Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ölümü_düsünün

Φ Yeni Üyeler
  • İçerik Sayısı

    7
  • Katılım

  • Son Ziyaret

ölümü_düsünün - Başarıları

Çaylak

Çaylak (2/14)

  • İlk İleti
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. Evreni ve içindeki varlıkları incelemenin ve Allah'ın yaratma sanatını keşfederek insanlığa açıklamanın yolu "bilim"dir. Kuran, bilimi Allah'ın yaratışındaki detaylara ulaşmada bir yol olarak görür ve bilimi teşvik eder. Allah inancı bilim adamlarına büyük bir şevk ve heyecan kazandırır Evreni ve içindeki varlıkları incelemenin ve Allah'ın yaratma sanatını keşfederek insanlığa açıklamanın yolu "bilim"dir. Kuran, bilimi Allah'ın yaratışındaki detaylara ulaşmada bir yol olarak görür ve bilimi teşvik eder. Kuran'ın bildirdiği gerçeklere göre yönlendirilen bilimsel araştırmalar çok hızlı ve kesin sonuçlar getirir. Çünkü Kuran, evrenin ve canlılığın nasıl var oldukları sorusuna en doğru ve en kesin cevabı veren tek kaynaktır. Doğru bir noktadan başlanarak yapılan araştırmalar, evrenin ve canlılığın varoluşuna ait sırları en kısa sürede, en az emek ve enerji harcayarak açığa çıkaracaktır. Doğru kaynak alınmayan bilimin kesin sonuçlara ulaşması çok zaman alır ve hatta çoğu zaman sonuç alınması dahi mümkün olmaz. Materyalizm Yanılgısının Bilime Kaybettirdikleri Bu gerçeği göremeyen materyalist bilim adamları tarafından yönlendirilen bilimin, özellikle son iki yüzyıldır, ne kadar vakit kaybettiği, bu yolda yapılan çalışmaların büyük bir kısmının heba olduğu ve harcanan trilyonlarca liranın nasıl boşa gittiği gözler önündedir. Bilimsel bir sürecin ilk aşaması hipotez belirlemedir ve bu süreç, bilim adamlarının benimsediği temel bakış açısı ile ilgilidir. Örneğin bilim adamları, sahip oldukları temel bakış açısı nedeniyle, "maddenin, herhangi bir bilinçli düzenleme olmadan, kendi kendini düzenleme yönünde bir eğilimi vardır" gibi bir hipotezle yola çıkabilirler. Sonra da bu hipotezi doğrulamak için yıllar süren araştırmalar yapabilirler. Ama maddenin böyle bir özelliği yoktur ve dolayısıyla her türlü çaba başarısızlıkla sonuçlanır; ortaya çok büyük bir zaman ve imkan kaybı çıkar. Oysa başlangıçta "maddenin, herhangi bir bilinçli düzenleme olmadan kendi kendini düzenlemesi mümkün değildir" fikri ile yola çıkılsa, buna dayalı bilimsel araştırmalar çok hızlı ve verimli ilerler. Bilginin En Doğru Kaynağı ; Dikkat edilirse, bu nokta, yani hipotezi doğru belirleme noktası, bilimsel bulgulardan farklı bir kaynağı gerektirmektedir. Bu kaynağı doğru tespit etmek ise çok önemlidir; kaynağın yanlış belirlenmesi, bilim dünyasına, yıllar, on yıllar, hatta asırlar kaybettirebilir. İşte bu aranan kaynak, Allah'ın insanlara ulaştırdığı vahiydir. Çünkü Allah evrenin ve tüm canlıların Yaratıcısı'dır ve bunlar hakkındaki en doğru bilgi Allah'tan gelen bilgidir. Allah Kuran'da bu konular hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Bu bilgilerin bazılarını şöyle sıralayabiliriz: 1-) Evreni yoktan var eden Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. Hiçbir şey tesadüfi olaylar sonucunda veya kendiliğinden meydana gelmemiştir. Doğada ve tüm evrende bilinçli bir tasarımla yaratılan kusursuz bir düzen bulunmaktadır. 2-) Üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin tüm özellikleri, insan yaşamına uygun olması için özel olarak tasarlanmıştır. Yıldızların ve gezegenlerin hareketlerinde, yeryüzü şekillerinde, suyun ya da atmosferin özelliklerinde, insan yaşamına imkan sağlayan belirli bir amaç bulunmaktadır. 3-) Tüm canlı türlerini yaratan Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. Bu canlıların hareketleri de Allah'ın o canlıya ilhamı sonucunda gerçekleşmektedir. Bilim Adamlarındaki Allah İnancı ; Saydığımız bu gerçekleri temel alan bir bilim anlayışı da, hiç şüphesiz çok büyük bir başarı elde edecek, çok verimli bir biçimde insanlığa hizmet verecektir. Nitekim tarihte bunun açık örnekleri vardır. Müslüman bilim adamlarının dünyanın en ileri medeniyetine öncülük ettikleri 9. ve 10. yüzyıllar, bilimin yukarıda sayılan doğru temellere oturtulması sayesinde mümkün olmuştur. Batı'da da, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, paleontoloji gibi bilim dallarının tüm öncüleri, Allah'ın varlığına inanan ve O'nun yarattıklarını inceleme amacıyla araştırma yapan büyük bilim adamlarıdır. Ancak 19. yüzyılın ortalarından bu yana, bilim dünyası bu İlahi temelden uzaklaştırılmış ve materyalist felsefenin etkisi altına girmiştir. Materyalizm, maddenin mutlak varlığına inanır ve Allah'ı inkar eder. Materyalizm, bu iddialarını bilim dünyasına aşamalı bir biçimde benimsetmiş ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de, bilimsel araştırmaların önemli bir bölümü bu iddiaları desteklemeye ayrılmıştır. Bugün geriye dönüp bakıldığında, materyalizmin iddialarının bilime sadece zaman kaybettirdiğini görürüz. Bu iddiaların her birini ispatlayabilmek için on yıllar boyunca sayısız bilim adamı çabalamış, ancak ortaya çıkan sonuçlar bu iddiaların geçersizliğini göstermiştir. Bulgular, Allah'ın Kuran'da insanlara bildirdiği gibi; evrenin yoktan yaratıldığını, insan yaşamını gözeten bir amaca göre tasarlandığını, canlılığın tesadüflerle doğması ve evrimleşmesinin imkansız olduğunu ispatlamıştır. (HY, Kuran Bilime Yol Gösterir) Bilimin ilerlemesi için... Günümüzde bilimsel gelişmeler yaratılış gerçeğini bu kadar açık bir şekilde ortaya koyarken, evrim ve materyalizm gibi hurafelere inanmak ve bunları bilime rağmen savunmaya çalışmak, psikolojik yönden bilim adamlarını sıkıntıya sokar. Evrendeki mükemmel uyum ya da canlılardaki kusursuz tasarım, söz konusu bilim adamları için çok büyük bir açmazdır. Çevrelerini saran apaçık yaratılış delillerine gözlerini kapatan bu kişilerde, doğal olarak gerçeklere karşı umursuzluk ve buna bağlı bir yargı bozukluğu gelişir. Hıristiyanlara seslenirken; "Eğer bir heykelin sizlere el salladığını görseniz dahi, bir mucize ile karşı karşıya olduğunuzu sanmayın... Çok küçük bir olasılıktır, ama belki de heykelin sağ kolundaki atomların hepsi, tesadüfen, bir anda aynı yönde hareket etme eğilimi içine girmiş olabilirler" (Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton, 1986, s. 159) diyen ünlü evrimci Richard Dawkins'in sözleri, bu yargı bozukluğunun açık bir örneğidir. Bilimin ilerleyebilmesi için bu 19. yüzyılın yanlış materyalist düşüncesinin bir kenara bırakılması ve özgürce düşünen ve gördüğü gerçeği kabul etmekten çekinmeyen bilim adamlarına ihtiyaç vardır.
  2. Göz, görüntünün aynı anda hem siyah-beyaz, hem de renkli fotoğrafını çeker. Daha sonra bu fotoğraflar beyinde sentezlenerek normal görüntü halini alır. Retina tabakasında bulunan çubuk hücrelerinin görevi, bakılan nesnenin biçimini siyah-beyaz olarak ayrıntılı bir şekilde algılamaktır. Koni hücreleri ise nesnenin renklerini tespit ederler. Sonuçta, her iki hücreden alınan sinyallerin değerlendirilmesiyle, dış dünyanın görüntüsü şekillenir ve renkli bir halde beynimizde oluşur. Gözdeki Üstün Teknoloji Fotoğraf makinesi göze göre son derece ilkel bir yapıya sahiptir. Hatta gözün görüntü iletme tekniği en gelişmiş kameralardan bile kat kat üstündür. Sonuç olarak da gözün ilettiği görüntü insanoğlu tarafından yapılmış herhangi bir aletin iletebildiği görüntüden çok daha kalitelidir. Bir TV kamerasının çalışma prensipleri incelenirse sözü edilen gerçek daha iyi anlaşılır. Bu kameranın çalışma ilkesi görüntülerin değil, bir görüntüyü yeniden oluşturacak olan ışıklı nokta dizilerinin iletilmesine dayanır. Bu yüzden kamera karşısındaki nesne, satır denilen belirli sayıda kuşağa bölünür ve de yayın sırasında bir "tarama" işlemine başvurulur. Bir fotosel lamba, böyle bir satırın bütün noktalarını soldan sağa birbiri ardınca tarar. Hepsinin ışık durumunu değerlendirir ve sonunda bunlara dayanarak birtakım sinyaller verir. Bir satırı baştan sona kadar taradıktan sonra, bir sonraki satıra geçer ve tarama işlemi böylece sürüp gider. Bu fotoselin çalışma ritmi, bir görüntünün 625 ya da 819 satırını 1/25 saniyede tarayabilecek şekilde hesaplanmıştır. Böylece bütün bir görüntünün tamamlanması bitince, yeni bir görüntü iletilir. Bu şekilde iletilen bildirilerin sayısı çok fazladır ve sinyaller baş döndürücü bir tempoyla üretilir. Gözün tüm bu anlattıklarımızdan çok daha üstün bir işleyiş mekanizmasına sahip olduğu dahası hiçbir bakım ve parça değişimine ihtiyaç duymadığı düşünülürse yapısının ne kadar hayranlık verici ve mükemmel olduğu daha net bir şekilde anlaşılır. Tıp teknolojisi geliştikçe de insan gözünün ne kadar büyük bir mucize olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Göz hakkında elde edilen bilgilerin teknolojiye uyarlanmasıyla da her geçen gün çok daha gelişmiş kameralar, fotoğraf makineleri ve sayısız optik sistem üretilmektedir. Ancak, teknoloji ne kadar ilerlese de yapılan elektronik aletler gözün ilkel birer taklidi olmaktan öteye gidememiştir. Bilgisayar destekli kameralar da dahil olmak üzere hiçbir insan buluşu alet, göze rakip olamaz. Peki Gözdeki Bu Kompleks Yapı Nasıl Ortaya Çıkmıştır? Kuşkusuz bu yapının tesadüfler sonucunda ya da uzun zaman içinde kendi kendine oluşması mümkün değildir. Göz tek bir parçası eksik olsa işlevini yerine getiremeyecek bir yapıya sahiptir. Hiçbir tasarım tesadüfen oluşamaz, gözde ise çok açık ve benzersiz bir tasarım vardır. Bu ise bizi bir tasarımcının varlığına götürür. Gözdeki bu tasarımın tek sahibi Allah'tır. Herşeyi en güzel bir biçimde algılamamızı sağlayan bu organın bize verilmiş olması, Allah'a şükretmemiz için çok büyük bir vesiledir. Bu gerçek, Kuran-ı Kerim'in bir ayetinde bize şöyle bildirilir: "De ki: 'Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur.' Ne az şükrediyorsunuz? " (Mülk Suresi, 23) Bilim Adamları Gözü Taklit Etmeye Çalışıyorlar Gözün gerçekleştirdiği işlemlere hayranlık duyan ve gözün üstün tasarımını teknolojik alanda taklit etmek isteyen bilim adamları, son zamanlarda bu konu hakkında birçok çalışma yapmaktadırlar. Bu sayede doğada bulunan canlıları ve kusursuz mekanizmaları da daha yakından inceleme imkanı bulmuşlardır. Biyomimetik alanında yapılan bu çalışmalar teknolojik alandaki gelişmelere büyük hız kazandırmaktadır. Bilgisayar Devrelerinin Tasarımı, Doğadaki Örneklerinden Taklit Ediliyor Gözümüzün sinir hücreleri olan "retina hücreleri" gelen ışığı tanıyıp yorumlar. Retina hücreleri daha sonra değerlendirilen bu bilgileri bağlantıda oldukları diğer hücrelere iletir. Gözümüzdeki tüm bu işlemler yeni bilgisayarlara model oluşturmuştur: Retina hücrelerinin yaptığı iş yalnızca ışığı algılamakla sınırlı değildir. Retina birbirleriyle olağanüstü bir yoğunlukta bağlantı oluşturmuş sinir hücrelerinden oluşur. Işığa ait sinyaller beyne iletilmeden önce sayısız işlemden geçirilir. Örneğin retinayı oluşturan hücreler cisimlerin kenarlarını hesaplar, ışık sinyalinin gücünü artırır, aydınlık ya da karanlığa göre uyum sağlayarak düzeltmeler yapar. Günümüzün güçlü bilgisayarları da benzeri işlemleri yerine getirebilmektedir. Ancak retinadaki sinir ağı bu iş için, bilgisayarlara nispeten çok daha az bir enerji kullanır.118 California Teknoloji Enstitüsü'nden Carver Mead başkanlığında bir araştırma ekibi, retinada kolayca gerçekleştirilen işlemlere imkan tanıyan tasarımın sırrını araştırmaktadır. Carver Mead, Caltech firmasından biyolog Misha Mahowald ile birlikte retinadaki sinir ağına benzer yapıda elektronik devreler tasarlamıştır. Yapılan bu devrelerde gözdeki gibi ışık algılayıcıları bulunmaktadır. Algılayıcılar tıpkı retinada olduğu gibi bir diğer algılayıcıyla bağlantı halindedir. Kullanılan direnç, amfi gibi elektronik devre parçalarının, ışık algılayıcılarının, retina hücreleri gibi kendi aralarında haberleşebilmelerine imkan tanımaktadır. Ancak tüm çabalara rağmen, bu devreyi, retina ağında olduğu gibi birebir olarak taklit edebilmek mümkün olmamıştır. Çünkü canlı bir retinadaki hücrelerin ve bunların arasındaki bağlantıların sayısı çok fazladır. Bunun yerine tasarım mühendisleri şu an için, retinadaki sinir ağının ön işlemlerini nasıl yaptıklarını anlamaya çalışıp, aynı işi yapabilen daha basit devreler tasarlamaktadırlar. Allah eşi olmayan, tek güç sahibi olandır. " İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. " (Enam Suresi, 102)
  3. PARMAK İZİNDEKİ KİMLİK Kuran'da, insanları ölümden sonra diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle parmak uçlarına dikkat çekilir: Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz. (Kıyamet Suresi, 4) Ayette parmak uçlarının vurgulanması, son derece hikmetlidir. Çünkü parmak izindeki şekiller ve detaylar, tamamen kişiye özeldir. Şu an dünya üzerinde yaşayan ve tarih boyunca yaşamış olan tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır. Dahası, aynı DNA dizilimine sahip tek yumurta ikizleri dahi farklı parmak izine sahiptirler.106 Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve kalıcı yara olması dışında ömür boyu sabit kalır. İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve parmak izi bilimi ise insanlar tarafından bilinen tek değişmez ve yanılmaz kimlik tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır. Ancak önemli olan, parmak izinin özelliğinin ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiş olmasıdır. Ondan önce, insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgiler olarak görmüştür. Fakat Kuran'da, o dönemde kimsenin dikkatini dahi çekmeyen parmak izleri vurgulanmakta ve bu izlerin ancak çağımızda fark edilen önemine dikkat çekilmektedir. Parmak izi ile kimlik saptama sistemi (AFS) teknolojisi, son 25 yıldır çeşitli polis teşkilatlarında geçerliliği ispatlanmış, yasal olarak onaylanmış bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Günümüzde geniş kapsamlı kimlik tespiti çalışmalarında parmak izi kadar isabetli sonuç veren bir teknoloji bulunmamaktadır. Parmak iziyle kimlik tespiti son 100 yıldır hukuki süreçlerde kullanılmaktadır ve uluslararası geçerliliğe sahiptir. 108 A. A. Moenssnens, Fingerprint Techniques (Parmak İzi Teknikleri) adlı kitabında parmak izinin her insana özel oluşunu şu şekilde değerlendirmiştir: "Şimdiye dek farklı parmaklardaki iki parmak izinden hiçbirinin birbiriyle aynı olduğuna rastlanmamıştır…" 107 >Tek yumurta ikizleri de dahil olmak üzere, her insanın parmak izi kendine özeldir. Başka bir deyişle, insanların parmak uçlarında kimlikleri şifrelenmiştir. Bu şifreleme sistemini, günümüzde kullanılmakta olan barkod sistemine benzetmek de mümkündür. >Parmak izi ile kimlik saptama sistemi (AFS) teknolojisi, son 25 yıldır çeşitli polis teşkilatlarında geçerliliği ispatlanmış, yasal olarak onaylanmış bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Günümüzde geniş kapsamlı kimlik tespiti çalışmalarında parmak izi kadar isabetli sonuç veren bir teknoloji bulunmamaktadır. Parmak iziyle kimlik tespiti son 100 yıldır hukuki süreçlerde kullanılmaktadır ve uluslararası geçerliliğe sahiptir. 108 >A. A. Moenssnens, Fingerprint Techniques (Parmak İzi Teknikleri) adlı kitabında parmak izinin her insana özel oluşunu şu şekilde değerlendirmiştir: "Şimdiye dek farklı parmaklardaki iki parmak izinden hiçbirinin birbiriyle aynı olduğuna rastlanmamıştır…" 107 106. http://www.ridgesandfurrows.homestead.com/fingerprint.html 107. http://www.ridgesandfurrows.homestead.com/fingerprint.html 108. http://www.optel.com.pl/article/english/article2.htm; A. A. Moenssnens, "Fingerprint Techniques", Chilton Company, 1971. İNSANLARDAKİ ORGANLARIN GELİŞİM SIRASI O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Mü'minun Suresi, 78) Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78) De ki: "Düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alıverir ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah'tan başka getirebilecek ilah kimdir?"... (En'am Suresi, 46) Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2) Yukarıdaki ayetlerde Allah'ın insana bahşettiği birtakım duyulardan bahsedilmektedir. Dikkat edilirse, Kuran'da bu duyulardan hep belli bir sıra ile bahsedilmektedir: Duyma, görme, hissetme ve anlama. Embriyolog Dr. Keith Moore, Journal of Islamic Medical Association'da yayınlanan bir makalesinde, embriyonun gelişim sürecinde iç kulakların ilk halinin belirmesinden sonra gözün oluşmaya başladığını ifade etmektedir. Hissetme ve anlama merkezi olan beynin ise, kulak ve gözün ardından gelişimine başladığını söylemektedir.97 Anne karnındaki çocuk fetus halindeyken, hamileliğin yirmi ikinci günü gibi erken bir dönemde kulaklar gelişir ve hamileliğin dördüncü ayında kulak tam olarak fonksiyonel hale gelir. Fetus bundan sonra annenin karnındaki sesleri duyabilir. Dolayısıyla yeni doğan bir bebek için işitme duyusu, diğer yaşamsal fonksiyonlardan önce oluşur. Kuran ayetlerindeki öncelik sırası bu bakımdan dikkat çekicidir. >Anne karnındaki bebeğin organlarının oluşumu hakkındaki çok yakın bir dönemde edinilen bilgiler Kuran ayetlerinde verilen bilgiler ile birebir uyum içinedir. 97. Dr. Mazhar U. Kazi, 130 Evident Miracles in the Qur'an, Crescent Publishing House, New York, ABD, 1998, ss. 78-79. Saygı ve Selamlar...
  4. Hocam islam kültürü zaten sizi bu değer yargılara götürüyor...Bunun tarih te örnekleri var ancak ilk şart islam...Bunu siz araştırırsanız daha iyi anlayabilirsiniz...Kaynak sunamıyorum maderetör ler den uyarı aldım...Saygı ve selamlar...
  5. "Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum." -Mustafa Kemal Atatürk- (Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.32) Atatürk, İslam ahlakını ve dinimizin vecibelerini daha aile ocağındayken öğrenmiş, tahsil yaşamı boyunca da bu bilgilerini pekiştirerek geliştirmiştir. "Ilımlı-modern-dindar" yapının, en güzel örneği ve en başarılı uygulayıcısı, laik Cumhuriyetimiz'in kurucusu Büyük Önder Atatürk'tür. Ulu Önder, her zaman gericilikle mücadele ederken İslam'ı yüceltmiş; dolayısıyla bu ikisi arasındaki ayrımı en doğru biçimde yapmıştır. Tekke, türbe ve zaviyeler onun döneminde kapanmış, ama ilk Türkçe Kuran meali de yine onun döneminde yayınlanmıştır. Türk insanının ihtiyaçlarını ve özelliklerini çok iyi bilen, gericiliğe, yobazlığa her zaman karşı olan Atatürk, Türk Milleti'ni dinin özüne yöneltmeyi amaçlamış ve bugün milletçe ulaşmayı hedeflediğimiz yapıyı her yönüyle tecelli ettirmiştir. Şüphesiz ki din, Büyük Önder’in de dikkat çektiği gibi demokrasinin ve milli bütünlüğümüzün vazgeçilmez bir ihtiyacıdır. Bir milletin fertlerini birarada tutan en güçlü bağ olan din, aile, ahlak ve devlet müesseselerinin de devamını sağlayan en önemli unsurdur. İşte bu nedenlerden ötürü, toplum dokusunun vazgeçilmez parçası niteliği taşıyan din müessesesinin devamını sağlayamayan bir ulusun sosyolojik ve bilimsel açıdan ayakta durması mümkün değildir. Gerek kişi, gerekse toplum açısından dinin lüzumlu bir müessese olduğunu belirten, siyasi alanda yaptığı sayısız reformla bu sağlıklı bakış açısını geniş kitlelere yaymayı hedefleyen Büyük Önder Atatürk, Türk Milleti’nin dindar olmasını ve dini değerlerini muhafaza etmesini "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur"; "Din vardır ve lazımdır." (Yakınlarından Hatıralar, Asaf İlbay, s. 102) sözleriyle teşvik etmiştir. Milletini, batıl inanışlardan arındırıp, gerçek dine yöneltmeyi amaçlamıştır. Büyük Önder, gerçek dinin temelini ve Müslümanların konuyu hangi kıstaslara göre değerlendirmeleri gerektiğini 7 Şubat 1923 tarihinde, Balıkesir’deki Paşa Camii’nde verdiği hutbede kendisini dinleyenlere şöyle ifade etmiştir: "Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki, Yüce Kuran'daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. 2, s. 93) sayglılar...
  6. Bu millet geçmişte olduğu gibi bugün de tüm dünya Müslümanlarının özlemini çektiği barış ve güvenlik ortamını oluşturmakta öncü rol oynayacaktır. 21. yüzyıl, Allah’ın izni ile, tüm Müslüman ve Türk halkları için aydınlık bir çağ olacaktır. Türkiye, tarihinde imparatorluk kurmuş, 700 yıl boyunca hüküm sürmüş büyük bir devletin mirasçısıdır. Şu anda Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve özellikle Ortadoğu’da yaşanan savaşların, karışıklıkların, acıların yaşandığı yerlerde, Türkiye’nin mirasçısı olduğu Osmanlı İmparatorluğu döneminde istikrar, huzur ve barış vardı. Türkiye, yüzyıllarca bu ortamı muhafaza etmesini bilen devletin devamı olarak, yeniden aynı huzur ve barış ortamının tesisinde öncü rolü oynayabilir. Türkiye bölgede hem yönetim anlayışı olarak hem de bölge insanlarının inanç, kültür ve yaşamlarıyla ortak dokulara sahip olmamızdan kaynaklanan doğal bir lider konumundadır. Mevcut yapısıyla, demokratik ortamı, yetişmiş insanı, tarihi misyonuyla hem bölgedeki halklar tarafından bu şekilde algılanan hem de artık batı dünyasının gözünde de aynı konumda görülmek istenen ülke Türkiye’dir. Doğu ve Batı arasında bir başka deyişle İslam Medeniyeti ve Batı Medeniyeti arasında köprü vazifesi görebilecek, İslam dünyasının sorunlarına yakın bir ülke olarak çözümler getirebilecek, aynı zamanda İslam ülkelerinin batı ile olan ilişkilerini en iyi düzenleyebilecek ülke de yine Türkiye’dir. Müslümanların yaşadığı coğrafyanın, Osmanlı’nın mirasçısı olan Türkiye’nin öncülüğüne, birleştiriciliğine, sevgi ve şefkatli yönetim ve yaşam şekline ihtiyacı var. Bu coğrafya, geçtiğimiz 20. yüzyılda dünyanın en kanlı, en karışık ve en huzursuz bölgeleriydi. Bu bölgelerde yaşayan Müslüman halklar iç savaşlar, işgaller, sürgünler ve mülteciler gördü. Özellikle etnik ve dini farklılıklara dayanan çatışmalar, bu geniş coğrafyayı kan ve gözyaşı ile suladı. 21. yüzyılın hemen başlarında yaşanan gelişmeler ise -kalıcı bir çözüm bulunamazsa- bu bölgelerdeki istikrarsızlığın artarak devam edeceğini gösteriyor. Oysa bu coğrafya bir zamanlar böyle değildi. Aksine, bu bölgelerde asırlar süren bir istikrar, barış ve huzur dönemi yaşanmıştı. Balkanlar'da 19., Ortadoğu'da ise 20. yüzyıla kadar süren bu istikrarın kaynağı ise, bu bölgelerdeki Osmanlı hakimiyetiydi. Osmanlı’nın İslam Ahlakı Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları ve etki alanı içinde, üç dine ve sayısız mezhebe mensup, dilleri, kültürleri, ırkları birbirinden farklı milyonlarca insan, asırlar boyunca barış içinde yaşadı. Peki Osmanlı bunu nasıl başardı? Bu sorunun cevabı, Osmanlı’nın kendine rehber edindiği İslam ahlakıydı. Osmanlı Devleti'nin en büyük hedefi, İslam’ın bayraktarlığını yapmak, İslam adaletini ve ahlakını dünyaya yaymaktı. Bu nedenle de Osmanlı, fethettiği topraklarda Allah'ın Kuran’da emrettiği gibi, hiçbir zora ve baskıya başvurmadı. Farklı grupları büyük bir adalet ve hoşgörüyle yönetti. Osmanlı yönetimi için sadece Müslüman halkların değil, kendisine tabi olan her dinden insanın rahatı ve mutluluğu önemliydi. Osmanlı padişahları, kendilerinden yardım isteyenler Müslüman olmasalar da onlara yardım etmiş ve bunun Allah’a karşı bir sorumluluk olduğunu bilmişlerdi. Bu, iman edenlere Kuran’da bildirilen bir emirdir. Bir ayette şöyle buyurulur: Eğer müşriklerden biri senden güvenlik isterse ona güvenlik ver, öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun. Sonra onu güvenlik içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir. (Tevbe Suresi, 6) Osmanlı padişahlarının Allah ve peygamber sevgisi adaletli, merhametli ve dolayısıyla da başarılı bir yönetim kurmalarını sağladı. Piri Paşa’nın Yavuz Sultan Selim için sarf ettiği sözler, Osmanlı Padişahlarının örnek ahlakını ortaya koymaktadır: “Kendilerini padişah bilmezlerdi. “Hak Teala’nın zavallı ve yoksul kullarının ve yeryüzündeki tüm kullarının güvenliğini sağlamaya gönderdiği değersiz biriyim” derlerdi.” Osmanlı’nın yaşamaktan şeref duyduğu İslam ahlakı, insana kendi aleyhinde olsa bile adaleti emrediyordu. Kuran’da Allah’ın bildirdiği bu ahlak özelliği, Osmanlı’nın ve tüm dünya Müslümanlarının üstün adalet anlayışının temelidir. Ey iman edenler kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhinde dahi olsa Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. Onlar ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevalarınıza uymayın. (Nisa Suresi, 135) Din ve vicdan hürriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nda titizlikle uygulandı. Osmanlı topraklarında kilise, havra ve camiler yanyanaydı. Bu nedenle başta katolik Avrupa’nın katı baskılarına maruz kalan Ortodoks Balkan halkları olmak üzere pek çok halk, çoğu kez Hıristiyan yöneticiler yerine Osmanlı hakimiyeti altında yaşamayı tercih etti. Sadece Hıristiyanlar değil, 15. yüzyılın sonlarında İspanya’dan sürülen yahudiler de kitleler halinde, adaletinden ve hoşgörüsünden emin oldukları Osmanlı yönetimine sığındılar. Türk Milleti’nin Öncülüğü Bugün söz konusu coğrafyada yaşayan milletlerin hepsi Osmanlı’nın adaletine, hoşgörüsüne ve kendilerine sağladığı barış ortamına şahitlik etmiştir. Yıllardır bu topraklarda süregelen savaş, karmaşa ve düzensizlik yüzünden huzura, güvenliğe ve barışa hasret kalmış olan mazlum Müslüman halklar yeni bir Osmanlı’nın özlemi içindedir. Dünyanın etnik ve dini çeşitliliği bakımından en geniş yelpazesine nizam vermiş olan Müslüman Türk Milleti, tüm dünya Müslümanları için büyük önem taşımaktadır. Bu millet geçmişte olduğu gibi bugün de tüm dünya Müslümanlarının özlemini çektiği barış ve güvenlik ortamını oluşturmakta öncü rol oynayacaktır. Bu millet geçmişte olduğu gibi bugün de sabrı, imanı ve güzel ahlakı ile mazlumun yanında, zalimin karşısında olacak, tüm dünyanın özlemini çektiği barış ve güvenlik ortamını oluşturacaktır. 21. yüzyıl, Allah’ın izni ile, tüm Müslüman ve Türk halkları için aydınlık bir çağ olacaktır. Saygi ve selamlar...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.