Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

entelektüel zemin

Φ Yeni Üyeler
  • İçerik Sayısı

    7
  • Katılım

  • Son Ziyaret

entelektüel zemin - Başarıları

Çırak

Çırak (3/14)

  • İlk İleti
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. Mariana Acoforado, aşkın efsaneleştirdiği belki de aşkı efsaneleştiren bir kadın. Bir yerin ismini aşk mektubu manasına dönüştürecek kadar tesirli bir aşk hikayesinin beri tarafında duran kadın. Bir manastırın balkonunda başlayan aşk hikayesi bakın nasıl meydana gelmiştir: Mariana’nın yaşadığı kadınlar manastırının yakınındaki garnizonun subayları, at binmekteki hünerlerini yarıştırarak eğleniyorlardı. Manastırın balkonundan onları izleyen yirmi altı yaşındaki Portekizli rahibe, içinin ışıkla yıkandığını hissetti. O güne kadar hayatını kutsal aşka adamış olan genç kadın yalnızca o topluluk içindeki subaya duyduğu aşk kutsallaşacaktı kendisi için. Balkondan izlediği subay atını zor bir geçide sürdüğünde endişeyle yüreği sıkışır. Daha yeni gördüğü o subaya öyle yakın hisseder ki kendini adeta, subayın az önceki yaptığı küçücük bir hareket bile, onu subayın başına bir şey gelebilecek endişesine duçar etmeye yeter de artar bile… Bu genç subay Fransa’dan Portekiz’e İspanyollara karşı savaşta destek olmaya gelen subaylardan biridir. Delikanlı bu at gösterisini Mariana’nın hoşuna gitmek için yapıyordu zaten. Ve nihayet “soylu subay” bunu başarır… Ancak subayın fethedeceği şeyler sadece bir güzel kadının yüreğinden ibaret değildir. Başka diyarlara başka ülkelere gitmeli ülkesi için başka yerler hatta ülkeler zapt etmelidir. Ve Mariana’yı terk ederek ülkesine doğru yol alır. Mairiana, bir başyapıt olacak ve bir gün bu “Portekiz Mektupları” namıyla anılacak, hatta gün gelip yaklaşık üç yüz küsur yıl sonra bir gazetede, yazma okuma ve öğrenme adına emekleyen fakirin köşesine konu olmaya kadar varacaktır. Bu mektuplardan birinde şöyle sitem eder Mariana Acoforado: “Aşk tek başına aşk doğurmuyor sizi seveyim istiyordunuz; bu hedefi bir kere belirledikten sonra, ona ulaşmak için yapamayacağınız şey yoktu; gerekseydi beni sevmeye bile razı olurdunuz; ama zaferi sevmeden de kazanabileceğinizi aşka hiç de ihtiyacınız olmadığını anladınız; ne alçaklık!” “Portekizli bir rahibenin kendisini terk edip ülkesine dönen soylu sevgilisine yazdığı ve aşkın bütün hallerini anlatan beş mektuptan ibaret roman ilk kez yayımlandığı 1699 yılında büyük bir ilgiyle karşılandı, bu ilgi kuşaklar boyu onu bir başucu kitabı haline getirerek eksilmeden devam etti. Öyle ki yüzyılın sonlarında ‘Portugaise (Portekiz) kelimesi Fransızcada aşk mektubu anlamında kullanılmaya başlandı.”(1) Gerçekten böyle bir kadın yaşamış mı? Onu bilemeyiz. Belki de yazarı tespit edilemeyen bir eserin aidiyetini ifade sadedinde kurgulanmış bir efsane de olabilir bu anlatınlar; ama kitaptan alınan yukarıdaki bir parçanın satırları arasında, bu yürekteki yangının kokusu duyulabiliyorsa şayet, bu olayın böyle ya da başka türlü yaşanmış olmasının ne ehemmiyeti var? Önemli olan yaşanmış olması değil mi? Hem de öyle bir yaşanmışlık ki sesi ve şekli ile Portekiz olan “Portekiz” sözcüğü bile mektubun gittiği ülkeye ait olan dilde “aşk mektubu” manasına bürünüveriyor. -------------------------------------------------------------------------------- (1) Ahmet Celal, “Mutsuzluğun İçin Teşekkür Ederim”, K Dergisi, 23/02/2007, s:4 YAZININ DEVAMI VE YORUMLAR İÇİN TIKLA: http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=6193
  2. GERÇEK HAYALİ AŞTI (ONUR AKBAŞ) - SEVGİLİ GERÇEK HAYALİ AŞTI.. Kimi zaman insan görünenin ardındaki görünmeyeni ararken, önündeki gerçeği aşmak adına hayal adlı ?küheylana? biner de aşılmaz engelleri o vasıtayla aşar. Kimine göre ise hayal ile aşmak yeterli gelmez önündeki gerçeğin, gerçek kadar sert engelini. Dokunmak ister insan aradığı şeye? Eliyle, gözüyle, bedeniyle, ruhuyla, kalbiyle, gönlüyle dokunmak ister. Zira kimi zaman en olmaz istekler bile ulaşılamama ihtimaline baş kaldırır. Bir şekilde dokunmak istersiniz ulaşmak istediğinize, söz olarak, ses olarak, şiir olarak; olmadı mı yazı olarak. Karşınızdaki size istediği kadar yalandan kabuslar yaratsın, ?Kaybettin beni? desin? Perdenin arkasındaki sesteki bekleme nağmelerini duyduğunuzda çalmıştır söylediği masum yalanı yalanlayan makine. Size düşen: ?Gerçek hayali aştı, ufuklar uzak değil. En olmaz isteklere uzanmak yasak değil.?(*) Vuslat atını sizi beklemeye alan zamanın durgun sahrasında; aktif bir sabırla küheylanınızı döndürmektir. Yer yüzünde hareket alanı kalmadıysa vuslat cengaveri adlı süvarinize gökleri yaratan Mevla boşuna yaratmadı ya! ?Uçuyor rüzgar gibi altımdaki küheylân. Ne kadar dizginlesem yavaşlayacak değil.? Yüreğe düşünce sevgi damlası ?Kafana bunu da koy!...? diyenin sesi sizi sadece güldürür. Oysa bunu diyen de çok iyi bilir konulan şeyin kafaya değil gönle konduğunu? Bu da onun geçici vazgeçirme çabalarından ibaret söz çırpınışlarıdır. O da bilir gönle koyulanın Saba Melike?sinin tahtı gibi kendi tahtı olduğunu o yüzden ona Prenses dendiğini, O da bilir. Her hadisenin tahammül yokuşunda duran gönül, yüzünü Kainat?ın imparatoruna döner ve ona şöyle seslenir: ?Artık yaratan sensin havamı iklimimi Buzların soğuğu yok, alevler sıcak değil.? Küçüklüğü utandıracak derecede küçüklerin tan etmeleri kulakta bir sinek vızıltısı kadar ehemmiyetsizken, telefonun öbür ucunda gururunuzu mihenge vuran cüceler sizin için düşman bile değildir. Onlara hiçbir tanımlamayı ve isimlendirmeyi yakıştıramazsınız (kızıyla erkeğiyle) çünkü onlar mikroptan daha küçük olduğu için, bu yok kadar küçüklere ancak yok ismini verir ve şunları mırıldanırsınız gönül ikliminizde: ?Gül yaprağına döndü tekmesi düşmanların Sunulan zehir değil saplanan bıçak değil.? Ve artık söz gemisi dümenini doğrudan sevgiliye çevirir (Sanki başka yöne dönmüş gibi) ve ona şöyle seslenir: Sevgili! Ömrüme senden önce çölden hiçbir farkı olmayan, hatta çöl ne ki çöle rahmet okutan çoraklığa öyle bir boşandın ki; sel sağanak nedir ki bir Nuh tufanı oldun. Bu sel ki sana koşan küheylanımın yerdeki gölgesi kadar büyük, bu sel ki küfrü marifet bilen düşmanların o küfürde saklı olan yaşam tarzlarını yüzlerine çarparcasına sert bir tokat gibi her dalgası. Bu selin önüne geçilmez! ?Öyle bir boşandın ki çöle benzer ömrüme Bir Nuh tufanı oldu, sel değil, sağnak değil.? -------------------------------------------------------------------------------- (*) Kendisinden mülhem olarak yazdığımız bu şiirin adı yazımızın başlığıdır. Mehmet Çınarlı?ya ait olan bu şiiri Mehmet Kaplan?ın ?Şiir Tahlilleri II? isimli kitabından aldım.(Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri II, s:448, 2005, Dergah Yayınları İstanbul) ONUR AKBAŞ MEMLEKET GAZETESİ, DEVAMI İÇİN TIKLA: http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=6059
  3. AŞKIM İSYANDIR BENİM (ONUR AKBAŞ), EN ÇOK OKUNAN ŞİİR TADINDA BİR DENEME ŞİMDİ BU FORUMDA İşte karşındayım kömür gözlüm. Yırtık gömleğim ve kanlı bedenimle meydan okuyorum bütün büyük aşıklara. Benim aşkım ne hikaye, ne masal ne de esatirdir. Ben ıstırabım kadar yüce ve gerçek aşkımla karşındayım. O yüzden haykırıyorum yıllardır aşık postunda oturan, Mecnun’a, Ferhat’a,Tahir’e, Kereme… ‘Artık kalkın aşıklık tahtından o tahtın hakiki sahibi geldi. Siz masallarla örülü dünyanıza gidin. Sizin yeriniz orasıdır.’ Aşka talip olanlar benden alacaklar ızdırap adlı çalgının dersini… Bu gözler kan döktü uğrunda yıllarca. Var git avam şaşırsın buna. Sen şaşırma. Sen şaşırma zira, bu kan döken gözlerin ustası senin yan bakışındır. İlk kan dökülenden beri kan dökmek şaşılacak iş olmaktan da çıktı zaten. Bu gözbebeği Kabil’in tohumudur. Kan dökmezse şaşmak iktiza eder. Bana düşen bu aşkın ıstırabını nağme yapıp haykırmaksa zaman sana düşen de benim sana olan bu aşkımla övünmektir. Bırak Leyla Kaysıyla, Şirin de Ferhatı ile avunsun sen şükür secdesine koy başını, kapan o nurdan yüzünle seccadene zira benim gibi hakiki aşık ancak senin gibi hakiki bir sevgiliye lutfedilmiş. Ancak şunu da bil ki sükutum ölçülü ve bilge bir insan oluşumdandır. Bülbül gibi bu haykırışı ağyara duyurmadan o daldan o dala konmadan terennüm etmemin sebebi de bundandır. Şairler hep bülbüle benzetmişler kendilerini hafiflik aşkı ve yüreği hafif olanların, bülbüllükte şairlerin değil müteşairlerin işidir. Şikayet de imanı olmayanın işidir. Dertli aşıklara tavsiyem gelip kederli yüzüme baksınlar. Baksınlar da bir daha dert lafzını ağızlarına almayıp hallerine şükretsinler. Şikayetten vazgeçip imanlarını tazelesinler. Kara gözlüm! Vuslat için vakit var demiştin. Vakit var olduktan sonra lütuf bekler. Bil ki benim aşkımı reddetmen küfran-ı nimettir. Ben nasıl muhtaçsam senin gülüşlerine, sen ondan daha fazla muhtaçsın aşkıma. O yüzden prensesim mahrum bırakma kendini bu sevdadan. Bir gün bu aşk intizar etmese de kuş gibi küçücük yüreğin intizar eder. (*)Bu deneme Fuzuli’nin bir gazelinden mülhemdir.(Prof. Dr.Haluk İpekten, Fuzuli, Akçağ yayınları, 5,baskı) DEVAMI VE HAKKINDAKİ YORUMLARI GÖRMEK İÇİN TIKLA: http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=5953
  4. “Da Vıncı Şifresi” isimli kitabın yarattığı infialle sansasyonel eserlere ve bu eserlerdeki komplo teorilerine de itibar artmadı değil. Hatta bizdeki taklitlerinin kırdıkları cevizler kırkı geçti. Yani taklitte kaliteli olduğumuzu, taklit ettiğimiz şeyin suyunu çıkarak bir kere daha gösterdik. -Bu taklit furyası bir zaman tarihi romanlar sahasında, “Safiye Sultan’’la da başlamış “Nur Banu” gibi Türk işi taklitlerini de doğurmuştu.- Lise yıllarımda ben de bu tip sansasyonel kitaplara itibar etmedim değil. “Bay Pipo”, “Reis” gibi, Sansasyonel Soner’in -O’na bu ismi ben buldum, nasılım?- o dönemlerdeki meşhur kitaplarını da liseli olmanın verdiği heyecan ve macera düşkünlüğü ile okuyordum anladım ki bu işlerde fayda yok sonra kendimi beyitlerin, hikayelerin, romanların, içinde buldum. Sonra haydi ver elini oradan radyo mikrofonları ve ilh… Elhasıl o gün bugündür komplo teorilerine dair merakımı lise öğrencisi üniformamla beraber o yılların askısına astım. Ta “Armagedon” yazarının bir iddia etrafında ortaya çıkan romanı çıkana kadar. Ancak şunu söylemeliyim bu işlerle uğraşan herkese aynı mesafede olduğumu belirmekte fayda mülahaza ediyorum. Ama Aydoğan Vatandaş en azından önüne geleni “dönme”, “sabetay” veyahut “vatan haini” olarak damgalamıyor. O biraz daha reel yaklaşıyor meselelere, en azından kendi yazdığı kitabın roman olduğunun idrakinde bir yazar. Değilse üzerinde durdukları konu bakımından bu tarz işlerle uğraşan yazarların hepsine eşit mesafedeyim. Ortaya koydukları şeylerin hiçbirine, iyice bir düşünüp çevremdekilerle tartışmadan inanmam. Ancak bu konu biraz farklı. Çünkü kitapta anlatılanlarla olduğu iddia edilen olayların bazılarının örtüştüğü söyleniyor. Ama bundan önce eserin konusu üzerinde durmakta fayda var. Kitap Türkiye’deki Ergenekon örgütüyle Almanya’da Hitler’i iktidara getiren örgüt arasında bağlantı olduğunu iddia ediyor. Ama ilgimi çeken bu iddialardan öte piyasadaki Barnabas İncillerinin aslından mülhem olarak yazılmış bir taklit olmalarıydı. GERÇEK BARNABAS İNCİLİ NERDE? Yukarıda da belirttiğim gibi üzerinde durdukları konu bakımından bu tarz işlerle uğraşan yazarların hepsine eşit mesafedeyim. Nuh Gönültaş’ı fırsat buldukça okurum; ama çoğu bahsedilen tarzdaki konuları ele aldığı yazılarının benim üzerimde bıraktığı tesir, yukarıda bahsettiğim sansasyonel romanların bıraktığı tesirden öte bir tesir ifade etmiyor. Bazen basındaki aşırılık ifade eden çıkışlarını ve infial yaratan, yazana da hedef alınana da bir fayda vermeyen iddialarını da tasvip etmiyorum. En azından o üslup geçmişte yazdığı ve şimdi yazmakta olduğu gazetelerin hiçbirine de yakışmıyor. Onu kabul edecek agresif üslupta gazeteler var, bence illa o çizgiyi takip etmek istiyorsa onlardan birine gitse daha iyi olur. Evet Gönültaş’la ilgili kanaatlerim bu. Ancak şunu da ifade etmeliyim ki bazen en olumsuz gözle baktığınız insanları bile arada bir okumakta fayda var. Değil ki ben Gönültaş’a olumsuz gözle de bakmıyorum. Dediğim gibi sadece yersiz çıkışları hoşuma gitmiyor. Bu yüzden de bir kaynağı referans alan, ortaya en azından üzerinde düşünülecek bir iddia atan her müddeiyi dinlemekten/okumaktan zara gelmez. Yukarıda bahsi geçen “Piyasadaki Barnabas İncillerinin sahte” iddiası akla şu soruyu getiriyor. Peki o zaman gerçek Barnabas incili nerde saklanıyor? Bu iddianın cevabıdır ki bizi asıl ilgilendiren taraf bu. Gerçek Barnabas incilinin Hakkari’de bulunduğu iddia edilmiyor, bizzat inanılarak söyleniyor.(Gönültaş, 2007;5) HAKKARİ’DE NELER OLDU? İncilin Hakkari’de olduğu Gönültaş’ın 07/08/2007 tarihli Bugün Gazetesi’nde kaleme aldığı bir köşe yazısında. ifade ediliyor. Gönültaş bunları “Armagedon” yazarının kaleme aldığı “Kayıp Kitap Barnabas’ın Sırrı” isimli kitapla ilgili görüşleri etrafında söylüyor. Gönültaş şöyle diyor: “Kitap (“Kayıp Kitap Barnabas’ın Sırrı” isimli kitabı kast ediyor.) bir bilim-kurgu ancak 1984 yılında Hakkari’de gerçekten bir Barnabas incili bulundu. İncil’i bulan köylüler, tarihi eser kaçakçılığı iddiasıyla hapis cezası aldılar, söz konusu İncil’e güvenlik güçlerince el konularak tercüme çalışmaları durduruldu.” (Gönültaş, 2007;5) İNCİL ŞİMDİ NEREDE? Yukarıdaki satırların yazarı bu soruyu Aydoğan Vatandaş’a soruyor. Aldığı cevabı kendisinden dinleyelim: “Aydoğan Vatandaş’a şu an Barnabas incilinin nerede olduğunu da sordum. O kadarını da sen bul diyor. Siz de öyle yapın dil ve anlatım bakımından da son derece başarılı, bu kitaba bakın.” Demedim mi ben size bunların hepsi aynı diye. Gemisini yürüten kaptan bu ülkede mirim. Ama inanarak değil sadece bu tip bilim-kurgu romanlara merakı olanlar yine de okusunlar bence… *** KAYIP KİTAP BARNABAS’LA İLGİLİ SON GELİŞME Gazetemizin 18 Eylül 2007 Salı günkü sayısında yayımlanan “Barnabas’ın Sırrı” başlıklı yazı her ne kadar başlangıçta konuyla ilgili yazılmış romanı ve yazarını merkeze almadan kaleme alınmış da olsa baya bir dikkat çekmiş olacak ki konuyla ilgilenen pek çok okurumdan bir sürü mail aldım ve hala da almaktayım. O yazımızda genel olarak sansasyonel üslupla kaleme alınıp ciddi bir tarihi araştırmaymış gibi mahşerî vicdana arz edilen eserlerden bahsetmiş ve hazır gündemdeyken tavsiye niteliğinde Aydoğan Vatandaş’ın kayıp kitap Barnabas’ın sırrı konulu eserinden de bahsetmiştim. Gelen mailler ve yorumlar da genelde yazımda kitaptan bahsettiğim yerlerle alakalı idi. Aydoğan Vatandaş ismiyle aldığım bir mail de kitabın yazarının bu yazımıza kayıtsız kalmadığını gösterdi. Kendisinden bir teşekkür maili aldım. İsterseniz o güne dönelim ve kayıp incille ilgili gelişmelere devam edelim. “İncil Nerede?” ara başlığını kullanarak Nuh Gönültaş’tan muktebes şu satırları kullanmıştım: ‘“Aydoğan Vatandaş’a şu an Barnabas incilinin nerede olduğunu da sordum. O kadarını da sen bul diyor. Siz de öyle yapın dil ve anlatım bakımından da son derece başarılı, bu kitaba bakın.” Ve ardından şu yorumu eklemiştim: “Demedim mi ben size bunların hepsi aynı diye. Gemisini yürüten kaptan bu ülkede mirim. Ama inanarak değil sadece bu tip bilim-kurgu romanlara merakı olanlar yine de okusunlar bence…’ AYDOĞAN VATANDAŞ’IN BANA CEVABI Bu sorumuzu dikkate alan hazret -sağ olsun- bendelerini cevapsız bırakmadı. Dün (geçtiğimiz Pazar günü) yine kendisinden konuyla ilgili bir mail aldım. Bana Star Gazetesi’ne verdiği bir röportajın aynı gazetenin sitesinde yayımlanan bir linkini gönderdi. Gönderdiği mailde “Onur Bey,Aşağıda romanla ilgili bir röpörtaj var. İncil'in nerede olduğuna ilişkin sorunuzun yanıtı da...” diyen saygıdeğer yazarın konuyla ilgili Ayşe Özkan’a verdiği röportajdaki can alıcı ifadelerini aynen aşağıya aktarıyorum. Konuyla ilgili yorumu da sizlere bırakıyorum. VATANDAŞ FERYAT EDİYOR! Ayşe Düzkan: “Barnabas İncil’i nasıl bulundu” “1980’lerin başında Hakkari’de Kelo Memo dağının yakınlarında bir mağarada, 150 metre derinlikte taştan yontulmuş bir oda bulundu. Burası aslında 324 odalı bir yeraltı şehridir. Aziz Barnabas İncil’i burada yazdı. Eser önce Ferhan Babat adlı bir korucu başının elini geçti. Eserin Aziz Barnabas’ın yazdığı İncil olduğu anlaşıldı. Zürih’te yapılan karbon testiyle 2 bin yıllık olduğu anlaşıldı. Jandarma Karargahı’nda iki yıl saklanıp o zamanki adıyla Özel Harp Dairesi’nin eline geçti. 1984’te Özal başbakan olunca bu İncil’in tercüme çalışmalarını başlattı. Bu işin başında Sami Karamısır Paşa ve daha sonra MİT müsteşarlığı da yapmış olan Hayri Ündül Paşa vardı. 19 sayfası tercüme edildikten sonra çalışma durduruldu. Daha sonra Nahit Şenoğul Paşa konuyla ilgilendi ve başka bazı bölümlerin tercümesini sağladı. Eser 2000’e kadar Özel Harp Dairesi’nin kontrolündeydi. Eserde tevhid inancı, Allahı zikretmenin, ibadetin önemi gibi hususlar var. Hükümet konuyla mutlaka ilgilenmeli. Bu İncil insanlığın ortak meselesidir. Bir vatandaş olarak rica ediyorum. Bu İncil’i dünyaya hediye edin.” Ayşe Düzkan: “Bunun bir etkisi olur mu?” “Öncelikle, ‘Tarihte Isa diye birisi olmadı’ diyen çevreleri susturacaktır. Incil’in teolojik olarak Kuran’la ne denli uyumlu olduğu ortaya çıkacaktır. Aziz Barnabas Hakkári’de bulunan bu Incil’i 4. nüsha olarak yazmıştı. Bunun diğer nüshalardan farkı tefsirli oluşuydu. Bu arada 80’lerin basında piyasaya sürülen ve de Kuran’la apaçık çelişen bir Barnabas Incili var. Hristiyanlar bu Incil’in Ortaçağda yaşamış bir Müslüman tarafından yazıldığını iddia etiler hep. Oysa bir Müslüman’ın Kuran’la bu denli çelişmesi düşünülemez. Bu İncil aslından bazı izler taşıyan bir kopya olabilir ancak. Ancak biri 3. yüzyılda diğeri de 7. yüzyılda yazılmış iki farklı kaynak 1. yüzyıla ait bir Barnabas İncil’i olduğunu söylüyor. Kanımca Hakkári’de bulunan bu İncil Kuran’da da bahsedilen otantik İncil’dir. Ortaya çıktığında tarihin yeniden yazılması kaçınılmazdır.”(*) İADE-İ TEŞEKKÜR Daha önce konuyu köşemize taşıdığımız için bize teşekkür eden Aydoğan Vatandaş’a bizi bilgilendirdiği için; şahsım ve okurlarım adına ben teşekkür ederim. -------------------------------------------------------------------------------- (*)http://www.stargazete.com/index.asp?haberid=33740 ONUR AKBAŞ MEMLEKET GAZETESİ, YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA: http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=5706
  5. Felsefe var olduğu günden bugüne varlığı sorgulamıştır. Sorguda elbette şüphe elzemdir. Ancak şüphe mutlak hakikate varmada bir araç vazifesi görebildikçe elzemdir. Yani şüphenin lüzumu mutlak hakikate varmada bir araç vazifesi görmüyorsa o zaman bu durum şüphe edenin (septiklerin), mana-i ismî denilen, varlığın sadece görünen kısmında takılıp kaldığını gösterir. Siz buna örnek olarak “aklı gözüne inmiş sadece gördüğü şeylere inan; materyalist felsefe”nin hamilerini misal olarak verebilirisiniz. Elbette varlığın sorgulanmasında “biz kimiz?” “nereden geldik?” “nereye gidiyoruz?” “bizi bir var eden var mı, varsa nerede?” gibi çoğaltılabilecek tarzda sorular özde büyük bir ehemmiyet kespeder. Varlığın sorgulanmasında ise, güzel sanatların bile doğuş sebebi olan insandaki sığınma ihtiyacı önemli rol oynar. Hatta iddiayı ileri götürerek diyebiliriz ki varlığın sorgulanmasının yegâne varlık sebebi de yine sığınma ihtiyacı yahut da insanın diğer kuvvelerinin de hayat ve hareket bulmasında önemli rol olan vicdanında yatan ALLAH düşüncesidir. Bu düşünce/arayış/sığınma hissi, insanları kimi zaman asırları, vazifelendirildikleri hükümlerle aydınlatan Peygamberlerin(a.s.e.) aydınlığında mutlak hakikatin nurdan yamaçlarına götürmüş kimi zaman da nefis, şeytan işbirliği ile türlü sapkın düşüncelere sevk etmiştir. İkinci yoldan gidenler kendi acziyetlerini – haşa- Allah’ta görmüşler bu yüzden kainatta durmadan devam eden bunca işin üstesinden bir tek yaratıcının gelemeyeceği gafletine düşerek çok tanrılı inanışlara yönelmişlerdir. Hatta bu sapkınlık, insanları temiz ruh H.z. İsa (a.s.) nın getirdiği dini tahrif etmeye yönlendirerek, onları teslis bataklığına sürüklemiştir. Böylelikle Allah zaten mukadder olan Son Dini Kainatın İftihar Tablosu, İnsanlığın Seyyidi, H.z. Muhammed Mustafa (s.a.v.) vasıtası ile göndermiş ve hükümlerini dünya sahnesinde insanlığa örnek olması cihetinden talim ettirmiştir. İslam Tevhid dinidir. Allah Hıristiyanların düştüğü sapkınlığa düşmemesi için insanlığı İhlas suresinde olduğu gibi birliği, eşi ve benzeri olmadığı, doğmadığı ve doğrulmadığı hususunda uyarmıştır. İlmin ve tekniğin bu kadar hızlı gelişmediği dönemlerde yukarıda arz ettiğimiz cinsten İmana bir taarruz söz konusu değildi. İnsanlar Allah’ın Din’i kendilerine anlatıldığında temiz vicdanlarıyla ikna oluyorlardı. İlmin ve tekniğin gelişmesi ile İmana yönelik sureten ilmi ancak sireten cahilâne itirazlar atmaya başladı ki bu itirazların en önemli hedeflerinden biri de Tevhid İnancı idi. Oysa bunu ifade ve ispat işi işin ehli mühim bir Zât tarafından sehl-i mümteni derecesinde bir kolaylıkla pek de veciz bir şekilde halledilmiştir. Biz bunu kısacık bir örnekle köşemizin müsaade ettiği ölçüde beyan etmeye çalışacağız. Bir işteki benzerlik ve beraberlik, o işin bir kişi tarafından meydana getirildiğini ifade sadedinde en güzel delildir. Örneğin aynı kalemle ve aynı tarzda yazılmış bir kitap, bir mektup düşünelim. Veyahut benim şu kaleme aldığım yazıyı düşünelim. Harflerin hepsi italik olarak yazılmış ve her cümlede yazanın üslubuna bakan bir yön var.(1) Biz deriz ki bu yazıyı falanca kişi yazmış. Yani bir kişiden bahsederiz. Üslup, harflerin tarzı, kullandığı birtakım özel noktalama işaretleri hepsi bir ve belli bir tarzda yazılmıştır. Dolayısıyla bir kişiyi ifade eder. Gelelim dünyanın yaratılışına. Güneş sistemine göz atmak yeterli. Ateşten bir küre ve etrafında dönen küreler. Bu en büyük misal. Gelin şimdi “Canlı Bomba” filminde olduğu gibi küçülelim küçülelim ve bir atomun içine girelim. Evet en küçük şeyde de görüyoruz ki sistem aynı. Yani kainat yazarının üslubu bu kainat kitabının bir elden çıktığını gösteriyor. Diyen de öyle demiyor mu zaten “En küçük şey en büyük şeyin numunesidir…”(2) “Canlı Bomba” filmini izleyenler bilirler. Bir canlı bomba teröristin patlatacağı bombanın çipi içinde olduğu gibi, bir toplu iğnenin başında binlercesi sığacak kadar küçülen insanlar, insan vücuduna giriyor. Filmdeki gibi gerçekten öyle bir imkan olsa da insan vücuduna girsek insanın da “küçük bir kainat” olduğunu ayne’l yakîn derecede müşahede etme imkanına sahip olacağız. Kim bilir belki bir gün o da olur. Esen kalınız… -------------------------------------------------------------------------------- (1) Örneğin durmadan bir yazarın eserlerini okuyanlar bilirler. Siz aşinası olduğunuz bir yazarın bazen bir cümlesini de olsa bir yerde görseniz hemen o yazara ait olduğunu bilirsiniz. (2) ***** ONUR AKBAŞ /MEMLEKET GAZETESİ, YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLA: http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=6023
  6. Faruk Nafiz’i –eserleri itibariyle- tam olarak bir radyo programında okumak için seçtiğim şiirleri sayesinde tanıdım, diyebilirim. Tabi ki o yıllarda lise öğrencisi olarak ders kitaplarından da tanıyorduk “Han Duvarları” şairini… Ama tanımak sadece öğrenmek yahut duymak değil, aynı zamanda objeyle haşir neşir olmak veya ıstılâhi manada ifade edecek olursak onu hakkal yakin derecede bilmekse ben bahsi geçen şairimizi tanıma imkânını, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun yedi yüzüncü yılı vesilesi ile hazırladığımız “Tarihe Açılan Kapı” isimli radyo programı sayesinde bulmuştum. Tabi esas mevzua geçmeden önce ben bu programlar hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Çünkü Osmanlı Tarihi’ni konu alan bir programda Cumhuriyet Devri şairinin Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Anadolu’yu anlatan bir şiirini neden okuduğumu ve kendisini mesela Yakın tarihi konu alan bir programda değil de neden Osmanlı tarihini konu olan bir programda hakkı ile tanıdığımı anlatabilmek için konuya böyle bir parantez açmanın faydalı olacağı kanaatindeyim. “Tarihe Açılan Kapı” programı kültürel anlamda program hazırlamanın hiçbir tecrübesine sahip olmadan hatta ömründe radyo mikrofonlarına dahi çıkmamış olan bendenizin “hadi yap” diye meydana itiliverip medya pazarında onu satmak için görevlendirildiği ilk programıdır. Ömründe radyo istasyonları ile alakası sadece o istasyonun gönderdiği iyonosferden gelen ışınları ses olarak kulağında hazır bulup dinleyen yüz binlerce dinleyiciden biri olmaktan öteye geçemeyen acizleri, girişinden tutun sunuluşuna gerekli dokümanları hazırlamaya varana kadar işi kendi üzerinde bulunca anladı bu işin teyp ya da radyo hoparlörlerinden duyulduğu gibi olmadığını… Bana bu hususta verilen tek nasihat radyo sahibi aynı zamanda genel yayın müdürü sayın Haşim Akten’in “Unutma sen bir belgesel çekmiyorsun. Dinleyiciye Osmanlı tarihini sevdireceksin dolaysıyla anlatmaktan ziyade sevdirmeye çalış…” yollu haklı ve işin felsefesini veren sözleriydi… Biz de madem iş sevdirmeye yönelik bir iş, bir düşünce, sevdirilecekse, hatta sevmenin kendisi de sevdirilecekse bu ancak şiirle olur dedik ve şöyle bir şablon çıkardık ortaya: -jenerik -Tarihimizi, tarihi şahsiyetleri, üzerinde tarihin yaşandığı coğrafyayı anlatan bir şiir - Kronolojik olarak Osmanlı padişahlarının anlatıldığı bölüm -Bir tane ara şiir - Osmanlı savaşlarının ya da tarihi menkıbelerin anlatıldığı bölüm… Bütün bunları yirmi dakikanın içine sığdıracaktım. Bölümlerin biraz orasından biraz burasından kısıp ötekini uzatarak sunmaya çalışıyordum programı. “Han Duvarları” şiiri ise adı geçen bölümlerin hepsinden kısıp programın hemen hemen büyük bir kısmını-programın kendisi nekadarlıksa…- kendisine ayırdığım bir şiirdi. Şiirde de aliterasyon denilen bir yolun olduğunu, bu yolla şiirde musikinin oluşturulduğunu hatta şiirin “…sözle musiki arasında sözden ziyade musikiye yakın”(1) bir Edebî tür olduğunu öğrenmeme henüz yıllar vardı. Ama o yıllarda bu şiiri mikrofon başında okurken orkestrayı idare eden bir şef edasıyla ellerimin gayri ihtiyari hareketleri hatta şiirdeki ağır ağır ilerleyen at arabasının tekerleğinin dönerken çıkardığı sesi anımsatan yeknesaklığa uygun bir tınıda fon müziğini seçmem bu şiirdeki henüz varlığından haberdar olamadığım bir musikinin adı konulmamış varlığını hissettiriyordu. Tanzimat’ın ilk kuşağı –İbrahim Şinasi Efendi ve Namık Kemal başta olmak üzere- Divan Edebiyatı’nın sanatlı ve bol imajlı üslubuna tepkili oldukları halde bu kalıbın dışına da çıkamamışlardı. Ancak Divan Edebiyatı’na getirdikleri yenilik eski kalıplar içerisinde seküler söylemlerden ibaret kaldı. Şekilde yeniliği başlatan ise ikinci kuşak yani Hamidlerin Ekremlerin kuşağıdır. Yeni Türk Edebiyatı’nda şiirde musikiden tam anlamıyla bahsedilen dönem ise Servet-i Fünûn Edebiyatı dönemidir. Aslında Divan Edebiyatı’ndan günümüze şiirde aliterasyon(müzikalite) vardı. Ancak bunlardan poetik olarak bahseden yeni edebiyatçılarımızdı. Halk edebiyatı ürünlerinde ise sesteki ahenk genelde şiir sonlarındaki, zengin, tam ve yarım kafiyelerle sağlanıyordu. Ancak Cumhuriyet döneminde Anadolu’ya daha büyük bir ilgi ile yaklaşan şairlerimiz “Memleket Edebiyatı” adı verilen bir edebi oluşumu(akım demek ne derece doğru olur bilemiyorum.) meydana getirdiler. Bu şairler Anadolu’yu ve Anadolu insanını yine onun dili ile ve Anadolu halk şairlerinin kullandığı vezinle anlatmaya çalıştılar. Ancak onların şiirdeki bu teşebbüsleri, kendilerinden önce Türkçülük ve Turancılık İdeali ile bu işe yaklaşan ve halk edebiyatı nazım şekillerini bu ideolojinin emrine veren özde şiir ve şairlikle hiçbir ilgisi olmayan ideolog ve sosyolog Ziya Gökalp’inki gibi sığ ve taklidi bir üslup olmaktan daha ileriye gidebilmişti. Çünkü kullanıla kullanıla pörsümüş, eğitimsiz birkaç müteşairin elinde ucuz aşk söylemlerine araç olmaktan öteye geçememiş sonra da ideolojinin elinde oyuncak olma makamına düşmüş halk şiiri Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şairlerimiz sayesinde realizm gibi bir yenilikle buluşmuş, tasvir ve modern tahkiye üslubu ile zenginleşmiştir. O özellikle bu şiiri, “Han Duvarları” şiiri ile hece vezniyle yazılan şiiri didaktizmin ve ideolojinin elinden kurtarmış ve şiirine estetik bir mahiyet vermiştir. Bu yüzden hece vezniyle yazılmış olmasına rağmen “Han Duvarları” alelade bir halk şiiri olmaktan daha değerlidir. Şiirde karların anlatıldığı kısımdaki şu aliterasyona dikkat etmenizde fayda mülahaza ediyorum: “Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla Savrulmaya başladı karlar etrafımızda” Biz bu karları ve onların yağışını müzikal bir şekilde hatırlatan bu üslubu bir başka şiirden hatırlıyoruz. Evet, Cenab Şehâbeddin’in “Elhân-ıŞitâ”sından bahsediyorum. Zira onun şiirinde de bu “l” ve “â” sesleri hakkında Prof. Dr. Mehmet Kaplan bizim bu şiirdeki tesbpitlerimize benzer şeyler söylemektedir.“Şiirde adeta “lâ” sesini veren kelime kardır. Seçilen kaifiyelerden büyük bir kısmı ona uyuyor:’Arar, ağlar, kuşlar, yuvalar, kovalar, uçarlar’”(Kaplan, 2004; 103) Toparlayacak olursak Faruk Nafiz bu şiiri ile sadece hece veznini güzel bir şekilde kullanmaktan öte ona Servet-i Fünûn’dan bugüne Edebiyat’ımızın önemli kazanımlarını da ilave etmiş ve onu kuru hamasetin, içi boş söylemlerin ve tekerlemelerin oyuncağı olmaktan kurtarmış, Yunus Emre’lerin, devrinde olduğu gibi bulunduğu çağda hak ettiği yeri ona yeniden kazandırmaya çalışmıştır. KAYNAKÇA Prof. Dr. Mehmet Kaplan, “Şiir Tahlilleri I”, Dergâh Yayınları, Ağustos 2004(19. basım), İstanbul ONUR AKBAŞ, MEMLEKET GAZETESİ, DEVAMI İÇİN TIKLAYIN: http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=5867
  7. Demokrat Parti ile birlikte -Şimdikinden değil öncekinden bahsediyorum.- düşünce dünyamıza giren muhafazakarlık her zaman tartışma konusu olacak zemini bulmuş günümüzde de tartışılmaya devam ediyor. Muhafaza, Arapça isim kökünün sonuna getirilen Farsça –kâr eki ile oluşturulan ve Türkçe –lIk isimden isim yapım ekinin sonuna getirilmesiyle vücut bulan bu kelimenin sözlüğümüzdeki karşılığı tutuculuktur.(TDK, 2005;1414) Tabi ülkemizdeki muhafazakar düşüncenin başlangıcı olarak yazımızda Demokrat Parti’yi versek de bunun başlangıcının, adı geçen bu düşünce hareketi olması da tartışma konusudur. Ama bu düşüncenin Türkiye Cumhuriyeti düşünce tarihi sınırları içerisindeki kendi varlığını hissettirmeye başlaması Demokrat Parti ile başlamıştır denilebilir. Bu düşüncenin esasının Türkiye Cumhuriyeti tarihinden önceye dayandığı da inkar edilmez bir gerçektir. Ancak muhafazakarlık sözlüğümüzde yer aldığı şekli itibariyle tutuculuk olarak ele alınacak olursa o zaman zihinlerde olumsuz izler bırakır demektir. Ama biz muhafazakarlığı, yeniliğe, çağdaşlaşmaya ve gelişmelere açık olmakla beraber milli ve manevi, değerlere sahip çıkma şeklinde ele alacak olursak ve bir de bu kelimenin yanına Demokrat kelimesini koyarsak, bu düşünce sisteminin Osmanlı dönemindeki yenileşme hareketlerinin başladığı döneme Tanzimat’a kadar hatta ondan da geriye III. Selim dönemine kadar uzandığını söylersek yanılmış olmayacağımız kanaatindeyim. Biz bu yazımızda Osmanlı’da yeniliğin üçüncü nesli olarak tanımlanan Yeni Osmanlılar cemiyetinin önemli isimlerinden ve Şinasi’nin başlattığı edebiyatta ve sanattaki yenileşmeyi kendi dönemine göre kemal noktaya taşıyan ve edebiyatımızda türlerin yerleşmesinde önemli rol oynayan Namık Kemal’in yenileşme hareketlerinde öncülük derecesinde rol almasıyla birlikte onun muhafazakar yanının da olduğu üzerinde duracağız. “On dokuzuncu Asır Edebiyatı Tarihi”nin yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar, Namık Kemal’in yukarıda bahsedilen yönüne dikkatleri çeker: “Dinî ananenin bir esas gibi kabul ettiği meşveret fikri sistemli bir şekilde tatbik edildiği takdirde, birçok müşkiller, Türk olmayan unsurlar meselesi başta olmak üzere, kendiliğinden halledilmiş olacaktır. Nâmık Kemal bu hususta daha ileriye giderek, kurulacak parlamantarizmin esas hatlarını çizen bir proje bile yapar. İngiliz Parlamento sistemine çok benzeyen, hânedan azasının da yer alacağı âyakâr olduğunu gösterir.”(Tanpınar, 2001; 229) Yukarıda görüldüğü gibi “Dinî ananenin bir esas gibi kabul ettiği...” ifadesinden hazretin, dönemine göre en uç yenileşme fikrini bile beyan ederken Dinî değerlerin yenileşmeye açık yönünü referans olarak aldığını görmekteyiz. Onun yukarıda teklif ettiği parlamento sistemi, devrine göre son derece demokrat ve çağdaş bir teklif olduğu da göz önünde bulundurulursa, sonra da muhafazakarlık, acizlerinin fehmettiği manasıyla yani; “Yeniliğe, çağdaşlaşmaya ve gelişmelere açık olmakla beraber milli ve manevi, değerlere sahip çıkma şeklinde” ele alınırsa Dindarlıkla modernliğin yanana nasıl durabildiğini bu tarihi örnekle açıklamış oluruz kanaatindeyim. KAYNAKLAR 1-Ahmet Hamdi Tanpınar, “19. Asır Türk Edebiyatı”, Çağlayan Kitabevi, İstanbul(Beyoğlu), 2001 2-Türk Dil Kurumu, “Türkçe Sözlük” Ankara, 2005 ONUR AKBAŞ ,MEMLEKET GAZETESİ, DEVAMI İÇİN TIKLA: http://www.memleket.com.tr/author_article_...q_id=1198856298
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.