Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ohb

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    62
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Blog Başlıkları gönderen: ohb

  1. ohb
    Erzurum'da Ermeni zulmünü gören son tanıklarından Nusret Kış, Ermeniler'in masum Türkleri katlettiklerine şahit olduğunu belirterek, "Ben, Ermeniler'in katliamlarını gördüm. Zulmü onlar yaptı ama Müslümanlar'ın üzerine atıyorlar" dedi.


    Erzurum'da 1917 yılında Ermeniler'in yaptığı zulmü gözleriyle gördüğünü söyleyen 101 yaşındaki Nusret Kış, "1917 yılında 12 yaşlarındaydım. Ruslar bir şey etmedi, tavuğun başını bile kesmezlerdi. İki sene Erzurum'da kaldılar. Yemek pişirirler, ahaliye, çoluk-çocuğa verirlerdi. Daha sonra çekildi gittiler. Ardından gelen Ermeniler vuruyordu, kırıyordu, kesiyordu, yakıyordu. Ermeniler genç, yaşlı, kadın, çocuk demeden herkesi damlara doldurup yakıyordu. Ermeni çeteleri köyleri basarken biz ailece Çat İlçesi'ne bağlı Yarımca Köyü'ne sığındık. Ermeni çeteleri bu köye giremedi. Çünkü 4 köy birleşmiş Yarımca Köyü'nde mevzi almıştı. Tepeye kadar gelirlerdi, bizimkiler ateş ederlerdi. Bu yüzden bizim kaldığımız köye giremediler. Kadınları mevzilere götürüp tabanlarından delik açarak çiviliyorlardı" diye konuştu.


    Hayatını yatağa bağımlı olarak sürdüren Nusret Kış, şöyle devam etti: "Ermeni çeteler köyleri tek tek basıp çoluk-çocuk demeden ahırlara doldurup ateşe veriyordu. Bizim sığındığımız köye girmeyen Ermeniler çevredeki diğer köylerde büyük katliamlar yaptı. Biz çevremizdeki köylere yardım için gittiğimizde Ermeni çetelerinin yaptıkları işkencelere ve katliamlara bizzat şahit olduk" İkisi kız 6 çocuğu, 60'dan fazla torunu olan Nusret dede, 5 yıl önce hayat arkadaşını kaybettikten sonra şimdi 75 yaşındaki kızıyla yaşıyor. Torunlarının torunlarını görme şansını yakaladığını anlatan Nusret Kış, Ermeniler'in Türkiye hakkındaki sözde soykırım iddiaları karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadığını söylüyor. "Katliamı bizler değil, onlar yaptı" diyen Nusret dede, katliamın tanıklarının hala yaşadığını ve bu tanıklardan birisinin de kendisi olduğunu söyledi.
  2. ohb
    YILDIZLAR YİNE GÖKYÜZÜNDE KALACAK
     
    Yıldızlar yine gökyüzünde kalacak
    Arkamızdan -belki- birkaç kişi ağlayacak
    Sonra sonra adımız da unutulacak
    İşte ölüm bu!
     
    Zehir zıkkım sevgiler yorgan döşek
    Sanki hiç yaşanmamışa dönecek
    Kim ne diyecek, kim ne söyleyecek
    Zaman azgın atlar gibi yarıştıkça
    Teker teker her şey unutulacak
    İşte ölüm bu!
     
    Suya inen yavru ceylanın üstüne ansızın
    Bir aslanın gölgesinin düşmesi
    Top tüfek sesleri arasında kalmış çocukların
    Yeni sabahları bir daha görememesi
    Can anaların dinmez gözyaşları
    Kırılan umutların inleyen şelalesi
    İşte ölüm bu!
     
    Çölde suya hasret bir lale
    Tutuşmuş bir sevdanın türküsünü söylüyor
    Gölde can evinden vurulmuş bir suna
    Son umudunun peşinden koşuyor
    Yeniden ayaklanıyor gönlümün sızısı
    Hava zindan, gökyüzü kan kırmızısı
    İşte ölüm bu!
     
    Gün olur kar kuşları ateş topuna dönerse
    Irak bataklıklarda henüz ayaklanmış bebeler yiterse
    Vurgun yemiş anaların bağrında evlât acısı
    Filize durmuş sayısız umut çiçekleri
    Ah, şu kahrolası barış türküleri
    Ah, şu kahrolası barış türküleri
    Yeni dünyanın korkusuz çobanı
    Meydanlara inmiş çağdaş kelle avcısı
    Yeniden, yeniden ayaklanıyor gönlümün sızısı
    Hava zindan, gökyüzü kan kırmızısı
    İşte ölüm bu!
     
    Savaşın kör topal tüyü bitmedik çocukları
    Sanki uçsuz bucaksız arpa tarlası
    Yakıver gitsin, yakıver gitsin
    Savaşlar da bitsin,
    İnsanlık da bitsin!
     
    Yüzyılın bağrında zehirli hançer sızısı
    Hava zindan, gökyüzü kan kırmızısı
    İşte ölüm bu!
     
    Oyhan Hasan BILDIRKİ
  3. ohb
    Sevda pınarı kesilmişiz
    Susamışa su veriyoruz
    Aşkın iksirini
    Yıldızlardan deriyoruz
     
    “Merhaba!” diyen sesimiz güneşte saklı
    Dolunayda gülümser gözlerimiz
    Sevdanın ateşine düşenleri
    Alev alev besler sözlerimiz
     
    Kafdağı’nda bıraktık çilemizi
    Mor dağları aşıp geldik
    Melek ve Şehzade’nin uğruna
    Bütün gemileri yakıp geldik
     
    Bıkar mıyız birbirimizden
    Kırk yıllık yoldayız
    Her şafakla birlikte
    Çiçek çiçek açan daldayız
     
    Ölümsüz bir aşkın ilk satırındayız
    Sevdalı her gönülde taht kurduk
    Son çağın iki çılgın aşığıyız şimdi
    Aşkın defterine damgamızı vurduk
     
    Umudun umudum
    Yalnız senin meşhurunum
    Gözlerine vurgun olduğum
    Sevdiğim, kadınım!
    15 Şubat 2008
     
    Oyhan Hasan Bıldırki
  4. ohb
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    “Huzur”u yakalamak elimizde. Huzur, bizi sırtında taşıyan bir Anka kuşu. Bu kuşun sıralı lokmalarının tamamı, “gak” dedikçe de, “guk” dedikçe de sevgiden başka bir şey değil. Sevgi, ebemkuşağı... Yedi rengi var. Bütün susamış gönüller, bu renklerden dilediğini yakalar.
    Fakat insan, az şeyle yetinmiyor ki... An gelir, bir tutam gökyüzü mavisine bayılır. An gelir, yakut yeşiline bile razı olmaz. Kalbinin bir köşesinde ayaklanmalar başlar.
    Muhteşem bir çöl gecesi. Gökyüzünde kocaman bir hilâl... O’na ışık oluyor, yolunu aydınlatıyor. Gerçi bütün âlemi nurlandıranın ışığa ihtiyacı yok. O, hemen her şeyi, bütün gönülleri aydınlatan kandil. Bu kandilin aydınlığı, sevgi pınarı. O, Vedûd’un son elçisi. Yaradan’dan ötürü, bütün yaratılmışları seven ve kurt kuşun bile sevdiği son elçi.
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    Çöl gecesini aydınlatan hilâl, iç avluda yolcusunu bekleyen Hz. Ayşe(r.a)’nin kırmızı gömleğinin rengini daha da parlatmıştı sanki.
    Hz. Ayşe(r.a)’nin aklında sayısız soruların akını var. Fakat bunlardan biri, ötekilerin hepsinden öne çıkıyor, Hz. Ayşe(r.a)’nin gönlünde merak ocağının kıvılcımlarını çoğaltıyordu. Gönlü, olgunlaşmış bir nar gibiydi, çatladı çatlayacak...
    Çok geçmedi, beklediğinin ayak seslerini duydu. Gönlünü tutuşturan merak ocağının alevlerini söndürmek için, öteki kumalardan daha ileri çıktı, O’nu beklemeye başladı.
    - Aman Allah’ım, şu hilâl ne kadar da parlak bu gece? Belki de bana cesaret vermek için olmalı, değdiği her şeyi nura çeviriyor.
    Döndü, sağına soluna baktı. Avluda başka kimse yoktu. Buna rağmen ayaklanmış kalbi, kabına sığmıyor, sanki yerinden fırlayacakmış gibi kabardıkça kabarıyordu.
    O, Vedûd’un son elçisi. Yaradan’dan ötürü, bütün yaratılmışları seven ve kurt kuşun bile sevdiği son elçi, kapıda göründü. Bu akşam, sahabelerinden hiçbirisi beraber içeri girmediler. O’nunla dışarıda vedalaştılar.
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    O’nun gelişiyle, avlu baştan sona nur kesildi. Başta hilâl olmak üzere, gökyüzünün bütün yıldızları parıl parıl yanıyor. Hz. Ayşe(r.a)’nin kalbi güm güm dövülüyor. Taze gelin olmanın cesareti, ona güven veriyor. Bu yüzden bu gece O’nu, son elçiyi herkesten önce yakalamak için bütün kumalardan ileri çıkmış, eşini avluda karşılamıştı. Böyle yapmakla sevgi pınarından kana kana içmek, kalbindeki merak ocağının kıvılcımlarını söndürmek istiyordu.
    Son elçi, Hz. Muhammed(s.a.s) Mustafa, kendisini bekleyeni gördü. Ona doğru yürüdü. Beklenişinin sırrını öğrenmek istedi. Gökyüzünü tutmuş olan hilâlden daha ince, üstelik daha da parlak olan Hz. Ayşe(r.a)’ye yaklaştı.
    Hz. Ayşe(r.a)’nin kalbini sıkıştıran bütün nehirler, kabardı, kabına sığmaz oldu.
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    Son elçi, kendisini bekleyenle selamlaştı.
    - Selâmünaleyküm, ya Ayşe!
    Bu ses, Hz. Ayşe(r.a)’nin sakinleşmesine yetti. Cesaretinin dizginlerini boşalttı.
    - Aleykümselâm ya Muhammed, dedi.
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    - Gecenin bu saatinde neden buradasın? Bir şey mi oldu?
    - Yok, sevimsiz bir şey yok.
    - O halde neden buradasın?
    - Kalbim, merakımın oklarının sadağı kesildi. Onları hedefine ulaştıracak yayım sensin.
    - Dur hele... Daha açık söyle. Nedir merak ettiğin? Seni böyle şahlandıran ne?
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    - Beni bağışla ya Muhammed! Merakımı da hoş gör. Kalbimi uçuran deli tayları dizginleyemedim bu gece. Sana sorup etmeden, seni dinleyip öğrenmeden, içim içimi yiyecek, huzurum dağlar ardına doğru kanatlanıp uçacak sanki.
    - Sor öyleyse, haydi bekleme. Neyi öğrenmek istiyorsan, çekinme, sor bu gece.
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    Hz. Ayşe(r.a)’nin dili çözüldü. Yaya takılmış merakının oku, fırladı.
    - Ey Allah’ın resulü, beni seviyor musun?
    - Evet ya Ayşe, elbette seni seviyorum.
    Hz. Ayşe(r.a)’nin kalbinde sayısız bayram davulları dövülmeye başladı. Birdenbire hafifledi. Denizine ulaşmış nehirler gibi sakinledi.
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    Fakat insan, az şeyle yetinmiyor ki... An gelir, bir tutam gökyüzü mavisine bayılır. An gelir, yakut yeşiline bile razı olmaz.
    Hz. Ayşe(r.a)’de bu durumda şimdi. Kalbini sıkıştıran bütün acabalardan kurtulmak istiyordu. Merak oklarından birini daha “dem, bu dem” deyip yayına takıp fırlattı.
    - Peki dedi, beni nasıl seviyorsun, söyler misin?
    - Kördüğüm gibi...
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    - Kördüğüm gibi sevmek... Ne demek?
    - Düşün ya Ayşe, iyi düşün! Ha dediğin zaman kördüğüm çözülür mü?
    - Çözülmez.
    - Demek ki ben de seni, kördüğüm olmuş çözülmez bir aşkla seviyorum.
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    - Kördüğüm gibi sevmek... Ne demek?
    Hz. Ayşe(r.a)’nin kalbinde, sonsuz huzur ateşleri alev alev. Bu defa yansa da gam çekmeyecek. Uğruna yanacak olduğunun da kendisi için yanıp tutuştuğunu biliyor şimdi.
    Yanmak, yaşamak mı ne?
     
    Sevgi, tükenmesiz pınar. Eşeleseniz de, eşelemeseniz de kaynadıkça kaynar. Sevgi bir tutam gök mavisi. Sevgi, sonsuz huzur.
    O gün bugündür kulaklarımızda yankılanan sesler var. Ses mes değil aslında... Kulak küpesi.
    Sevgiyle yaşamanın en muhteşem büyüsü.
    - Ey Allah’ın resulü, kördüğüm ne âlemde?
    - İlk günkü gibi...
     
    “Kördüğüm gibi olmak...”
    Ah, bunu bir becerebilsek!..
    Sevgi, ebemkuşağı... Yedi rengi var. Bütün susamış gönüller, bu renklerden dilediğini yakalar.
    “İlk günkü gibi!”
    12 Mart 2010
     
    Oyhan Hasan Bıldırki
     
     
  5. ohb
    Sabah, Bekir Bozdağ’ı dinledim. Çok da keyif aldım. Dediklerini tam anlayabilmek için daha sonra Ali Bulaç’ı okudum[1]. Kendisinin öneminden ötürü tırnak içine alıp gözümüze sokmak için ayrıca koyulaştırdığı “Kürt sorununun ulusallaştırılmış olması hasebiyle aynı zamanda bir uluslararası konu haline gelmiştir. Başından beri ABD, Avrupa ve bazı bölge ülkeleri soruna müdahildir.” sözleri, arife tarif gerektirmeyecek kadar açık değil mi?
    Bahçeli, aynaya bakmadan konuşmaz. Şimdi de öyle yapıyor, tarih aynasında gördüklerini milletine açıklıyor.
    Ali Bulaç, “açılımın perde arkasını” deşerken, Bahçeli’yi doğruluyor.
    Doğru değil mi?
    “Açılım dedikleri” ama bir türlü “açamadıkları ucube”ye, doğrusu ben de karşıyım.
    Nedenini gelip de kimse bana sormadı. Ankara’daki milletin vekili olan bazı beyler, bütün işlerini bırakıp açılım davası için Ankara ile İstanbul arasında mekik dokuyorlar da bana sormadıkları gibi Diyarbakırlıya ve daha da ötekilere gidip “Ne var, ne yok?” diye sormuyorlar. Açılımsızlıktan rahatsız olan onlar değil mi?
    Neyin ne olduğunu çok iyi biliyorum ben de. İsterseniz satır satır yaşadıklarımızı sıralayıp ben de sorayım milletin vekili olan beylere. Olmaz mı?
    Şükür, üstüme kayıtlı “arabam yok”. Bu yüzden geceleri uyur uyanık yatmıyorum. Ama “sokağa bırakılan yüzlerce arabanın kimler tarafından yakıldığını” biliyorum. Siz unuttunuz mu?
    “Sarı, kırmızı, yeşil” bayraklar sallayanların kim olduğunu siz unuttunuz mu?
    “Bir kilo tozla koca otobüs” alanların kim olduğunu siz unuttunuz mu?
    “Akan kanlar dursun!”
    Tamam da “kan akıtanlar”ın kim olduğunu siz unuttunuz mu?
    Bizden istenen barışı, kimle, niçin yapacağız? “Barışı bozanlar”ın kim olduğunu siz unuttunuz mu?
    “Yan yana yaşamak” diyenlerin, onlarla yan yana yaşayanların yaşadıklarını bildiklerini sanmıyorum. Batının en modern şehirlerinde bile yan yana yaşanan komşu bahçelerinde dalı kırılmadık, kesilmedik, meyvesi daha çiçekteyken tüketilmemiş olan hiçbir ağaca rastlayamazsınız. Bunu yapanların kim olduğunu siz unuttunuz mu?
    “Ayaklı bankacılık yapıp ocaklar söndürenlerin” kim olduğunu siz unuttunuz mu?
    “Kaymakçılar” hiç doyar mı?
    “Dil, bayrak, özerklik” isteyenlerin kim olduğunu siz unuttunuz mu?
    “Elektrik, su, yol, yeşil kart” ödemelerini kuruşu kuruşuna biz yapalım, sefasını onlar sürsün. İyi mi? Bu konudaki “rezalet perdesi”nin içinde rol alanların kim olduğunu siz unuttunuz mu?
    “Aylıklarını ödediklerimizin” hakaretlerine katlanmak zorunda mıyız? Günaşırı çıktıkları beyaz camları kirletenlerin kim olduğunu siz unuttunuz mu?
    Ama bir şeyi çok iyi biliyorum: “Açılım” diye ortalığı ayağa kaldıranların, memleketin önemli işlerini göz ardı edenlerin, “yan gelip yatanlar”ın, “açılım sofrası”nda nelerinin olduğunu bilmediklerini de biliyorum. Bilseydiler, şimdiye kadar çoktan soframıza çıkarırlar, hepimizi de buyur ederlerdi; beni de, seni de, onu da…
    Biz aslında “muhteşem bir devlet”te yaşıyoruz. “Özgürlüğü kısıtlanmış, hapsedilmiş adamlar”ın bile her gün konuştuğu bir ülkede “Özgürlük yok!” diye çırpınanların yanında söyler misiniz bizim özgürlüğümüz nerede?
    Ben, neye destek vereceğimi bir türlü anlayamadım. Siz anladınız mı? Anladıysanız bana da anlatın, ne olur.
    “Dağa çıkanları ödüllendirdikçe”, daha sonra “dağa çıkacak” olanları engelleyebileceğinizi mi sanıyorsunuz?
    Öyleyse, şimdiden söyleyeyim: Kendinize ve milletinize yazık ediyorsunuz!
    Ha, az kaldı unutuyordum. Şu notu da bilgilerinize sunmalıyım. Kulağınıza küpe olsun, “Vehbi’nin kerrakesi”ni anlayasınız diye.
    “Türkler asker ve savaşçı bir millet olarak tanınıyor. Onun için bir iki Türk vatandaşına Nobel barış Ödülü verilmesi ülkemizin alacağı…”[2]
    Değer mi?
    Üstesine üstlük, Nobel Barış Ödülü denilen şeyi biz, “Kurtuluş Şavaşı”mızda bile alamadık.
    Ama Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk.
    “En büyük ödülü”müze de sahip çıkmayalım mı?
     
    Oyhan Hasan Bıldırki
     
    [1] Bulaç Ali, Açılımın ABD Boyutu / Zaman Gazetesi 24 Ağustos 2009 Pazartesi
    [2] Kula Erhun Prof. Dr., Kürt Açılımı ve Nobel Barış Ödülü / Zaman Gazetesi 24 Ağustos 2009 Pazartesi
  6. ohb
    Yanmak da, yakınmak da bizim işimiz değil
    Ölümsüz ilkbaharın ufkundayız biz
    Kalbimizde kımıl kımıl yeşeren arzular
    Mutluktur dediğimizin peşindeyiz biz
    Hayat değirmeni durmaksızın dönüyor
    Güneş bize göz ediyor, ay gülümsüyor
     
    El ele günlerimiz türlü çiçeğe renk renk vurmuş
    Cıvıl cıvıl kuşların söylediği bizim şarkılarımız
    Gül dalındaki dikenler yırtıcı da olsa bir tanem
    Yine de “Sen, sen!” diye tutuşur damarlarımız
    Hayat değirmeni durmaksızın dönüyor
    Güneş bize göz ediyor, ay gülümsüyor
     
    Benim söyleyen dilim, senin sevdalı bakışın
    Avuçlarımızda yazılı kaderimizin özeti
    Karanlık gecelerde gökyüzüne ansızın akışın
    Ölümsüz sevdamızın sebil olmuş diyeti
    Hayat değirmeni durmaksızın dönüyor
    Güneş bize göz ediyor, ay gülümsüyor
     
    Bir tanem, sümbül kokulum, mor çiçeğim anlasana
    Her günü ilkbahar olmuş bir ömür bizi bekliyor
    Gurbet günlerimiz eriyip bitecek bir gün
    Göz yaşların yüreğime düşüyor ağlamasana
    Hayat değirmeni durmaksızın dönüyor
    Güneş bize göz ediyor, ay gülümsüyor
    25 Mart 2007
     
    Oyhan Hasan BILDIRKİ
    Gökkuşağı
  7. ohb
    Zor bir dönemeçteyim şimdi, oldukça zor
    Ya seninle olacağım, ya sensiz öleceğim
    Gönlüm sabır nedir bilmiyor
    Günler tek tek düşüyor takvimlerden
    Zaman, hatır gönül dinlemiyor
     
    Gözlerime gözlerin unutulmaz resimler bıraktı
    Unutabilir miyim söyle bana bir tanem seni
    Dolunay desen inadına parlak mı parlaktı
    Hikâyemizi dinledikçe coşan denizin sesini
    Unutabilir miyim söyle bana bir tanem seni
     
    İki kişilik bir dünya yeter bize
    Şükür Tanrı’ma, ne dilediysem verdi bana
    Onca çiçek, dalındaki çılgın bülbül bizimle
    Kalbine koy elini, kalbimi dinle
    İki kişilik bir dünya yeter bize
     
    Sen ve ben son sevda destanın soylu şiiriyiz
    İkimizi ezberlemeyen mi kaldı şu yeryüzünde
    Yolda izimiz, dağda sesimiz var
    Bir de gönlümüzde dinmez ilkbaharlar
    İkimizi ezberlemeyen mi kaldı şu yeryüzünde
     
    Aşık değil, sevdalı değil, karasevdalıyız biz
    Kaderim kaderin olmuş, kaderin kaderim
    Ya seninle olacağım, ya sensiz öleceğim
    Günler tek tek düşüyor takvimlerden
    Gönlüm sabır nedir bilmiyor
    Umudum hem yazı, hem tura
    Zaman, hatır gönül dinlemiyor
    Anlasana!
    14 Aralık 2006
     
    Oyhan Hasan BILDIRKİ
  8. ohb
    Sarı perdeyle ayrılmış iki yol uzanıyor önümde,
    İki yoldan ilkini nedense seçemedim, üzgünüm!
    Siz yolcuysanız varın geçin, daha bekleyebilirim ben…
    Kararsızım; tekin değil belli bu yoldan ikisi de;
    Nice çalılar bitmiş baksanıza, uzanıyor önümde!
     
    İyi gibi görüneni; kendine çekti, aldı beni
    Nice nice üstünlüklerini bir bir saydı döktü.
    Renk renk çiçekliydi, üstelik yemyeşildi…
    Yolcular birer birer geçtikçe bu yoldan,
    Ayak uçlarında uzanırdı yemyeşil dağ yolu.
     
    Sabaha çıkabilen iki kişiden siyaha basanı,
    Sıra sıra boyanmış adımlarından bilinir.
    Vay bana, başka günler umuduyla ben onu tuttum;
    Yollarım çatallaşınca bilgili sandığımı seçtim…
    Dönmek istesem de şimdi, dönebilir miydim?
     
    Yüreğimdekini içimi çeke çeke açık etsem de
    Yanaklarımda süzülür yalnızca göz yaşlarım değil mi?
    Şimdi ne iki yol, ne tahta perde var: Ayrıldım ben de,
    Bu defa da yolcusu az olanı seçmeliydim değil mi?
    Başka olan, başta yapmam gereken buydu belki de!
     
    Oyhan Hasan BILDIRKİ
    Çeviri: Robert FROST (1874–1963 / Dağ Mesafesi, 1920).
  9. ohb
    Ali Nihat Özer, şair. Aşka,sevgiye ve dostluklara kapılar açmış bir adam. Usta “sayacı”larımızdan. Sayacılık, ayakkabıcılık demek. Sayacılık ve şairlik… “Bu ikilinin birbiriyle ne ilgisi var?” derseniz, söyleyeyim. Sayacılık işinde dikkat ve sabır gerekiyor. Ayrıntıları izlemek, sayacının vazgeçilmezi. Bir şair için de bu dediklerim lâzım. Şiir bir gönül işi ya, gönlünden akanları geldiği gibi yazamazsın. Gerekirse kanallar açacaksın, setler öreceksin, dinlenme havuzları yapacaksın, çağlayanlarla ya da fıskiyelerle süsleyeceksin. Ali Nihat Özer’de, son saydıklarımı gördüm ben. Üstelik çevresinde sevilen, hem işiyle, hem de şairliğiyle tanınan bir kişi. 1943 yılından beri ne zanaatını, ne da sanatını bırakmış; her ikisini bir koltuğuna sığdırabilmiş. Halkıyla iplerini koparmamış. Aşka aşık bu şair, arada bir destan denemeleri de yapmış:
    “Onların marifeti çok,
    Zıpkın gibi dalıyorlar.
    Kan vermeye gerek yok,
    Ücretsiz alıyorlar.

    Öldür öldür, bitmiyorlar
    Karınca yuvası gibi.
    Başucundan gitmiyorlar,
    İncesaz havası gibi.

    Onlar ev sahibi gibi
    Önce “Hoş geldin!” diyorlar.
    Sonra yatar yatmaz daha
    Ücretini istiyorlar.”
     
    Ah, bu sivrisinekler! Söyler misiniz başka nasıl anlatılabilirdi?
     
    Yüzlerce şiir yazan Ali Nihat Özer’i, kısmen inceledim. Kendisiyle ilgili olarak aldığım notların unutulmamasını istedim. 800’ün üzerinde şiiri bulunan şair; genel olarak üç ana temaya uygun şiirler yazıyor: Aşk, İlâhî aşk ve herkesi anlatan şiirler.
    Şiirlerinde kullandığı tarz, ilkin sizi yanıltıyor. İlk şiirlerle birlikte tamam diyorsunuz; yine bir halk şairiyle baş başayım. İlerledikçe işin öyle olmadığını anlıyorsunuz. Sizi yanıltan sebeplerin arasında; şairin dörtlüklerle yazdığı şiirlerinde hece veznini kullanması, halk şairleri gibi mahlas (ad) belirtmesi öne çıkıyor. Ama şairin kullandığı dil, daha doğru bir deyimle kelimelerini istif edişi, onlardan farklı.
    Şiirlerin tamamını okuduğunuzda, satır satır gizlenmiş bir aşk hikâyesini de öğreniyorsunuz.
    Zaman zaman kafiye yapmak için, sadece kelimeler arasındaki ses benzerliğinden yararlanıyor. Hatta Aydın ağzının etkisinden de kurtulamıyor.
    Tasavvufi öğeler şiirinin ana mayası. Bunda inancının, yaşadıklarının ve sabrının etkisi var.
    Bütün şiirlerinde şarkıya yakın bir hava görülse de, türküler söylüyor. Sanırım Ali Nihat Özer, bütün şiirlerini yazarken; içinden, daha doğrusu yüreğinden mırıldanıyor.
     
    “Sevgiden başka ne varsa her şeyi boşlayacağım,
    Kendimi bir sonsuz hayata devrediyorum.
    Anlayın, bundan sonra ruhumla yaşayacağım,
    Emaneti bir başka Nihat’a devrediyorum.”
    (Devrediyorum)
     
    Yarına ya çıkarım, ya çıkmam de de
    Duanı yap öyle yat, yatmadan önce.
    Sakın dünyaya kanma ey Ozan Dede;
    Sen onu sat, o seni satmadan önce.”
    (Bir Ozan Dedeye)
     
    “Yarın yaşamakta yoksa bir kısmet;
    Uyudun, uyanmadın, gitin işte.
    Her an hayatını bir güne benzet,
    Akşam oldu, gün battı, bittin işte.”
    (Bir Hayat Hikâyesi)
     
    “Yüzünde gül açtı sandım, gülünce
    Gönlümce koklayıp sevmeli bence.
    Seni çılgın gibi seven bir gence,
    Bir bakış yeter mi? Yapma, günah kız!”
    (Bir Güzele)
     
    Bu güzel dörtlüklerin şairini kutlarken ve daha nice yıl bu kalem susmasın derken, bir şiirini tekrarlamadan geçmek istemiyorum.
     
    HASRET
     
    Akşam olur, sular soğur buzlanır;
    Yüreğime ateş düşer, közlenir.
    Canım arzulanır, gönlüm sızlanır.
     
    Bir yağmur damlası bulutlardasın,
    Sen yine bu akşam umutlardasın!
     
    Güneş batar tepelerin ardına,
    Kuşlar döner yuvasına, yurduna,
    Garip gönlüm yine düşer derdine.
     
    Bir yağmur damlası bulutlardasın,
    Sen yine bu akşam umutlardasın!
     
    Acıdır, gurbetin kahrı çekilmez,
    Güzelleri çoktur ama sevilmez,
    Garibin halinden kimseler bilmez.
     
    Sen yine bu akşam umutlardasın,
    Bir yağmur damlası bulutlardasın!
     
    Düğünlere gelir, kızlar salınır
    Şarkılar söylenir, sazlar çalınır;
    Düğün dernek biter, yalnız kalınır.
     
    Sen yine bu akşam umutlardasın,
    Bir yağmur damlası bulutlardasın!
     
    Zavallı gönlümün gülmek neyine?
    Felek haciz koymuş her bir şeyine.
    İlk akşamdan düştün gönlüme yine:
     
    Sen yine bu akşam umutlardasın,
    Bir yağmur damlası bulutlardasın!
     
    Ali Nihat ÖZER
     
    Ah, felek ah! Bakalım daha nelere hacizler koyacaksın?
     
    Oyhan Hasan Bıldırki
  10. ohb
    SAATİNİZ KAÇ?
     
    Şehir plânına uymak için, cephesini sokağa vermek zorunda bırakıldığım çok köşeli evimden çıkmaya hazırlanıyordum. Salondaki aynada, kendime çekidüzen verdim. Ayak kaplarım elimde, balkonu geçtim. Huyumdur, sahanlıkta ayaklarımı giydirirken, daima, bitişikteki baba ocağımıza bir göz atarım. Avludaki erik, zeytin ve incir ağacını seyretmekten, onlardaki gelişmeyi adım adım incelemekten büyük zevk duyarım. Filizdi, çiçekti, yapraktı derken, ansızın olgun meyvelerle karşılaşırım. Ya, dallardaki kuşlar? Kanat çırpmalarına, cıvıl cıvıl ötüşlerine, birbirlerine cilve yapmalarına doyum olur mu?
    Yine öyle yaptım, sahanlıkta durdum. Öğle sonu sıcak lığı, sokağımızı bir uçtan diğer uca, alev alev kavuruyordu. Zeytinler kırmalık hale gelmiş, dal uçlarında kalan erikler kıp kırmızı, incirler tek tük olgunlaşıyor, beride üzümlere güneş benek düşürmüş, kabarıyor. Aşağıdaki çeşme açıldı. Tazyikli su gürledi. Baktım, kardeşimde bir telâş, sağa sola koşuyor.
    Seslendim.
    “Hayrola, ne var? Bakıyorum, dolap beygiri gibi dönü yorsun?”
    “Yok bir şey!”
    “Peki, bu telâşın niye?”
    “Oğuz’a bir güvercin getirdim de.”
    “Eee?”
    “Yer hazırlıyorum. Henüz daha yeni kanatlanmış. Keyfine baksana.”
    Sütbeyaz güvercin, söylenenleri anlamış olmalı, geldi, çeşme havuzunun kenarına kondu. Su sesinden ürkü yormuş gibi, etrafına bakındı. Bir tehlike görmediğinden olacak, kendini suya verdi. Eğildi, kalktı, içti.
    Kardeşim sordu:
    “Ortalık sus pus. Seninkiler yok mu?”
    “Yengeme gitmişlerdi. Neredeyse dönerler. Yalnız, tek güvercin durmaz derler. Bir iş yapmayı düşünmüşsün. Bu, çok iyi. Fakat, umarım az sonra, güvercini kaçırmaz sın.”
    “Eşini daha sonra gönderecekler.”
    “İyi, iyi!”
    Bomboş sokaktan yokuş aşağı indim. Sıradan taşlarla döşeli sokak, sıcaktan mıdır nedir, ekşimsi kokan bula şık suyuna doymuş olacak, dışarıya boca edilen artıkları kusuyor. Sokak boyu, tepeden aşağıya, ince, küçük bir ırmak gibi sürüp gelen su yolu, yosun bağlamış. Tuttum, bir sigara yaktım. Dumanını, derin derin içime çektim. Ekşim si kokulardan kurtuldum. Gömleğimin iki düğmesini daha çözdüm. Marangozu geçmek üzereydim, döndüm. Bu mevsimde, durmaksızın, bıkıp usanmadan kasa çakmakla uğraşan ustaya seslendim.
    “Bana, acele bir kafes lâzım. Sende çıta bulunur mu?”
    Tezgâhının başında, dudaklarının arasına yerleştirdiği çivileri, tek tek alarak, kasa köşelerine çakan Aliihsan, terini kuruladı. Keserinin sapını eliyle yokladı. Oynamadığını anlayınca, bana döndü.
    “Beyim,” dedi, “biliyorsun. Biz, kapı kasası yapmıyor, meyve sebze kasası çakıyoruz. Aradığını bizde bulamazsın. Yalnız, acele diyorsun. Sana yardımcı olayım. Az bekle. Taşlı tarla’ya inelim. Oradan bir arkadaştan alırız.”
    “Seni işinden etmeyeyim. Ben gider, bulur, alırım. Sen, işine bak, e mi?”
    “Canın nasıl isterse, öyle olsun beyim.”
    Nedense, öyle olmadı. Hem sıcaktan, hem de kahvedeki arkadaşların baskısından olacak, koca çamın koyu, serin gölgesinde oturup kaldım. Çıtayı da, sütbeyaz güvercini de unutmuştum.
    Son gün ışıkları, karşı tepeye vurmuştu. Artık bütün pencereler, som altın kesilmiş, akşam alacası, kendisini göstermeye başlamıştı. Yaptığımız sohbet tavsamış, yavanlaşmış, geriye sözün çürüğü kalmıştı. Arkadaşlardan ayrıldım, evime döndüm.
    Az önceki sokak, canlanmıştı. Sanki birbirinin üze rinde yükselen, biri diğerine omuz veren, saçak saçağa girmiş evlerin önünde, sokağın kadınları öbek öbek toplanmış, gevezelik ediyorlar. Çocuklar bağırıyor. Kızım, yaşıtlarıyla ip atlıyor. Oğuz da, henüz ötmeyen iki horozuna yem ve su veriyor.
    Sokağı hızla geçtim. Kadınlardan bazıları toparlandı, bazıları aldırmadı. Meğer ailemizin, en ağzı boş olanı da benmişim. Sütbeyaz güvercin aklıma düştü. Boş bulundum.
    “Oğuz!” dedim, “güvercinin ne âlemde?”
    “Ne güvercini?”
    “Amcanın sana verdiği sütbeyaz...”
    Bahçede, çiçeklere su veren kardeşimin karısı, sözümü kesti.
    “Abi! Abi!” dedi. “Güvercin müvercin yok.”
    Benden önce, oğlum atıldı. Kime söylediği belli ol mayan, aniden havada kalan bir soruyla gürledi.
    “Yalancılar! Beni kandırıyorsunuz değil mi?”
    Öteden kızım Hilâl, koştu. Bir şey arayan gözleriyle sağa sola baktı. Karım, gözüyle işaret etti. Sanki, üstüne varma demek ister gibiydi.
    Hatamı anladım, tamire kalkıştım. Oğuz’u durdurmak mümkün mü? Derhal, aşağıya, amcasının evine indi. Yem artıklarını gördü, avazı çıktığı kadar ağladı. Akşam akşam, belânın çöreklisine çatmıştık.
    Kardeşim, olan biteni kısaca anlattı. Sütbeyaz güvercin, ona oyun etmiş, uçmaz gibi durmuş, fırsatını yakalayınca, mavi gökyüzüne yükselmişti. Oğuz’la birlikte, hemen çatıya çıktık. Sütbeyaz güvercini gözledik. Hiçbir yer de yoktu. İpini kırmış, kim bilir hangi deliğe yuvalanmıştı.
    Bir yıldan bu yana mürekkep yalamaya başlayan Oğuz’a, söz verdim. Birlikte önce kafesi yapacak, sonra da erkekli dişili çift güvercin bulacaktık. Karanlığın çökmesiyle birlikte, kaçırılan sütbeyaz güvercinden umudunu kesen Oğuz:
    “Yalnız,” dedi, “yarın kahveye gitmek yok... Bana kafes yapacağız değil mi?”
    “Olur!” dedim.
    Karımın, sofraya çağıran sesi üzerine, çatıdan indik.
    Oğlan, bütün gece uyumadı, sayıkladı.
    Sabah, kuş cıvıltılarıyla uyandık. Tanyerindeki kızıllık, oldukça açılmış olmalı, keskin aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Başımda hafiften bir ağırlık var. Umarım, bütün gece oğlanın sayıklamalarını dinlemenin ceremesini, bu ağırlıkla çekeceğiz.
    Az sonra, bütün gücümle kendimi işime verdim. Kafamda bir taslak oluşturdum. Kullanacağım aletlerle malzemeleri tasarladım. İlk defa bir kafes yapacaktım. Kafes dedim ya, öyle söylediğime kanmayın. Bir yandan kümese benzer kafes azmanıyla uğraşacak, bir yandan da Oğuz’un merakının doruğa tırmanmasını hazırlayacaktım. Halbuki o, sütbeyaz güvercini unutmuştu bile. Kahvaltıda, nedense bu konuyu hiç açmadı. Yalnız, kafesi bitirmem için anne sinin sıkı tembihi var.
    Kargaburnunu, keseri, penseyi, çekici, metreyi ve çivi torbasını aldım, arka bahçeye geçtim. Yukarıya, çatıya çıktım. Orada, evliliğimizin ilk günlerinden kalma, modası geçmiş bir sofra ve albenisini kaybetmiş, seyyar bir çanaklık vardı. Onlarla birlikte aşağıya indim. Odunluğa geçtim. Oradan da işime yarayacağını umduğum tahta ve çıta par çalarıyla döndüm. Eski sofrayı ters çevirdim, tezgâh olarak kullandım. Testereyle ilkin, tahta ve çıtaların biçimsiz yerlerini doğradım. Tam bu sırada, oğlum Oğuz geldi, başıma dikildi. Hiç konuşmuyor, her davranışımı kolluyor, gözlerinde gülümseme, boş bulunuyor, burnumun ucuna kadar sokuluyor.
    Hem işin zorluğundan, hem sıcağın verdiği etkiden olacak, bunaldım. Sabah temizliğini bitiren karım, odaları havalandırmak için, pencereleri açmış, sesleniyor:
    “Kolay gele, usta! Bakıyorum, iyisiniz maşallah!”
    Ter, burnumdan akıyor. Penseyle söküp çıkardığım eski, paslı çivileri, keserle doğrultuyorum. Oğlum, kıs kıs gülüyor.
    Ona takılmak, fiyakasını bozmak istedim.
    “Evlât,” dedim, “tut keseri. Şu tahtaları ver. Hadi, canlan biraz. Bu kafes benim değil, senin. Göster kendini.”
    Oğlan, canlandı. Keseri tuttu, bir köşeye bıraktı. İstediğim tahtaları aldı, getirdi. Onları ölçtüm, biçtim. Kullanılacak çivileri hesapladım. Yorulmuştum... Tezgâhtan ayrıldım, çiçek tarhının beton kenarına oturdum. Oğuz’da sabır tükenmişti. Derhal beni taklit ederek, tezgâhın başına kuruldu. Zar zor, bir iki paslı çivi çıkardı. Yüreğimde hem sevinç, hem kaygıların yarışı başladı. Gönlüm bunaldı, da yanamadım.
    “Oğuz be,” dedim, “bu çiviler de bize yetmez. Koş, nalbura git. Bir koşu, şunları, şunları al gel, olmaz mı?”
    Yüzüne dikkatle baktım. Hiçbir mızıklaşma izi yok tu. Bazen, bir şey alıp gelmesi için, çarşıya zor gider, mırın kırın eder, bin dereden su getirir, işi Hilâl’in üzerine yıkardı. Bu defa öyle yapmadı. Hemen kabullendi.
    “Yalnız,” dedi, “ben, hepsini aklımda tutamam. Bir kağıda yazar mısınız?”
    Denileni yaptım. Oğuz fırladı, az sonra, bütün ısmarladıklarımla geri döndü. Bana destek oldu. Çanaklığı ikiye böldük. Kafesin iskeletini kurduk. Çakım işini de bitirdik. Doğrusu, kafes bozmasını kendim de beğenmiştim. Fakat Oğuz, sesini yükseltti.
    “Kapısı nerde, baba?”
    “Kapısı mı?”
    “Evet!”
    “Yok mu?”
    “Hani? Gel göster.”
    Baktım, kapıyı unutmuşuz.
    “Şimdi çaresine bakarız. Bak, gör işte. Acemi nal bant, eşeği böyle nallarmış. Şu da var ki: Adam adama gerek olur, iki serçeden börek olurmuş.”
    Çıtalardan birkaçını söktüm. Kapı yeri karşımda duruyordu. Atılmış iki takunya lastiğinden faydalandık, menteşe derdinden kurtulduk. Bir kasanın kısa kenarı, pekâlâ kapı olabilirdi. Aradık, bulduk. Biten kapıyı yerine taktık. Sofranın oval kenarından da, alınlık çıkardık. Suluktur, yemliktir, tünekliktir artık aklıma ne geldiyse, iç düzenini de tamamladım. Ortaya çıkan kafes, gelin gibi oldu.
    Aldık, çatıya yerleştirdik.
    Şimdi, bütün işimiz, bir çift güvercine kaldı.
    Aybaşında, maaşımı almak için ilçeye gitmiştim. Orada bizim taraftan, marangoz bir arkadaşım vardı. Marangoz dedim ya, önce işe kapı, pencere yapmakla başlamış, sonra da mobilyacılıktan dekorasyona kadar çıkmıştı. Ne zaman dükkânına gitsem, boş oturduğunu görmedim. Çelimsiz, kara kuru yapısına rağmen, sanatkâr ellerinin kendisine geriye bıraktığı zamanlarda da, cins Hint horozları ve soylu güvercinler yetiştirmekle uğraşırdı.
    İlçeye iner inmez, ona uğradım. Kendisi yoktu. Çıraklarından sordum. Az sonra geleceğini bildirdiler. Maki neler susmuş, çıraklar bitirilen işleri, dışarıdaki kamyonete taşıyorlardı. Rıfkı’yı bekledim. Çayımı bitirmek üzereydim, çıktı geldi. Hâl hatır soruşup, kucaklaştıktan sonra;
    “Neredesin be, iki gözüm?” dedim.
    “Mavişehir’e gidiyorduk. Sıkıldım, biraz hava alayım demiştim.”
    “Yolculuk hemen mi?”
    “Görüyorsun.”
    “Senden bir isteğim olacaktı da.”
    “Neymiş o?”
    “Bizim Oğuz’u bilirsin. Hanidir güvercin diyor da, başka bir şey demiyor. Oğlan, uyumaz oldu. Bulabilecek miyiz?”
    “Hemen mi?”
    “Hemen. Kafes bitti. Oğlan başında bekliyor.”
    “Az bekle, şimdi geliyorum.”
    “Olur!”
    Rıfkı Usta, dükkândan çıkarken, çıraklarına yapacaklarını söyledi. Kamyonet yükünü aldı, dükkânın teşhir salonu boşaldı. Rıfkı Usta, iki eli dolu, döndü. Bir çift, karı şık duman renkli, hem paçalı, hem tepeli, pembe gagalı güvercini boş salona bırakıverdi. Güvercinler kıpır kıpır, kanat çırptılar. Guruldadılar.
    Usta, çıraklarından birine seslendi.
    “Bant getir.”
    “Buyur usta!”
    “Hangisi erkek, biliyor musun?”
    “Bu, olmalı.”
    “Bilemedin.”
    “Ya hangisi?”
    “Tepeli olanı, oğlum.”
    Tepeli güvercini yakaladı. Bantla, bir kanadının teleklerini sardı. Aynı işlemi diğerine de yaptı.
    “Şimdi,” dedi, “bunlar artık uçamaz.”
    Bana döndü.
    “Haydi,” dedi, “bekletme oğlanı.”
    Güvercinler iki elimde, hemen dükkândan ayrıldım. Yola düştüm. Meraklılar sordu:
    “Satılık mı bunlar?”
    “Bu merak sende de var mı?”
    Doğruca kız kardeşime gittim. Kuşları ona bıraktım. İlçedeki işlerimi bitirince, kasabaya döndüm. Karım, elim de paketler, kapıda beni karşıladı.
    “Aman,” dedi, “Oğuz görmesin seni. Bütün gün kıyameti kopardı. Hani güvercinler?”
    Güvercinler guruldadı. Karım anladı. Oğlan ortalıkta yoktu. Onu, bazı şeyler alması için çarşıya göndermişler. Sürpriz yapmak amacıyla, hemen çatıya çıktım. Güvercinleri, yeni yuvalarına yerleştirdim. Yemini, suyunu verdim. İnecektim, arkamda oğlum bitti. Baktım, gözleri sevgi doluydu. Merakının, beni zorlamasının sonucunu almış olmanın gururunu yaşıyordu. Ben indim, o, uzun zaman çatıda kaldı. Aşağıdan, onlarla konuştuğunu duyuyordum.
    Güneş kavuşunca, aşağıya indi. Sofrada, güvercinler üzerine, bana, bir hayli soru sordu. Dilimin döndüğünce anlattım. Hem sevinçten, hem yorgunluktan olmalı, uyudu.
    Ertesi akşam, görevimden döndüm. Kafamda, onlarca sorunun karşılığı var. Öyle ya, oğlana mahcup olmamalıydım.
    Oysa Oğuz, elinde bir çift olta, beni karşıladı.
    “Baba,” dedi, “yarın balığa gidelim mi?”
    Kızdım.
    Bu defa ben, çatıya çıkmadım. Soruyu da, duymaz dan geldim. İçerde, bir divana uzandım, uyudum.
     
    Oyhan Hasan BILDIRKİ
  11. ohb
    TÜRKMEN ÇAĞRISI
     
    IRAK Türkmen Cephesi Başkanı Sadettin Ergenç, "Türkmenler'e verilen destek konusunda 2003'ten beri pasif döneme girildi" dedi. Ergeç, Kerkük'ü ele geçirmek için komplolar kurulduğunu, , 500 binin üstünde Kürdün bölgeye kaydırıldığını bildirdi. Ergenç, Türkiye'nin Türkmen gerçeğıine daha duyarlı davranmasını istedi.
     
    Irak Türkmen Cephesi Başkanı Sadettin Ergeç, Irak'ın milli bir serveti olan Kerkük'e büyük oranda Kürt nüfusun kaydırıldığını belirterek,
    "Zamanımız çok dar, pasif politikalardan uzak durmak, aktif olmak gerekir" dedi. Ergeç Irak'taki son gelişmeler, hükümet kurma çalışmaları, Türkmenlerin durumu ve yeni hükümette temsiliyetleri gibi konulara ilişkin soruları yanıtladı. Türkiye'ye "manevi destek" almak için geldiklerini söyleyen Ergeç, Türkmenlerin zor şartlar altında yaşadıklarını ve Irak'a komşu ülkelerin bölge konusunda önemli rolleri bulunduğunu, çünkü Irak'taki sorunların bu ülkelere sıçrayabileceğini kaydetti.
     
    Zararlı çıktık
     
    Ergeç, Türkiye ile Türkmenler arasındaki ilişkiler ve arayışı içinde oldukları manevi destek konusundaki sorular üzerine, kendilerine verilen destek konusunda, "2003 yılından beri, tezkereninreddedilmesinin de etkisiyle daha pasif bir döneme girildiğini" savundu. Ergeç, bu pasif politikanın Türkmenlerin zararlı çıkmasına neden olduğu görüşünü dile getirerek, Türkmen hareketinin seçim sonuçlarına göre değerlendirildiğini kaydetti. Ergeç, "Benim kanaatime göre son seçimin sonuçlarına göre değerlendirme yapmak yanlış olur. Çünkü Türk yetkililer oradaki seçimlerin nasıl olduğunu şimdi daha iyi anlamış durumdalar. Irak'taki
    seçimlerin sonucu gerçekleri yansıtmıyor. Dolayısıyla bu sonuçlara göre oradaki hareketi değerlendirmek büyük bir yanlış olur. Önümüzdekidönemde Türkiye'den daha aktif bir rol bekliyoruz" diye konuştu.
     
    Kerkük'ün durumu
     
    Sadettin Ergeç, Kerkük'ün durumuna ilişkin 2007 yılı sonlarında yapılması öngörülen referandumdan önce 2003 yılından beri büyük bir Kürt nüfusun bölgeye kaydırıldığına dikkati çekerek, Saddam Hüseyin dönemindeki nüfus değişiklikleri bahane edilerek, Kürtler lehine çok sayıda değişiklik yapıldığını, 500 binin üstünde Kürdün bölgeye kaydırıldığını bildirdi. Bölgenin zaten karışıklıklara gebe olduğunu belirterek,
    "Allah korusun 2007'de her şey olabilir" diyen Ergeç, bu nedenle referanduma sadece Kerkük vilayetindekilerin değil de bütün Iraklıların katılmasını talep ettiklerini ifade etti.
     
    Kerkük'ün Irak'ın bir parçası olduğunu vurgulayan Ergeç, petrol gelirinin büyük bir bölümünün, milli bir servet olarak nitelendirdiği Kerkük'ten geldiğine işaret etti. Ergeç, Kerkük'ün özel bir statüye sahip olmasını da istediklerini belirterek, Ankara'daki görüşmelerinde Kerkük'ün durumunu da ele alacaklarını bildirdi. Ergeç, Kerkük'ü ele geçirmek için komplolar kurulduğunu söyleyerek, "Onun için söylüyorum, zamanımız çok dar, pasif politikalardan uzak durmak, aktif olmak gerekir" dedi. Ergeç ayrıca, Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) lideri Mesud Barzani'nin bir süre önce yapılan Dünya Kürt Edebiyatçıları konferansında "Büyük Kürt devletinden" bahsettiğini ileri sürdü.
     
    Hükümet kurma çalışmaları
     
    Irak'ta yeni hükümet kurma çalışmaları ve Türkmenlerin temsiliyetine ilişkin soruları da yanıtlayan Ergeç, yeni hükümette en az 1 başbakan yardımcılığı ve 2 bakanlık koltuğunun kendilerine verilmesi gerektiğini kaydetti. Ergeç, seçimlerde sayısız sahtekarlıklar yapıldığını ve bu nedenleortaya çıkan sayıların gerçekleri yansıtmadığını belirterek,
    "Türkmenlerin de 3. ana unsur olarak temsil edilmesi gerekir ama böyle bir şey olmayacak. İsteğimiz aşırı değil ama niyetlerinde böyle bir şey görmüyoruz" diye konuştu.
  12. ohb
    RAHATLAMAK
     
    Çocuklarda bir sevinç. Hop oturup, hop kalkıyorlar. Bir türlü yerinde duramıyorlar. Besbelli, gezmenin umu dundalar. Ama benim gönlümde fırtınalar kopuyor. Gez meyi sevmem mi? Yok, yok! Severim. Fakat ben, küçük, şirin, sessiz bir kasabanın çocuğuyum. Doğduğum yerin havası bütün ruhuma sinmiş. Küçük şeylerden mutluluk duyan, sessizliği seven bir kişiyim.
    Bu yüzden olsa gerek, çocuklarımın yaşadığı sevinci, onlarla paylaşamıyorum. Beynimde bin türlü acabalar kervanı dolaşıyor. Bilet bulabilecek miyim? Yolculuk sırasın da gerilerde oturmak, tekerlek üstü koltuklara düşmek istemem. Çünkü karımı müthiş araba tutuyor.
    Sonunda aradığıma yakın biletleri, güç belâ bulabildim. Arabanın orta sıralarına yerleştik. El sallamalar ve gözyaşlarının süslediği, binlerce kilometre taşlarından olu şan yolculuğumuz başladı. Henüz kasabadan ayrılmıştık. Karımın gözleri daldı, yüz hatları gerildi. Anladım. Rahatı kaçmıştı. Hiç konuşmuyordu. Çocuklarım cıvıl cıvıl. An nelerine, karşılık almadıkça, yeniden sorular soruyorlardı. Duruma el koydum.
    - Yavrularım, dedim, benim şirin ağustos böceklerim! Annenizi konuşturmayın. Biliyorsunuz!
    - Peki, olur! dediler.
    Dar, bol dönemeçli Anadolu yolları nedense bitmek bilmiyor. Sarsıntı, çocuklarımı da etkiledi. Uyumaya adım adım yaklaştılar. Karım, safra boşaltmaya başladı. Arabanın muavini ne lâf anlamaz birisiymiş? Torbaları tek tek getiriyor, birinden diğerine koşuyordu. Yer yer kucak dolusu yeşillikler arasından geçen, zaman zaman bozkırda kaybolur gibi olan yol bitti. En büyük şehirlerimizden iki sini birbirine bağlayan geniş, ferah yola girdik. Ayılmalar, bayılmalar, safra boşaltmalar geride kaldı. Torba taşıma işi durdu. Derin bir nefes aldım. Sıkıntılarım azaldı. Bazıları için ölüm kapanı olarak adlandırılan yol, benim gözümde kurtulma sevincinin ışıklarını parlattı.
    Başımı, koltuğumun arkalığına yasladım. Yorgunluğun verdiği etkiden olacak, dalmışım. Gözlerimi açtığımda, serinletici deniz havasıyla karşılaştım. Yolda, irili ufaklı binlerce araç, vızır vızır gelip gidiyor. Az sonra trafik yoğunluğu birdenbire arttı. Akşam güneşinin yer yer perdelediği şehir girişi göründü.
    Çocuklarım sordu;
    - Geldik mi baba?
    - Evet, dedim.
    Bu “evet”le birlikte, beynim, düşüncelerimin akınına uğradı. Kafamda bir arı kovanı. Düşüncelerim oğul ver meye başladılar. Kalbim küt küt atıyor.
    Kaptana seslendim.
    - Şehrin yabancısıyım. Bizi ineceğimiz yerde bırakır mısın, lütfen?
    Olur anlamında başını salladı. Yine de heyecanım yatışmadı. Kavşaklar, yolu kesti. Hiç düşündünüz mü bilmem: Modern çağın, büyük şehir girişlerine getirip kondurduğu kav şaklar, alt üst geçitler, taşralı için aşılması güç olan eski surlar dan başka bir şey değildir. Taşralı, kavşaklarda şaşırır. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kılavuzu yoksa, bir türlü şehre giremez. Umutları kararır, sevinci kursağında kalır. Yüreğe korku veren acabalar tufanlarının baskınına uğrar. Halbuki ne derler? Giden yol alır, duran da kalır.
    Bostancı girişini döndük. Az aşina olduğum Bağdat Caddesi’ne girdik. Güneş batmıştı. Fakat vitrin ışıkları, araba farları, sokak lâmbaları ortalığı bir ışık cennetine çevirmişti.
    Arabamız yavaşladı. Şoförün gözü bende, haydi ha zırlan, geldik der gibi. Hemen toparlandım. Çocukları uyardım. Ivır zıvır katmak için koltuk arasına koyduğumuz el çantasını aldım. Aşağıya indik. Araba hareket etti, gitti. Sağ tarafta, modern binaların temelleri atılırken kaynağı kurutulan ve şimdilik akmaz hale getirilen Çatalçeşme’yi gördüm. Hayıflandım. Acaba hayâl mi görüyorum? Muavin, bize doğru koşar adım geliyor. Yoksa,yanlış yerde mi indirildik? Zaten sıkıntı burnumun ucunda. Baktım muavin yere eğildi, az önce unuttuğu takozu aldı, döndü, koştu. Yüreğime soğuk sular döküldü, serinledim. Caddenin karşı tarafında aradığım apartman yükseliyor.
    Kendi kendime söylendim:
    - “Şimdi batı kaynaklı kurallar başlıyor, aslanım!” dedim. “Ha gayret, göreyim seni. Sakın hata yapma, ha! Ayıp olur değil mi?”
    Yukarı çıktık. Zile bastık. Bekledik. Duyuramadık mı ne? Yeniden zile dokundum. Kasabada zil mil yok. Gideceğin yere vardığında, seslenir, geldiğini haber verirsin. Seni sesinden tanıyanlar, içeriye buyur ederler. Çok defa dışarıya bile çıkmazlar. Halbuki şehirde öyle mi ya? Binlerce insan, elektrikli aletlerin veya makinelerin seslerinin esiri olmuşlar. Sanki ses çıkarmasınlar diye küçük dillerini yutmuşlar.
    Kilitli kapının gerisinde ayak sesleri. Çocuklarım zile yetişemediklerinden olacak, kapıyı dövmeye başladılar. İçeriden zayıf bir ses sordu:
    - “Kim o?”
    - “Biziz!” diye karşılık verdik.
    Kilitlerde anahtarlar çevrildi. Kapı açıldı. Selâmlaş tık. İçeri girdik. Halamlar bizi, hemen konuk odasına aldılar.
    Büyük halam;
    - “Hiç beklemiyorduk sizi!” dedi. “Bilseydik, az da ha durur, yemeği de birlikte yerdik. Karnınız açtır. Sofra kuruyorum.”
    - “Olur,” dedik.
    Büyüğünden sonra, küçük halam da mutfağa geçti. Karım bana döndü.
    - “Bak ha,” dedi, “bunlarda adettir. Sofraya konan geri çevrilmez. Hele hele tabağında hiçbir artık bırakma. Önüne konanı sil süpür. Olur mu?”
    Karşılık vermedim. Buna zamanım da yoktu.
    Büyük hala şıp diye kapıda göründü, sofranın hazır olduğunu bildirdi. Kalktık, yemek odasına geçtik. Sofra kurulmuş, herkese dolu dolu ayrı tabaklar konmuş, yanlarına da çatal, bıçak bırakılmıştı. Su içilecek bardaklar bile sayılıydı.
    Sofraya oturduk. Yemek konusunda fazlaca nazlıyım. Evimde olsa, yüzüne bakmayacağım yemekleri zar zor bitirdim. Baktım, karımın gözleri parlıyor. Fakat oğlumun yemeği öylece duruyor.
    Büyük hala;
    - “Kız Şükriye!” dedi. “Zorlama çocuğu. Ayrı koruz. Yarın yer. Baksana, zavallım uyukluyor.”
    Oğlum, arka bulmanın rahatlığı içinde hemen sofra dan kalktı. Kızım da onu izledi. Karım, sofranın toparlanmasına yardımcı oldu. Ben, yemeğin dozunu fazla kaçırmışım. Karnım şişti. Sıkıntı burnumun ucunda. Lavaboya girdim. O da ne? Banyo, tuvalet, el yıkama yeri hepsi bir arada. Üstelik tuvalet alafranga. Vay başıma gelen. Rahatım kaçtı. Ellerimi yıkadım. Misafir için ayrılan havluyla kurulandım. Ayak seslerine dışarı çıktım. Beynimde düşünceler...
    Bu insanlar, batı kaynaklı bunca kuralın esiri olmuşlar. Taşranın sıcaklığından, samimiyetinden uzaklaşmışlar. Köyde, lokma lokma koparılan ekmek, burada, sol elin hüneriyle ve bıçakla kesilmeye başlanmış. Sofra görgüsü de değişmiş. Bilmem ya, yarı tok taşralı, böyle sofralardan aç kalkar. Güzelim hürriyet bir takım kurallarla boğulmuş, şehirli kibarlığın verdiği zarafetle incelmiş.
    Karnım gittikçe şişiyor. Sıkıntı burnumun ucunda. Damlayacağı da yok. Tuvalete gitmek için, hemen herke sin uyumasını bekledim.
    Zamanın elverdiğine emin olduktan sonra, ayak parmaklarımın uçlarına basa basa tuvalete girdim. Otur ha, o tur! Kulağım kirişte. Ürküyorum! Olmadı. Döndüm, karımı kaldırdım. Sıkıntımı ona anlattım. Gelip kapıda bekçilik yapmasını söyledim. Of, of! Karnım şişiyor.
    Sıkıntı burnumun ucunda.
    Fakat damlamıyor.
    Sabahı zor ettim. Kahvaltıdan sonra bir sebep uy durdum. Caddeye çıktım. Sıkıntımı giderecek bir yer aradım. İskeleye gittim. Yok! Parka girip çıktım. Bulamadım! İş hanlarında aynı tuvaletler. Ne yapsam, acaba?
    Yürüdükçe, sıkıntılarım arttı. Caddeyi bir uçtan bir uca geçtim. Baktım, sağ tarafta göğe yükselen minareler. Adımlarım, kendiliğinden sıklaştı. Çaresiz, cami avlusuna girdim. Öteye beriye bakındım. Büyük, küçük şu kadar yazısı bulunan tuvalete daldım.
    Rahatlamıştım!
     
    Oyhan Hasan BILDIRKİ
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.