Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Dvorak

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    76
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Blog Yorumları gönderen: Dvorak

    GİTMEK

    Kaymak tabakasında yaşıyormuşum, haberim yokmuş :)

     

    Kalmayı seçenleri, gidemeyenleri, başlangıçlara cesaret edemeyenleri ve köklerini sevenleri bir bir bırakıyorum geride. Yolculuğuma eşlik edenlerle yarenliğim, gelecek istasyonlara dek. Kimi saksıda çiçekken güvende, kimi ise rüzgarda uçan tohumken mutlu ben gibi.

     

    Sevgiler ve teşekkürler!

    KUĞU

    Neruda'nın hikayesininin sonunda oturmayan bir şeyler var. Bir kuğu aniden olmamışsa eğer, ölümünü mutlaka anlar ve aniden ölüvermez sessizce. Ölmeden önce de son derece hüzünlü bir şarkı söyler. Buna da kuğunun son şarkısı denilir. Neruda sanırım bu kısmı atlamış.

     

    Sevgili Radya son şarkı söylenmedikçe, hiç bir güzellik yok olmaz yer yüzünden, öyle sanılsa bile! Bir kuğu sessizce ölmez, ölemez, ölen bir yıldızın içindekileri ölmeden saçması gibi evrene, saçar içindeki duyguları bağırarak tıpkı blogunuzdaki siz gibi.

     

    Ölüm yaşamın uzantısı olmakla beraber, o ya da bu şekilde gelir bir gün istenmese de. Ölüm fikrine ve geleceksizliğe dair panik yaşamak yerine, geçmişin sıcak ve güzel hatırlarıyla dimdik durmak da mümkün ayakta pekala.

     

    Kimin hayatında yok eksik bir şeyler, ama bardağınız tamamen boş değil göründüğü kadarıyla neyse ki! Lezzetinizi yansıtan bu birikmişliğin her su damlasında ne yaşanmışlıklar gizli kimsenin bilmediği. Sevgi yoksunluğundan çok, yorgunluğu olmasın yaşananlar.

     

    Dilerim kayan bir yıldızın birkaç saniyede yok olacak izi olmaz, kuyruklu yıldızlar gibi hep parlarsınız gökyüzümüzde.

  1. Her gün sabahleyin uykudan uyanınca sesini işitirdim.

     

    -Helvaa! Taze susam helvaaa!

     

    Yetmiş beş yaşlarında, elmacık kemikleri çıkık, gözleri kanlı, ağzında dişleri kalmamış, saçları dökülmüş, ak sakalları uzamış ihtiyar bir adamdı. Üzerinde her tarafı yamalarla dolu kirli bir pantolon; ayağında kimin verdiği belli olmayan (belki de kendi parasıyla aldığı) arkaları basılmış deri ayakkabı; sırtında kirli, uzun kollu bir kazak vardı. Kazağın yenleri kirden parlıyordu. Çoğu zaman, sık sık akan burnunu bir eliyle tıkayıp, duvarın dibine olanca kuvvetiyle sümkürürdü. Cebinde buruşturulmuş kirli bir mendil bulunurdu; bu mendille burnunu ve elini silerdi.

     

    Tiz bir öksürüğü vardı, yaz kış geçmezdi...

     

    Sabahları, güneş doğar doğmaz penceremin önüne gelir, kuşluk vaktine dek helva satardı. Sabahın erken saatlerinde, onun sesiyle uykularından uyanan yalın ayak, kıçları donsuz, sümükleri akmış, ayakları takunyalı küçük kız ve erkek çocukları başına toplanırlardı. Analarından para alabilenler helva alırlar, alamayanlar ise başında beklerlerdi.

     

    Bir gün sabah çocuklar başına toplanmışlar, bazıları kızdırıyorlardı. Kızdıran çocukların üzerine doğru yürüyünce, diğer taraftan erkek çocukları helva aşırıyorlardı.

    Bir başka gün sabah yine penceremin önünde:

     

    -Helvaa!... Taze susam helvaaa!...

     

    Bu kez, pencereden bakmakla yetinmedim. Yanına gittim. Kimsesi olup olmadığını sorduğumda öfkelendi. Kanlı gözlerini bana doğru dikerek:

     

    -Var ya! Hayırsız olduktan sonra, deyip kesti. Anlatmadı nedense. Ben de üstüne gidemedim.

     

    Sonra öğrendim. Bu ihtiyarın astsubay bir oğluyla, iki de evli kızı varmış. Oğlu evli ve üç çocuklu olup, Kayseri'de görev yapıyormuş. Kızları da evlenmişler, Eskişehir'de ve Adana'da oturuyorlarmış. İki yıl öncesine kadar anneleri sağmış. Kanserden ölmüş. O zamanlar bu denli düşkün değilmiş.

     

    Üç evladında birisi, bir gün bile babamız ne durumda dememişler; ne bir mektup, ne de kendileri gelip aramışlar. Evlatlarıyla görüşmeyeli yıllar olmuş.

     

    Yaşlı helvacı, duvarları kerpiçten, üstü saz ve toprakla örtülmüş, eski bir hayvan damında yatıp kalkıyordu. Damın içinde eski bir yatak, bir yorgan, bir yastık, bir su testisi, eski bir ispirto ocağı, eski bir soba, birkaç bakır kap ve duvarda asılı kül rengi kirli bir pardösü vardı.

     

    Akşamları yorgun argın eve gelince, yatağının üstüne oturup ağlamaya başlıyordu.

     

    Bir ara duruyor, kendi kendine konuşuyordu: "A benim hayırsız evlatlarım, siz hiç utanmaz, arlanmaz mısınız? Ben size ne kötülük yaptım? Bunca yıl sizin için didindim durdum. Sizlere gün yüzü gördüreceğim diye gece mi gündüzüme kattım. Kızları anlıyorum, el oğlunun elinde. Ya sana ne diyeyim? Yazıklar olsun sana. Ulan! İnsan karıdan bu kadar korkar, çekinir mi be?..."

     

    Bir başka günün gecesi. Yine gözleri yaşlı. "Gelmenizden de geçtim. İnsan bir mektup atar, halimi hatırı mı sorar. O da yok sizde. Dilerim, Allah yokluk göstermesin. Sizin evlatlarınız da sizin bana yaptığınız gibi yapsın. Görün o zaman yalnızlık, gurbetlik, hâl-hatır sormamak nasıl oluyormuş" dedi.

     

    Bir gün yaşlı helvacının oturduğu damı yıktılar. Yerine yeni bina yapılacaktı. Zaten kendisinin değildi. Bundan sonra yatıp kalkacağı yeri de yoktu. Bir süre, boş bir arsa içinde, hurda tenekelerden yaptığı derme çatma barakada barındı. Sonra o da yıkıldı. Sipsivri kaldı.

     

    Kış geldi. Havalar iyice soğudu. Yaşlı helvacı o kış duvar diplerinde, merdiven altlarında yattı. Hayır severler, kaldığı yerlere birer tas sıcak çorba, yemek ve ekmek getiriveriyorlardı. Nedense, o kış çok daha fırtına oldu. Kar erken bastırdı. Yaşlı helvacı ölmeden o kışı da çıkardı. Fakat ayakları pek tutmuyordu. Çok zor yürüyordu. Artık penceremin önüne gelip, helva da satamıyordu. Helvadan kazandığı üç-beş kuruşu da bitirdi.

     

    Aradan epey zaman geçti. Göremez oldum. Başka yerlerde de rastlamadım hiç.

     

    Daha sonra, duvar dibinde bulunan ölüsünün belediye görevlileri tarafından kaldırıldığını öğrendim.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.