikleri, hepsi ama hepsi; insan haklarına, din hürriyetine, özelleştirmeye, azınlık haklarına, yerel özerkliklere, ABD'nin Ortadoğu'da işgal projelerine sahip çıkmak savıyla çalıştıklarını görürsünüz. İnsan özgürlüğüyle, üstüne terimlerle bezenmiş olan bu savların altına baktığınızda çıplak gerçekle karşılaşırsınız.

 

- Onca çalışmayla örtülen nedir?

 

- Özellikle TESEV'in açıklamalarına bakmak yeter de artar. TESEV'i yöneten eski büyükelçi, Amerika Irak'ı işgal ederken televizyona çıkıp aynen şöyle dedi: " Bir sivil toplum lideri olarak diyorum ki: Türkiye'nin yeri, açıkça söylüyorum, stratejik müttefikinin yanıdır. " Bu şebekenin, ilişki kurduğu, görüşme değil, parayla pulla, ortak düşünce oluşturma adı altında programlarla iç içe çalıştıkları Amerikan örgütleri var, İsrail yandaşı örgütler, Batı Avrupa'dan, özellikle Almanya'dan ve Yunanistan'dan örgütler var! Bir bütünlüğü olan ve eşgüdüm altında işleyen bir sistemden söz ediyorum. Ilımlı İslamdan, türbandan değil; tümüyle bir işgal sisteminden, devleti federasyonlaştırma girişiminden söz ediyorum.

 

- Taslak çalışmalarında Ergun Özbudun adı öne çıkıyor.

 

- Ergun Özbudun, değerli bir profesör; ama kendi kitaplarında Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm ilkelerini çok iyi savunmuş değerli bir hukukçuydu. Beni en çok şaşırtan böyle bir kariyeri olan hukukçumuzun Amerikan örgütündeki yeri oldu. CIPE, Amerikan Ticaret Odası'nın kurduğu, yani Amerikan işadamlarının kurduğu bir örgüttür. Örümcek ağını kuran merkez örgütlerden birdir. Ankara'da bir şube ya da büro açıyorlar, ikinci direktör kim? Ergun Özbudun! ANAP'lılar Alman örgütleri ile işbirliği içinde Türk Demokrasi Vakfı'nı kuruyorlar; ABD örgütü NED ve bağlı örgütlerle birlikte çalışıyorlar. Vakfın kurucularından biri kim? Ergun Özbudun. Kuruluş döneminde vakfın yöneticilerinden biri kim? Atilla Yayla. Ne yapıyor? Liberal enternasyonalin merkezi Atlas Vakfı ile birlikte çalışıyor; AB'den, Katolik örgütlerden para alıp demokrasicilik oynuyorlar. Bir yandan tarikat, öbür yandan liberalizm, öbür yandan İsrail, öte yanda Washington, beri yanda Avrupa ve Ortadoğu'nun, Asya'nın Kafkasya'nın işgal projesi. Bunun dinle de, cumhuriyetimizin anayasası ile de esastan bir bağı olamaz. Din burada yalnızca kullanılan ve dağıtmak üzere, çatışma üzere kullanılan bir olgu.

 

 

 

Varlığımızı tartışıyoruz

- Kısaca, ne yapmalı?

 

- Bir devletin ve aydınların başarısı, çatışmayı önlemektir. Çatışma zaten varsa, siz bu çatışmayı denetim altında tutacak ve çatışmayı besleyen anlaşmazlıkları ya da yapay olarak yaratılmış anlaşmazlıkları çözeceksiniz. Türkiye'de tam tersi yaşanıyor ve her gün yeni bir çatışma alanına sürükleniyor; birbirimize giriyoruz. Örneğin, birdenbire yaratılan yeni anayasa girdabında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş ilkelerini tartışıyor, bu ilkeleri yıpratıyoruz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin baştan sona varlığını didikliyoruz. Etnik azınlık hakları, kimlik, din hürriyeti diyerek devlet, kendi var oluş odağında çürütülüyor.

 

- Bu tür konuları tartışmak olağan karşılanabilir mi?

 

- Bu tür konular irdelenemez mi; elbette araştırılır ve tartışılır, gerçekler aranır; ancak yıllardır dışarıdan da tetiklenen, para yatırılan araştırmalar ve tartışmalar, iyi niyetli olmaktan çok, yıkım propagandası çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti'ni gizli bir federasyona sürükleyerek daha sonra açık bir küçük federe devletler topluluğuna dönüştürmeyi ve bana göre yok etmeyi amaçlamaktadır. Yeni devlet bir tür Anadolu Federe Devleti olacaktır. Daha iki gün önce ABD-Alman parasıyla proje üstüne proje yapan bir yerli vakıfta anayasadan " Türk " sözcüğünün çıkarılmasının istenmesinin anlamı açıktır! Kısaca varlığımızı tartışıyoruz... En tehlikeli durum budur...

 

- Öyleyse gerçekten ne yapmalı?

 

- Ayrılıkları pekiştirenlere, ayrılıkları devletin temel yasasında değişmez dogmalara dönüştürmek isteyenlere karşı durmalı. Şu andaki durumumuz zorlanmadan teslimiyeti, yenilmek üzere olduğumuzu gösteriyor; hem de savaşmadan...

 

Çırpınışlar yetersiz; çünkü görev unutuluyor. Bu kolay değil, ama öncelikle içeriden kışkırtan, içeride örgütlü şebekeyi etkisizleştirmek; yabancı siyasal parti örgütlerini sınır dışı etmek; yabancı istihbarat-ajan şebekesini olabildiğince sınır dışı etmek gerekiyor. Birinci koşul ve görev budur! Yabancıların ellerini ve ayaklarını yurdumuzdan keserek onurlu bir ulus olarak kendi yasalarımızı yapmak, kendi bağımsız kurumlaşmamızı oluşturmak ve gerçekten demokrasiyi kurmak.

 

Öyle güdümlü, yalancı bir demokrasi değil, barış ve özgürlükle donanmış bir demokrasi ve onun içinde gerçekten özgür düşünce ve inanç ortamı...

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-11

 

Türkiye'de Hizbullah adıyla resmi kayıtlara geçen ilk örgüt, Güneydoğu menşeli 1983 yılında İstanbul'da kurulan Kasımpaşa...

 

 

'Allah adına parti kuran' Hizbullah

 

Hizbullah ismi ilk kez 1973 yılında Kum kentinde kurulan ve sonradan İran İslam devrimine öncülük edecek köktendinci hareketin, aynı yıl içinde tutuklu bulunduğu Tahran cezaevinde ölen lideri Ayetullah Mahmut Gaffari'nin "Bir tek parti vardır, o da Hizbullah'tır. O bir ruh gibidir, her yerdedir veya hibçir yerde değildir" sloganıyla dillendirildi.

Türkiye'nin " mezar evleri ve domuzbağlarıyla " yüzleştiği Hizbullah'ın kelime anlamı "Allah'ın yolu, taraftarları, Allah'ın partisi" gibi anlamlar taşıyor. Örgütsel anlamda ise "Allah adına İslam uğruna" gruplaşma olarak ifade ediliyor. Yakalanan örgüt üyeleri ise kendilerini " Allah'ın askerleri " diye tanıtıyor. Hizbullahçıların başvuru kitabı niteliğindeki Ali Korani 'nin Mücadelede " İslami Hizbullahi Yol " adlı kitapta Hizbullah, "Allah için kıyam eden, onun için gruplaşan ve küfür, nifak ve şeytan hiziplerinden olan düşmanlarına karşı mücadele edenler olarak" açıklanıyor.

 

Mollalardan Türkiye'ye ihraç

 

Hizbullah'ın da tebliğ ve cemaat aşamasından sonra ulaştığını düşündüğü cihadi düşüncedeki ilk yapılanma 1920'lerde Mısırlı Hasan el Benna 'nın kurduğu Ihvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) örgütüdür. Bunu 1940'lı yılların başında Şii molla Seyyid Muhammed Nevab-ı Sefavi 'nin önderliğinde İran'da kurulan İslamın Fedaileri örgütü izledi.

 

İlk Hizbullah Kasımpaşa'da

 

Hizbullah ismi ilk kez 1973 yılında Kum kentinde kurulan ve sonradan İran İslam devrimine öncülük edecek köktendinci hareketin, aynı yıl içinde tutuklu bulunduğu Tahran cezaevinde ölen lideri Ayetullah Mahmut Gaffari 'nin "Bir tek parti vardır, o da Hizbullah'tır. O bir ruh gibidir, her yerdedir veya hiçbir yerde değildir" sloganıyla dillendirildi.

 

Türkiye'de ise Hizbullah adıyla resmi kayıtlara geçen ilk örgüt, Güneydoğu menşeli 1983 yılında İstanbul'da kurulan Kasımpaşa Hizbullahı idi. 1983-84 yılları arasında 19 gasp eylemi gerçekleştiren örgüt mensuplarının tümü 1984 yılında yakalanarak örgüt çökertildi. Ancak, örgüt İslami Hareket olarak yeniden canlandı.

 

İranlı mollalarca ortaya konulan Hizbullah, 1979 İran devriminden sonra Ortadoğu ülkelerinde de taraftar bulmaya başladı. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'nın 154. maddesi ile resmiyet kazanan devrim ihracı politikası, dışişleri bakanlığı bünyesinde kurulan Bağlantı ve Lojistik Destek Merkezleri ile Türkiye'de ve Ortadoğuda'ki Hizbullahçı hareketler desteklenmek suretiyle pratiğe geçirilmiş oldu.

 

İran ivme kazandırdı

 

Türkiye'de, İran cumhuriyetinin kurulmasından sonra o güne kadar cemaatleşme ve tarikatlaşma şeklinde faaliyet gösteren bazı irticai gruplar da geleneksel İslamcı yorum yerine Hizbullahçı görüşü benimsedi. Güneydoğu bölgesinde 1980'li yıllarda PKK terör örgütünün varlığı, eylemlerine yönelik tepkiler Hizbullah'a bölgede taraftar kazandırdı. PKK ile çatışmaya girişen örgüte " devletin " göz yumduğu ve dalgakıran olarak algıladığı ve göz yumulduğu değerlendirmeleri de yapıldı. Bölgede görev yapan üst düzey yetkililer ileriki yıllarda bu durumu " devletin kendisi değil, içindeki bazıları " böyle algıladı açıklamalarını yaptılar.

 

Kitabevlerinden mezar evlere

 

1979-1980 yıllarında çeşitli illerde dini yayınların satıldığı kitabevlerinde radikal dini görüşlere sahip kesimlerin bir araya gelmesi yoğunlaştı. Bu kapsamda Diyarbakır'da ilk toparlanma Vahdet Kitabevi çevresinde oluştu. Abdulvahap Ekinci 'ye ait bu kitabevindeki faaliyetlere sonradan kendi kitabevleri ve gruplarını kuracak olan Fidan Güngör ve Hüseyin Velioğlu katılmıştır. Gidilecek yoldaki izlenecek yöntemler konusundaki tartışmalar yapı içerisinde kopmalara yol açtı. İlk olarak 1981 yılında Fidan Güngör, Menzil Kitabevi'ni kurdu ve bununla birlikte Vahdet çevresinden kopuşlar hız kazandı.

 

Milli Türk Talebe Birliği ile Milli Selamet Partisi'nin gençlik kolu Akıncılar Derneği içerisinde de yer almış olan Hüseyin Velioğlu da 1982 yılında Vahdet çevresinden ayrılarak İlim Kitabevi'ni kurdu.

 

1983 yılından sonra İlim ve Menzil grupları, Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Hizbullah oluşumunun etkin grupları haline gelerek kendi kitabevleri çevresindeki çalışmalarının yanı sıra birbirleri ile dayanışma içerisinde faaliyetlerini sürdürdüler. 1987 yılıyla birlikte gruplar arasında başlayan fikir ayrılıkları kısa zaman içerisinde daha da belirginleşti. Velioğlu önderliğindeki İlim Grubu, karşılarına çıkan bir engel olarak PKK örgütünün kendi mensuplarına yönelik silahlı eylemlere başlamasını gerekçe göstererek karşı bir mücadeleye başlamasının gerekliliğinden hareket edip örgütle mücadele başlamıştır. İlim Grubu'nda, İran ve Humeyni devrimi, izlenecek stratejide bir model olarak benimsenmesine karşın düşünce temelinde Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütünün hareket tarzının etkisi büyük ölçüde hissedildi.

 

Hizbullah'ı oluşturan İlim ve Menzil gruplarının amacı, "şeri hükümlerle yönetilen bir Kürt İslam Devleti" kurmaktı. Bu amaç doğrultusunda, " şeriat önce yaşanılan eve, sonra köye, ilçeye, ile sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu sonra da tüm Türkiye'ye " getirilecekti. Kimi kayıtlarda amacın bir Kürt İslam devleti olduğu belirtilirken Hizbullah ana davasının iddianamesinde, "Hizbullah Güneydoğu kaynaklı ve mensuplarının tamamına yakını Kürt kökenli olması nedeniyle yıllardır bilinenin tersine ırk olgusunu kabul etmez" değerlendirmesi dikkat çekiyordu. Buna göre, Hizbullah, "İslam ümmetini İslam ülkesinin bir üyesi yapan akidesinin dışında bir milliyeti yoktur" anlayışındaydı.

 

Türkiye'de Hizbullah denince 17 Ocak 2000 operasyonunda öldürülünceye kadar liderliğini Hüseyin Velioğlu'nun yaptığı İlim Grubu akla gelir. 1955 Mardin doğumlu Velioğlu, 1980 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olmuştu.

 

Hizbullah'ın örgüt yapılanmasında pramit sistemine uygun olarak en tepede lider yer alırken bunlar " siyasi " ve " dini lider " olarak ayrılıyordu. Bunların altında örgütün önde gelen isimlerinden oluşturulmuş merkez komitesi işlevi de gören, örgütle ilgili kararların tartışıldığı ve alındığı mekanizma olan şûra bulunuyordu. Askeri kanat kendi içinde " birim sorumluları " ve " eylem timleri " olarak yer alırken siyasi kanat " yükseköğretim birimi, orta öğretim birimi" ve " halk birimi " alt birimlerden oluşuyordu. Halk birimi içerisinde cami sevdalıları, mahalle ve köy sorumluları bulunuyordu.

 

Hizbullah'ın eylem türlerine bakıldığında en acımasız örgüt olarak karışımıza çıkıyor. Eylem türleri arasında, silahlı saldırı, kundaklama, satırla vurma, zincirleme, kezzap atma dikkat çekiyor. Örgütle özdeşleşen en acımasız eylem ise örgüt içerisinde " sığınak " olarak adlandırılan mezar evlerdeki sorgulamalardı. Örgüt aleyhindeki kişiler ile ajan olduğundan kuşkulandıkları kendi örgüt mensuplarının kaçırılıp, hapsedildiği son derece gizli yerlerdi. Hücre evleri ve cami zeminindeki toprak kazılarak yapılan sığınaklarda, kaçırılan kişiler zincire vurulup hapsedilip, sorgulanıyordu. Sığınaklar ise genellikle başka illerden getirilen ve sonra yakalansa bile bölgeyi tanıyıp gösteremeyecek militanlara kazdırılıyordu.

 

Örgüt evlerinde yer alan sığınaklarda sorgulanan kişiler " domuzbağı " olarak nitelendirilen yöntemle boğularak öldürülüp, cesetleri kimi zaman araziye kimi zaman ise sığınaklar kazılarak infaz edildikleri eve gömülüyordu. 2000 yılında Türkiye genelinde yapılan operasyonlarda mezar evlerde domuzbağıyla öldürülen 100 dolayında cesete ulaşılmıştı.

 

Örgüt finans gereksinimini, tüm örgüt mensuplarının gelirinin yüzde 10'u oranında alınan para, köylerde hasat zamanı mahsullerden alınan yüzde 10 pay, fidye veya cezalandırma amaçlı adam kaçırma ve tehdit yoluyla elde edilen haraç, kurban derileri ve zekâttan sağlıyordu.

 

Ajan sızmayan tek örgüt

 

Örgüt siyasi planda halkalar, askeri alanda ise eylem birimleri şeklinde yapılandığı için, örgüt üyesi kimin ast, kimin üst durumunda olduğunu bilemiyor ve sadece içinde bulunduğu hücreyi oluşturan şahısları ancak kod ismiyle tanıyordu. Örgüt, kurallara uymayan, örgütsel sırları deşifre ve örgüt faaliyetlerini riske eden, ajan olduğu konusunda en küçük kuşku duyduğu mensubunu anında sorgulayıp cezalandırıyordu. Hizbullah, içine gizli istihbarat elemanı sızmadığı ve arşivinin ele geçirildiği güne kadar çözülememiş tek örgüt olarak resmi kayıtlara geçirildi.

 

Yıllarca "deşifre" edilememiş olan örgüt, 17 Ocak 2000 tarihinde liderinin öldürüldüğü Beykoz operasyonu ile ciddi anlamda güç kaybetti. Almanya'da yaşadığı düşünülen örgüt üst düzey yöneticilerinden İsa Altsoy 'un burada taban faaliyetini yürüttüğü değerlendiriliyor. Beykoz operasyonundan sonra hiçbir eylemde adı geçmeyen Hizbullah'ın tam olarak bitmediği ve bitmeyeceği, bir örgüt özeleştirisi niteliğini taşıyan ve 2004'te basılan "Kendi Dilinden Hizbullah ve Mücadele Tarihinden Önemli Kesitler" adlı kitapta net olarak ortaya konuluyor. Kitapta Velioğlu'nun da öldürüldüğü operasyonun rastlantı sonucu gerçekleştirildiği savunulurken "Cemaatin mevcut varlığı son bulsa veya yok edilse dahi, bu mücadeleyi onların çocukları ve onlardan sonra gelenler devralacaktır" değerlendirmesi de dikkat çekiyor.

 

 

 

 

 

Aydınları katleden örgüt İslami Hareket

Resmi kayıtlara Türkiye'nin ilk " Hizbullah "ı olarak 1983'te İstanbul/Kasımpaşa'da kurulu örgüt düşülmüştü. Hırsızlık ve gasp suçlarını işleyen ve çökertilen bu örgüt daha sonra " İslami Hareket " olarak canlanmış ve aydınlara yönelik suikastları gerçekleştirmişti.

 

İslami Hareket örgütü, " Hüseyin Galip " kod adlı İrfan Çağrıcı ve arkadaşları tarafından 1987'de Batman'da kuruldu. Örgüt, adını aydınlara yönelik suikastlar ile duyurdu. " Resmi " ilk Hizbullah'ın uzantısı olan örgütün deşifresi de hayli ilginçti. Yazar Turan Dursun 'un katledilmesinin ardından suikastta kullanılan silahın içinde bulunduğu bir otomobil İstanbul emniyeti önünde terk edildi. Yapılan çalışmalar sonucunda örgüt militanlarının hırsızlık suçundan sabıkalı oldukları anlaşıldı. Özünde tüm dinci örgütler gibi İslam devleti kurma amacını taşıyan örgütün stratejisine göre, kadrolaşmadan " silahlı savaşa " kadar toplam 25 yıl sonunda İslam devleti kurulacaktı.

 

1990'lı yıllarda örgütü yönetecek şûrada Mehmet Kaya, Hüsnü Yazgan, Ramazan Aytunç, Şefik Polat, Ömer Faruk Baş, İhsan Deniz, Zübeyir Gümüş, İrfan Çağrıcı, Ekrem Baytap ve Abdullah Yiğit isimleri yer aldı. Örgüt, genel şûra, yasama şûrası ve icra şûrasından oluşuyordu. İcra şûrasında yer alan liderlerin teknik ve ameliyat timleri bulunuyordu. Bu timlerde, bomba ve suikast konusunda eğitimli örgüt üyeleri yer alıyordu. " Ameliyat timleri "ndekiler ise silahlı eylemleri gerçekleştiren militanlardan oluşuyordu.

 

Örgüt üyelerinin İran Kum kentinde askeri eğitim aldıkları saptandı. Turan Dursun cinayetinde kullanılan silahın Almanya tarafından İran'a satıldığı da ortaya çıktı. Örgütün ismi, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç 'in 7 Mart 1990 yılında öldürülmesi ile duyuldu. İran'da eğitilen militanlar Türkiye'ye kaçan " devrim " karşıtlarına yönelik eylemlere de katıldılar. Yazar Turan Dursun'un 4 Eylül 1990 tarihinde öldürülmesi eylemi de örgüt lideri İrfan Çağrıcı 'nın talimatıyla gerçekleştirildi. 24 Temmuz 2000 tarihinde Çağrıcı ve 4 arkadaşı, idam cezasına mahkûm edildi. Bugüne değin örgütün üstlendiği herhangi bir saldırı eylemi olmadı.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-12

 

 

 

Avrupa yapılanması, Avrupa imamına bağlı olarak Hollanda, Belçika, İtalya, İngiltere ve Almanya ülke imamlarından oluşuyor

 

 

Gülen Grubu mercek altında

 

 

 

Gülen'in uzun vadede dini esaslara dayalı bir devlet kurmayı amaçladığı ve buna yönelik olarak, yurtiçinde ve yurtdışında açtığı okullarda öğrencileri amaçları doğrultusunda eğiterek, ileride kurmayı düşündüğü dini esaslara dayalı devlet modeline uygun üst düzey yönetici yetiştirmeyi hedeflediği düşüncesi ağırlık kazanıyor.

Resmi belgelerde, dinci terör örgütlerinin yanı sıra dini motifli gruplar da değerlendiriliyor. "Gülen Grubu" ile Milli Görüş Teşkilatı da bu kapsamda değerlendiriliyor. Kayıtlarda herhangi bir terörize eyleme katılmamakla birlikte dikkatle izlenmesi gereken yapılar arasında sayılıyor. Gülen yandaşları kendilerinin her ne kadar "hareket" olarak değerlendirilmeyeceğini savunsalar da güvenlik birimlerinin raporlarında ayrıntılı olarak irdelenen yapılar arasında bulunuyor.

 

ABD 'konuğu' vaiz Gülen hareketi

 

Nurculuk hareketinin kurucusu olan Saidi Nursi 1873 yılında Bitlis'in Hizan ilçesinin Nurs köyünde doğdu. Önceleri "Saidi Kürdi" olarak tanındı ve bu unvanı kullanırken, soyadı kanunu çıktıktan sonra doğduğu köye yakıştırarak Nursi soyadını aldı. Saidi Nursi bilinen anlamda herhangi bir eğitim almadı. Bunu kendisi de Tizyak adlı risalenin 68. sayfasında, "risalelerini kendisinin yazmadığını, bunları yardımcılarının (nur şakirtlerinin) yazdığını" belirtmektedir.

 

Meşrutiyetin ilanından sonra Bitlis havalisinde şeyhlik faaliyetlerine başlayan Saidi Nursi, İstanbul'a gelerek siyasi faaliyetlere katıldı, İttihad-ı Muhammed-i Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Saidi Nursi'nin 23 Mart 1960 tarihinde Urfa'da ölümünün ardından "yetiştirdiği öğrencileri" düşüncesini sürdürdüler.

 

Nurculuk bir tarikat olarak karşımıza çıkmasına karşın Nurcular bu hareketin bir tarikat olmadığını, Kuranı Kerim'in 20. yüzyılda tefsiri üzerine kurulmuş bir okul olduğunu ve nur risalelerinin de Kuranı Kerim'in tefsirini kapsadığını iddia etmektedirler.

 

Yazıcılar - Okuyucular grubu

 

İlk defa 1955-1957 yıllarında Kuranı Kerim'in ve risalelerin yazılış nedeniyle ortaya çıkan Nurcular arasındaki gruplaşma, Saidi Nursi'nin ölümünden sonra daha da açığa çıktı. Birinci grup, "Kuran'a küfür yazısı ile hizmet olmaz" söylemiyle ortaya çıkarak Risaleyi Nur'ların mutlaka Arapça ile ve el yazısı ile yazılması, bunun için de bütün Nurcuların Arapça öğrenmeleri gerektiğini savundu. Bu gruba "Yazıcı Nurcular" denildi. İkinci grup "okuyucu Nurcular" diye bilinip, Latin harfleri ile yapılacak çalışmanın hedeflerine varmada yardımcı olacağı görüşünü savunuyordu. Okuyucu ve yazıcı grup arasındaki bu farklılaşma, 1969 yılından sonra okuyucu grup içinde yer alan Fethullah Gülen grubunu ayrı bir grup olarak ortaya çıkardı.

 

Fethullah Gülen hakkında düzenlenen iddianamede, amacının "Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğünü kurmak" olduğu savlandı. Gülen hareketi, "demokratik usuller ve ılımlı İslam görüntüsü ile kamufle edilmiş yöntemi, toplumun önemli bir kısmı tarafından kabul görmesine neden olan yurtici ve yurtdışındaki okulları vasıta olarak kullanması, siyasi parti, kişi ve bazı devlet kadroları tarafından kabul görmesi nedeniyle hedefine ulaşmada devlet rejimini istismar etmesi, dini ve siyasi yapısını sürekli canlı tutan kaynağı belirsiz finans desteği ile ülkemizdeki en güçlü ve etkin irticai yapılanma" olarak değerlendirildi.

 

Resmi kayıtlara göre Gülen'in izlediği strateji şöyleydi:

 

"İslamcı ideolojik bir yaklaşımla bulunduğu legal yolu muhafaza ederek sahibi olduğu etkin mali gücü ile bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dershaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak. Devletin bütün kadrolarında, bütün bürokraside kadrolaşmak, yurtdışında Türkiye'de kurulacak siyasal İslama sempati ile bakacak bir gençlik oluşturmak. Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bazı devlet çevrelerini etkileyen Gülen, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir."

 

Gülen'in uzun vadede dini esaslara dayalı bir devlet kurmayı amaçladığı ve buna yönelik olarak, yurtiçinde ve yurtdışında açtığı okullarda öğrencileri amaçları doğrultusunda eğiterek, ileride kurmayı düşündüğü dini esaslara dayalı devlet modeline uygun üst düzey yönetici yetiştirmeyi hedeflediği düşüncesi ağırlık kazanıyor.

 

Faaliyetlerini Almanya'da 12, Avusturya'da 4, İtalya'da 11, Macaristan'da 1, İngiltere'de 1, İsveç'te 3, Danimarka'da 1, Fransa'da 1, Belçika'da 2 olmak üzere kurmuş olduğu toplam 26 dernek ve kuruluş aracılığıyla da desteklemektedir.

 

Resmi kayıtlara göre grubun Avrupa yapılanması, Avrupa imamına bağlı olarak Hollanda, Belçika, İtalya, İngiltere ve Almanya ülke imamlarından oluşuyor. Temel teşkilatlanma ise şöyle:

 

Fethullah Gülen (Dünya imamı), onun altında Kıta imamları (Uzakdoğu imamı, Amerika imamı, Avrupa im amı, Rusya Federasyonu İmamı, Orta Asya Cumhuriyetleri imamı).

 

Uzakdoğu imamına bağlı olarak; Malezya, Japonya, Çin, Endonezya, Tayland, Tayvan.

 

Avrupa imamına bağlı olarak; Hollanda, Belçika, İtalya, İngiltere, Almanya.

 

Yapının finansman geliri, cemaat mensuplarından toplanan yardımlar, yayınların satışından elde edilen gelirler, şirketlerden elde edilen gelirlerden sağlanıyor.

 

Fethullah Gülen hakkında açılan ve beraatıyla sonuçlanan yargılamaya ilişkin Yargıtay Başsavcılığı'nın görüşü bu düşünceyle pek örtüşmüyor. Gülen, dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup, faaliyette bulunduğu iddiasıyla yargılanmış, ancak AKP döneminde yapılan yasal değişiklik uyarınca beraatına karar verilmişti.

 

Dikkat çeken değerlendirme

 

Bu beraatın temyizini görüşen Yargıtay Başsavcılığı'nın Gülen hakkındaki tebliğnamesinde en dikkat çeken değerlendirme, Gülen'in ülke içinde oluşturup, daha sonra ülke dışında organize edip yönettiği örgütün Türkiye'de "mevcut anayasal düzeni değiştirmek ve laiklik ilkesini de kaldırarak, yerine şeriat esaslarına dayalı devlet kurmak amacında olduğu, aşamaları tebliğ, cemaat ve cihat temelinde, yurtiçinde ve yurtdışında dershane, okul, üniversite, yurt hazırlık kursları ve kurduğu şirketler aracılığıyla eğitimli bir kadro ve ekonomik bir güç oluşturarak, yönetimde teşkilatlanmayı, devlet idaresini ele geçirmeyi hedeflediği" belirlemesi olmuştu. Gelecek günlerde Yargıtay 9. Ceza Dairesi Gülen'e ilişkin kararını oluşturacak. Emekli vaiz Fethullah Gülen, sağlık sorunları gerekçesiyle ABD'de yaşıyor ve Türkiye'ye dönmüyor.

 

 

 

 

 

 

Dar gelen gömlek: Milli Görüş

Necmetin Erbakan ile Milli Selamet Partisi yanlıları tarafından 15 Eylül 1974 tarihinde Batı Berlin'de kurulan Milli Görüş Teşkilatı, 1975 yılında yine Batı Berlin'de kurulmuş olan Türk Birliği ve Batı Berlin Türk Kültür ve Yardımlaşma Derneği ile birleşti. Örgüt, merkezini 1977 yılında Batı Berlin'den Köln'e nakletti ve 20 Mayıs 1985 yılında Köln mahkemesinin onayı ile AMGT adı altında resmiyet kazandı. Teşkilatın genel başkanlığına Osman Yumakoğulları, genel sekreterliğine Ali Yüksel , topluluk ikinci başkanlığına ise Şevki Yılmaz getirilmişti.

 

15 yıl Adana müftülüğü yapan Cemalettin Kaplan 1977 seçimlerinde MSP milletvekili adayı olmuş, kazanamayınca 1981 yılında Erbakan'ın talimatı ile Almanya'ya gitmişti. Teşkilatın İrşad ve Fetva Komisyonu başkanı olan Kaplan, örgütün yayın organı olan Hicret dergisinde çeşitli yazılar yazmış, daha sonra ayrılmıştır.

 

Milli Görüş'ün amacı "laik demokratik cumhuriyet rejimini yıkarak, şeri esaslara dayalı bir devlet düzeni kurmak" tır. Resmi belgelere göre bu amacına ulaşabilmek için legal görünüşlü dernek, vakıf ve partiler aracılığıyla faaliyet yürütüyor. Yapının yurtdışı yapılanmasını İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı oluşturuyor. Eski adıyla Avrupa Milli Görüş Teşkilatı.

 

Ankara DGM tarafından açılan Milli Görüş davasının iddianamesinde, Milli Görüş'ün yurtdışında bağlantılı olduğu kuruluşlar arasında, Libya'da bulunan İslama Çağrı Cemiyeti, Suudi Arabistan'da bulunan Rabıta, Mısır ve Suriye'de yaygın olan Müslüman Kardeşler Teşkilatı, Cezayir'deki İslami Selamet Cephesi, Pakistan'da bulunan Cemaati İslami Partisi, Almanya'da bulunan Alman İslam Konseyi ve İngiltere'de bulunan İslam Partisi isimleri sıralanıyor.

 

Türkiye'deki Milli Görüş anlayışının hâkim olduğu yapılanmanın iktidara gelmesinin desteklenmesi yönünde yurtdışında taban yaratmak ve Türkiye'de laik devlet düzenini, yani demokratik rejimi bertaraf ederek, İslami bir devlet ve toplum yapısının kurulması hedefleniyor. Merkezi Almanya/Köln'de bulunan teşkilatın, Almanya, Avusturya ve Fransa olmak üzere birçok ülkede çeşitli nitelikte 550 civarında cami derneği, 2 bin 100 civarında şubesi (gençlik, kadın kolları, üniversiteler ve diğer yan kuruluşlar) mevcut olan İGMG'nin yaklaşık 70 bin kayıtlı üyesinin yanı sıra 250 bin dolayında sempatizanı bulunduğu, kayıtlarda yer alıyor.

 

Avrupa ülkelerinde, Almanya, İtalya, İsveç, Fransa, Danimarka, Norveç, Hollanda, İngiltere, İsviçre ve Avusturya'da faaliyet göstermesinin yanı sıra ABD, Kanada, Suudi Arabistan ve Avustralya'da irtibat büroları bulunuyor.

 

Teşkilat, hareketlerine kısıtlama getirilmesini önlemek için örgütlendiği Avrupa ülkelerinin hukuki yapısına uygun hareket ediyor. Almanya'nın entegrasyon politikalarına ağırlık verdiği bu çerçevede, Almanca bilen ve Alman vatandaşı olan milli görüşçülere yer verilmesi öne çıktı. Almanya yurttaşlığına geçiş de propaganda, afişleme ve ilan çalışmalarıyla teşvik edilerek "Almanya'da kalıcı olunduğu, Alman vatandaşı olmakla oy hakkı elde edileceği, bunun da diğer hakların alınmasını kolaylaştıracağı" mesajları yoğun şekilde tabana veriliyor.

 

Teşkilatın finans kaynaklarını, camilerden toplanan paralar, bağış, fitre, zekât, kurban geliri, hac organizsayonu oluşturuyor. Milli Görüş Milli Selamet Partisi'nden başlayıp RP, FP 'nin kapatılmasıyla SP olarak yaşamını halen sürdürüyor. Milli Görüş'ün teorisyeni olan Necmettin Erbakan ise RP'ye yapılan hazine yardımlarını teşkilatlara dağıtılmış gibi göstermekten yargılandığı davada, resmi belgede sahtecilik suçundan hüküm giyerek siyasi yasaklı hale geldi. Aynı çizgi içerisinde yer alan ve siyaset yapan Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç 'ın da aralarında bulunduğu çok sayıda kişi "yenilikçi" adıyla, Başbakan'ın deyimiyle Milli Görüş gömleğini çıkararak Adalet ve Kalkınma Partisi olarak yollarına devam ediyorlar.

 

GEZEGENE UMUT BAĞLAYANLAR

 

Güvenlik birimlerinin kayıtlarına göre adı çok duyulmamış da olsa çok sayıda dinci örgüt bulunuyor. Örneğin, beş kıtadaki "tüm Müslüman kavimleri" yapılacak bir askeri darbe ile bir araya getirmeyi amaçlayan Tebliğciler. "Birleşmiş İslam Akvam Devleti" kurmayı düşleyen Biad'cılar.

 

Belki de bu örgütler arasında en ilginci, kendilerince gezegenlerin aynı hizaya gelmesiyle yaşanacak tufanı bekleyen "Tufancılar". Tufancılara göre 2000 yılında gezegenler aynı hizaya gelecek, tufan olacaktı ve bir tek onlar kurtulacaktı. Ama beklenen tufan gerçekleşmedi! Bu örgütün üyeleri arasında mühendisler, doktorlar ve öğretim üyelerinin bile bulunmuş olması dikkat çekiciydi.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

CEMAAT, TARİKAT VE DEMOKRASİ...

 

 

Reha MUHTAR

 

Anlıyorum ki, Türkiye’nin temel çelişkisini “demokrat ve cumhuriyetçi” ekseninde gösterip kendilerine “demokrat” adını vererek, cumhuriyetçileri “baskıcı, diktatör, antidemokrat, özgürlüklere düşman ve militarist” gösteren arkadaşlar, bir süre sonra yaptıkları bu sanal değerlendirmeye kendileri de inanıyorlar...

 

Beyin böyle bir şey; kendi içinde yarattığı şeye önce kendi inanıyor ve hayatı kendi beyninde yarattığı gibi sanıyor...

 

Ben Türkiye’nin temel çelişkisini “demokrat ve gerici” güçlerin çatışması olarak görüyorum ve olayları bu eksen üzerinden değerlendiriyorum...

 

Çünkü hayatın kendisi esasen “demokrasiden yana olanlarla demokrasiden yana olmayan, demokrasi düşmanı gerici sistemlerin mücadelesi” biçiminde gerçekleşiyor...

 

Arkadaşlara “globelleşen demokratlar” adını vermemde aşağılayacı bir ifade yok, kendileri kendilerini öyle adlandırıyorlar çünkü...

 

Globalleşen demokratlar, demokrasinin özünde “bireyin yattığını, demokrasiyi bireyin tercihlerinin belirlediğini, bireyin özgürlüklerinin esas olduğunu” hatırlamayan şizofrenik bir dünyanın içinde yapıyorlar...

 

O şizofrenik dünyalarında, askerin siyasete müdahale etmemesi ilkesi var, ama tarikatların siyasete müdahalesi ilkesiyle ilgili tek bir satır yok...

 

AKP’nin oylarının ne kadar demokratik olduğunu söyleyenlerin, oyların tarikatlarla bağlantısını hiç göremeyecek kadar gerçek hayattan kopmuş olmaları, özel bir çıkar için değilse ancak John Nash türü ağır bir şizofreniyle açıklanabilir...

 

Bence hemen burun kıvırmasınlar ve Akıl Oyunları filminin bir DVD’sini satın alıp, filmi yeni baştan izlesinler sonra da John Nash’in hayatını okuyarak ağır şizofreniden nasıl bir parça kendini kurtardığını anlasınlar...

 

 

 

***

 

Elbette bir bireyin AKP’yi tercih etmesinin demokrasi açısından hiçbir zararı yok, tersine gayet demokratik bir durum; ama bu ancak tek tek bireylerin kişisel tercihleri böyle olduğunda demokratiktir...

 

Bir cemaatin, bir tarikatın ya da bir aşiretin müritleriyle bir siyasi partiyi desteklemesinin demokratik hiçbir yanı yok ve bunun adı hiçbir şekilde demokrasi değil...

 

Ortadoğu coğrafyasında demokrasilerin yeşermemesinin nedeni, seçimlerin yapılmaması değil, seçimler iyi kötü her yerde yapılıyor; ama seçimler tek tek bireylerin tercihlerini değil, feodalate artığı aşiretlerin, radikal etki altındaki tarikatların, cemaatlerin, demokrasi dışı örgütlenmelerin etkisi altında yapılıyor...

 

Sandık çoğu zaman bireysel tercihleri yansıtmıyor, ortadoğu coğrafyasının cemaat tarikat örgütlenmesinin tercihleri ağır basıyor...

 

“Globelleşen demokratlar” kendi yazdıkları gazelerde kendi hazırladıkları yazı dizilerine bile bakarken göremiyorlar ki, “bilmem ne cemaati oyunu kime verecek” başlığıyla yayınladıkları yazılar bile seçimlerin sosyolojik olarak bütünüyle demokratik olmadığının kanıtı...

 

Ne demektir bir cemaatin oylarının nereye gideceği?..

 

Cemaat önderinin ya da tarikat liderinin belirlediği bir kişinin yüzbinlerce mürit tarafından tercih edilmesinin, demokratik bir yönü olabilir mi?..

 

Globelleşmiş demokratlar, Hollanda’da veya Belçika’da veya İskandinavya’da böyle bir demokrasinin olduğuna inanırlar mı?..

 

Aşiret oylarının, cemaat ve tarikat tercihlerinin sandıkta etkili olduğu bir düzende kendilerine demokrat diyen insanlar askeri muhtıralara karşı çıkarken ve ondan çok daha önce, bunlara karşı çıkmayı kendilerine görev bilmezler mi?..

 

***

 

Bu ne mene bir globalleşmiş demokrasidir ki, demokrasiyi demokrasi yapan birey tercihinden çok önce, başka arka bahçeler devreye girmektedir?..

 

Türkiye’de demokrat olmanın ilk ve öncelikli koşulu, ülkenin sosyolojik sisteminin demokrasiye uygun hale gelmesidir...

 

İnsanın bireyselleşmesidir...

 

İnsanın bireyselleşmediği toplumlarda demokrasi olmaz...

 

Asker muhtıra verse de olmaz, asker muhtıra vermese de olmaz...

 

Globalleşmiş demokrat arkadaşlara bir iyi bir kötü haberim var...

 

Önce kötü haberi vereyim, iyisini sona saklayayım...

 

Şizofreni çok ağır bir hastalıktır, tamamen geçmez, iyileşmez...

 

Bu kötü haber; iyi haber ise şu:

 

Çok uğraşılırsa kontrol altına alınabilir, daha doğrusu hasta onunla yaşamayı öğrenebilir, John Nash’in olduğu gibi çok da başarılı olabilir, Nobel bile alabilir...

 

Filminden de Oscar alınabilir...

 

Ama Allah biliyor ya, çok fazla gayret göstermeleri gerekiyor...

 

Üstelik hiçbir kurnazlığa sapmadan tamamen iyi niyetle...

 

 

Vatan/12 Temmuz 2007

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

TARİKATLAR, DİNİ CEMAATLAR VE 22 TEMMUZ-1

 

 

Başlarken

 

Türkiye'nin çok partili döneme geçişiyle birlikte tarikatlar ve cemaatler siyasette etkili olmaya başladı. Her seçim döneminde tarikat şeyhleri, cemaat önderleri, destekledikleri siyasetçileri müritlerine işaret etti. Demokrat Parti ile başlayan süreç 1980 darbesinden sonra renk değiştirdi. Bu tarihe kadar sadece seçmen olmakla yetinen tarikatlar, artık seçilen olmaya başladı. Müritler de aktif siyasete girdi. Tarikatlar, farklı siyasal partileri destekleseler de hep sağ görüşlü siyasal oluşumlar içinde yerlerini aldı. Sadece merhum Bülent Ecevit'in DSP'si cemaatlerden oy almayı başardı.

 

 

Meclis'e girmeyi başaran müritler, Ankara'ya gittikten sonra da şeyhlerini unutmadıklarını gösterdi. Yeri geldi bunu sadece sözlü ifade ettiler, yeri geldi ellerindeki yetkiyi, tarikatları ya da cemaatleri için kullanmaktan çekinmediler.

Önümüzdeki seçimlerde de hemen hemen her tarikatın ve cemaatin, siyasi partilere dönük bazı beklentileri ve hesapları var. Siyasi parti liderleri de onların oylarına talip olduklarını, seçime az bir süre kala yaptıkları manevralarla gösteriyor. Kısacası, tarikatlar ve cemaatler memnun, siyasi partiler de...

Milliyet, bu yazı dizisinde tarikat ve cemaatlerin 22 Temmuz seçiminde oynayacakları role büyüteç tutuyor.

 

Gülen cemaati AKP'yi destekliyor

 

Fethullah Gülen cemaatinin AKP listelerinde 30 dolayında milletvekili adayı olduğu belirtiliyor. Gülen'i eleştirdiği söylenen eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek'e destek yok. Sivas'ta BBP'li Yazıcıoğlu destekleniyor

 

Yurtiçinde ve yurtdışında açtığı okullarla tanınan Gülen cemaatinin yıldızı ilk kez 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın başbakanlığı döneminde parladı. Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonu cemaate bağlı. Devletin çeşitli kademelerinde kadrolaşmalarıyla sık sık kamuoyunun gündemine gelen cemaatin lideri ise Fethullah Gülen... 28 Şubat sürecinde ABD'ye giden Gülen, cemaatini buradan yönlendiriyor.

 

Talay'ı desteklediler

 

2002 seçimlerinde, bölgelerdeki adaylara göre değişik partilere destek veren Fethullah Gülen cemaati, özellikle İsmail Cem'in Genel Başkanlığını yaptığı Yeni Türkiye Partisi'nden (YTP) Gaffar Yakın ile YTP'nin Genel Sekreterliğini yapan eski Kültür Bakanı İstemihan Talay'a açık destek çıkmıştı.

DSP baraj kaygısı nedeniyle desteklenmedi. AKP'ye ise yeniden 28 Şubat süreci yaşanır korkusuyla açıktan destek verilmemişti. Ancak, AKP'ye oy verilmemesi yönünde cemaate telkinde de bulunulmamıştı. Aslında, destek vardı ama bu yüksek sesle telaffuz edilmiyordu. Bu seçimlerde ise kayıtsız şartsız destek var.

 

Cemil Çiçek tepkisi

 

Fethullah Gülen'den seçim için açık bir konuşma beklenmiyor. Ancak, cemaate yakın yayın organı Zaman gazetesi hükümetin uygulamalarından memnun. Gazeteden AKP'ye açık destek veriliyor. Ancak, AKP Ankara milletvekili adayı ve eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek'e ise destek yok. Nedeni, cemaat tarafından çok net bir şekilde ortaya konuluyor. Hürriyet yazarı Ahmet Hakan'ın isim vermeden yazdığı ve daha sonra kamuoyunda Cemil Çiçek'e atfedilen, "Bu Fethullah Gülen de çok oluyor" sözleri, cemaatte büyük tepki yarattı. Çiçek'in desteklenmeyeceği kesin bir ifadeyle Ankara'da dile getiriliyor.

Cemaatin önde gelenleri, geçmişte Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile cemaatin bugün olduğu ölçüde yakın olmadığına dikkat çekiyor. Geçmişte, Özal'ın ANAP'ına açık destek veren Gülen cemaati, bugün AKP'yi ANAP'ın devamı olarak görüyor. İcraatlarını da Özal'ın icraatlarına benzetiyor.

AKP milletvekilleri adayları içinde cemaate yakın 30 dolayında isim olduğu, bunlarında seçilebilecek sıralardan aday gösterildiği söyleniyor.

 

Nevval Sevindi'ye destek

 

Zaman gazetesinden 2 ay önce ayrılan Nevval Sevindi DP'den aday olmasına rağmen desteklenecek.

Fethullah Gülen ile seri röportajlar kitabı bulunan ve uzun süre Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapan Nevval Sevindi, cemaate olan yakınlığıyla biliniyor.

DP İstanbul milletvekili adayı olan Nevval Sevindi, bu konuda konuşmak istemiyor. Sevindi, sadece, ayrıldıktan sonra adaylık süresince gazetenin kendi isminden tek kelime bahsetmediğini belirterek kırgınlığını dile getiriyor.

Kendisinin cemaatten biri olmadığının altını çizen Sevindi, okurları arasında kendisini seven çok sayıda insan olduğunu, bu noktada cemaate bağlı insanların kendisini destekleyeceğini düşünüyor.

 

Milli Görüş'e destek yok

 

Gülen cemaati, geçmişte pek çok bölgede adaylara göre farklı siyasi partileri destekledi. Bir dönem merhum Bülent Ecevit'in DSP'sine açık destek veren cemaat, bu seçimde DSP'ye, dolayısıyla CHP'ye destek vermiyor. Bu da cemaatin asıl desteği isme verdiğini gösteriyor.

Cemaat, Necmettin Erbakan'ın partilerine ise hiç destek olmadı. Hatta 28 Şubat sürecinde Fethullah Gülen, Erbakan'ı açıkça eleştirdi. Milli Görüşçülerle cemaatin yıldız hiç barışmadı.

 

 

BBP'ye değil, Yazıcıoğlu'na

 

Bağımsız adaylık için Genel Başkanlığını yaptığı partisi BBP'den istifa eden Muhsin Yazıcıoğlu'nun Gülen cemaatinde önemli bir yeri var. 1999'da Gülen'in vaaz kasetleri kamuoyuna yansıdığında büyük tepki toplarken, eski BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu Gülen'e destek olmuştu.

Cemaat bu olayı, o tarihten bu yana hiç unutmadı. Cemaat, partisinden istifa edip Sivas'tan bağımsız aday olan Yazıcıoğlu'nu bu bölgede destekleyecek.

Ancak BBP'nin diğer şehirlerdeki bağımsız adaylarına aynı destek verilmeyecek.

 

Hala oğlu aday gösterilmedi

 

Fethullah Gülen'in halasının oğlu olan Kazım Avcı, Erzurum AKP'den aday adayıydı. Avcı, "Fethullah Gülen dayımın büyük oğludur. Öteden beri milletvekilliğini düşünüyordum. Kendisine de danıştım ve olumlu yanıt aldım. Ben her şeyimi zaten kendisiyle istişare ederim" diye açıklamada bulunmuştu. Ancak, bu açıklama, hem cemaatte hem de AKP'de olumsuz karşılandı.

Cemaatin önde gelen isimleri, böyle bir görüşmenin olmadığını söyledi. Avcı'nın Gülen'in ismini açıkça kullanmaktan kaçınmadığı için cemaat içinde tepki çektiği biliniyor. Bu yüzden Avcı'nın Erzurum'dan aday gösterilmemesine cemaat kırgın değil, hatta memnun.

 

Said-i Nursi ve Nurculuk

 

Nurculuk, Bediüzzaman Said - i Nursi olarak bilinen, 1873 doğumlu Said - i Kürdi'nin 130 parçadan oluşan "Risale - i Nur" isimli altı bin sayfalık eserini yazmasıyla doğdu. Bu kitapları okuyup Said - i Nursi'nin fikirlerini benimseyenlerin oluşturduğu cemaat, "Nurcular" olarak anıldı. Said - i Nursi, cumhuriyetin ilk dönemlerinde yasaklı bir konuma geldi. Said - i Nursi'nin Demokrat Parti iktidarında serbest bırakılması nedeniyle, Nurcular önce bu partiye ardından Adalet Partisi'ne yakın oldu.

Said - i Nursi'nin 1960 yılında ölmesinden sonra talebeleri tarafından cemaat genişletildi. Cemaat, bugün Fethullah Gülen ile Mehmet Kutlular tarafından farklı kanallardan devam ettiriliyor, çok parçalı bir görünüm arz ediyor. Nurcularda en kalabalık ve güçlü kanalı Fethullah Gülen cemaati oluşturuyor. Yeni Asyacılar olarak da bilinen Mehmet Kutlular'ın da azımsanmayacak bir cemaati bulunuyor. Bu iki cemaatin de önümüzdeki seçimlere bakışı farklı.

 

Nasıl etkili oluyorlar?

 

Hemen her cemaatin illerde ve ilçelerde bölge imamları ya da bölge liderleri bulunuyor. Bu liderler, merkezden, yani şeyh ya da cemaatin en tepesindeki isimden aldıkları işaretleri, haftalık toplantılarda cemaat mensuplarına aktarıyor. Böylelikle, hangi parti ya da hangi adayın destekleneceği her yerleşim birimine ulaşıyor.

Cemaat mensupları daha sonra toplum içinde, çalıştıkları yerlerde, yakın çevrelerine bu yönde telkinlerde bulunuyor. Özellikle de cami cemaati arasında bulunan çok sayıda kararsız seçmen, cemaatlerin bu telkinleriyle karar veriyor. Cami görevlileri, aynı cemaate mensupsa, bu telkinin gücü iyice pekişiyor. 'Hocanın gösterdiği yol doğrudur' noktasından hareket edilerek kararsız cami cemaati istenildiği gibi yönlendiriliyor.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

TARİKATLAR, DİNİ CEMAATLAR VE 22 TEMMUZ-2

 

Kadiriler bölünürken Yeni Asyacılar DP'ye

 

Nurcuların ikinci büyük kolu olan Yeni Asyacıların "lideri" Kutlular, AKP'yi eleştiriyor, DP'yi desteklediklerini söylüyor. Kadirilerin Baş kolu kendi partilerini, diğer kolu ise AKP'yi destekliyor

 

Nurcuların ikinci büyük kolunu Yeni Asyacılar grubu oluşturuyor. Bu grubun lideri Mehmet Kutlular. Cemaata yakın yayın organı ise Yeni Asya gazetesi... Cemaat lideri Kutlular'ın, Said-i Nursi'nin ölümünün 39. yılında Kocatepe Camii'nde okutulan mevlidin ardından 1999 depremiyle ilgili yaptığı açıklama büyük tepki yaratmıştı. Kutlular, "Deprem, Allah'ın insanlara yönelik bir uyarısıydı" demişti. Bu sözleri nedeniyle yargılanan Kutlular, Ankara 1 No'lu DGM tarafından 2 yıl 1 gün hapis cezasına mahkûm edildi.

Kutlular'ın kızı 1995 yılında 17 yaşındayken uyuşturucudan hayatını kaybetti.

Yeni Asyacıları Gülen cemaatinden ayıran en önemli özellik, siyasi duruştaki farklılık. Yeni Asyacılar, Demokrat Parti'den (DP) hiç vazgeçmedi. DP'nin devamı olduğuna inandıkları partilere destek verdiler. 1980 sonrasında da DYP'yi desteklemeyi sürdürdüler. Bugün de Mehmet Ağar'lı DP'yi destekliyorlar.

 

 

AKP'nin şirinliği tutmaz

Mehmet Kutlular, DP ile onun devamı olduğunu düşündükleri partilere olan desteğin nedenini, şeyhleri Said-i Nursi'ye bağlıyor. Kutlular, demokratlığın İslam diniyle uzlaştığını belirtiyor. Kutlular, destekleri karşılığında hiçbir şart ileri sürmediklerini vurguluyor. Hiçbir partiden beklentileri olmadığını söyleyen Kutlular'la seçim sürecini konuştuk. İşte, Kutlular'ın yanıtları:

 

- Sol partilerde sağ adaylar, sağ partilerde sol eğilimli adaylar var. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

CHP, kendi politikasının iflas ettiğini gördüğü için sağdan adaylar alıyor. CHP, değişime ihtiyaç duyuyor. Sağa yaklaşıyor. Sağ ise geniş bir yelpaze. Milliyetçiden, dini kullanana kadar herkes var. AKP'de aynı. O da bu şekilde iktidarı koruyamayacağını anladı. Özellikle askeri cenaha şirin görünmek istiyor. Ancak her ikisi de tutmayacak. Tabanları bunları reddedecek.

 

AKP sorunları çözemedi

- AKP, sağ kesimin beklentilerine cevap verebildi mi?

 

Hayır, veremedi. Çünkü, bizim sağ dindar kesim ikinci sınıf insan muamelesi gördü. Bu yüzden çekingenler. AKP geldiğinde, 'Biz bedel ödemeye hazır değiliz' dedi ve olay bitti zaten. Kendi tabanını memnun edecek başörtüsü, imam hatip, YÖK gibi hiçbir soruna el atmadılar. Önceki seçimde oy veren dindar kesimin pek çoğu bu seçimde oy vermeyecek.

 

- Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde başörtüsünden dolayı yaşanan kriz AKP'nin işine yaradı mı?

 

Bence yaramadı. Tam ters bir etki yapacak. Kendi tabanı böyle algılar. Ama, geniş taban oyun olduğunu görüyor. Anayasa Mahkemesi'nin bunu iptal edeceğini herkes biliyor, bunlar mı bilmiyordu? Önceden önlem almadılar. Bağımsızları yanlarına çekebilirlerdi. Mehmet Ağar'a, 'Sizden yardım istediler mi?' diye sordum. 'Hayır' cevabını verdi. Seçime böyle girmek istediler.

 

- Hep, Demokrat Parti çizgisinde oldunuz. Bu seçim yine aynı çizgide mi devam edeceksiniz?

 

Çizgimizi hiç değiştirmedik. Misyonlar belli. Ben Müslüman olarak milliyetçiliğin yanında yer alamam. Irkçılık yoktur dinimizde. CHP'nin misyonu da belli. Bizim demokrat, hürriyetçi misyonumuza aykırıdır. Tüm darbelerde CHP askerin yanındadır. Demokrasi evrenseldir, dine de uygundur. Dört halife seçimle gelmiş. Benim bağlı olduğum Said-i Nursi, 'Meşrutiyeti alkışladım' diyor. Tek parti döneminde sürgüne uğradı. Demokrat Parti gelince, 'En uygun burasıdır, ehvenişer olan budur. Oyunuzu DP'ye verin' diyor. Bizim için bugün de böyledir.

 

- Mehmet Ağar DP misyonunu taşıyabilir mi?

 

Bir ziyaretinde Mehmet Ağar'a, 'Senin demokratlığın nereden geliyor?' diye sordum. '1960 ihtilalinde, benim babam Menderes'in Adana Emniyet Müdürü olarak atadığı insandır. Menderes yargılanırken babam da tevkif edildi. Ben hapishanelere yemek taşıdım' dedi. Bu adamdan demokrat olur. 27 Mayıs'ın ıstırabını yaşamıştır. Söylemlerinde de demokrasi aleyhine kötü sözleri yok.

 

- Tarikat ve cemaatlerin seçimlere etkisi ne olabilir?

 

Bir partiyi iktidar yapacak kadar güçleri yoktur. Ama, bir partiye barajı aştıracak kadar etkileri vardır. Ancak, ben, çok tarikat ve cemaatin AKP'ye oy vermeyeceğini düşünüyorum.

 

- Fethullah Gülen cemaati AKP'ye yakın duruyor mu?.

 

Geçen seçimde değildi. Geçen seçimde DSP, YTP hatta CHP'ye yakındı. Neden? Hocanın bir kaseti servise verildi. Gülen ABD'ye gitti. Devlet, o döneme kadar kendisini destekliyordu. Sonra, asker tepki gösterince, onu destekleyen Ecevit bile korktu. Gülen, hâkim gücün yanında olmak ister. Geçmişte DSP'yi desteklemesinin sebebi de askere Ecevit'in yakın olmasıydı. Kendisini savunabilecek insanlara ihtiyacı var.

 

Tarikatlar yasal mı?

 

Tekke ve Zaviyeler 30 Kasım 1925 tarihinde 677 sayılı kanunla kapatıldı. Tarikatlar da bu kanunla birlikte ortadan kalktı. Şeyhlik, müritlik, dervişlik gibi unvanların da kullanılması aynı kanunun birinci maddesince yasaklandı. Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'ne göre kanunun çıktığı tarihte İstanbul'da tarikatlara bağlı 307 merkez vardı.

Tarikatlar, çok partili sisteme geçişle birlikte yeniden faaliyetlerine başladı. Bugün tarikat merkezlerinin sayısının kapatıldıkları günden daha çok olduğu belirtiliyor.

 

Kadirilerin Kuşçuoğlu kanadı AKP'ye yakın

 

Kadirilerin ikinci kolunu ise Hasan Galip Kuşçuoğlu'nun cemaati oluşturuyor. Ankara merkezli cemaat, AKP'ye yakın dursa da bunu açıkça belli etmiyor. Hasan Galip Kuşçuoğlu Kültür ve Eğitim Vakfı Mütevelli Heyeti üyesi Halil Karahasanoğlu şöyle konuşuyor:

"Biz hiçbir siyasi partinin yanında açıkça yer almadık. Galip Efendi, 'Filanca partiye oy verin' demez. Bazen, 'Filanca yer hayırlı olur' dediği olur. Ancak, herkes sandık başında hürdür. Siz istediğiniz kadar söyleyin, adam orada bildiğini yapar. 'AKP, başörtüsü, imam hatip sorunlarını çözmedi' demek insafsızlık olur. Çözmelerine izin vermediler. Araba veriyorlar ama benzin koymayıp son sürat git deniyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında bunları yaşadık. Ekonomik olarak da bir fidan ekildi, şimdi meyveleri toplanacak."

 

 

 

Galip Kuşçuoğlu kimdir?

Kadiri Rufai tarikatının şeyhi. Fatih döneminin ünlü astronomi bilgini Ali Kuşçu'nun soyundan geldiği söyleniyor. 1919 Çorum doğumlu olan Kuşçuoğlu, Nakşi ve Mevlevi şeyhliğini birlikte temsil eden amcası Bekir Efendi'nin yanında yetişti. 19 yaşında derviş olarak Hacı Mustafa Efendi'nin dergâhına intisap etti, 1956'da Maraşlı Mustafa Yardımedici'den icazet aldı. Teknik okul mezunu olan Kuşçuoğlu'nun televizyon kanallarında 'şiş burhanı' (vücutlara şişler batırılarak yapılan ritüel) görüntüleri yayımlanmıştı. Tıp dünyasından pek çok ünlü ismin de Kuşçuoğlu'nun sohbetlerine katıldığı biliniyor.

 

Hem şeyh hem başkan

 

Abdulkadir Geylani tarafından kurulan ve onun öğretilerini kabul edenlerce oluşturulan Kadirilik, Anadolu'ya Eşrefoğlu Rumi tarafından 15. yüzyılda geldi. İstanbul ve Balkanlar'da açılan Kadiri tekkeleri hızla çoğaldı. Kadiri tekkeleri varlıklarını günümüzde de sürdürüyor.

Kurtlar Vadisi dizisinde Polat Alemdar rolünü oynayan Necati Şaşmaz, daha önce yapmış olduğu bir açıklamada, soylarının Abdulkadir Geylani'den geldiğini söylemişti. Babası Abdulkadir Şaşmaz'ın da Kadiri tarikatı şeyhlerinden olduğu ileri sürülmüş ve bir zikir ayininde görülen fotoğrafları basında yer almıştı. Aynı görüntülerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bir süre basın danışmanlığını yapan Ahmet Tezcan da yer almıştı.

 

 

İki kolu var

Türkiye'deki en eski tarikatlardan olan Kadiriler, iki kol halinde devam ediyor. Bunlardan birinin lideri, Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) Genel Başkanı da olan Haydar Baş. Kamuoyunda profesörlük unvanı tartışmalarıyla da gündeme gelen Kadiri şeyhi Baş'ın partisi, 2002 seçimlerinde ciddi bir başarısızlığa uğramıştı. Bu seçimde, MHP ile Milli Görüş'ten kaçan oyların peşine düşen Baş, kendi kurduğu Mesaj isimli televizyon kanalından cemaatine vaaz veriyor.

Haydar Baş, sık sık AKP'ye yükleniyor. Baş, hükümetin başörtüsü ile imam hatip sorununu çözmek istemediğini ve takiye yaptığını ileri sürüyor.

AKP'nin savunduğu din anlayışının Kuran'da ve Peygamber sünnetinde yeri olmadığını iddia eden Baş, "Bunların İslam anlayışı ABD'nin anlayışıdır. AB'nin ve Vatikan'ın şekillendirdiği 'Ilımlı İslam' anlayışıdır. Bu anlayışın Türk milletinin imanıyla, kimliğiyle ve medeniyetiyle alakası yoktur" diyor.

 

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

TARİKATLAR, DİNİ CEMAATLAR VE 22 TEMMUZ-3

 

 

Süleymancı kardeşlerin biri AKP'li, diğeri DP'li

 

Süleymancıların "liderliği"ni Ahmet Arif Denizolgun ile Mehmet Beyazıt Denizolgun yapıyor. Bakanlık yapan Ahmet Denizolgun, ANAP'ı destekliyordu. Bugün DP'den Antalya 1. sıradan milletvekili adayı. Mehmet Beyazıt Denizolgun ise AKP'den İstanbul 1. Bölge 12. sıradan milletvekili adayı

 

Kamuoyunda Süleymancılar olarak bilinen cemaat çok etkin bir şekilde siyasetin içinde. Cemaatin kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan 1888 yılında Bulgaristan'ın Silistre şehrinde dünyaya geldi. Tunahan, İstanbul'da Sultanahmet ve Süleymaniye gibi önemli camilerde vaizlik yaptı. Çevresini kısa sürede genişleten Tunahan, yasak olduğu dönemde açtığı kaçak Kuran kurslarıyla cemaatini gitgide büyüdü. Tunahan'ın ölümünden sonra damadı Kemal Kaçar yerine geçti. Kaçar daha sonra Adalet Partisi'nden (AP) milletvekili seçildi. Süleymancıların siyaset dünyasıyla tanışmaları da böyle başladı.

Üç dönem AP milletvekilliği yapan Kaçar, Meclis'te dış ilişkiler komisyonlarında görev aldı. Bu nedenle de cemaatin yurtdışında etkisi büyüdü. Kaçar 2000 yılında vefat etti. Hiç oğlu olmadığından cemaat liderliği, Tunahan'ın diğer kızının çocukları olan Ahmet Arif Denizolgun ile Mehmet Beyazıt Denizolgun'a kaldı.

Ağabey Mehmet Beyazıt Denizolgun, cemaatin 'İstişare Murakebe Başkanlığı'nı yürütüyordu. Daha sonra iki kardeşin yolları ayrıldı... İki kardeş uzun yıllardır birbirleriyle konuşmuyor.

 

 

 

Tunahan'ın torunu

1991'de Refah Partisi'nden Antalya'dan milletvekili seçilen ve daha sonra ANAP hükümeti döneminde Ulaştırma Bakanlığı yapan Arif Ahmet Denizolgun, bu seçime kadar ANAP'ı destekliyordu. Süleyman Hilmi Tunahan'ın öz torunu olan Denizolgun, Süleymancılar olarak isimlendirilen cemaatin lideri kabul ediliyor. Denizolgun, Demokrat Parti'den Antalya 1. sıradan milletvekili adayı gösterildi.

 

'Ağabeyimin gücü yok'

 

Ahmet Arif Denizolgun öncelikle Süleymancılar ismine ve 'bölündüler' yorumlarına karşı çıkıyor. 'Biz Süleyman satmıyoruz' diye tepki gösteren Denizolgun, kendilerini Süleyman Hilmi Tunahan'ı sevenlerin oluşturduğu bir birliktelik olarak tanımlıyor. Tarikat ve şeyh yakıştırmalarını kabul etmeyen Denizolgun, ağabeyi Mehmet Beyazıt Denizolgun'un birlikteliği bölecek kadar gücü olmadığını belirtiyor.

Seçim öncesi söyleyeceği her sözün tepki toplayacağını, bu yüzden pek fazla konuşmak istemediğini belirten Denizolgun, DP'yi desteklemelerinin nedenini, "AKP dini kullanıyor. Dini kullanıp siyaset yapanlara karşı çıkıyorum. Din ticari bir araç değildir" diye açıklıyor.

 

Kardeşim zikzak çiziyor

 

Ağabey Mehmet Beyazıt Denizolgun, AKP'nin kurucuları arasında yer aldı. 2002 seçiminde AKP'den İstanbul Milletvekili seçildi. 22 Temmuz seçimlerinde de İstanbul 1. bölge 12. sıradan milletvekili adayı oldu. Mehmet Denizolgun, cemaatin lideri olarak kardeşinin göründüğünü, ancak, artık bir partiye blok oy döneminin bittiğini belirtiyor. Mehmet Beyazıt Denizolgun, bu seçimlerde de her partiye oy çıkabileceğini söylüyor. Kardeşiyle ayrılığın sebebini, ticari, siyasi ve cemaat içi bir tartışma olarak nitelendiren Denizolgun sorularımızı şöyle yanıtladı.

 

Cemaatin bu seçimde bakış açısı, tavrı ne olabilir?

Geçen seçimde sakin durdum. Her ne kadar ANAP diye tutturdularsa da cemaat onların istediğini yapmadı. Zorlamakla olmadığı görüldü. 'Her oy ANAP'a' dendi, ama, en azından yarısı AKP'ye geldi. Kardeşim şimdi ANAP'tan DP'ye gitti. Yine, zorla 'DP'ye verin' diyecekler. Ancak insanlar bu sefer yine AKP diyecek.

 

Cemaatlerde, başörtüsü ve imam hatip sorunun çözülmemesinden dolayı AKP'ye bir tepki var. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu mesele hassas bir mesele. Bu iş, öyle hemen olacak bir mesele değil. Bizim daha önceki söylemlerimizden de biliyorsunuz... Birinci önceliğimiz bu mesele değildi. Birinci önceliğimiz ekonomiydi. Bu mağdur insanların hepsi kardeşimizdir. Ben şunu söyleyeyim: Başı açık ile başı kapalı arasında hiç bir mesele yok. Onlar kendi arasında fevkalade anlaşıyorlar. Başörtüsünü samimi olarak takanlar anlaşıldıkça, sorun ortadan kendiliğinden kalkacaktır.

 

Onların böyle bir tepkisi olmasını normal mi karşılıyorsunuz?

Onların tepkilerinin çok olacağını sanmıyorum. Halkın içinde geziyoruz, bu tür tepkilere de rastlamıyorum. Herkes, her şeyin nasıl olduğunun farkında. Ama, Saadet Partisi bazı argümanlar geliştirecektir. Etkili olacağını sanmıyorum.

 

Kardeşinizin DP'ye geçmesi sizi nasıl etkiler?

Ben, size söylemiştim. 'O yerinde durmaz, bir yerden girer' demiştim. Onun hakkında çok da konuşmak istemiyorum. Blok oy tavrı olmayacak. Kardeşim MHP'ye gitti. Bizim partiye bile geldi. Zikzak çiziyor. İnsanlar çok zikzak yapanlara güvenmiyor.

 

İsmail Amasyalı CHP'den aday adayıydı, sonra çekildi. Bu cemaatte bir etki yapar mı?

İsmail Bey, kendi başına hareket eden biridir. Onun pek fazla cemaat üzerinde etkisi olmaz. Zaten, kendi isteğiyle CHP'den istifa etti.

 

Menzil tarikatı AKP'ye yakın

 

Genelkurmay'a eleştirileri nedeniyle AKP tarafından da uyarılmasına rağmen Kutlu, Adıyaman'dan birinci sıraya yerleşti. Kutlu'nun tarikata yakın olduğu belirtildi

 

Menzil tarikatının kurucusu Muhammed Raşid Erol'un babası Seyyit Abdulhakim Hüseyni, Nakşibendi tarikatının önde gelen isimlerinden... Babasının 1972 yılında ölmesinden sonra Menzil tarikatını kuran Erol, bir süre Ankara'da faaliyette bulunduktan sonra, Adıyaman'a bağlı Menzil köyüne döndü. Tarikatını burada genişleten Erol, 1993 yılında romatizma hastalığından öldü. Erol'un yerine oğlu Feyzettin Erol geçti.

Nakşilerin Adıyaman Menzil kolu oldukça kalabalık bir cemaate sahip. Hemen her ilde örgütlenmeleri var... Tarikatın özellikle Adıyaman, Ankara ve İstanbul'da etkisi büyük. Siyasetle çok iç içe olan tarikat, 2002 seçimleri öncesinde BBP'ye ile AKP'ye oldukça yakın durdu. Özellikle AKP içinde tarikata yakın isimler 2002 seçimlerinde desteklendi.

Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın Menzil tarikatına yakın olduğu iddia ediliyor. Akdağ döneminde bakanlıkta Menzil tarikatının kadrolaşma içinde olduğu sık sık gündeme geldi.

 

Olay vekil aday

 

Şeyh Feyzettin Erol'un 18 Kasım 2003 günü verdiği iftara pek çok milletvekili katıldı. Bu milletvekilleri arasında öne çıkan ise AKP Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu oldu. Cemaate yakın isim olan Kutlu, Atatürk'ün Meclis'teki mareşal üniformalı resminin kaldırılmasını ve Çankaya'dan Muhafız Taburu'nun çıkarılmasını istemiş, bundan dolayı da Genelkurmay Başkanlığı'ndan açıklama gelmişti. AKP yönetimi de Kutlu'ya uyarı cezası vermişti.

Kutlu, daha sonra Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesindeki büyük tartışmalara yol açan açıklamaya da tepki göstermişti. Kutlu, "Bu açıklamayı bir muhtıra olarak yorumluyorum. Demokrasi namusumuzdur. Namusumuza tecavüz edilmiştir. Genelkurmay Başkanı'nı ya da bu açıklamayı yapanları görevden almayanların laikliğe özde bağlılığından şüphe ederim" demişti.

AKP Genel Merkezi'nden aynı gün yapılan açıklamada, "Partimiz Adıyaman Milletvekili sayın Hüsrev Kutlu'nun bugün bazı haber ve yayın organlarında yer alan açıklamasında haddi aşan ve yanlış değerlendirmelere yol açabilecek ifadeler kullandığı belirlenmiş olup, bu açıklamasıyla ilgili olarak adı geçen milletvekilimize gerekli uyarı yapılmıştır" denildi.

22 Temmuz seçimlerinde 155 milletvekili AKP listelerinde yer bulamazken, AKP yönetimince iki kez ciddi olarak uyarılan Kutlu, Adıyaman'dan birinci sırada aday olmayı başardı. Bunda, Kutlu'nun Menzil tarikatına yakın olmasının etkisi olduğu söyleniyor.

 

CHP'ye girip vazgeçen eski DYP'li Amasyalı

 

Süleymancıların önde gelen ismi olarak bilinen DYP eski milletvekili İsmail Amasyalı, CHP Kocaeli milletvekili aday adayıydı. Amasyalı, daha sonra adaylığını geri çekti. Ancak, bu durum Süleymancıların bu seçime nasıl çok parçalı girdiklerini gösteriyor. İsmail Amasyalı ile Süleymancıların yolculuğu 1980'den sonra başladı. Cemaat mensupları, Amasyalı için şunları söylüyor:

"Cemaat, ihtilal sonrası zor günler yaşarken, Amasyalı cemaate sahip çıktı ve yardımlarda bulundu. Bunun mükafatı olarak da 1991 seçimlerinde cemaatin desteğini alarak milletvekili oldu. Cemaat olarak borcumuzu fazlasıyla ödedik. Ancak, kendisi daha sonra şahsi hatalar yaparak cemaate zarar vermeye başlayınca yollarımızı ayırdık."

Ancak, bu görüşe rağmen Amasyalı'ya karşı hâlâ vefa duygusu içinde olanlar var.

 

Cemaatler partilerden nasıl yararlanıyor?

 

Cemaatlerin seçim dönemlerinde destek verdikleri siyasal partiler, iktidara geldiklerinde, oy borçlarını cemaatlerin kadrolaşmalarına göz yumarak ödüyor. Cemaat mensuplarının devlet kurumlarında kilit noktalara atamaları yapılıyor. Cemaatlerin okul, yurt, kurs gibi faaliyetlerine hükümetler arsa ve finans sağlıyor.

Cemaatlerin yasal pürüzlü işlerine de göz yumuluyor. Bu birliktelik bir sonraki seçime kadar devam ediyor. Yeni seçimde ise cemaatler iktidar partisinden istediklerini alamadıkları takdirde kendilerine yeni bir siyasal parti buluyorlar.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

TARİKATLAR, DİNİ CEMAATLAR VE 22 TEMMUZ-4

 

 

NAKŞİBENDİLERİN OYLARI AKP'YE

 

 

Nakşibendilerin en önemli kollarından biri olan Iskenderpaşa cemaati geçen seçimde AKP'yi destekledi. Bir dönem Erdoğan'ın da devam ettiği bu cemaatin oylarının önemli ölçüde AKP'ye gideceği belirtiliyor. Abdulhalik Gücdevani tarafından sistemleştirilen tarikat, 1318-1389 yıllan arasında Türkistan'da yaşayan Hace Muhammet! Bahauddin Naksıbend tarafından kuruldu. "Kalbin üzerine nakış yapan, süsleyen" anlamına gelen Nakşibendilik zikir esasına dayanıyor. Türkistan'da başlayan tarikat, Anadolu ile Balkanlar'a da yayıldı.

 

 

 

 

Nakşibendiliğin Anadolu'da güçlenmesi 19. yüzyıla rastlıyor. Bahauddin Nakşıbend'e bağlı akımın Halidiye kolu Iskenderpaşa, Ismailağa, Erenköy, Kaşgari kollarıyla ülkemizde de etkisini sürdürüyor.

 

Bugün Nakşibendi tarikatına mensup olan ya da en azından bir dönem bu tarikat geleneğinden geçmiş ya da etkilenmiş olan pek çok siyasi var. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Bülent Arınç, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin'in isimleri bu çerçevede vurgulanabilir.

 

Iskenderpaşa cemaatinin ilk şeyhi Mehmet Zahid Kotku olarak biliniyor. Kotku'nun yetiştirdiği müritler arasında Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Recai Kutan gibi Türk siyasi hayatına damga vurmuş ünlü şahsiyetler var. Kotku'nun ölmeden kısa bir süre önce Necmettin Erbakan'a, "Sen siyasete gir", damadı Esad Coşan'a ise "Sen de cemaati devam ettir" şeklinde telkinde bulunduğu biliniyor.

 

Kotku'nun 13 Kasım 1980'de ölümünden sonra tarikatın başına damadı Esad Coşan geçti. Yaklaşık 20 yıl gibi bir süre tarikatı yöneten Coşan döneminde cemaat, Turgut Özal'ın liderliğindeki ANAP ile BBP'ye yakın durdu.

 

Refah-Yol iktidarı dönemindeki uygulamaları beğenmeyen, Erbakan'ın hatalar yaptığını ve bu nedenle de tarikatların baskı gördüğünü, hareket serbestilerinin kısıtlandığını savunan Coşan, bu görüşlerini açık bir dille ifade edince Erbakan ile yollan büyük ölçüde ayrıldı. Coşan döneminde Iskenderpaşa cemaati oldukça büyüdü. Gazete, öğrenci yurtlan, dershane ve radyo kuran cemaat, yurtdışında da yayıldı. Esad Coşanın 2001 yılında ölümünden sonra oğlu Nurettin Coşan'ın başa geçmesiyle cemaatte gerileme dönemi başladı. Genç şeyh, cemaati toparlayabilecek bir güce sahip olamadı. Şeyhliğin babadan oğul geçmesi de cemaatte ciddi tepkilere neden oldu. "Sağduyu" isimli bir parti kurulduysa da bir varlık gösteremedi.

 

 

AKP'yi Desteklediler

 

 

Cemaat, 3 Kasım 2002 genel seçiminde AKP'ye destek verdi. Hatta verdiği desteği bir basın açıklamasıyla kamuoyuna da duyudu. Cemaatin lideri konumunda bulunan Nurettin Coşan, seçimin hemen öncesinde Sağduyu Partisi adına yaptığı açıklamada, "AKP, farklı seçmen kitlelerin beklentilerinin odaklandığı bir sentezi daha başarı bir biçimde oluşturarak, diğer partilerden daha avantajlı bir konuma gelmiştir. Bu yüzden bu seçimlere özel, desteğimiz AKP'yedir" demişti.

 

Cemaat lideri Coşan, 1 Mart'taki tezkere oylaması öncesinde internet sitesinde bir bildiri yayımlayarak, AKP milletvekillerine tezkereye direnmeleri çağrısında da bulunmuştu. Coşan, 25 Şubat 2003 tarihli bildirisinde şunları söylemişti:

 

"Zorbalık ve küstahlığın istikbalimizi ve istiklalimizi tehdit eder duruma geldiği zor günler yaşıyoruz. Yetkilileri ve hükümeti, doğru politikalar üretmeye ve uygulamaya çağırıyoruz. Tarihimizi gözden geçirelim. Komşularımızla dost ve barış içinde geçinmeyi başardığımız şart ve zeminleri analiz edelim. Ortak zeminlerimizi güçlendirelim. Farklılıkları, barışı riske sokacak hale getirmeyelim. Eğer tefrika aranacak olursa, parmak izi her insanda farklıdır. Halbuki fıtrattaki teyhid, insanlık için tek çözümdür. Biz inançlıyız! Biz güçlüyüz! Güç silahta, parada değil, adalet, doğruluk ve Hak'tadır. Dolayısıyla, Sayın AKP milletvekilleri, fayda uzun vadeli, ilaç acı olabilir. Ama, duygusal olmayın! Bu tezkere oylaması bir inanç işidir. Sağduyulu olun! İnsaflı olun! Yakın tarihimizdeki basiretsiz idarecilerimizin düştüğü gaflete, yanlışa düşmeyin. Sorumluluğunuzun gereği, doğru olanı yapın, tezkereye 'Hayır' deyin."

 

Coşan'ın bu çıkışının, AKP grubunda 100 dolayında milletvekilinin fire vermesinde etkili olduğu söylenmişti.

 

 

Resmi Açıklama Yok

 

 

İskenderpaşa cemaati, 22 Temmuz seçimlerinde duruma ve seçim bölgesine göre adaylara destek veren esnek bir politika uyguluyor. Coşan, seçim öncesi internet sitesinde henüz "resmi" bir açıklama yapmış değil. Cemaatin radyo ve internet sitesinde AKP hükümetinin imam hatipler ve türban yasağı konusundaki bazı uygulamaları sıkça eleştiriliyor. Bununla birlikte cemaate yakın kaynaklar, desteğin bu seçimde de önemli ölçüde AKP'ye gideceğini belirtiyor.

 

Sivas'tan bağımsız milletvekili adayı olan Muhsin Yazıcıoğlu da Esad Coşan etkisinden dolayı, cemaatin tam desteğine sahip. Bu haliyle Yazıcıoğlu, hem Gülen cemaati, hem de lskenderpaşa cemaatinin açık desteğini yanına almış gözüküyor.

 

 

Resmi Adayı Gündüz

 

 

Geçen dönemde AKP milletvekili olan, 22 Temmuz seçimi için İstanbul 1. Bölge'den 4. sırada yeniden aday gösterilen İrfan Gündüz, lskenderpaşa cemaatine yakınlığını gizlemiyor. Gündüz, "Esad Coşan'la baba oğul gibiydik" diye konuşuyor.

 

Tarikatların kapatılmasına karşı çıkan Gündüz, Başbakan Erdoğan'la birlikte aynı seçim bölgesinden aday. Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi'nden Esad Coşan'ın doktora öğrencisi olan Gündüz, cemaat tarafından yakından tanınıyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

NEDEN? TARİKAT CEMAAT SİYASET-3

 

 

Can Dündar: Cemaate benziyor diyorlar ve herkes kendi açısından cemaati tarif etti. Sizinkini sorayım, neden cemaate ihtiyacımız var?

 

Emre Kongar: Şimdi efendim konuya nasıl baktığınız tabi çok önemli. Şimdi buraya bir bizim ne yaptığımızı bilmeyen bir genç ve sistemden haberi olmayan birisini soksanız şuradan ne yapıyor bunlar deseniz, der ki işte; 6-7 kişi oturmuş, ayakta da bir adam işte bir şeyler tartışıyorlar filan. Halbuki bizi milyonlarca insan seyrediyor. Şimdi nereden baktığınız, nasıl baktığınız çok önemli. İzninizle çok kısa Şerif hocanın yaptığı biraz işte çok değerli Yaşar Nuri Öztürk’ün devam ettiği tarih filan böyle bir şeyin de bütün diğer arkadaşların da tabii sayın Kutlular’ın filan getirdiği şeye çok kısa uzatmadan 1-2 dakika içinde insanlık tarihi ve günümüzde geldiği nokta açısından bakmak istiyorum. Şimdi burada tartıştığımız konu inanç değil. Bir insanın inancını nasıl yaşayacağı da değil. Bu konuda her türlü iddia geçerlidir. Herkes inancını istediği gibi yaşar. İsterse grup halinde yaşar, isterse bireysel yaşar, isterse başını örterek yaşar, isterse şalvar giyerek yaşar. Hiç kimsenin çağımızda bunlara karışmaya ve bunları eleştirmeye de hakkı yoktur, doğrudur. Ne konuşuyoruz veya ne tartışıyoruz? Siz niye bu programın açılışını bu konuyla yapıyorsunuz? Tartıştığımız şey şu; bir inanç, herhangi bir inanç. İslam dininin bir mezhebi veya o mezhebin bir tarikatı veya Hıristiyan dini veya onun bir mezhebinin lideri Papa, Papa’nın söylediği bir söz ki ona da geleceğim. Neden önemli? Şundan önemli; din, mezhep, cemaat, tarikat inelim siyasallaştığı zaman başkalarının hayatlarına müdahale etmeye başlıyor. Burada konuştuğumuz şey onu hiç korkmadan açıkça söyleyelim. Bir insanın veya bir cemaatin veya bir tarikatın veya bir dinin ne kadar genişletirseniz genişletin, inancını siyaset aracılığıyla başkalarına empoze etme hakkımız var mı? Demokrasi bu mudur? Demokrasi buna izin vermeli midir? Burada konuşulan şey budur. Yoksa hiç kimse kimisi Nakşi imiş, kimisi bilmem Mevlevi’ymiş filan hiç mesele değil.

 

Can Dündar: Ama şu oldu hocam hemen burada müdahale edeyim. Yani bu manzara Türkiye’ye yakışıyor mu diye fotoğraflar gördük Çarşamba’da. Yani Manzara tartışıldı ama yani.

 

Emre Kongar: Neden? Hayır, o manzara bir tehdit olarak algılandı yapmayın. Bunu siz yapmayın sayın Dündar. Tam benim dediğim noktada zurnanın zırt dediği nokta tam o noktadır. Bu manzara Türkiye’ye yakışıyor mu diyenler bu manzarayı, bu manzaradaki giyimi, kuşamı, yaşam tarzını bize empoze edecekler, aman diye o siyasetin din ile birleşmesinin korkusudur. Şimdi bir defa meseleyi, problemi böyle koyalım açıkça. Hiç kimse bundan kaçmasın. Yani inanç özgürdür, tabii özgür. İnsan istediği gibi giyinir, tabii giyinir. İstediği sivil toplum örgütüne katılır, tarikata da katılır tabii ama o tarikat veya o mezhep veya o din başkalarının hayatlarına müdahale etme ve totaliter anlayışını ki kendi içinde özgürlük olmadığını hanımefendi de sayın Bengisu da kabul ediyor. Empoze etmeye başladığı anda ki o siyasettir, tehdit olur. Şimdi çok kısaca bunun kökleri nedir? Sayın Mardin çok iyi ifade etti eksiklerini ve yanlışlarını da sayın hocamız düzeltti. Şimdi Semavi dinlerin çıkışı birer siyasettir. Hele hele bizim dinimiz Hazreti peygamberimiz bizim, hem din kurucusudur, hem devlet kurucusudur. Devleti de kurmuştur. Dolayısıyla siyaset eşit dindir. Bu bütün tek tanrılı dinlerde de böyledir. İşte Yahudilik biliyorsunuz şu anda İsrail zaten laik bir devlet değil, bir din devletidir anayasasına göre. İşte Hıristiyanlık Roma’ya hakim olmuştur. Siyasallaşır siyasallaşmaz Roma’ya ikiye bölününce Ortodoks, Katolik ayrımı çıkmıştır. Neden? Çünkü imparatorluk ikiye bölünmüştür, siyasal din de ikiye bölünmüştür. Bizim dinimize dönelim. İlk tefrika Muaviye ile Hazreti Ali arasında çıkmıştır. Kuran-ı Kerim’de tanrı şöyle buyurdu, Allah şöyle buyurdu, Hazreti peygamberimiz şöyle sünnet eyledi veya hadisi şöyledir diye değil. Kim halife olacak diye çıkmıştır. Din eşit siyaset eşit tefrika. Şimdi din genel kavramıyla iktidarın bir aracı olduğu için, savaşlar din savaşları, imparatorluklar din imparatorlukları gayet doğal hiç kınamıyorum. Allah adına toprak alıyorsun ki zenginleşesin. Din, haçlılar böyle geliyorlar. Şimdi siyaset iktidar, din ile ideolojiyle, inançla iktidar birleşince muhalefet çıkıyor. Muhalefet çıkınca ne oluyor? Mezhep çıkıyor. Mezhepler muhalefeti temsil etmekte güçsüz kalınca sayın Mardin onu anlattı. Anlattığı şey aslında buydu, kendisi siyaset bilimcidir onu çok iyi bilir. Ondan sonra daha alt düzeye iniyor, tarikatlar çıkıyor. Şimdi tarikatlara baktığımız zaman bunların ilk çıkışından itibaren tamamen siyaset olduğunu görürüz. İşte bir sürü not hemen hatırlatayım çok kısaca. Karmatiğler, hocam söylesin işte. Korsan, siyaset, Hacere Esvet’i kaçırıyorlar. Yani Mekke’yi basıyorlar, Hacere Esvet’i kaçırıyorlar. Gemileri basıyorlar, malları pay ediyorlar ve yeminle giriliyor bilmem ne yapılıyor. Bir tür İslam tarikatı. Hurufiler. Fatih Sultan Mehmet döneminde yakmışlar, bizim Osmanlı bunları yakmış. Hem de Edirne müftüsünün, sonra şeyhülislam olan fetvasıyla. Neden? Çünkü saraya nüfus etmeye başlamış Hurufiler. Saraya nüfus etmese mesele yok. Nitekim sonra Horasan’da ayaklanıyorlar, işte Nesimi’ye filan kadar gidiyor. Şimdi Kadızadeler falan bilinen şeyler. Sayın Mardin bunu çok iyi anlattı. Nedir 17’nci, 18’inci yüzyılın özelliği? Onu işte sayın Kutlular galiba söyledi veya sayın hocam söyledi. Batının endüstri devrimiyle gelişmesi ve Osmanlı’nın geride kalmasına tepkidir. Onun için o kökten gelen radikal İslamcılar halen Amerika’yı, batıyı şeytan görür. O işte o tarihi köklere geliyor. Çünkü kurtuluşu geriye dönüşte, saf İslam’a dönüşte arıyor. Çünkü yenilmeyi ve geride kalmayı İslam’ın yozlaşmasına bağlıyor. Şimdi demek ki din eşit zaten siyaset olarak gelmiş. Bir küçük not, sosyolojik not; her nerede iktidar ile bir mezhep, bir din özdeşleşmişse o din o mezhep maalesef zulmün de aracı olmuştur ve bugün bazı tarikatların özenle siyasetten çekilmesinin altında ki sayın Kutlular da buna katılacaktır, hocam zaten orada onaylıyor, bu gerçek yatar. Klasik örnek; Şiilikteki hiyerarşi, molla hiyerarşisi İslam’da işte ruhban sınıf yok denir, Şiilikte mis gibi var. İran’ı 12 imam idare ediyor. İslam Şiiliğinin İran iktidarıyla özdeşleşmesidir. Osmanlı’da örfi hukukun gelişmesi, şerhi hukukun yanında yani bir nevi imparatorluğun yönetiminde din dışı hukuğun bir filan getirilmesi bir ölçüde bunu hafifletmiş ama yine Sünni iktidarı Alevileri sürekli baskı ve zulüm altında tutmuştur. Onun için Türkiye’de bugün Aleviler hep demokrasiden yanadır. Çünkü iktidar Sünnilerde olduğu için hep ezilmişlerdir. Ancak demokrasi isteyerek varlıklarını sürdürebilirler. Yani iktidar eşit ideoloji eşit din olduğu zaman zulüm kaçınılmaz oluyor. İster Sünni, ister Şii, ister Hıristiyan, ister Protestan. Katoliklerin zulmünden kaçan Protestanlar Amerika’da en ağız zulümleri yapmışlardır, öbür kendileri gibi yine mormonlara, şunlara, bunlara. Şimdi çağımızda, günümüzde.

 

Can Dündar: Toparlamanızı rica edeceğim.

 

Emre Kongar: Toparlıyorum hemen. Bush, Papa, AKP. Çok tehlikeli eğilim, hem dünyada, hem Türkiye’de görülüyor. Dünyada görülen tehlikeli eğilim Amerika’nın yeni dönemdeki yani Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraki saldırganlığını eskiden komünizm tehlikesine bağlardı, şimdi yalan söyleyerek Irak’a geldi. Kitle imha silahları var dedi, Saddam El Kaide ile temasta dedi, ikisi de yalan çıktı. Şimdi diyor ki; İslam’a faşistler var, onun için geliyorum. Halbuki Hıristiyan işgalinde Irak zavallı Sünniler, Şiileri, Şiiler Sünnileri öldürüyor. Dolayısıyla Huntington’un o teorisini yaptığı medeniyetler, daha doğrusu dinler çatışmasını Bush iktidarı Hıristiyan, Müslüman diye dünyayı bölüp bir de Müslümanlara faşist diyerek kullanıyor kendi yayılmacılığı için.

 

Can Dündar: Papa da buna alet oluyor.

 

Emre Kongar: Evet. Papa’nın beyanı tamamen budur. Şimdi niye AKP iktidarını eleştiriyoruz, İsmail Ağa cemiyeti filan. AKP iktidarını, AKP’yi kuran yani Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kuran çekirdek kadro dinci kaynaktan gelen bir kadro. Kendileri de söylüyor, biz de biliyoruz. Değiştik diyor, değişmedik diyor filan ama geldiği yer işte “Batı şeytandır, Amerika şöyledir, Türkiye’yi ancak din kurtarır” filan. Yani siyasal İslam’dan geliyor. Onun için korkuluyor, eleştiriliyor. İsmail Ağa cemaati için söylenen bir meczubun saldırısı vs.’si hepsi doğrudur, o cemaatte daha önce de böyle şeyler olmuştur. Cemaatlerde böyle şeyler olur, hep bunun için meczuplar kullanılır, doğrudur ama o bir münferit vaka değil. Dünyanın dinler savaşına itildiği ve Amerika ile Papa’nın işbirliği halinde Müslümanlığı bahane ederek dünyayı işgal ettiği bir dönemde Türkiye’de de siyasi amaçla dini kullanmış bir grubun iktidarındayız ve cemaatler onun için ortaya çıktı. Konu katiyen insanların dini, imanı, ibadeti değildir. Her ciddi laik ve demokrat insan kendi de mümin olabilir, olmayabilir de ama mümin olmayanlar da başka müminlerin önünde saygıyla eğilir. Mesele kendi içinde demokrat olmayan tarikat veya cemaatlerin siyasallaşıp kendi o demokrat olmayan totaliter anlayışlarını herkesin üstüne empoze etme tehlikesi ve aynen sayın Bengisu’nun söylediği gibi ve işte sayın Kutlular filan da söyledi, demokrasinin sivil toplum örgütlerini destekliyor adı altında bu tehdide göz yummasıdır. Olay budur, bunu böyle teşhis edelim ondan sonra dürüstçe tartışalım.

 

Can Dündar: Çok teşekkür ederim Emre hocam.

 

Nihal Bengisu Karaca: Ben bana söz hakkı.

 

Can Dündar: Hemen kısa bir ara verip direkt sizle başlayalım o zaman.

 

Nihal Bengisu Karaca: Hayır sadece cevap. Emre bey’in hani söylediğim şeye.

 

Can Dündar: Hemen dönüşte versem olur mu sözü hemen?

 

Nihal Bengisu Karaca: Peki tamam.

 

Can Dündar: Çünkü yani şu çıkıyor, herkesin birikti biliyorum. Son bir tur yapacağız ve herkesin o söz hakkına saygı duyuyoruz ama izin verirseniz yani kısa bir ara vereceğim ama döndükten sonra izleyicilere biraz da peki tablo budur ama ne yapacağız şimdi yani bu cemaatleri....

 

Nur Serter: Tablo tam çıkmadı. Tablonun daha konuşulacak birçok tarafı var.

 

Can Dündar: Ama asıl ihtiyaç duyduğumuz şey de bu cemaatler ne olacak? Tarikatlar bundan sonra nasıl bir ilişki yürütülecek? Yani kapatılması, üzerine gidilmesi mi gerekiyor, serbest bırakılmasını savunanlar var. Biraz da izin verirseniz bunlar üzerine konuşalım. Cevap hakkı talepleri var. Önce onları karşılayalım. Hocam sizden başlayalım buyurun.

 

Nur Serter: Evet. Tabii biz bugün burada tarikatların ve onlarla bağlantılı cemaatleri konuşuyoruz. Yoksa topluluk anlamında, cemiyet anlamında bir konuşma yapmıyoruz. Dolayısıyla tarikat dediğimiz zaman din odaklı, dine bağlı bir topluluktan bahsediyoruz. O nedenle yani laikliğin kendisine esas edinmiş olan bir dernekle bir tarikatın tabii ki şakaydı belki ama karşılaştırılması şeyh-mürit ilişkisinin sürdüğü bir tarikatla gayet demokratik ilişkilerin sürdüğü derneklerin sadece Atatürkçü Düşünce Derneği için demiyorum, karşılaştırılması söz konusu değil. Bir şeyin altını çizmek istiyorum. Toplantının başından beri sürekli tekrar edilen bir konu var; baskı. Baskıdan dolayı cemaatler içe kapandı. Baskıdan dolayı sanki bir takım olumsuzluklar kendisini gösterdi diye. Aslında bu cemaatlerin ve tarikatların iç yapısı incelendiğinde dışarıdan gelen baskılardan ziyade kendi içlerindeki iç çekişmelerin bir takım olayların ortaya çıkmasında çok önemli rolü olduğu görülecektir. Şimdiki söz hakkımı kullanmış değilim. Sadece çok kısa bunu belirttim.

 

Can Dündar: Değilsiniz tamam. Sadece cevap hakkını aldık. Şaka mıydı Atatürkçü Düşünce Derneği?

 

Nihal Bengisu Karaca: Ben tarikatçı anlamında söylemedim ve zaten hatırlarsanız tarikat ve cemaati ayırdım. Yani bana kalırsa Atatürkçü Düşünce Derneği bir cemaat.

 

Nur Serter: Cemiyet anlamında söylediniz.

 

Nihal Bengisu Karaca: Yani bu konuda şaka yapmadım, tarikat değil. Çünkü mesela burs verecekleri öğrencileri onlar da seçiyorlar. İşte Nur hanım bazı şeyler yaptı, Anadolu’dan gelen bazı gençlere burs veriliyor. Yani buradaki ima aslında hani satır arası, ekonomik menfaat karşılığı bu gençler antidemokratik yapıların içine çekiliyor gibi.

 

Nur Serter: Atatürkçü Düşünce Derneği burs vermiyor. Yanlış biliyorsunuz. İkisi ayrı kuruluş. Yani burs vermiyor.

 

Nihal Bengisu Karaca: Çağdaş Yaşam Derneği var.

 

Can Dündar: Ama benim anladığım siz şunu söylemek istiyorsunuz yani ona tercüme etmeye çalışıyorum kendimce anladığımı. Yani bu sadece dini tabanı olması gerekmeyebilir. Günümüzde modern cemaatler var.

 

Nihal Bengisu Karaca: Yani kısmi inançlılık anlamında da söylenebilir. Yani sorgulanamaz kabul etmek, bir takım ilkelerin, bir takım yani aklileştirme, akılcılaştırma. Yani diğeri inanç temelli bir takım sorgulamamazlıklar.

 

Nur Serter: Bir tanesi bilimin önderliğinde yürüyor, öbürü inancın önderliğinde yürüyor.

 

Nihal Bengisu Karaca: Yani her cemaat önder-mürit ilişkisi sandığınız kadar keskin ve kesin değil.

 

Nur Serter: Yok, bir tanesinde rehber olan bilimdir, öbüründe inançtır.

 

Nihal Bengisu Karaca: Yani o konuda yanlış biliyorsunuz. Bir sürü cemaat var ve o anlamda .

 

Nur Serter: Bir tanesi dogmalarla yürür, öbürü bilimle yürür. İkisini birbiriyle kıyas etmek mümkün değildir.

 

Nihal Bengisu Karaca: Yani bilim de bir dogma olarak tezahür eder yer yer.

 

Nur Serter: Bilim hiç bir zaman dogma değildir, bilim araştırmaya bağlı gelişmedir.

 

Ahmet Taşgetiren: Şimdi Atatürkçü Düşünce Derneği’nin hangi bilimle hareket ettiği de sorgulanabilir bence.

 

Nur Serter: Evet Atatürkçü Düşünce Derneği’nin aracılığıyla Atatürkçülüğü konuşacak ve tartışacaksak sanıyorum ayrı bir programa ihtiyacımız var.

 

Nihal Bengisu Karaca: Hayır. Araştırmadan inanç hakkında genellemeler yapıyorsunuz mesela.

 

Nur Serter: Eğer Atatürkçülüğü tartışacaksak Atatürkçülük her zaman bilimi önder kabul etmiştir. En önemli ayırt edici tarafı da budur.

 

Can Dündar:: Atatürkçülük değil ama yani

 

Nihal Bengisu Karaca: Tartışılabilir olduğunu düşünüyorum Atatürkçülüğün de. Yani yoksa Atatürk’ü karşıma alıp Atatürkçülük tartışalım gibi bir iddiam falan yok ama sorgulanamazlık, bazı şeylerin dokunulamazlığı konusunda, onlar da dogmalara sahiptirler. Yani laiklikte kendi dogmalarını yaratmıştır. Bunu söylemek istiyorum.

 

Can Dündar: Biz burada cemaati tartışıyoruz.

 

Nur Serter: Atatürkçülüğü tartışacaksak bunu ayrı bir programda yapabiliriz. Ben bunun altını çiziyorum.

 

Can Dündar: İzin verirseniz yanlış anlamaları giderme açısından kısaca toparlamaya çalışayım. Siz diyorsunuz ki;

 

Nihal Bengisu Karaca: Yani bilim hiçbir zaman dogma değildir diyor mesela Nur hanım ama yani Aguste Comte var mesela 1860 yılına kadar “Notherdam’da pozitivizm dinini kesin olarak yayacağıma inanıyorum gibi bir cümle kurmuş”. Yani nasıl bilimdir, işte bilimi din haline getirmek isteyen ve pozitivizmden bir din çıkaran önder, yani aydınlanma bilgi var söz konusu.

 

Nur Serter: Bilim o noktada kalmış mı, ona bakın siz. O noktada duruyor mu?

 

Nihal Bengisu Karaca: Ve bu mesela bunlar ruhban sınıfı bile yaratmışlardır yani. Pozitivist kiliseler yaratmışlardır.

 

Nur Serter: Eğer öyle olsaydı bilim o noktada donmuş ve duruyor olurdu ama bilim o günden bugüne gelişmiştir ama inanç o noktada duruyor.

 

Nihal Bengisu Karaca: Bilim adamlarından oluşan ruhban sınıfı oluşturmuş. Yani nede aşırıya ve radikalizme giderseniz kesin inançlılık yaratırsınız.

 

Nur Serter: Yani çok anlamsız bir tartışma gerçekten, çok anlamsız.

 

Nihal Bengisu Karaca: Siz çıkardığınız için anlamsız tartışıyoruz size ait.

 

Mehmet Kutlular: Ben bu son meselede şunu söylemek istiyorum; tabi burada bir din anlayışı önemlidir. Ben inanıyorum ki din ile bilim çatışmaz. Çünkü bu kainatı yaratan, inanan olarak insan olarak söylüyorum Allah’tır. Kuran’ı da gönderen Allah’tır bana göre. Ben mümin ve Müslim. Öyleyse bu Kuran’ı gönderenin o kainatı yaratan ayrı biri değil ki çatışsın. İlim Allah’ın yarattığı varlıkların üzerinde çalışmalarla orta yere çıkarılan bir meseledir. Bu kainat kitabı, bunu da bu. Ben böyle anlıyorum dini. Onun için ilimle dini katiyen ayırmıyorum.

 

Nur Serter: O zaman siz evrim teorisine karşı değilsiniz?

 

Mehmet Kutlular: Evrim teorisiyle şimdi bunun ne alakası var?

 

Nur Serter: Din en klasik çatışma noktası olduğu için söylüyorum.

 

Mehmet Kutlular: Bana lütfen cevap vermeyin. Ben sizi dinledim benim de inancım bu.

 

Nur Serter: Tamam ama yani o demektir.

 

Mehmet Kutlular: Dolayısıyla ben ilimle ile dinin çatıştığına inanan insan değilim, birbirini tamamlayan olarak görürüm. Çünkü bu kainatı yaratanla, o dini gönderenin aynı olduğuna inanıyorum, din de budur zaten. Yani Kuran’ı gönderen ayrı, kainatı yaratan ayrı olursa terslik olur ama ikisi de aynı olursa.

 

Can Dündar: Şimdi tabii ki dini ve bilimi tartışmıyoruz. Tarikatların burada dinin içinde olup olmadığını tartışıyoruz.

 

Mehmet Kutlular: Ama şimdi burada tarikatlar meselesine, tabii ki bu tarikatlar bir ihtiyaçtan doğmuş ama farz et bir insan tarikata girmemiş olsa, yine cennete girer, yine hiçbir dini noksanlığı olmaz ama o kurulmuşsa, bir masada binaen kurulmuş, girene de sen niye görüyorsun da denmez yani. Tercih hakkıdır bu, tercih hakkıdır. Cemaatler var yani mesela. Bu holdingler diyorsunuz, şu holdinglerle dini bir ayırın. Yani Konya’da kurulan holding ile bende karşıyım ona bu kadar insanın parasını sömürmesine ama bu bir tarikat değil canım ama sadece dindarların istismar vasıtası olarak kullanılmış. Buna ne din müsaade eder, ne insanlık müsaade eder ama maalesef bunu yapmışlar.

 

Can Dündar: Ama böyle bir sektör oluştu. Bunun siz de farkındasınız.

 

Mehmet Kutlular: Oluştu ama yani bunu ille de efendim bir tarikat oluşturmadı.

 

Can Dündar: Bazıları oluşturdu.

 

Mehmet Kutlular: Sadece dindar olan o dindarları istismar edecek insanlar orta yere çıkarak bunu yaptı.

 

Can Dündar: Ama tarikatların bir ekonomik gücü olmadı mı?

 

Mehmet Kutlular: Hayır tarikatların değil ki onların. Hepsi kendisi aldı, çarptı gitti. Hangi tarikata gitti bu? Hiç, şahıslara gitti. Ben çünkü biliyorum Almanya’ya ben çok gittim. Bana sordukları zaman, ne diyorsunuz burada holding? Hiç birine vermeyin hepsi üç kağıtçıdır, paralarınız gider dedim. Bunu söyledim. Böyle de oldu nitekim. Yani şimdi dolayısıyla burada hocamın da din ille de siyaset manasına, ona da iştirak etmiyorum. Çünkü dinin yüzde 99’u ahlak, iman, ibadet o tarafı ama idari noktada da İslam bir şey getirmemiş, sadece bir adaleti getirmiş. Seçimi getirmiş, dört halife seçimle gelmiş burada. Bunları görüyoruz biz. Yani biz din devleti değiliz geçmişte ama dindar devletiz. Yani bizde şeyhler gibi, ağalar gibi Ayetullahlar idare etmez burada. Padişah bir şeyhülislamı almış, onu efendim istişari makamda bulundurmuş dini bir iş olduğu zaman sormuş ama hükmü veren padişah, veziri veya sadrazamları vermiş. Yani ağalar gibi değiliz biz.

 

Can Dündar: Mehmet Bey tekrar tarihe dönmek istemiyorum. O yüzden Yaşar Nuri Hoca’ya döneceğim. Ondan önce ne talep ediyorsunuz?

 

Mehmet Kutlular: Şunu söylemek istiyorum; burada hiçbir tarikatın mensubu bir şeyhi, bir tarikat mensubu da onu peygamber olarak görmez. Çünkü bu bir küfürdür zaten. Bizim peygamberimiz son peygamberdir, başka peygamberlik kimseye verilmez ki. Mehdilik ister, ayrı bu. Ben hidayetime vesile olan bir insana benim mehdim diyebilir bu, iddia edebilir ama bunun dini noktada, mehdilik, peygamberlik manasına da gelmez. Bunu da böyle bilmemiz lazım. Ondan sonra bu şeylerde yani hocam diyor ki işte; sadece toprak alma, işgal ederek. Hayır bizim bildiğimiz din tebliğ için gider. Zorla da kimseyi Müslüman yapmaz. Der ki; tamam o zamanın şartlarında böyle. Gider orada şeyini yapar, der ki; vergini verirsen, her şeyin dinin de inancın da sana aittir. Hepsi bu kadar. Yani onu zorla hiçbir zaman Osmanlı insanları Müslümanlaştırmamıştır.

 

Can Dündar: Mehmet Bey şunu soracağım; şimdi ortaya bir tablo çıktı. Bir yanda cemaatler var, o fotoğraf var. Emre hocanın söylediği o fotoğrafın bütün Türkiye’ye bir yaşam tarzını dayatma ihtimali var. Öte yandan o cemaatin bize zaten bir yaşam tarzı dayatılıyor itirazı var. Sizin dile getirdiğiniz buradan yola çıkarak bir çatışma ve askeri müdahale ihtimali var. Bu durum karşısında şunu soracağım; yani ne yapmalıyız ki buradan kazasız belasız çıkmalıyız? Hani bir finale mi gidiyoruz? O finale giderken fauller oluyorsa da yani ne yapacağız ki cemaatler bu demokrasinin içinde layıkıyla yer alsın?

 

Mehmet Kutlular: Tabii benim inancım şudur; bu toplumda devlet, millet kaynaşması olmadı. Niçin olmadı? Devlet çünkü bazı topluluklara haşarat nevinden baktı, hep tehlike olarak gördü. Bugün ben iltica denilen meselenin arkasındaki yatan mananın din olduğuna inanıyorum. Çünkü bu devlet demokrasilerde efendim milli iradenin üzerinde bir güç olmaz ama bizde bir 27 Mayıs var, bir 12 Mart var, bir 12 Eylül var, bir 28 Şubat var. Bu demokrasilerde olmaz ki bu. Hem milli irade hakimiyet milletin diyoruz, hem de milletin seçtiklerini alaşağı ediyoruz.

 

Can Dündar: Ama tekkelere yasak kararı bir isyandan sonra çıktı biliyorsunuz.

 

Mehmet Kutlular: Şunda bir konsensüs yapmamız lazım; inansın inanmasın, hangi tarikattan cemiyetten olursa olsun bu devletin değil mi veya bu devletin bu toprakların bir asli vatandaşı olduğunu ve herkes birbirine hürmet ve saygıyla baktığı, milletin indirdiği milletin bindirdiği bütün efendim kurumların da haddini bilip herkesin yerinde olduğu milletin namına efendim uçuruma gidiyoruz falan provokasyonlarıyla artık müdahalelere bu toplumun hepsinin karşı çıkması lazım, alkış tutması değil. Tarikatıyla da, dindarıyla da, cemiyetiyle de, Atatürkçüsüyle de, Kürtçüsüyle de, Alevisiyle de biz bu topraklarda yaşıyoruz. Bizim başka vatanımız yok. Birbirimize saygı gösterirsek, asgari müştereklerimizde birleşirsek burada demokratikleşmede bir, inanç ve fikir hürriyetinde herkes serbesttir. Kim eline sopa, silah alıyorsa beraber devletiyle, milletiyle, ordusuyla üstüne gidilmesi.

Can Dündar: AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın bir demeci oldu. Tarikatlar yasaklanmamalı, bu yasak kalkmalı şeklinde. Yani siz buna katılıyor musunuz? Yani bu yasağı kaldırarak belki burada zulüm aranabilir.

 

Mehmet Kutlular: Hayır efendim. Tarikat yasaklanamaz, niye yasaklansın. Yasaklanmıştı o zaman ama yanlış bir şey bu. Şimdi ben bir şey söyleyeceğim. Hepimiz burada yaşıyoruz. 27 sene tarikat yasaklandı. Bitti mi? Hayır. 50’den sonra birden mantar yerden biter gibi bitti. Demek ki bu yasak bir işe yaramıyor. 27 Mayıs yaptık iltica ve anayasa ihlal edildi diye. 4-5 sene bir baskı rejimi, peki hep bunların üstüne gidildi bitti mi? Bitmedi. 12 Mart bitirdi mi? 12 Eylül bitirdi mi?

 

Can Dündar: Serbesti bir çare diyorsunuz.

 

Mehmet Kutlular: Bu tarikatı bir dini noktada, istismarcılara karşıyım. İstismar edenlere karşıyım.

 

Can Dündar: Anlamak açısından soruyorum, şunu mu söylüyorsunuz?

 

Mehmet Kutlular: Sadece bunu Kuran ve sünnet dairesinde bir tarikat manasıyla kişinin gelişimi noktasında kabulleniyorsa buna hakkaya tanınır, bu yasaklanmaz.

 

Can Dündar: Bu yasaklanmaz, denetim altında tutulur bunu öneriyorsunuz.

 

Mehmet Kutlular: Denetim altında devlet tutamaz bunu zaten. Toplum da tutamaz.

 

Can Dündar: Yani orada bir adli bir şey olduğu zaman ya da içeride bir taviyet ilişkisi var.

 

Mehmet Kutlular: Adli meselede her zaman devlet devlettir. Kanunlara karşı herkes eşittir.

 

Can Dündar: Sayın genel başkan.

 

Yaşar Nuri Öztürk: Efendim.

 

Can Dündar: Siyaset meselesine gelelim. Şimdi genel başkan kimliğinizle ama önce sorumu izin verirseniz sorayım.

 

Yaşar Nuri Öztürk: Sorunu sor, önce cevap haklarımı sonra sözümü.

 

Can Dündar: Siz bir genel başkan olarak hem kendi partiniz açısından, hem gördüğünüz manzara açısından buradan nasıl bir çıkış öngörüyorsunuz? Sizin partinizde de tarikat mensupları var, siz de söylediniz. Nasıl çıkacağız bunun içinden?

 

Yaşar Nuri Öztürk: Şimdi tamam anladım. Bir defa bu tarikat meselesini sen ciddi bir etüt et. Ben Fatih Altaylı’ya bir programda dedim; burada ilahiyatçıları filan tartışıyorsun, evvela git Kuran’ı bir oku. Şimdi tarikat meselesini oku, başta Şerif Mardin Hoca da burada yanlış şartlandırmalar yaptı. Mesela İhvan-ı Müslümin tarikat diye tanıtıldı. Bu adamlar tarikata, tasavvufa karşı. Teorisyenleri Seyyid Kutub. Seyyid Kutub’un ilk mütercimlerinden biri Türkiye’de benim. Seyyid Kutub tarikata, tasavvufa hatta ateş püsküren bir adam. Şimdi bunu burada Şerif Hoca söyledi, sen de bunu aldın gidiyorsun. Cemaat tarikat karıştı birbirine. İsmail Ağa tarikat mi, cemaat mi? Şimdi İsmail Ağa’dan biri burada olup onlara kendisini tanıttırmak lazım. Yani bilmiyorum Ahmet Bey onlar adına ben tanıtım yapabilirim der mi, olması lazım. Çünkü İsmail Ağa, İsmail Ağa. Yani jenerikten beri İsmail Ağa ama onları anlatan biri yok burada.

 

Can Dündar: Davet ettik gelmediler, onu söyleyeyim.

 

Yaşar Nuri Öztürk: Peki ama onlar kendilerini tarikat diye mi tanıtıyor, cemaat diye mi? Her tarikat bir cemaattir ama her cemaat bir tarikat değildir. Bunları düzelteceğiz. İhvan-ı Müslümin hiç tarikat değil, tarikat ve tasavvufa karşıdır. İkincisi, şimdi Müslümanlığı kurtarmak için batı ile ilişkileri sıklaştırmak lazımdır, ben buna şiddetle karşıyım. Batıyla ilişkiler niye diyoruz da akıl ve bilimle ilişkiler demiyoruz? Yani hem İslam’ın peygamberi bilim ve hikmete yani ilkeye işaret etmiştir, hem de Mustafa Kemal bu devletin banisi muasır medeniyeti seviyesinin üstü demiştir. Batı nerede demiş. Mustafa Kemal’in bir tane batılılaşın, batıcı olun dediği bir cümle var mı bana birisi söylesin.

 

Can Dündar: Çağdaşlaşmayı dile getiriyor.

 

Yaşar Nuri Öztürk: Bunları yutturdular millete. Şimdi maalesef bunlara senelerce karşı çıkanlar bugün bunların meddahlığını yapıyor. O da ayrı bir talihsizliktir. Şimdi başka bir şey, Akp döneminde İslamileşme gelişti. Kim söyledi? Tam tersi Akp döneminde Türkiye şiddetli bir biçimde Hıristiyanlaştırıldı. İşte bugün bakın Papa’nın söylediği. Ben saat 10 buçukta büyük millet meclisinde basın toplantısı yaptım. Japonya’dan ve New York Times’tan ses geldi, onlarla da bir röportaj yaptım. Akşama doğru buldular beni. Şimdi bakın bunu yani millete burada oturup bu ekranlardan yalan söylemeyelim. Zaten adına Türk basını dedikleri şey, ne manada Türk basınıysa bu milleti mahvediyor. Böyle bir şey olmaz, böyle şey olur mu? AKP döneminde Türkiye şiddetli ve süratli bir biçimde Hıristiyanlaşıyor. Hıristiyanlığa teslim olmakla kalmıyor, Hıristiyanlaştırılıyor. Teferruatına gitmeyeceğim, Kuran’ın İncilleştirilmesi, namazın karmalaştırılması, camiinin kiliseleştirilmesi hep bu dönemin ürünleridir. Başörtüsü meselesi. Başörtüsü mağdurları, başörtüsü mağdurlarının Türkiye özelinden dünya genelinde ıstırap arenalarına, kulvarlarına sürülmeleri de yine AKP döneminde. Bunları söylemeden burada gak guk ederek çıkıp gitmeyelim. Yani akşamımız boşa gidiyor.

 

Can Dündar: Söylediniz.

 

Yaşar Nuri Öztürk: Söyleyeceğim tabi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.