Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

sardunyam

Φ Süper Üye
  • İçerik Sayısı

    10.565
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    3

Blog Başlıkları gönderen: sardunyam

  1. sardunyam
    Bir kaç gündür bunu düşünüyorum.
    Yani sarılmayı.
    Dünyanın en güzel, en içten şeyidir aslında ve ne az yer kaplar hayatlarımızda.
    Sevdiğiniz bir insana ya da bir hayvana sarıldığınızda, bir kaç saniye gözlerinizi kapadığınızda bir enerji dalgasının iki beden arasında nasıl dolaştığını hissedersiniz.
    O an, dünya yavaşlar, zaman yavaşlar, garip bir huzur kaplar içimizi.
    Fakat, gittikçe birbirinden uzaklaşan, araya türlü mesafeler koyan insanlık, çeşitli bahanelerle, sarılmayı ihmal eder olduk.
    Zaten birbirimizden korkar olduk.
    Dünya da insanlar etkinlikler yapıyorlar, sarılmak bedava yazılı pankartlarla sokak ortasında hiç tanımadıkları insanlara sarılıyorlar. Bu çoğumuza tuhaf ve anlamsız geliyor belki.
    Oysa en insanca en masum en ilerici ve en güzel eylem bu belkide.
    Sarılmak güvenmektir aslında.
    Benden sana zarar gelmez demektir.
    Aramızda ne fiziki ne ruhsal ne de duygusal bir engel yok demektir.
    Sana güveniyorum demektir.
    Bana güven demektir.
    Kelimeleri kifayetsiz kılıp, gerçek enerji diliyle konuşmaktır.
    Tabuları yıkmaktır sarılmak.
    Bize canlı olduğumuzu ve geçip giden zaman nehri içinde bir'an durup insan olduğumuzu anımsatmaktır.
    Doğumu, yaşamı, sevgiyi, zamanı, anı ve ölümü hatırlamaktır.
    Metafizik bir şeydir.
    Başka dilde konuşmaktır.
    Sıcaktır, samimidir, doğaldır.
    Ama pek az yaptığımız şeydir.
    Çünkü artık biz birbirimize mesafeler koyduk, önce şüphe etmeyi, sonra duvar örmeyi öğrendik. Sınırlar çizdik, mayınlar döşedik, güvenli bölgeler aradık.
    Hiç sorduk mu kendimize biz aslında en çok neden korktuk? Her birimiz bir diğerinden ayrı bir gezegenden mi gelmişti?
    Neydi aramıza girip çocuğumuzla, eşimizle, dostumuzla veya yeni tanıştığımızla sarılmamıza engel olan?
    Kimden korkuyorduk?
    Bizi kim canavarlaştırdı böyle?
    Ne korkunç, ne ürkütücü bir şeydi bu korku. Sonu gelmeyen mesafeler yaratmıştık. Bunu ne zaman başarmıştık?
    Gülümseme bulaşıcıdır ya hani, sarılmakta öyle, siz bir insana en insani ve samimi duygularınızla sarıldığınızda onunla aranızdaki bütün düşmanlıklara son vermiş oluyorsunuz ama elbette anlamışsınızdır ben öyle resmi, soğuk, güvensiz, duygusuz ve kuşkulu bir sarılmadan söz etmiyorum. Ve aslında bu sarılmaların sadece bedenle olmadığını da düşünüyorum.
    Bazen uzaklarda birini, yazdığı bir mesaj, bir şiir, söylediği bir söz ile kucaklarsınız, o an, madde ortadan kalkar ve ruhlarınız kucaklaşır. Size ihtiyacı olan birine samimiyetle bir mesaj yazarsınız o an, ona sarılmışsınızdır. Öyle.
    Yani aslında zamanımız yok, hayat dediğimiz şey kuruntu yapmaya değmeyecek kadar kısa. O yüzden her gün mutlaka sarılın çocuklarınıza, arkadaşlarınıza, annenize, babanıza, dostunuza, arkadaşınıza. Sarılın ve gözlerinizi bir'an kapatın.
    Bırakın dünya o an sizi izlesin ve zaman yavaşlasın.
     
     
     
    Sardunyam
  2. sardunyam
    Türkiye’de “ne sağcıyız ne solcuyuz futbolcuyuz futbolcu” klişesini yıkan, toplumsal konulara duyarlı bir taraftar grubu var; Beşiktaşlı Çarşı Grubu. Tribüne ünlü devrimci CHE posteri de asıyorlar; 1 Mayıs’ta Taksim’e de yürüyorlar. Nükleer santrallere de, ırkçılığa da karşılar. Son Galatasaray maçında açtıkları “Türkan Saylan Onurumuzdur” pankartı ise polis engeline takıldı. Peki Çarşı niye devrimci? Bu tavırları hangi siyasal hareketten miras kaldı?
    Yıl: 1902.
    Yer: İstanbul -Beşiktaş Serencebey Mahallesi’nde bir konak.
    Konağın bahçesinde devrin ileri gelenlerinin genç çocukları spor yapıyorlardı.
    Kimi jimnastik hareketleri yapıyor, kimi güreşiyor kimi de halter kaldırıyordu.
    Devir Sultan II.Abdulhamid devri; bırakın idman yapmayı- sporu; iki kişiden fazla insanın yan yana gelmesine kuşkuyla bakılan bir dönemdi.
    Her yanda hafiyeler dolaşıyordu. Saraya jurnal mektupları yağıyordu.
     
    Böylesine bir ortamda, Yıldız Sarayı’nın hemen yanındaki Serencebey’deki bir konakta gençlerin bir araya gelmesi kuşkusuz hemen ihbar edilmişti.
    Sporcu gençler; Nazım Nazif (Ander), Ahmed Fetgeri (Aşeni), Mehmed Ali Fetgeri (Aşeni), Hüseyin (Bereket) Cemil, (Tayyareci) Fehmi, Mehmed Şamil, Haydar, Şevket gibi gençler gözaltına alınıp, Yedi-Sekiz Hasan Paşa komutasında ünlenmiş Beşiktaş Karakolu’na götürüldüler.
    Gençler karakolda bir köşede korkudan titriyorlardı.
    İçlerinde bahriyeli Ahmed Fetgeri gibi askeri öğrenciler de vardı.
    Karakol görevlileri ise şaşkındı. İhbar edilen gençlerin hemen hepsi eski saraya yakın ailelerin çocuklarıydı.
    Örneğin basılan konağın sahibi Medine Muhafız Komutanı Ferik Osman Paşa’ydı. Oğlu Mehmed Şamil ve yeğeni Hüseyin (Bereket) gözaltına alınanlar arasındaydı.
    Keza Fetgeriler, Gürcistan tahtına kadar yükselmiş daha sonra İstanbul’a göç etmiş, Saray’a yakın durmuş bir ailenin çocuklarıydı.
    Neyse ki iş sonunda anlaşıldı. Gençler sadece beden hareketleri yapıyorlardı; o dönem kötü gözle bakılan futbol bile oynamıyorlardı! Seryaver Mehmed Paşa’nın çabalarıyla gençler sürgüne gitmekten kurtuldular. Padişah affetmişti. Üstelik…
    Saray gençlerin beden hareketleri yapmasına izin vermişti. Korktukları olmamıştı.
    Hatta o günden sonra, Sultan Abdulmecid’in oğlu Abdulhalim Efendi ve Sultan Mehmed Reşad’ın oğlu Ömer Hilmi Efendi de gençleri destekledi; sık sık onları ziyaret etti.
    Saray’ın desteğini alan gençler 1903 martında Bereket Jimnastik Kulübü’nü kurdular.
    İlk başkan da konağın sahibi Ferik Osman Paşa’nın oğlu Osman Şamil oldu.
    O yıllar; Recaizade Mahmud Ekrem’in ölümsüz eseri “Araba Sevdası” romanında yazdığı gibi Batı özentili davranışların moda olduğu dönemdi. Bu dönemin gösteriş sembolü ise atlı arabalardı.
    Bereket Jimnastik Kulübü’ne gençler arabayla gidip geldikleri için halk bunlara “arabalılar takımı” adını verdi.
    Bereket Jimnastik Kulübü’nün kuruluş öyküsü böyleydi.
    Takımın kaderini 31 Mart 1909 gerici ayaklanması değişecekti…
     
     
     
    İlerici Hareket Ordusu’nun takımı
    1908 Temmuz Devrimi’ne (II. Meşrutiyet) karşı çıkan yobazlar İstanbul’da ayaklandı.
    İsyanı bastırmak için (aralarında Mustafa Kemal’in de bulunduğu) Hareket Ordusu Selanik’ten yola çıktı.
    Osmanlı aydınlanmasının simgesi Hareket Ordusu’na Edirne’de de subaylar katıldı.
    Bunlardan ikisi, Fuat (Balkan) ve Mazhar (Kazancı) adlı subaylardı.
    İkisi de sporcuydu.
    Fuat (Balkan) eskrim yapıyordu; Mazhar (Kazancı) ise güreş ve halter ile ilgileniyordu.
    İstanbul’daki gerici ayaklanma bastırıldıktan sonra bu ilerici subaylar, Bereket Jimnastik Kulübü’ndeki gençlerle tanıştılar. Onlara birlikte spor yapma fikrini götürdüler.
    Saray’ın “arabalılar takımı” teklifi kabul etti.
    Ancak…
    Devrimci subayların teklifiyle Bereket Jimnastik Kulübü’nün adı Beşiktaş Jimnastik Kulübü olarak değiştirildi.
    Fuat (Balkan)’ın Beşiktaş Ihlamur’daki evinin altındaki yer yeni kulüp binası oldu.
    Zamanla sporcu sayısı arttı; Ihlamur’dan Akaretler’deki 49 numaraya gelindi. Bir müddet sonra da 84 numaraya taşınıldı. Gençler bu binaların arkalarındaki bahçelerde jimnastik, eskrim, güreş, halter, boks yaptılar. (Bu bahçelerin bazıları günümüzde İstanbul’un en gözde lokantalarına ev sahipliği yapıyor.)
    Fuat (Balkan)’ın kulübe getirdiği ilerici subaylar arasında Dolmabahçe güvenliğinden sorumlu, eskrimci Yüzbaşı Şeref de vardı. BJK’nın eskrim takımının kaptanıydı.
    Kardelenlerin manevi annesi Türkan Saylan için “onurumuzdur” pankartını açan Çarşı grubu kuşkusuz Yüzbaşı Şeref’i iyi tanıyordu…
    Çarşı duyarlı duruşunu/tavrını Yüzbaşı Şeref’ten/ Şerefler’den miras almıştı. Nasıl mı?
     
     
     
    Kurtuluşun simgesi kardelen
    Savaş kaybedilmiş ve İstanbul işgal edilmişti.
    Yüzbaşı Şeref Mondros Ateşkes Antlaşması gereği Dolmabahçe önünde 120 askeriyle birlikte silahlarını teslim etti.
    Silahını teslim etmek Yüzbaşı Şeref’e çok ağır geldi. Ne yapacağını bilememenin çaresizliğiyle birkaç gün İstanbul sokaklarında dolaşıp durdu.
    Bir gün…
    Beşiktaş’ta balıkçı kahvesinde otururken yanına bir balıkçı geldi, okuma yazması olup olmadığını sordu. Teknesinin adını yazdırmak istiyordu.
    Yüzbaşı Şeref, balıkçının elindeki boyayı aldı ve sordu: Teknenin adını ne?
    Balıkçı gülen gözleriyle, “Kardelen” dedi!
    Yüzbaşı Şeref, Harp Okulu’nda öğrendiği “hat” ile yazdığı “Kardelen” ismi, balıkçının çok hoşuna gitti. “Ağam sana bir borcum var” dedi.
    Yüzbaşı Şeref işini bitirince divan kurulu üyesi olduğu Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ne gitti.
    Morali düzelmemişti; işe yaramaz olduğuna karar verip intihar etmeye karar verdi; kulübün tavan arasına sakladığı baba yadigarı tabancasına sahibi olduğu tek mermiyi sürdü.
    Tabancayı şakağına dayadı. Tam sıkacakken Bahriye Subayı Ahmed Fetgeri (Aşeni) odaya daldı.
    Hemen silahı Yüzbaşı Şeref’in elinden kaptı. Arkadaşının koltuğunun altına girip alt kata indirdi; çay ikram etti.
    Arkadaşının bu çaresizliğini yok edecek bilgiyi verdi; Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’a gitmişlerdi. Umut Anadolu’dan doğuyordu.
    Yüzbaşı Şeref bu sözlerle kendine geldi. Ahmed Fetgeri Beye sarıldı; son mermisini düşmana karşı kullanacağına dair söz verdi. Anadolu’ya gidecekti.
    Aklına Kardelen adlı tekne geldi. Balıkçı İneboluluydu, Rum meyhanelerine balık getirmişti ve ertesi sabah memleketine dönecekti.
    Yüzbaşı Şeref hemen hazırlanmaya başladı. Tabancasını beline sokup tam kulüpten çıkacakken Ahmed Fetgeri elinde küçük bir torbayla karşısına çıktı. “Bunu da al” dedi. “Ama söz ver Anadolu’ya gidinceye kadar içine bakmayacaksın...”
    Yüzbaşı Şeref, küçük Kardelen Teknesi’ne binip yüzlerce subay gibi gizlice Anadolu’ya gitti; Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Gazi oldu.
    Torbada ne mi vardı?
    İstanbul’da azınlıkların futbol takımları Pazar Ligi maçları oynarlardı. Beşiktaş futbol takımı bu lige kabul edilmek için ısrarla başvurmuş ama hep reddedilmişti. Sonunda Beşiktaş “Türk İdman Birliği” adı altında Türk takımlarının mücadele ettiği bir lig kurdu. 1919’da bu ligin ilk şampiyonu oldu. Ödülü ise “Ertolhd” marka bir futbol topuydu.
    Yüzbaşı Şeref’in torbasında işte bu futbol topu vardı!..
    Ahmed Fetgeri Beşiktaş’ın ilk kupa ödülünü Anadolu’ya göndermişti.
    Bitmedi; olayın diğer kahramanı Ahmet Fetgeri iki dönem BJK başkanlığı yaptı. Ve; 19 Mayıs’ın “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanılmasını ilk öneren isim oldu.
    Tüm bunlar rastlantı mı?
    Beşiktaş taraftarı bu devrimci tarihinden koparılıp toplumsal sorunlara sırtını dönen bir seyirci haline getirilebilir mi?
    İşte Çarşı bu mirasa sahip çıkmaktadır...
     
     
     
    19 Mayıs Bayramı Yalanı
    Bugünlerde sıkça söylenir-yazılır oldu; “19 Mayıs Bayramı’na ne gerek varmış; çocuklar çile çekiyormuş; zaten Atatürk’ün yaşamının son yılında biraz da zorlamayla bayram ilan edilmiş” vs. vs.
    Bunları iddia edenler kendi yaşadıkları toprağın ne kültürünü ne de tarihini biliyor.
    Bir anımı anlatmalıyım:
    Yıllar önce CNNTÜRK haber toplantısında, lise öğrencilerinin 19 Mayıs’ta çile çektikleri ve bu nedenle bu ulusal bayrama gerek olup olmadığı tartışıldı.
    Bayrama karşı çıkanlar İstanbul’un iyi okullarında okuyan öğrencilerdi. Ve ne yazık ki CNNTÜRK editörleri arasında aynı görüşü paylaşan meslektaşlarımız vardı.
    Hiç unutmam dedim ki, “19 Mayıs’ın bırakın ülkemiz tarihini, sömürgelikten kurtulmaya çalışan milletler için ne kadar önemli olduğu konusuna yabancılaşmış olabilirsiniz. Ancak: Erzurum’da, Trabzon’da, Yozgat’ta, Van’da ve nice bölgelerde bir genç kızın yaşamı boyunca ilk kez renkli-canlı giysiler giyip, arkadaşının elini tutarak, dans ederek şölen havasında kutlama yaptığını biliyor musunuz?”
    Hayır hiç böyle düşünmemişlerdi. Onların kafasındaki Türkiye Nişantaşı-Bebek vs idi.
    Yoksa böylesine anlamlı bir ulusal bayrama insan neden karşı çıkar? Yobazları, Cumhuriyet devrimlerinin karşıtlarını anlayabiliyorsunuz. Ya bunları?
    Zaten bunlar değil midir; mahalle baskısının olmadığını söyleyenler!
    Neyse asıl yazmak istediğim bunlar değil…
    19 Mayıs’ın bayram ilan edilmesiyle ilgili yalan yanlış bilgiler verenlerdir; bunlara sorgusuz sualsiz inananlardır.
    Ve görünen o ki, bu çevrelerin hiçbiri tarihimizi bilmiyor…
    En azından 19 Mayıs Bayramı törenlerinde gençlerin neden beden eğitimiyle ilgili gösteriler yaptıklarını bile düşünmüyorlar!
     
     
     
    Tarih 12 mayıs 1916
    Kadıköy İttihatspor (bugünkü Fenerbahçe) sahasında Darülmualimin (Erkek Öğretmen Okulu) öğrencileri,öğretmenleri Selim Sırrı (Tarcan) nezaretinde Osmanlı tarihinde ilk kez toplu halde beden terbiyesi gösteri yaptı.
    “Jimnastik Şenlikleri” adı verilen bu tören öğrencilerin yürüyüşüyle başladı. En önde bayrağı taşıyan öğrenci Ruşen Eşref (Ünaydın) idi.
    Gösterilere katılan öğrenciler arasında, Münir Hayri Egeli, Hıfzırrahman Raşid Öymen, Nizameddin Kırşan, Aziz Berker, İsmail Hakkı Tonguç, Hayri Ardıç, Hamid Koşay gibi ileriki yılların ünlü isimleri vardı.
    Bu tarihten sonra Selim Sırrı Bey’in yurda tanıttığı “İsveç Jimnastiği” hızla diğer okullara da yayıldı. Ve her yıl bu gösteriler mayıs ayının üçüncü cuma günü, “Jimnastik Şenlikleri”, “Mektepliler Bayramı”, “İdman Bayramı”, “Jimnastik Bayramı” adı altında düzenlendi.
    Gösteriler Cumhuriyet’in ilanından sonra da sürdü.
    Günü değişmekle birlikte hep mayıs ayı içinde yapıldı.
    1936 yılında “İdman Bayramı” şenlikleri ilk kez 19 Mayıs gününe denk geldi.
    20 Haziran 1938 tarihli “ulusal bayram ve genel tatiller hakkında 2739 sayılı kanuna ek kanunla, Gazi Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs (1919) günü Gençlik ve Spor Bayramı olarak ilan edildi.
    Yani… 19 Mayıs Bayramı değişik isimlerle 22 yıldır yapılıyordu.
    Yazdım: 19 Mayıs şenliklerinin gençliğe mal edilmesi için, spor kongresinde “Gençlik ve Spor Bayramı” teklifini ilk kez Beşiktaşlı Ahmet Fetgeri Aşeni verdi.
    Çarşı, 19 Mayıs Bayramı’nı da her yıl büyük bir coşkuyla kutlamalıdır.
    Çünkü onun bayramıdır...
     
     
     
     
     
     
    27 MAYIS 1960 ASKERİ MÜDAHALESİNİN ÜZERİNDEN 49 YIL GEÇTİ
     
     
    Bu yılda her siyasal çevre kendi ideolojik safına göre tavır takındı; ona göre yazdı; ona göre konuştu.
    Fakat bu arada yine tarihsel maddi hatalar yapıldı.
    Son dönemde özellikle tv ekranlarında sık sık “dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama yok” genellemesiyle karşılaşıyorum.
    Örneğin; deniyor ki, “hiçbir demokratik ülkede başbakan idam edilmedi.”
    Halbuki demokrasinin beşiği sayılan Fransa’da bile başbakan idam edildi.
    15 ekim 1945’de Başbakan Pierre Laval iki haftalık jet bir yargılamayla kurşuna dizildi.
     
     
     
     
     
    Suçu?
    Vichy Hükümeti’nin Başbakanı Laval II. Dünya Savaşı’nda Almanya’yla işbirliği yapmıştı.
    Savaş bitince Laval, vatan hainliği iddiasıyla 4 ekim’de Yüce Divan önüne çıkarıldı.
    Yani Yüce Divan kararıyla sadece Başbakan Adnan Menderes idam edilmemişti.
    Hatta ne yazık ki Menderes ile Laval arasında benzerlikler de vardı.
    Örneğin her iki mahkeme de yıllar sonra önyargılı olmakla suçlandı.
    Keza… Laval, idamdan az önce hap içerek intihara kalkışmış; doktorlar eski Başbakanı kurtardıktan sonra bir manga askerin karşısına çıkarmışlardı.
    Bu durum rahmetli Adnan Menderes’in son günlerine benzemekteydi; Menderes de bilindiği gibi idamdan az önce hap içip intihara kalkışmış; kurtarıldıktan sonra idam sehpasına çıkarılmıştı.
    Tıpkı Yassıada mahkemesi kararları gibi, Laval davası da Fransa’da haksız yargılama olduğu gerekçesiyle hala tartışılmaktadır.
    Yani ne yazık ki uygarlığın beşiği sayılan Avrupa ülkelerinde bile başbakanlar idam edilmişti.
    Bu nedenle genelleme yaparken dikkatli olmak gerekir; tabii bilinçli olarak kamuoyu yanıltılmak, yönlendirilmek istenmiyorsa…
     
     
     
    Gelelim ikinci saptırmaya…
    Türkiye’de ilköğretim öğrencilerine her sabah hep bir ağızdan 'Andımız'ı okutma uygulaması yine gündeme getirildi. Bu kez Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, katıldığı televizyon programında bir üniversiteli öğrencisinin sorusu üzerine, "toplum tartışabilir, herkes tartışabilir." dedi.
    Bu söz üzerine bazı yandaş medya yazarları hemen tartışmaya atladılar.
    “İstemezük” dediler. “Andımız çocuklara işkence gibi geliyor, söylenmesin.”
    Ve eklediler: “Zaten dünyanın neresinde böyle bir uygulama var?”
    Oysa vardı…
    Üstelik “demokrasi kıblesi” ABD’de…
    Amerika’da ilköğretim öğrencileri and içiyordu:
    " I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all."
    Yani mealen diyorlar ki:
    Amerika Birleşik Devletleri'nin bayrağına; ve o bayrağın simgelediği cumhuriyete; bağlılık için and içiyorum. Herkes için özgürlük ve adaletle, Allah’ın gözetiminde, bölünmez tek vatana inanıyorum.
    Peki yandaş medya bu ABD andını bilmiyor mu?
    Umut ederiz bilmiyorlardır!
    Bilip de yazıyorlarsa, asıl ıstırap duymamız gereken bu yalancı halleridir.
     
     
     
    Soner Yalçın
    OdaTv
     
     
  3. sardunyam
    Hayatın sırları var, evrenin sırları var bizzat biz kendimiz dahi bize göre sırrız... Gördüğümüz herşeyin bir başka yönü, boyutu, açısı var...
     
    Hayata tutunmaya çalıştığımız ilk dünyasal mekanımız olan annemizin karnı belkide en özgür olduğumuz yer... Bütün dünyasal ve insansal öğretilerden uzak, kendi kendimize ve kendi halimizde içimizden geldiği gibi yaşadığımız tek mekan orası... Doğduğumuz anda ve yerde başlıyor üzerimizden inançlarını ve buna bağlı ritüelleri geçirmeleri, bizim ülkemizde örneğin, yeni doğan korkuları vardır, lohusa korkusu, al basmasıda derler falan filan, her yörede değişik ama genelde aynı içerikli şeyler yaparlar inançlarını ve bunun ritüellerini gerçekleştiren inanç yönlendiriciler...
     
    Hristiyanlar bilinen en hurafeci insanlardır geçmişten bu yana, malum herkesin neredeyse ezberlediği filmlerde şeytan çıkarma ayinleri vardır mesela, 13. rakam uğursuzluğuna inanmaları, kiliselerin korunan kutsal mekanlar olduğunu düşünmeleri, e tabi hangi dine mensup olursa insan o dinin mekanlaştırılmış ibadethanesini kutsal sayıyor, oysa kutsal diye bir kavram yok, ne mekansal olarak ne de inançsal olarak...
     
    Yahudiler başlı başına kendilerini kutsal sayıyorlar diğer insanlara nazaran!!! Oysa her insan her can kutsal sayılmalıdır ki kimse doğarken ne hristiyan, ne müslüman, ne yahudi ne de ateist olarak doğmuyor!!! Başkaları veriyor onlara bunları, sonrasında ya rıza gösterip o inanca bağlanıyorlar körü körüne ya da sorgulamaya başlıyorlar...
     
    Zaten iki tür insan var bu açıdan baktığımızda bir inanarak yaşayanlar, iki düşünerek yaşayanlar...
     
    İnanan için herşeyin bir açıklaması olmak zorunda değil zaten insan herşeyi anlayamaz takdir-i ilahidir aklının almadığı ne varsa...
     
    Düşünen insan içinse yaşamak zor ve sorgulayıcıdır, kabullenemez ona dayatıln şeyleri, aklına yetmez anlatılanlar, neden, nasıl, niçinsiz yaşayamaz...
     
    Eğer birşeyin kutsal olması gerekiyorsa oda canlıların yaşam hakkı olmalıdır, hangi inanca göre hoşgörülebilir bir canlıya din adına eziyet etmek? Ayrıca insanın aklı değerlidir ve kullanılmalıdır... Bunlar gerçekler...
     
    Yaşamımıza ilk müdahale ailemizden, sonra yaşadığımız çevreden, sonra içinde bulunduğumuz toplumdan ve nihayet günümüzde global güçlerden geliyor... Biz yokuz aslında 24 saat boyunca yönlendirilmeler var... Benim merakım bütün bunlar daha ne kadar devam eder, böyle geldi böyle mi gider yoksa insan buna bir yerde dur mu der? Öyle seziyorum ki insanlık bu gidişe dur der, akıl körü körüne inancı mutlaka birgün yener, herşey gün yüzüne açılır ve sırlar açığa çıkar...
     
    Kadim zamanlardan bu yana anlatıla gelen misaller var, geleceğe dairse kehanetler, bazılarının gerçekleştiğide görülüyor mutlaka bir cevabı var elbette, Çocukluğumdan bu yana anlatılan kıyamet senaryolarını şimdi çok başka yorumluyorum, kıyamet yaklaştığında altüst olacakmış herşey, doğru yalana karışacakmış, zalimler zulmü arttıracakmış, Allah'a inanan bir tek kul kalmayacakmış, aslnda olmadı değil...
     
    Kıyamet koptuğunda (ki kopmak fiili kullanılmaz asl-ı orjininde) yani uyanıldığında, ayağa kalkıldığında, topraktan çıkıldığında, hesap günü gelecektir, herkes eteğindekileri dökecektir, hesaplaşılacaktır, dünya dümdüz bir ovaya dönecek, kuzeydeki yumurta güneyden görülebilecek, gökten taş ve ateş yağacak, yıldızlar dürülecek, evren büzülecektir...
     
    Aslında olmuyor da değil...!!! Nasıl algıladığınıza başlı biraz...
     
    ...
     
    Bence hala uyuyor insanlar, çünkü uyumak iyi geliyor zihinlere, çalışmak zorunda kalmıyorlar, düşünmek zorunda kalmıyorlar, o yüzden inançlarla bağnazca yaşıyorlar, fantezilerini dahi inançlarştırıyorlar bu yüzden, o kadar ileri gidebiliyorlar ki bağnazlıklarında düşünen insanlar için bunu görmekten daha korkunç bir işkence türü yok, adam yılın onbir ayı içki içmekte bir abes görmez bir ay boyunca ağzına içki sürmez, oruç tutsun tutmasın farketmez, bu onun inacıdır, oysa Allah'ın zamanı yoktur, ağaçları keserler, hayvanları öldürürler, insanlar biribirini öldürüler fakat kiliseyi, sinagogu, camiyi kutsarlar, oralarda huzura erdiklerini sanırlar, oysa Allah'ın mekanı yoktur!!!
     
    Kıyam/etmedikçe bu uyku hali devam eder ve Allah'ı bir yere, bir aya, bir güne sığdırmaya çalışmak sanıları sürer gider... Tabi siz O'na Allah demek yerine evren, kainat, insan, doğa, üstün akıl, God, Rab, Nirvana, Tanrı... Ne derseniz deyin veya tümden bu olguları reddedin farketmeyecek.
     
    Bir varoluş var çünkü biz varız, bir yokuşta olacak mı olmayacak çünkü bilim kanıtladı ki var olan hiç birşey yok olmuyor, sadece değişiyor... İşte Kıyamet bu değişime giden yol olsa gerek... Aklen, ruhen, bilincen... Uyanmak gerek!
     
     
    İnsanlar bir felaketle karşılaştıklarında işte kıyamet bu olsa gerek diyor, hep bir kıyamet bekliyor, kıyamet geliyor sanıyor, oysa Kıyamet gözümüzün önünde duruyor!!!
     
    Bir insan haksız yere öldürülüyor, bir insan haksız yere mahkum ediliyor, suçlular salıveriliyor, çocuklar tecavüze uğruyor, ormanlar yanıyor, kuşlar göç edemez, balıklar yüzemez, kutuplarda yaşanamaz haller oluyor, bir tarafta kıtlık varken, diğer yanda varlıktan sapıtmışlar, ruhlarını satmışlar, kutsal dedikleri mekanlarda parayla kutsiyet satıyorlar, Allah'a rüşve veriyorlar!
     
    Şeytan ayrıntılarda, en çok sevdiği adamlarsa kutsal mekanlarda gizli hala!!!
     
    Kıyamet mi bekliyorsunuz?
     
     
     

     
    sardunyam
  4. sardunyam
    Yoksulluk ve yoksunluk aynı şeyler değil. Yoksulluk giderilebilir birşey ama yoksunluk ebedi olabilir...!
     
    Aynaya baktığımda yüzümde korkunç bir olgunluk, sonsuz bir durgunluk, anlamlı bir bakış görüyorum artık. Ne kadar çok biriktirmişim meğer... Çok eskiden yılda bir kaç kez boşaltırdım tavanaralarımda kalanları, biriken tozlanan örümcek ağı bağlayan duygularımı... Şimdi hissizim... Morfin yutmuş gibi... Halsizim...
     
    Geçenlerde hiç tanımadığım ve beni ilk kez gören biri "gözlerinizde korkunç acılar var gibi, bakışlarınız insanda tuhaf bir korku duygusu yaşatıyor" dedi... Gidip aynaya baktım... Oysa saklıyorum içimdekileri sanmıştım... Sizin mesleğiniz nedir diye sordum, psikoloji okudum ve danışmanım dedi... Artık yüzümde ve gözlerimde durağan bir acı kalmış, görüyorum onu kendime her baktığımda...
     
    Dünya böyle bir yer, hepimiz aynı yollardan geçiyoruz fakat o yol herbirimizde farklı izler bırakıyor... Hepimiz aynı filmi izliyoruz fakat film hepimizde başka hisler uyandırıyor... Hepimiz insanız ama parmak izlerimizin olduğu gibi, duygularımız, hislerimiz, düşüncelerimiz bambaşka... Bütün kahverengi gözlüleri nasıl katagorize edebilirsiniz hepimizin gözleri başka bakar evrene...! Nasıl diyebilirsiniz gözleriniz başka renk ayrışın ve yeryüzünün bütün kahvegözleri birleşin?
     
    Olabilir mi?
     

     
     
    Hep tek ve yageneyiz ancak bir o kadarda bir arada... Nazım'ın da dediği gibi bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşce...
     
    İnsanların gözlerine bakın, orada saklı bulacaksınız duygularını... Korku salıyorlar üstümüze... Korku sindirir insanları, korku yıldırır... Duygularınızı derin donduruculara kaldırmayın içinizde saklamayın hissettiklerinizi... Kaçırmayın birbirinizden gözlerinizi...
     
    Geçmişimizdir öğretmenimiz, yaşlanıyoruz yaşıyoruz, biz zamana ve mekana mahkum edilmişiz... En çok bedenimizin esiriyiz, en çok bedenimize tapınıyoruz... Vazgeçemiyoruz onun komik ve tuhaf egolarından, her geçen gün biraz daha esiri oluyor aklımız... Oysa salt akıl öyle mi?
     
    İnsana acı verende bedeni değil mi? Küçük kazalardan tutun, aşk acısına kadar en çok neremiz acır? Kimi acıya, kimi zevke tutunuyor böyle... Ama illaki bedenine... Ehlileştiremediği yegane hayvan insanın ta kendisi... İşte önümüzde bir bayram bayramın adıda kurban... Neye, kime ve nasılını düşününce bile insanım diyenin midesi bulanıyor... Aslında her insan kurbanıyla sadistçe duygular yaşıyor... Belkide hiç farketmeden...
     
    Kaç kişiyi kurban ettiniz kendinize geçmişinize dönüp bir sorun bakalım?
     
    Bedeninize daha nice yeni hazlar, yeni acılar ve yeni tatlar katacaksınız kimbilir, daha kaç kez ağlayıp kaç kahkaha atacağız kimbilir? Hatta daha neler öğreneceğiz yaşadığımız sürede, sonra gözlerimize kaç yeni yaşanmışlık çiziği atacak hayat kimbilir?
     
    Gidip aynaya bakmayacağım şimdi, gözlerimin yorgunluğu uykumu getiriyor vakitsiz uyumak istemiyorum malum zaman esasen uyanma zamanı, açıp gözlerimi kocaman kocaman etrafıma bakıyorum...
     
    Sessiz, sakin ve yorumsuzum...
     
    Sardunyam
  5. sardunyam
    Bir dokunsan bin ahh işitirsin halimden, fakat ben ahh edemez oldum...
    Bir dokunuyorum bin ahh işitiyorum herkesten...
    Gülümsüyorum,
    Bu aralar olura olmaza, kendime ve herkese gülümsüyorum...
    Bu iyi birşey mi dersin?
     
    ( Büyükler derlerdi ki, "Allah çekemeyeceği derdi yüklemez kuluna" öyle mi acaba? )
     
    Oysa bütün ölümler acı, bütün kayıplar derin, bütün ihanetler can yakıcı...
    Oysa, her yeni gün, her yeni yıl takvimlerimizin eksilen sayfaları... İlk günden, ilk andan ve ilk gözyaşından beri...
     
    Aklıma dolanlar,sırtıma aldıklarım, uçurumdan aşağı düşen dünya çocuklarını kurtaracak kadar feda ettiğim kendim... Öyle güçlü hissettiğim anlar sanki dünyayı değiştirecekmişim, sanki bütün kötülükleri silecek bütün kötüleri öldürecekmişim gibi komik hislere kapıldığım anlar... Kendimi evren kadar geniş, sonsuzluk kadar büyük, sır kadar güçlü sandığım anlar... Birden uyanışlarım ve kendimi bir serçe kadar ürkek, bir kelebek kadar narin, bir bebek kadar masum sandığım anlar hep birbirine denk düşer...
     
    Sonra felsefesini okuduğum evren, herşeyi çözdüğüm anların ardından başlar yeniden başlayışlarım... Ben hiç yanılmadığını söyleyenlerden değilim, çoktur yanıldığım ve belkide herkesten çok ben yanıldığımı anladım... Bildim ki, aslında her yenigün yeniden başlamalı düşünmeye anlamaya sormaya... Silbaştan... Ki düne ait önyargılarından arınayım...
     
    Bedeninin kıvrımlarıyla, beyninin kıvrımlarından daha çok ilgilenen insanlardan hiç olmadım,zaman zaman öyle mi olmalıydım diyede kendi kendime sorarım... Bir hayvan gibi mi yaşamalı anlamlandırmaya çalıştığımız herşey aslında bir o kadar anlamsız mıydı?
     
    Doğum neydi, yaşam neydi, ölüm neydi? Nedendi... Nedensiz miydi? Sanılarımız mıydı bizi biz yapan ve sandığımız kadar mıydı herşey, insan neden anlamlandırmak isterki? Bazen anlamsızda olamaz mıydı evren?
     
    Ölüm herkes için tek benzer şey... Hepimiz sadece o an eşitiz... Ölürüz ve öleceğimizide biliriz... Peki o zaman bunca kan neden? Bu sonsuz hırs ne için, nereye varıncaya kadar bilemem...
     
    İnsanların kimi var, kırılmış dallarına kıyamaz bir ağacın, kimi var ırzına geçmekte insanlığın... Neden?
     
    Ağlamaklıyım hayli zamandır fakat damla akmaz gözümden, içimde anı bekleyen bir tetikçi var görev süresi henüz dolmayan... Ağlasam yıkanır mı içimde tuttuklarım, akıtamadıklarım...? Anlatamadıklarım anlayamadıklarım... Ne kadar çaresizim ben...?
     
    Hayat bir ironi sahnesi, yaşam onun dalkavuğu... Sahne hiç bitmez ve perde hiç kapanmaz seyircilerdir ve oyunculardır değişen... Kimimiz bazen sahnededir bazen koltukta... İzleyiciye her daim mesaj verir sahnedekiler... Seyircinin çoğu mesajı aldığı yerde bırakır gider... İşte o an sorarsın kendine bütün bunlar neden? Eğer bir mesajı yoksa bu yaşamın ve bu oyuncuların ve kötü bitecekse bu filmin sonu o zaman koskocaman bir neden ve kahrından ortasından ikiye ayrılmış bir elmayım ben... F.Ç.G/S.O.V...
     
    Basit sorular karşısında apışıp kalırım beynimi zora programlamış üreticiler... Reflekslerim güçlü hayat kurtarırım bazen, fakat öyle anlar olur, donar kalır aklım kasap havası oynarken...
     
    İnsanım ben, nereye ait olduğunu bilmeyen, içinde özgürlük aşkı, bağımsızlık telaşı dolu... Her insan gibi tuhaf, kaçık, vahşi biraz ve kimse gibi değilim esasen...
     
    (diğer parçama, eksik tarafıma, bildiğim bütün değer yargılarımın üstünde tuttuğuma en sadık hissiyatımla) F.Ç.G...
     
    SARDUNYAM
  6. sardunyam
    Aylardan Kasım...
     
    Kasımpatı kokarken sokaklar, önünden geçtiğim her ağaç dökülen yapraklarıyla selamlarken beni ve birlikte gezindiğim sonbaharı... İçime anlatılmaz duygular çörekleniyor. Adına ne hüzün diyebilirim bunun, ne sevinç... Öyle karmaşık, öyle içsel...
     
    Biraz ağlamaklı, biraz hayranlıkla bakıyorum sarıya çalan doğaya... Öylesi sana ait hissederken kendimi, senden koparılıp atılmış bir yaprak gibiyim şimdi... İçim parçalanıyor... Dudaklarımdan çıkmak için sıraya giriyor kelimeler ve hepsi birden üşüşünce hiçbiri çıkamaz oluyor biranda... düğümlenip kalıyorum işte böyle, ne desem, ne söylesem ya da neyi tutsam içimde bilemeden sürükleniyorum sel suyuna kapılmış kuru bir dal gibi...
     
    İçimde koşup gelmek duygusu var sana doğru... Bir daha senden kopmamacasına... Şimdi seni düşlerken sanal kuramlar sürdürüyorum yeni çiftlik evimde... Hayal ne vazgeçilmez bir duygu... Ne denli iyi edici kalpleri... Ve şimdi farkettim ki hala üç nokta koyuyorum yazdıklarıma ve sana... Bitmesin, bitemesin ve sürekli akıp gitsin ister gibi...
     
    Nerden kalmıştık, ne demiştik en son, çare neydi bu yarayı iyi etmeye hatırlıyor musun? Kutuplardan, ekvatora doğru kah eriyen, kah kaynayan, kah sel olup akan sular gibi öncesi sezilmiş fakat önlem alınamamış doğal afetler gibiyim... (Kedim ve ben...) Kuruyan bahçelere dökülecek bir damla su kalmadığında genetiğimizle oynayıp bizi garip organizmalara dönüştürdüklerinde, birde ateşli hastalıklarımızı aşı ile iyi edeceklerini vaadedip sürüye kattıklarında saat kıyamete mi denk gelir?
     
    Demiştim sana aklımda tonlarca düşünce, ağzımın içinde kalabalık kelimeler çıkmak için acele etmekteler... O sebeptir ki işte böyle saçma cümleler kurup anlaşılmaz olabilmekteyim...
     
    Son zamanlarda ya hiç yağmıyor yağmur ya da birden boşaltıyor bütün enerjisini üstümüze... Bir şey söylemek ister gibi, çığlık atar gibi, korkar gibi, gelecekten, gelemeyeceğimizden... Milyonlarca insanı korkuyla sindirmeyi başardılar engerekler. Oysa Ataol Behramoğlu ne demişti bir şiirinde...
     
    TEK BAŞINALIK
     
    Ben tek başına ne yapabilirim
    Diye düşündü biri
    Ve hiçbirşey yapmamaya karar verdi
     
    Ben tek başına ne yapabilirim
    Diye düşündü bir öteki
    Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi
     
    Ben tek başına ne yapabilirim
    Diye düşündü bir üçüncü
    Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü
     
    Ben tek başına ne yapabilirim
    Diye düşündü yüzbinler
    Ve tek başınalıklarını sürdürdüler
     
    Ben tek başına ne yapabilirim
    Diye düşündü milyonlar
    Milyonlarcaydılar
     
    Ve tek başınaydılar
    Bu arada birileri
    Onlar adına
    Karar vermekteydi
     
    Tek başına olduklarını sananlar
    Topluca ortadan kaldırıldılar...
     
    İşte tamda böyle sen orada ben burada tek başına... Ve tek başımıza ortadan kaldırılacağımız günü beklemekteyiz...
     
    Ne desem?
     
    sardunyam
  7. sardunyam
    Hayli zaman oldu
    Ne kadar uzaklaştık birbirimizden
    Artık adını anmayı unutuyorum zaman zaman
    Herşeye rağmen içimde kanayan bir yer var hala
    Acısına alıştığım
    Hatta garip bir zevk alır olduğum acı!
     
    Seni özledim
    En çok gözlerini
    Sonra kokunu
    Gözlerimi kapatıp, nefesime çekmeyi isterdim
    Ellerimle keşfetmeyi
    Seni...
     
    Oysa ne çok korkuyorum
    İçimi görmenden
    Aklımı okumandan
    Gardımı indirmiş sayılmamda
    Kendimi savunacak değilim!
     
    Masum bir hayal işte
    Çocukça
    ve oldukça aptalca!
     
    Aşk bu ya,
     
    Sardunyam
  8. sardunyam
    1. kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
    2. kural: Hak yolunda ilerlemek yürek işidir,akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun,omzun üstünde ki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil !
    3. kural: Kur’an dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonra ki batıni manadır. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.
    4. kural: Kainattatki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, onu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.
    5. kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:
    Bırak kendini, ko gitsin; akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var! 6. kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk konusunda dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.
     
    7. kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.
     
    8. kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.
     
    9. kural: Sabretmek, öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.
     
    10. kural: Ne yöne gidersen git, doğu,batı,kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.
     
    11. kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Ssenden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.
     
    12. kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.
     
    13. kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca ,şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.
     
    14. kural:Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?
     
    15. kural: Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış birsanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.
     
    16. kural:Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde belebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir , ne layıkıyla sevebilirsin.
     
    17. kural: Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.
     
    18. kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır
     
    19. kural:Başkalarından saygı,ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.
     
    20. kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.
     
    21. kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi,hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek,kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.
     
    22. kural: Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdimi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.
     
    23. kural : Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı , kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir , ya kıymet bilmeyiz.
    Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadırne tefritte. Sufi daima orta yerde…
     
    24. kural : Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzünde ki halifesi olduğunu hatırlayarak , buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.
     
    25. kural : Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an da burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.
     
    26. kural : Kainat yekvücud, tek varlıktır. Herşey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti herkesin yüzünü güldürebilir.
     
    27. kural : Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır, şer çıkarsa sana gerisin geri şer yankılanır.
    Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin herşey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse dünya değişir.
     
    28. kural : Geçmiş zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.
     
    29. kural : Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten,”ne yapalım, kaderimiz böyle”deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin,ne de hayat karşısında çaresizsin.
     
    30. kural : Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
    Sufi kusur görmez kusur örter.
     
    31. kural : Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bunda ki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise ,ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.
     
    32. kural : Aranızda ki perdeleri tek tek kaldır ki Allah’a saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama !
     
    33. kural : Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışında ki biçim değil içinde ki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir.
     
    34. kural : Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.
     
    35. kural : Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.
     
    36. kural : Hileden,desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, sana zarar vermek istiyorsa, Allah da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan !
     
    37. kural :Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı.
     
    38. kural : Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım ? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
     
    Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa,yazık !
    Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.
     
    39. kural : Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
    Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.
     
    40. kural : Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma!Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
     
    Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde..
     
    Alıntı (Elif Şafak/AŞK) mutlaka okunmalı!
     
  9. sardunyam
    Karakol görevlileri ise şaşkındı. İhbar edilen gençlerin hemen hepsi eski saraya yakın ailelerin çocuklarıydı.
    Örneğin basılan konağın sahibi Medine Muhafız Komutanı Ferik Osman Paşa’ydı. Oğlu Mehmed Şamil ve yeğeni Hüseyin (Bereket) gözaltına alınanlar arasındaydı.
     
    Keza Fetgeriler, Gürcistan tahtına kadar yükselmiş daha sonra İstanbul’a göç etmiş, Saray’a yakın durmuş bir ailenin çocuklarıydı.
     
    Neyse ki iş sonunda anlaşıldı. Gençler sadece beden hareketleri yapıyorlardı; o dönem kötü gözle bakılan futbol bile oynamıyorlardı! Seryaver Mehmed Paşa’nın çabalarıyla gençler sürgüne gitmekten kurtuldular. Padişah affetmişti. Üstelik…
    Saray gençlerin beden hareketleri yapmasına izin vermişti. Korktukları olmamıştı.
    Hatta o günden sonra, Sultan Abdulmecid’in oğlu Abdulhalim Efendi ve Sultan Mehmed Reşad’ın oğlu Ömer Hilmi Efendi de gençleri destekledi; sık sık onları ziyaret etti.
     
    Saray’ın desteğini alan gençler 1903 martında Bereket Jimnastik Kulübü’nü kurdular.
    İlk başkan da konağın sahibi Ferik Osman Paşa’nın oğlu Osman Şamil oldu.
    O yıllar; Recaizade Mahmud Ekrem’in ölümsüz eseri “Araba Sevdası” romanında yazdığı gibi Batı özentili davranışların moda olduğu dönemdi. Bu dönemin gösteriş sembolü ise atlı arabalardı.
    Bereket Jimnastik Kulübü’ne gençler arabayla gidip geldikleri için halk bunlara “arabalılar takımı” adını verdi.
    Bereket Jimnastik Kulübü’nün kuruluş öyküsü böyleydi.
    Takımın kaderini 31 Mart 1909 gerici ayaklanması değişecekti…
     
     
     
    İlerici Hareket Ordusu’nun takımı
    1908 Temmuz Devrimi’ne (II. Meşrutiyet) karşı çıkan yobazlar İstanbul’da ayaklandı.
    İsyanı bastırmak için (aralarında Mustafa Kemal’in de bulunduğu) Hareket Ordusu Selanik’ten yola çıktı.
    Osmanlı aydınlanmasının simgesi Hareket Ordusu’na Edirne’de de subaylar katıldı.
    Bunlardan ikisi, Fuat (Balkan) ve Mazhar (Kazancı) adlı subaylardı.
    İkisi de sporcuydu.
    Fuat (Balkan) eskrim yapıyordu; Mazhar (Kazancı) ise güreş ve halter ile ilgileniyordu.
    İstanbul’daki gerici ayaklanma bastırıldıktan sonra bu ilerici subaylar, Bereket Jimnastik Kulübü’ndeki gençlerle tanıştılar. Onlara birlikte spor yapma fikrini götürdüler.
    Saray’ın “arabalılar takımı” teklifi kabul etti.
     
    Ancak…
     
    Devrimci subayların teklifiyle Bereket Jimnastik Kulübü’nün adı Beşiktaş Jimnastik Kulübü olarak değiştirildi.
    Fuat (Balkan)’ın Beşiktaş Ihlamur’daki evinin altındaki yer yeni kulüp binası oldu.
    Zamanla sporcu sayısı arttı; Ihlamur’dan Akaretler’deki 49 numaraya gelindi. Bir müddet sonra da 84 numaraya taşınıldı. Gençler bu binaların arkalarındaki bahçelerde jimnastik, eskrim, güreş, halter, boks yaptılar. (Bu bahçelerin bazıları günümüzde İstanbul’un en gözde lokantalarına ev sahipliği yapıyor.)
    Fuat (Balkan)’ın kulübe getirdiği ilerici subaylar arasında Dolmabahçe güvenliğinden sorumlu, eskrimci Yüzbaşı Şeref de vardı. BJK’nın eskrim takımının kaptanıydı.
    Kardelenlerin manevi annesi Türkan Saylan için “onurumuzdur” pankartını açan Çarşı grubu kuşkusuz Yüzbaşı Şeref’i iyi tanıyordu…
     
    Çarşı duyarlı duruşunu/tavrını Yüzbaşı Şeref’ten/ Şerefler’den miras almıştı. Nasıl mı?
     
     
     
    Kurtuluşun simgesi kardelen
     
    Savaş kaybedilmiş ve İstanbul işgal edilmişti.
    Yüzbaşı Şeref Mondros Ateşkes Antlaşması gereği Dolmabahçe önünde 120 askeriyle birlikte silahlarını teslim etti.
    Silahını teslim etmek Yüzbaşı Şeref’e çok ağır geldi. Ne yapacağını bilememenin çaresizliğiyle birkaç gün İstanbul sokaklarında dolaşıp durdu.
     
    Bir gün…
    Beşiktaş’ta balıkçı kahvesinde otururken yanına bir balıkçı geldi, okuma yazması olup olmadığını sordu. Teknesinin adını yazdırmak istiyordu.
    Yüzbaşı Şeref, balıkçının elindeki boyayı aldı ve sordu: Teknenin adını ne?
    Balıkçı gülen gözleriyle, “Kardelen” dedi!
    Yüzbaşı Şeref, Harp Okulu’nda öğrendiği “hat” ile yazdığı “Kardelen” ismi, balıkçının çok hoşuna gitti. “Ağam sana bir borcum var” dedi.
     
    Yüzbaşı Şeref işini bitirince divan kurulu üyesi olduğu Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ne gitti.
    Morali düzelmemişti; işe yaramaz olduğuna karar verip intihar etmeye karar verdi; kulübün tavan arasına sakladığı baba yadigarı tabancasına sahibi olduğu tek mermiyi sürdü.
     
    Tabancayı şakağına dayadı. Tam sıkacakken Bahriye Subayı Ahmed Fetgeri (Aşeni) odaya daldı.
    Hemen silahı Yüzbaşı Şeref’in elinden kaptı. Arkadaşının koltuğunun altına girip alt kata indirdi; çay ikram etti.
    Arkadaşının bu çaresizliğini yok edecek bilgiyi verdi; Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’a gitmişlerdi. Umut Anadolu’dan doğuyordu.
     
    Yüzbaşı Şeref bu sözlerle kendine geldi. Ahmed Fetgeri Beye sarıldı; son mermisini düşmana karşı kullanacağına dair söz verdi. Anadolu’ya gidecekti.
     
    Aklına Kardelen adlı tekne geldi. Balıkçı İneboluluydu, Rum meyhanelerine balık getirmişti ve ertesi sabah memleketine dönecekti.
     
    Yüzbaşı Şeref hemen hazırlanmaya başladı. Tabancasını beline sokup tam kulüpten çıkacakken Ahmed Fetgeri elinde küçük bir torbayla karşısına çıktı. “Bunu da al” dedi. “Ama söz ver Anadolu’ya gidinceye kadar içine bakmayacaksın...”
    Yüzbaşı Şeref, küçük Kardelen Teknesi’ne binip yüzlerce subay gibi gizlice Anadolu’ya gitti; Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Gazi oldu.
     
    Torbada ne mi vardı?
     
    İstanbul’da azınlıkların futbol takımları Pazar Ligi maçları oynarlardı. Beşiktaş futbol takımı bu lige kabul edilmek için ısrarla başvurmuş ama hep reddedilmişti. Sonunda Beşiktaş “Türk İdman Birliği” adı altında Türk takımlarının mücadele ettiği bir lig kurdu. 1919’da bu ligin ilk şampiyonu oldu. Ödülü ise “Ertolhd” marka bir futbol topuydu.
     
    Yüzbaşı Şeref’in torbasında işte bu futbol topu vardı!..
     
    Ahmed Fetgeri Beşiktaş’ın ilk kupa ödülünü Anadolu’ya göndermişti.
     
    Bitmedi; olayın diğer kahramanı Ahmet Fetgeri iki dönem BJK başkanlığı yaptı. Ve; 19 Mayıs’ın “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanılmasını ilk öneren isim oldu.
     
    Tüm bunlar rastlantı mı?
     
    Beşiktaş taraftarı bu devrimci tarihinden koparılıp toplumsal sorunlara sırtını dönen bir seyirci haline getirilebilir mi?
    İşte Çarşı bu mirasa sahip çıkmaktadır...
  10. sardunyam
    olduğu gibi kabul edersen sana sunulanları
    hayat güllük, aşk gülistanlık, dünya halleri
    doğuştan kusurluysan eğer,
    bir türlü oturmuyorsa yerine taşlar
    ağırıyorsa başın
    fedakarlığının sınırı yok sanıyorsan
    tükenmeyecek gibi geliyorsa sabrın
    olmalı diyorsan,
    daha iyisi
    daha güzeli
    ortalama olamıyorsan eğer
    uçlarını seviyorsan duyguların
    bıçak sırtında, çıplak ayaklarınla
    dişlerini sıkıp, geçmesini istiyorsan zamanın
    her defasında duvarlara toslayıp
    açılan dil yaralarını, onarmak için
    saklanıyor musun?
    bedeninin dengesi bozulup
    travmalarında kimselere görünmüyorsun
    derken susmayı öğreniyorsun
    fakat susmalarında başka
    verdiğinde alırlar, kıra kıra
    elleri göklere uzanan dallar
    gövdesi dünyanın merkezinde çakılı
    bir ağaç gibi,
    karşılıksız meyvelerin
    kendini koşulsuz sunuyorsun
    yaralarının üstüne dövmeler yaptırıp
    mağrur ve dik duruyorsun
    bağırsam dağları titretirim sandığı nefesi
    artık kendine yetmez oluyor
    gözlerini yumuyor
    içinden bir şarkı mırıldanıyor
    çağırışları duymuyorsun
    belki bir dostun eli omuzunda
    yol gösterip der,
    gösterir sana yapman gerekeni
    eline verdikleri neşteri
    "deşmek içinde irin tutmuş nefreti"
    senin dokundur yine seni iyileştiren
    tutmayacaktır bir başkasıyla hücrelerin
    benzer yaralar açılmış olsada vücutlarında
    yaralara kabuk bağlayan
    kendi tenindir,
    bir mayıs sabahı gelir çatarda
    pencereni açık tutarsan
    baharı koklar
    yeşerirsin yeniden
    kolların göklere uzanır
    köklerin dünyanın merkezinde
  11. sardunyam
    Sayın bayanlar baylar merhaba
    Sayın olmayan bayanlar baylar sizlere de merhaba ..
    Bindiği dalı kesenler
    Öksürüğe göre esenler
    Çabuk kırılıp küsenler
    Kendi yağlarıyla kavrulanlar
    El kapılarına savrulanlar, merhaba.
     
    Merhaba bal börek
    Merhaba zehir zemberek
     
    Konuşurken mangalda kül bırakmayanlar
    Halka talkın verip kendileri salkım yutanlar
    Dönme dolaplar, çarkıfelekler
    Sayın dönek. Bay fırıldak ..
     
    İlericiler, gericiler
    Ben demiştimciler
    Neme gerekirciler
    Hepinize merhaba.....
     
    Düşükler, kalkıklar, düşecekler
    Düşecekleri yerlere tırmananlar, merhaba.
     
    Aslanın ağzındaki ekmek
    Kendinden başkasına yarayan emek
    Zemzem'den kutsal alınteri
    Göz nuru, gözümün nuru
    Caaanım efendim, merhaba.....
     
    Merhaba ulan kör kadı...
     
    Merhaba.
    Ey, düşüp takkesi keli görünen
    Hak deyip halk cebinde eli görünen
    Ali'nin başından Veli'nin başına
     
    Veli'nin başından Ali'nin başına geçirilen külah
    Tek sigortamız : Maşallah
    Tek umudumuz : İyi olur inşallah ....
     
    Merhaba.
    Ey sırça köşkte oturup da komşusuna taş atanlar
    Teker kırıldıktan sonra yol gösterenler
    Vakitsiz öttü diye başı kesilen horoz
    Suyu pisletti diye kurdun yediği kuzu
    Uyan artık heey, Üsküdar'da sabah oldu .....
     
    Merhaba.
    Gözünün üstünde kaşın var dedirtmeyenler
    Üstü bıyık altı sakal diye tükürtmeyenler
    Mersin'e tersine gidenler
    Ey, dokunulmayan zülfiyar ....
    Merhaba.
     
    Merhaba, verilip de tutulmayan sözler
    Merhaba doymayan gözler
    Merhaba dolmayan göbekler ....
     
    İskemleler, işkembeler, merhaba.
    Yurdumun ağaçsız toprakları
    Topraksız ağaçları
    İnsansız topraklarım
    Topraksız insanlarım ....
     
    Merhaba özgürlük yolunda yaralanıp yitenler
    Merhaba bu yolda dökülüp bitenler
    Merhaba söylenmemiş en güzel söz
    Merhaba güzel yarınlar
    Merhaba güzel yarınlar ......
     
    İşte girdik alana
    Selam verdik dört yana
    Sözümüz anlayana
    Merhaba.....................
     
    "Bir GENCO ERKAL Siiri "


  12. sardunyam
    ölüm kokuyorsun her kokladığımda sevgili
    zoruna gitmesin
    ölümden başka gerçek görmedim
     
    dudaklarım her değdiğinde alnına
    soğuk bir mermer dokunuyor yüzüme
    parmak uçlarınsa kitlesel imha
     
    kavrulmuş bir yürektir
    nefes aldığında içine dolan
    soyutla kendini öğretilmiş ayıplardan
     
    sardunyam
     
    sibel....
  13. sardunyam
    yalancı cennetin
    hayalet melekleri
    kürtaj ettiler bütün dinleri
     
    kutsanan ile kutsal olan
    karışır birbirine
    ruhsuzdur tapınak şövalyeleri
     
    kral çıplak onüçüncü fi tarihinden
    yüreksiz doğdu el öpüp, etek tutan
    mezun oldu, şarlatan akademisinden
     
    sardunyam
     
    sibel ....
  14. sardunyam
    Dalgınmışım
    Yorgunmuşum
    Kırgınmışım
    Kızgınmışım
    Deliymişim
    Huysuzmuşum
     
    Evet dalar giderim çoğu zaman, baktığım boşluğu görmeyecek, yanımda konuşulanları duymayacak, anlatılanları anlamayacak kadar üstelik...
     
    Dalıp dalıp gitmelerimin, yolda karşılaştığımın yanından kör gibi geçmelerimin nedeni bu arsız ruhum...
     
    Ne düşünüyorsun bu kadar diyorlar, çoğu kez altında başka manalar arayarak!
     
    Oysa aklım nerelerde!
     
    Şimdi ben buradayken, böylece duruyorken, dünya dönüyorken işkence görmekte olanların çığlıklarından, tacizci amca, dede, baba, abi v.s. ile karşılaşan küçücük çocuğun korku dolu gözleri ile gözüme bakmasından, töreydi, namustu, namussuzluktu, esasında günah keçisi bulmaktı adı ya işte o cinayetlere kurban edilen, onlar ölürken derin bir ohh çeken ERKEK(!)lerin vurduğu kadınların, ellerime tutunmaya çalışan buz kesmiş ellerinden, Kanadalı kürk avcılarına bebeksi gözleri ile bembeyaz bakarken, başlarına yedikleri sopaların acısını ensemde hissettiğimden, arabaların altında kalıp can çekişen sokak kedileriyle ruhum ezilirken, midem bulanırken, başım ağrırken sigaradan bir zehirli nefes daha çekerek dalıyorum işte...
     
    Küsüyorum işte...
     
    Ya hiç görmemek bir ödüldü başkalarına
    Ya herşeyi görmek bir lanetti benim gibilere...
     
    Suçlular ödüllendiriliyorken, masumların darağaçlarına gönderilmesinden nefret ediyorum...
     
    Allah diyen dillerin altında saklanan şeytanların pis kokulu yalanlarından tiksiniyorum...
     
    Koca koca kodamanların, yüksek yüksek kürsülerde "cağız, ceğiz, cektik, caktık" demelerinden kulaklarımı tıkıyorum...
     
    Hüseyin Üzmez'lerden, onu aklayanlardan, taciz ettiği çocuğa "psikolojisi bozulmamıştır" raporu verenlerden, vicdanları sızlamayanlardan, utanmayanlardan ya sabır çekerek dayanamıyorum...
     
    İnsanların vicdanını sömürerek paralarını bağış adıyla alıp menfaat sağlayan Deniz Feneri gibi kirli kurumlara tahammül edemiyorum...
     
    Güneydoğulu çocukların çıplak ayaklarını görmeyen, onların üzerinden siyaset yapan politikacıların boğucu seslerine irkiliyorum...
     
    Dünyanın her yerini kan gölüne çeviren çocuk katili devletlerin, palavrayla şov yapan başkanlarından gözlerimi kapatsamda kaçamıyorum...
     
    Geceleri insan etiyle beslenip, gündüzleri insan hakları savunucusu kesilen vampirlerle aynı havayı solumamak için nefesimi tutuyorum...
     
    Hayvan katliyamları yapan avcılardan, kurtaramadığımız her canlının vebaliyle uykusuz kalıyorum...
     
    Üzerinden araba geçen sokak köpeğinin sakat bacağını sürüye sürüye kaçmaya çalışırken baktığım, beni delip geçen gözlerinin ateşinden sıtmalanıyorum...
     
    Beş yıldızlı otellerde, lokantalarda ya da lüks evlerinde şımarıklık edip çöplere atılan yiyeceklerin varlığından haberdar olmayan, açlığın acısı ile herkesin aç olduğunu sanan Afrikalı çocukların hüzün dolu bakışlarından korkuyorum...
     
    Annesi, babası bir hain kurşunla kurban giden çocukların topladığı mezarlık güllerinin kokusuyla dağlanıyorum...
     
    Bütün dünyada hergün aç uyuyan milyonlarca insanı görmeyenlerin hayrına yaptırılan ektra süper lüks camilerle hidayete ereceklerini sanmalarını anlayamıyorum...
     
    Papa bilmem kaçıncı şeyin, dışına giydiği beyaz örtünün altında sakladığı zalimliklerin farkedilemeyişinden bağırmak istiyorum...
     
    sonra böyle dalıp dalıp gidiyorum
  15. sardunyam
    SATILIK VATANDAŞ...
     
     
    Keşke böyle olmasaydı...
    Büyük bir ihtimalle, eğer bir SATILIK VATANDAŞsanız bu metni sonuna kadar okuyamayacaksınız.
    Çünkü daha yazının başlığını görür görmez SİZDEN söz edildiğini anlayacaksınız...
    Size tavsiyem; metni sonuna kadar okumanız ve pişman olmanız,aklınızın başınıza gelmesi,tövbe etmeniz (Dua edelimde yanında bulgur,kömür gibi maddi çıkar olmayan ve sadece kelimlerden oluşan bu yazı bir iki kişiyi doğru yola yöneltsin...kimbilir belki işe yarar)...
    Bu kadar adice bir olayda GURUR yapmak bile çok komik,acı ve çocukça..Çünkü ortada GURUR diye bir şey YOK!
    Yazının içeriği birilerine "ağır" gelebilir..
    Ama arkanıza dönüp yaptıklarınıza bir bakın..
    Bizlerin VATAN dediği ülkemizi ne hale getirdiniz?...
    Hangisi daha "ağır"?
    Artık bazı şeyleri görmezden gelemiyeceğiz(üzgünüz)..Çünkü TEHLİKE görmezden gelinmeyecek kadar çok..Milyonlarca! Yıllardır bir şeylerin farkında olan aydınlık insanlar bu TEHLİKEYİ işaret etti...
    Kimisi eceli ile öldü..
    Kimisi FAİLİ MEÇHUL! oldu...
    Kimine DİNSİZ dediler...
    Kimine ÇAMUR attılar...
    Yıl 2009 bu olaylar artan bir hızla ve iştahla devam ediyor...Yetkililer bakıyor...Yetkisizler gülüyor...Sorumlular uyuyor...Sorumsuzlar seviniyor...
    Bu ülkede birileri sürekli "farklılıklar" üzerinden bir şeyler demek istiyor ama hala diyemiyor..Ama artık BAKLA ıslana ıslana çürümek üzere...Kokmaya bile başladı...
    GERÇEKLERİ dile getirmekten kimse korkmasın...Yüzleşmek bazen iyi ve güzel sonuçlar doğurabilir...Bir şeyler değişir umudu ile yıllardır bekledik...Gördüğümüz rakamlara inanmak istemedik..."bir hata olmalı" dedik...bir seçim daha bekliyelim dedik...bir daha ve bir daha...
    Ama ARTIK YETER!
    Bu ülkede milyonlarca müslüman var KABUL EDİN...
    Bu ülkede milyonlarca alevi var KABUL EDİN...
    Bu ülkede on milyonlarca LAİK ve ÇAĞDAŞ vatandaş var KABUL EDİN...
    Bu ülkede milyonlarca aydınlık erkek ve kadın var KABUL EDİN...
    Ve bu ülkede ne acıdır ki milyonlarca SATILIK VATANDAŞ var KABUL EDİN!
    Eğer hala SATILIK VATANDAŞIN kim olduğunu bilmiyorsanız aşağıdaki satırlarda onların bir kısmını bulacaksınız...Onlar artık her ilde,ilçede,sitede,sokakta ve mahallede...Ve hızla artıyorlar...
    İşte SATILIK VATANDAŞ;
    Satılık Vatandaş aptal ya da cahil değildir.Aksine akıllıdır,kurnazdır,sinsidir..Kendi çıkarının nerede oluduğunu çok iyi bilir..
    Satılık Vatandaş bir kaç yıl sonrasını düşünmez..Günü kurtarmak onun için daha önemlidir..
    Satılık Vatandaş Türkiye Cumhuriyetinin değerlerini aradan geçen 85 yıla rağmen hala içine sindirememiştir...Osmanlı hayali ile ülkeyi karıştıranlara çan-ak tutar...destekler...alkışlar...
    Satılık Vatandaş ATATÜRK'E hakaret etmekten ve küçük düşürmekten utanmaz...Bu işi planlı yapanların her zaman yanındadır...
    Satılık Vatandaş Laikliği hiç sevmez...onu yeniden tanımlamak gibi komik yollara sapar...ve en kısa zamanda Laikliği ortadan kaldırmak için pusuya yatmıştır...
    Satılık Vatandaşın dini-imanı-kitabı yoktur...O çıkarları için müslümanım der,Cumaya gider,Oruçluyum der....
    Satılık Vatandaş, İslamiyeti sonuna kadar sömürür yada sömürenlere OY verir!..
    Satılık Vatandaş, ülkeyi çok büyük bir ekonomik krize sürüklerken sülalesi zenginleşenleri koruyandır...
    Satılık Vatandaş, Şerefli Türk Ordusuna çirkince saldıran dinci gazeteleri alandır...
    Satılık Vatandaş, Amerikanın kuklası olan HOCAEFENDİLERİN dizleri dibinden kalkıp ülkeyi bölmek için devlete SIZANDIR...
    Satılık Vatandaş,sanal ortamda yüzbinlerce e-mail yolu ile ATATÜRKÇÜ düşünce sistemini kötüleyen,aşağılayan okumuş! gençtir...
    Satılık Vatandaş,plazalarda Avrupa kahvesini yudumlarken bir yandan da yarın yazacağı BÖLÜCÜ MAKALEYİ planlayandır..
    Satılık Vatandaş,Kuran Kursunda küçücük çocukları taciz eden ALLAHSIZ yobazdır...
    Satılık Vatandaş,dergahlarda CUMHURİYET düşmanı bir ALTIN NESİL! yetiştiren soysuzlardır...
    Satılık Vatandaş,YETİM HAKKINI seçim rüşvetine çeviren ilkesiz siyasetçidir...
    Satılık Vatandaş,bu gerçeği bildiği halde çok küçük bir menfaat için siyasi tercihini değiştiren onursuzlardır...
    Satılık Vatandaş 14 yaşında ÇOCUKLARI taciz ve tecavüz edenleri seven,koruyan sapıklardır...
    Satılık Vatandaş,kafasına geçirdiği bir BEZ PARÇASI ile insanları NAMUSLU-NAMUSSUZ diye ikiye bölen dinci dinsizlerdir...
    Satılık Vatandaş,Sivas-Madımakta laik ve çağdaş diye namuslu insanları diri diri yakan şerefsizler ve onları destekleyenlerdir...
    Satılık Vatandaş,Kıbrısın elimizden kayıp gitmesine seyirci kalanlardır...
    Satılık Vatandaş,Terör örgütüne sahip çıkan siyasi partiye OY veren milyonlardır...(bu insanlar ile PKKlı hainler arasında hiç fark yok...kendimizi kandırmayalım...)
    Satılık Vatandaş,Bölücü örgüt başı haine saygısı yüzünden SAYIN diyenlere kol kanat gerenlerdir...(Onurlu hangi vatandaş SAYIN APO der,ey güzel milletim?)
    Satılık Vatandaş,benim geleceğim,şerefim ve huzurum için ŞEHİT olan vatan evladına KELLE diyenleri koruyandır...(Hangimizin aklına Ankaralı,urfalı,Trabzonlu ya da Konyalı ŞEHİT vatan evladına KELLE demek gelir..Nasıl bir insan! bu kelimeyi kullanır sevgili kardeşim?)
    Satılık Vatandaş,PKK ya maddi ve manevi destek veren hainlerdir...
    Satılık Vatandaşın her zaman bir bahanesi vardır...
    Satılık Vatandaş,gözleri olup görmeyen,kulakları olup duymayandır...
    Satılık Vatandaş,YARGIYI ele geçirmek isteyen ahlaksızları çılgınca alkışlayandır...
    Satılık Vatandaş,devlet kaynaklarını oğullarına ve kızlarına PEŞKEŞ çekenleri hoşgörendir...
    Satılık Vatandaş,halkın alınteri ile oluşan devlet olanaklarını utanmadan boşa harcayan siyasetçileri bağrına basandır...
    Satılık Vatandaş,Türkiyenin ÜNİTER yapısına karşı çıkan bölücülerdir...
    Satılık Vatandaş,2009 itibariyle bile kendi resmi haritalarında Türkiyenin doğusunu kendi toprağı kabul eden Ermenistana kucak açanları görmezden gelendir....
    Satılık Vatandaş,M.Kemal ATATÜRK'ü islamiyet düşmanı gibi gösteren o-NURsuzlara destek verendir...
    Satılık Vatandaş,İslamiyetin bir partisi olduğuna inanıp ALLAH ile KUL arasına siyaseti sokan acizlerdir...
    Satılık Vatandaş,Kadını ikinci sınıf insan olarak gören kişiliksizlerdir...
    Satılık Vatandaş,Özgürlüğünü borçlu olduğu TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN değerlerini yok sayıp,OSMANLIYI gündeme getirip,CUMHURİYETİ kemiren takkeli kenelerdir...
    Satılık Vatandaş,yaşam kaynağım olan ülkemin ÖZ KAYNAKLARINI yabancılara peşkeş çeken fırçabıyıklı politikacıdır...
    Satılık Vatandaş,Polisimin ve Askerimin içine bölücü cemaat militanlarını sokmaya çalışan karanlık ellerdir...
    Satılık Vatandaş,Ülkemi kaosa sürükleyen ve halkı kışkırtmaya çalışan,hedef gösteren BAŞLIKLAR atan gazetelerdeki sözde gazetecilerdir...
    Satılık Vatandaş,kanal kanal dolaşan ve görevi gerçekleri saptırmak olan
    AYDINLARDIR...
    Satılık Vatandaş,Ormanlarımı kendi küçük menfaati için satan,kesen,yakan vatan hainleridir...
    Satılık Vatandaş,ülkemin ANAYASASINDA yazılı olan ve değiştirilmesi teklif bile edilmeyecek olan ESASLARI yontmaya çalışan beyni yıkanmış tarikat elemanlarıdır...
    Satılık Vatandaş,(kendi öz çocukları dahil) minicik beyinleri çirkin ve tehlikeli fikirler ile dolduran ruhsuzlardır...Satılık Vatandaş,duygu sömürüsü ve dinci söylemler ile KİRLİ SİYASETE para toplayan YARDIM DERNEKLERİNİN çalışanlarıdır...
    Satılık Vatandaş,VATANDAŞININ sesine kulak vermeyen ve ALAY eden pişkin siyasetçinin peşinden gidendir...
    Satılık Vatandaş,85 yıllık CUMHURİYET kazanımlarını yok sayan,küçümseyen sözde liderlerin kulu kölesi olanlardır...
    Satılık Vatandaş,kendi menfaati için bazen ATATÜRKÇÜ bazen DİNCİ görünen ve hiç sıkılmadan onun gereklerini yerine getiren ikiyüzlüdür...
    Satılık Vatandaş,küçük kazançlar için ülke gerçeklerini görmeyecek kadar alçalan gözüaçıklardır...
    Satılık Vatandaş,şerefli insanları KARALAMAK için bile bile YALANCI ŞAHİTLİK yapan omurgasızlardır...
    Satılık Vatandaş,kısa bir süre önce etekli,pantolonlu çağdaş ve özgür kadınları "iffetsiz","günahkar" diye tanımlarken şimdilerde daracık pantolon ve dizüstü etek üstüne giydiği PASPARLAK Türbanı ile utanmadan şehirlerde dolaşanlardır...(Bütün yaygara İKİ TEL KIL için miydi?)
    Satılık Vatandaş,devlet olanaklarını ülkesine hizmet yerine partisine hizmet için kullanan nursuzlardır...
    Satılık Vatandaş,yetkisi olmadığı halde Cumhuriyetin savunucularını izleyen,dinleyen ve kirli ellere rapor edenlerdir...
    Satılık Vatandaş,ANAYASANIN altını oymak için çirkin yollara sapanlara arka çıkanlardır...
    Satılık Vatandaş,Şerefli insanları karalamak ve sindirmek için bir yerlere SAHTE DELİLLER bırakan şerefsizlerdir...
    Satılık Vatandaş,ihtiyacı olmadığı halde başkasının eline geçmesi gereken YARDIMI alan insan görünümlülerdir...
    Satılık Vatandaş,para karşılığı PARTİ MİTİNGLERİNE giden ve oyunu satanlardır...
    Satılık Vatandaş,Amerikanın kuklası olan hocaefendilerin IŞIKSIZ EVLERİNDE Cumhuriyet düşmanı militanlar yetiştiren müritlerdir...
    Satılık Vatandaş,gerçekleri yazan gazetecilere "MEMUR" diyen 3 kuruşluk adamlardır...
    Satılık Vatandaş,gözü hiç doymayan ve HALKIN alınterini sömürenleri başları üstünde taşıyanlardır...
    Satılık Vatandaş,sağ cebinden alınan 100 lira yerine sol cebine 20 lira konduğunda ALLAH RAZI OLSUN diyecek kadar düşmüş olandır....
    Satılık Vatandaş,30 bin vatan evladının katili olan bebek katiline LİDERİMİZ diyen mahlukatlardır...
    Satılık Vatandaş,29 Ekimi,30 Ağustosu içine sindiremeyenlerdir...
    Satılık Vatandaş,10 Kasımlarda için için sevinenlerdir...
    Satılık Vatandaş,çocuk ve kadın istismarı üzerine din eksenli devlet kurma hayali ile ortalıkta dolaşan düzenbazlardır...
    Satılık Vatandaş,devlet sırlarını yabancı devletlere satan SATILMIŞLARDIR...
    Satılık Vatandaş,A Partisinden aldığı seçim rüşvetinin daha fazlasını B Partisi verseydi "oyumu ona verirdim" diyen ve televizyon ekranında sırıtanlardır...
    Satılık Vatandaş,aldığı para karşılığı KURANA el basıp oy veren sözde milli iradedir...
    Satılık Vatandaş,Laik,Atatürkçü,çağdaş ve Namuslu görünüp bazı kurumlara SIZAN ve zamanı gelince gereğini yapan vatan hainleridir...
    Bazı şeyleri görmezden gelmekte suçtur...Ve bizler suç işlemek istemiyoruz...Burası çok büyük fedakarlılar ve savaşlar ile özgürlüğünü kazanmış,bu uğurda YÜZBİNLERCE şehit ve gazi vermiş güzel bir ülke...85 Yıldır kimsenin dinine karışılmadı....Hergün 5 vakit ezan sesi yükseldi Konyadan,Vandan,Mersinden,İzmirden...Cuma günleri isteyen herkes namazını kıldı...Gücü yeten KURBANINI kesti..Zekatını verdi...Sağlığı el veren ORUCUNU tuttu...İmkanı olan HACCA gitti...İsteyen Kuranını evde okudu..İsteyen yazın çocuğunu KURAN KURSUNA gönderdi...CAMİLERDEKİ sular hiç kesilmedi ve isteyen defalarca ABDESTİNİ aldı...KURANIN yalan yanlış tefsirleri dahil binlerce çeşit DİNİ KİTAP her yerde satılıyor...Kim satışını engelledi?...Sapık Hocaefendiler dahil bir çok sözde din adamının bile kitapları satış rekorları kırıyor....
    Yalan mı?...
    Dini kendi çıkarı için kullanacak kadar adi olanlar bu paralar ile TV-RADYO ve GAZETELER kurdular...
    Kimse karıştı mı?...
    Söyle bana SATILIK VATANDAŞ;
    "Daha ne istiyorsun?
    Allahtan belanı mı?"
    Yetmedi mi yaptıkların?...
    Yetmedi mi senin seçtiklerinin yaptıkları?
    Öyle zamanlar oldu ki sınırları defalarca aştın...Ama hep sustuk...Niye? Sen imana gel,doğru yolu bul diye...Bir örnek daha vereyim.Belki utanırsın; Güneydoğuda binlerce ŞEHİT verdik..Senin destek verdiğin hainler ; "ALLAH YOLUNDA,DİN YOLUNDA ÖLMEYEN ŞEHİT OLAMAZ" dedi...Ve şehit olan vatan evlatlarını ŞEHİTTEN saymadı...Ve sen bu ZİHNİYETİ alkışladın..Çok merak ediyorum senin evladın şehit olduğunda da yine aynı düşüncede olacak kadar İNSANLIKTAN çıktın mı?
    Bizim yasadışı işler ile ya da karalamalar ile işimiz olmaz...
    Biz onurlu,vefalı ve dindar insanlarız...
    Ve senin sandığının aksine ALLAHI kandırmaktan ve aldatmaktan korkarız...Ama senin korkmadığın çok açık...
    Yukarıda yazılı satırlar seni etkilemedi ise ve yine bildiğini okumaya devam edeceksen senden küçük bir ricam olacak...
    Lütfen beni kırma...
    Lütfen bundan sonrada SATILIK VATANDAŞ olmaya devam et....
    Çünkü bugün sana 1 Lira verip satın alanlara inat yarın sana 2 Lira hatta 3 Lira vereceğim...
    Bekle lütfen...
     
     
     
    "SENİ SATIN ALMAYA GELİYORUM"
     
    ...saygı ve sevgi ile arz ederim.
     
    ...en büyük sır...
     
     
     
     
    Son sözü ATAMA bırakıyorum;
     
     
    "Devletin içine düştüğü yok olma tehlikesinin korkunç derinliğini görmekten aciz olan zavallılar,elbette ciddi ve hakiki çareyi görmemek için gözlerini yumarlar."
     
    K.Atatürk...
  16. sardunyam
    36 yaşında bir insanım, kendimce çok şey gördüm geçirdim, çok sayıda insan tanıdım, ilahi adaletin tecellilerini defalarca gördüm, kötülük edip ondan güzellik bekleyenlerin er geç mutlaka ama mutlaka yaptıklarının karşılığını bulduğunu gördüm, Allah'a ve onun adaletine inancım sonsuz, herkes yaptığının karşılığını mutlaka bulur... Bulacaktır...
     
    Dinini siyasetine ve çıkarına alet edenler yüzünden dinden soğudum, dindar görünenlerden korktum, ve yazık ki hala aksi ile karşılaşmadım, kim dini siyasetine ya da çıkarına alet ediyorsa onun toplum önünde dindarlığını ön plana çıkardığını görüyorum, inanç Adem'den bu yana her zaman insanlar arasında bir çeşit sömürü sebebi olarak kullanılmakta... Ha bunlar benim inancımı sarsıyor mu, asla fakat bir şey öğretiyor ki, o da, asla ama asla insanlığının önüne dindarlığını koyana güvenme çünkü muhtemelen ardında gizli şeyler saklıyordur... Zaten samimi olan inanç Allah ile kendisi arasında olandır ve bundan kimsenin haberi olmaz...
     
    O yüzden dindar olduklarına inanmıyorum, çünkü Allah'a gerçek anlamda inanan, ne birine iftira atar, ne onun şerefi ile oynar, ne haram yer, ne haksız kazanç elde eder, ne gösteriş için şaşalı bir yaşam sürer, ne kul hakkı yer, ne devleti soyar, ne insanlar arasında ayırımcılık yapar...
     
    Allah'a inanan dürüst, iyi niyetli, alçak gönüllü, merhametli ve en önemlisi ahlak sahibi olur... Yalan konuşamaz iftira atamaz... Hiç bir din aksini iddia etmez... Fakat dinleri alet edenler bunları yapar aslında buda diğer insanların onlar hakkında sağlama yapmaları için bir göstergedir... Kişiler ne söyledikleri ile değil ne yaptıkları ile değerlendirilir yoksa konuşmaya kalırsa ağzı en çok laf yapan en iyidir demek olur...
     
    Ben ilahi adaletin çok yakın zamanda bu topraklar üzerinde tecelli edeceğini ve gerçek suçlularla masumlar arasındaki farkı herkese göstereceğini biliyorum ve yürekten inanıyorum... Çünkü ben Yaratıcının adil olduğuna inanıyorum...
     
    Dünyada en zoru bir iftiraya maruz kalmak ve haksız yere cezaevinde yatmaktır... Daha büyük bir işkence çeşidi yoktur...
  17. sardunyam
    İslam'ın Darwinleri vardı
     
    İSLAMCILARIN NESİ VAR?
     
     
    Bilim ve Ütopya dergisi, sanki başımıza gelecekleri bilmiş, Mart sayısındaki kapak başlığı: "İslam'ın Darwinleri".
    Evet, bir zamanlar İslam'ın Darwinleri vardı, Câhız'lar, Birûnî'ler, İbn Tufeyl'ler, El Maksidi'ler, El Zencâni'ler, Kınalızâde Ali Efendiler ve diğerleri...
    8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15. yüzyıllardan söz ediyoruz.
    Peki bugün, bin yıl sonra İslamcıların nesi var?
    Sadece yobazları...
    Ya TÜBİTAK'ın nesi var?
    Artık TÜBİTAK da kendisinden yobazlarıyla söz ettiriyor.
    TÜBİTAK'ın Bilim ve Teknik sayısı, Mart sayısında Darwin sansürlü çıkarken, Bilim ve Ütopya dergisi İslam'ın Darwinleri'ni anlatıyor.
     
     
    İslam'ın Darwinleri'ni İslamcıların incelemesi, yazması, işlemesi beklenirdi değil mi?
    Öyle olmuyor. İslamcılar uygarlık kapısını kapamışlar; İslam tarihini yobazlık tarihine indirgemişler. Hazreti Muhammed'in önderlik ettiği o büyük uygarlık devrimine sırtlarını dönmüşler.
    Bin yıl önce cebirin, logaritmanın, kimyanın, tarih felsefesinin ve sosyolojinin temellerini atan İslam uygarlığının bilim adamları yok onların gündeminde. Yalnız hurafeler var; yalnız gösterişler ve merasimler var; yalnız fitne ve fesat var; yalnız yiyicilik var. Parmakları pergel tutmuyor artık; parmakları 50 milyarlık pırlanta yüzükler taşıyorlar.
     
     
    DEVRİMCİLERİN NESİ VAR?
     
     
    Bilim ve Ütopya, uzun yıllardan beri çok önemli bir iş yapıyor. İslam-Türk uygarlıklarının bilim birikimini söz yerindeyse yeniden keşfediyor ve yayımlıyor. Bakıyorum, çevremde birçok dostumun en çok ilgi duyduğu sayılar, bu konuyu işleyenler. Büyük bir merakla okuyoruz, inceliyoruz, tartışıyoruz. Hem de büyük mutluluklar yaşayarak; doyulmaz tatlar alarak.
    Size de önerim: Halen bayilerde bulunan "İslam'ın Darwinleri" sayısını mutlaka okuyun ve okutun. Bilim ve Ütopya'nın Şubat ayında çıkan sayısı da, Darwin'in katkılarını işliyor.
    Kaynak Yayınları da bu çabaya katıldı. "Bilimin Türk-İslam Kaynakları" dizisinde, birbiri ardı sıra çok aydınlatıcı kitaplar yayımladı.
    Haider Bammate'nin "İslam'ın İnsanlık Kültürüne Katkısı", çok özlü bir araştırma.
    Değerli bilim adamımız Yavuz Onat'ın "Tarih Boyunca Türklerde Gökbilim", Türklerin katkılarını özgün kaynaklarıyla anlatıyor.
    Sigrid Hunke'nin "Batı'yı Aydınlatan Doğu Güneşi"ni kardeşim Işık Soner çevirirken anlatıyor ve beni heyecanlandırıyordu. 486 sayfayı gözünüzde büyütmeyin; bir solukta zevkle okunuyor.
    En son Károly Kös namlı Macar'ın "Bizans'tan Osmanlı'ya İstanbul Mimarisinin Doğu Kökeni" adlı kitabını cezaevi arabasının sallantılarında İstanbul'a gidip gelirken okudum. Sallantıdan satırları düzgün çizemiyordum. Altı çizilecek, not düşülecek o kadar bilgi var ki. Birçok yerleşmiş yanlışımı düzeltti bu Károly Kös. Ayasofya'yı ve İstanbul camilerini ondan okudum. Yaman bir Macar aydını. Hayatı da hayranlık uyandırıyor. Gerçek aşkı olanlar, hiçbir zaman eğilip bükülmüyor.
     
     
    UYGARLIK İKLİMİNDE KİM VAR?
     
     
    Soruyorum: Kimler buluyor, yayımlıyor, okuyor, tartışıyor bu kitapları?
    İslamcılar mı, tarikatçılar mı, cemaatler mi?
    Onlara uygarlık ikliminde, bilim coğrafyalarında rastlanmıyor.
    Ezberlerden, hurafe ve mucizelerden beyinler sulanmış.
    İslam'ın uygarlık çağında bilime katkılarıyla uğraşanlar, yine devrimciler, bilimi rehber alanlar.
    İslam'ın uygarlık mirası, bugün kendisine İslamcıyım diyenlere ait değil. İslamcılar, tarihte ne kadar yobazlıklar var, onlara bağlanıyor; onlara yaslanıyorlar. Bilim bikrimi, her çağda devrimcilerin birikimi oluyor.
    Prof. Dr. Ali Demirsoy'u Bilim ve Ütopya'nın Şubat sayısında okuyunuz, evrim kuramını kim anlar, kim anlayamaz?
    Bugün bilim adamı, bir hücreyi alıp klonluyor, ondan koyun yapıyor; yobaz ise Darwin'e küfretmekle görevli.
    Darwin'e gözüdönmüş gergedan gibi tos vuranlar, yalnız İslam'ın uygarlık birikimine değil, İslam'a inanan halkların geleceğine de düşmandırlar.
    Yobazın tarihi, yobazlığın tarihidir.
    Uygarlık yaratanların tarihi, uygarlıkların tarihidir.
    O nedenle "İslam'ın Darwinleri" de bugün devrimcilerin mirasıdır.
     
     
    BATAN BATI'NIN KÖLELERİ
     
     
    AKP'nin dağarcığına bakınız, orada "İslam'ın Darwinleri" yok; yalnız yobazlık var; önyargı var; entrika var; hile ve desise var.
    Hem de hangi zamanda?
    Atlantik uygarlığının sonuna geldik. Batı batıyor. Uygarlığın merkezi, yeniden Asya'ya kayıyor.
    Ne beklenir?
    İslamcılar, yüzlerini Asya'ya çevirir diye umarsınız değil mi?
    Hayır, onlar Türkiye'nin en katı, en taşlaşmış Batıcılarıdır.
    Haçlı İrtica'nın mensuplarıdır onlar!
    Batı emperyalizmine kölece bağlanmışlardır.
    Onların tarikatları, cemaatleri ancak ABD emperyalizminin, AB emperyalizminin silahlı gücüyle var olabilir. Irak'taki ABD işgalcisine, Filistin'deki İsrail işgalcisine göbekten bağlanmışlardır.
    Son iki yüzyılın Türkiye tarihinin özeti budur.
     
     
    YÜKSELEN DOĞU'NUN DEVRİM GÖNÜLLÜLERİ
     
     
    Bilim eri, devrim eridir. Hakikat aşığı, her zaman devrim gönüllüsüdür.
    Her şey zamanın içindedir.
    Uygarlıklar da.
    "İbn Haldun'da Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü"nü okuyunuz; Turan Dursun ve Ümit Hassan'ın kalemlerinden.
    İslam uygarlığının serüvenini de, tarihsellikle anlayabilirsiniz.
    İnsanlığın büyük tecrübe derslerini, ister İbn Haldun'dan öğrenin, ister Darwin'den, ister Marx'tan: Yobazlığın yarını yoktur.
     
    Bilim ve Ütopya dergisine ve Kaynak Yayınları'na yürekten teşekkürler; bize uygarlık tarihimizi öğretiyorlar.
    Bilim gönüllülerine öneri: İslamcılıkla aldatılan kardeşlerimize, İslam'ın uygarlık tarihini taşıyalım.
    İslam da tarihseldir; böyle bakarsanız uygarlık birikimini görürsünüz.
     
    (aydınlık dergisi)
  18. sardunyam
    (CUMHURİYETTEN korktular!...
     
    EGE ÜNİVERSİTESİ)
     
    Kurtuluş Savaşından korktular...
     
    Kurtuluş Savaşını kazandıran Kuvayi Milliye ruhundan korktular...
     
    Türk Bayrağından korktular...
     
    AMA BELLİ ETMEDİLER HER ZAMAN ELLERİNDE İŞLERİ BİTENE KADAR
     
    İstiklal Marşından korktular...
     
    AMA BELLİ ETMEDİLER HER ZAMAN İŞLERİ BİTENE KADAR SÖYLEYECEKLER
     
    Bandırma vapurundan korktular...
     
    Samsundan korktular...
     
    1919 dan korktular...
     
    19 Mayıstan korktular...
     
    Erzurum Kongresinden korktular...
     
    Sivas Kongresinden korktular...
     
    Kadın ve Erkeğin eşit olmasından korktular...
     
    Devrim şehidi Kubilaydan korktular...
     
    Türkçe Kuran-ı Kerimden korktular...
     
    GERÇEK İslamiyetten korktular...
     
    İslam dinini öğrenmekten korktular....
     
    Gerçek İslamı anlamaktan korktular...
     
    Türkçe ezandan korktular....
     
    Nutuk dan korktular...
     
    Laik, çağdaş ve özgür TÜRK KADININDAN korktular...
     
    Sormaktan korktular...
     
    Sorgulamaktan korktular...
     
    Hesap sormaktan korktular...
     
    Hakkınızı aramaktan korktular...
     
    GÖRMEKTEN korktular...
     
    DUYMAKTAN korktular...
     
    KONUŞMAKTAN korktular...
     
    23 Nisandan korktular...
     
    30 Ağustostan korktular...
     
    29 Ekimden korktular...
     
    Bağımsız ve şerefli TÜRK YARGISINDAN korktular...
     
    ANAYASA MAHKEMESİNDEN korktular...
     
    KORKULARINDAN ELE GEÇİRDİLER
     
    Yargıtaydan korktular...
     
    Danıştaydan korktular...
     
    Cumhuriyetçilikten korktular...
     
    Milliyetçilikten korktular....
     
    ULUS devlet olmaktan korktular...
     
    ÜNİTER devlet yapısından korktular...
     
    Halkçılıktan korktular...
    Devletçilikten korktular...
    Laiklikten korktular...
    İnkılapçılıktan korktular...
     
    CUMHURİYET gazetesinden korktular...
     
    Anıtkabirden korktular...
     
    Gazilerden korktular...
     
    Şehitlerden korktular
     
    Hukuk devletinden korktular...
     
    HUKUKU ELE GEÇİRDİLER
     
    İstiklal Madalyasından korktular...
     
    NECİP HABLEMİTOĞLUN'DAN korktular...
    UĞUR MUMCU'DAN korktular...
    AHMET TANER KIŞLALI'DAN korktular...
     
    Milli Egemenlikten korktular...
    Tam bağımsızlıktan korktular...
    TAM BAĞIMSIZLIĞI ATATÜRKTEN SONRA KORUYAMADIK Kİ ETMEDİK Kİ KAYBETMEKTEN KORKSUNLAR
     
    Atatürkçü Düşünceden korktular...
    Atatürkçü Düşünce Derneğinden korktular...
     
    Türk Silahlı Kuvvetlerinden korktular...
    VE ELE GEÇİRDİLER
     
    10 KASIMDAN korktular...
     
    Şerefli savcılardan korktular...
     
    "Şu Çılgın Türkler"den korktular...
     
    CHP den, DSP den, MHP den, KAMER Genç'ten korktular...
     
    1 MAYISTAN korktular...
     
    Hakkını arayan İŞÇİDEN korktular...
     
    Hesap soran ÇİFTÇİDEN korktular...
     
    Yılbaşı kutlamasından korktular...
     
    1881 den korktular...
     
    Zübeyde Hanımdan korktular...
     
    Emin Çölaşan'dan korktular...
     
    Bekir Coşkun'dan korktular...
     
    Şehit çocuğunun gözyaşından, Gazimin kopan kolundan korktular...
     
    Çağdaş ve dinamik TÜRK GENÇLERİNDEN korktular...
     
    Alevilerden korktular...
     
    Oktay EKŞİ'den,Yılmaz ÖZDİL'den,Uğur DÜNDAR'dan korktular...
     
    Hayrettin Karaca ve Muazzez İlmiye Çığdan korktular...
     
    YARSAVdan, BAROlardan korktular...
    Doğrulardan, gerçeklerden korktular...
     
    Monşerlerden korktular....
     
    ÖZGÜR İRADEDEN korktular...
     
    14 Nisandan korktular...
     
    İLHAN SELÇUK'TAN korktular...
     
    Engellilerden korktular...
     
    CUMHURİYET mitinglerinde güneş altında saatlerce dim dik duran 80 yaşındaki analardan korktular...
     
    Necati Doğru'dan korktular...
     
    Şapka ve Kıyafet Devriminden korktular...
     
    "Atatürk Öldü Biliyor musun?" diye ağlayan minik kız çocuğundan korktular...
     
    Atamın içtiği bir kadeh rakıdan korktular...
     
    10.YIL MARŞINDAN korktular...
     
    "Ne Mutlu Türküm Diyene" demekten korktular...
     
    Köy Enstitülerinden korktular...
     
    Yılmaz Büyükerşen'den,
    Kemal Kılıçdaroğlun'dan,
    Murat Karayalçın'dan korktular..
     
    Harf Devriminden korktular....
     
    ULUS gazetesinden korktular...
     
    VATAN HAİNLİĞİNİ VATAN SEVER OLMAYA TERCİH ETMEKTEN KORKMADILAR...
     
    Mustafa MUTLU'dan, Ceviz Kabuğundan korktular...
     
    Ormanlardan, ağaçlardan, akarsulardan, meralardan korktular...
     
    Mimar ve Mühendis odalarından korktular...
     
    TÜSİAD'dan korktular...
    MÜSİAD'I KURDULAR
     
    MÜSLÜMAN İŞ ADAMLARI DEMEKTEN KORKTULAR
     
    Atatürk Kültür Merkezinden korktular...
     
    Şerefli gazetecilerden korktular...
     
    Vatanın bölünmez bütünlüğünü dile getiren Paşalardan, hakkını arayan subay ve astsubaylardan korktular...
     
    Hainleri karın tokluğuna kovalayan uzman çavuşlardan korktular...
     
    Başı açık ve namuslu Cumhuriyet kızlarından korktular...
     
    "Türkiye Laiktir Laik Kalacak" diye haykıran emeklilerden korktular...
     
    Namazını, orucunu ve yardımını GİZLİ yapan GERÇEK MÜSLÜMANLARDAN korktular..
     
    Kul hakkına saygı gösterenlerden korktular...
     
    "ATATÜRK" diye gülümseyen 1,5 yaşındaki bebekten korktular...
     
    ÇANAKKALE Savaşından korktular...
     
    BAHRİYE ÜÇOKTAN korktular...
     
     
    Mustafa Balbaydan, Ümit Zileliden, Sesli Gazeteden korktular...
     
    Atatürk resimlerinden, rozetlerinden korktular....
     
    Karga kovalayan sarışın çocuktan korktular...
     
    Birlik olup, küsmeden,yılmadan ve boşvermeden 30 dakikasını geleceğine verip SANDIĞA GİDECEK milyonlardan korktular...
     
    Sabih KANADOĞLUN'DAN,VURAL Savaş'tan,YEKTA Güngör Özden'den korktular....
     
    Tüm ihanetlerini yaşlı ve yorgun gözlerle izleyen dedelerimizden, ninelerimizden korktular...
     
    Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER'den korktular...
     
    Tarafsız ve onurlu vatandaşlardan korktular...
     
    Oyunu yani namusunu SATMAYAN yurttaşlardan korktular...
     
    Rüşvet yemeden, adam kayırmadan evine
    EKMEK götüren namuslu memurlardan korktular...
     
    Gazi'den korktular...
     
    Gazi Mustafa'dan korktular...
     
    Gazi Mustafa Kemal'den korktular...
     
    Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ten korktular...
     
    KORKULARINDAN KORKTULAR!...
     
    Ama ne acı ki daha fazla OY,
     
    Daha fazla PARA, daha fazla İKTİDAR, daha fazla GÜÇ için
    YÜCE ALLAH'I sömürmekten, kullanmaktan ve onun adına konuşmaktan KORKMADILAR!.....
  19. sardunyam
    Çocuklukta başlıyor karakter...
     
    Çocukken nasıl biriyseniz, yetişkin olduğunuzda da pek değişmiyor bu özellikler...
     
    Bence hepsi kalıtsal, yani karakterimizi oluşturan özelliklerimiz...
     
    Bana kimse sorgulamayı öğretmedi, çevremde hiç kimse sorgulayamazdı, çünkü korkarlardı...
     
    Ben hep sorardım, birgün birileri bahçemizdeki ördeklerimizi öldürdü, neden öldürdü diye düşündüm aylarca... Ne istemişti ki ördeklerimizden, neden? Milyonlarca cevabı var belki ya da cevapsız...
     
    Güneş tutulacakmış, nasıl tutulacakmış, röntgen filmleri ile bakacakmışız, neden?
     
    Kuran kursuna gönderirlerdi bizi, ordaki hoca anlatırdı, erkeklerle kızlar yanyana oturmamalı! Neden?
    Kızlar başını kapamalı! Neden?
    Gece dışarı çiş yapılmaz! Neden?
    Çarpılırsın! Nasıl?
     
    Babannem vefat etti, bir sürü kadın geldi hepsi başka birşey anlatıyor, kimi diyor yere yatırmak lazım, kimi diyor hayır, başkası geldi kına yakmak lazım ellerine dedi, yaktılar... Tutmadı tabi... Hiç biri akrabamız değildi, konu komşu... Dışarıda kediler miyavladı, içerdeki herkes korktu, kediler cesedi yermiydi? Diyorlardı...
     
    Çok acayip hikayelerdi...
     
    Ben bütün bunları neden yapıyorlar, anlamıyordum...
     
    Soruyordum...
     
    Neden, nasıl?
     
    Kimse bilmiyordu yaptıkları şeylerin nedenini, nasılını ama yapıyorlardı...
     
    Sorgulamıyorlardı çünkü ayıplanmak ve dışlanmak korkusu vardı...
     
    Ben dayanamayıp bir sürü soru sordum beni odadan attılar...
     
    Onlar ne denirse yapıyorlardı, kimsenin aklına gelmiyordu sormak...
     
    Ben hala tatminkar ve akılcı yanıt bulmazsam didik didik ederim... O yüzden yanımda kimse acayiplik yapamaz...
    Ben yokken yapıyorlar ne yapıyorlarsa...
     
    Merak bir huy, artık biliyorum... Ve daha iyi bildiğim şeyse, sormadan öğrenilmiyor...
     
    Ne yapıyorsan yap, nasıl yaşıyorsan yaşa ama ne yaptığını ve nasıl yaşadığını bilerek yaşa...
     
    Sorduklarında verecek mantıklı bir yanıtın olsun...
  20. sardunyam
    yolunu bulamamış ruh,
    tenine uyamamış can,
    yüzüne bakamamış göz,
    göğsüne yatamamış baş,
    düşünü çalamamış peri,
    parmaklarına dokunamamış el,
    rengini bulamamış gölge,
    doğamamış güneş,
    dolunamamış ay,
    kayamamış yıldız,
    tutulamamış dilek...
     
    ayna tutuyorum boyuma
    etimi budumu arşınlıyorum
    kaç okka gelir günahlarım,
    sevaplarımdan bir kafes yapılabilir mi?
    timsahlardan korusun!
     
    öc alma peşinde miydim?
    nefretten zırh kuşansam,
    intikam almakla uğraşamam...
    söve söve,
    saya saya,
    dizimi döve döve,
    unuturum...
  21. sardunyam
    doğduğunu bilen
    ölmekten korkmaz
    o hesap korkmam
    ölmekten,
    aslında ne gökgürültüsünden
    ne karanlıktan
    hatta ne kavgadan
    ne de yalnızlıktan korkmadım
    hurafelere hiç inanmadım
    korktuğum
    incitilmekti, incitmemişken
    kırmadan, kırılmaktı,
    onlarıda kabullendim yeniden...
     
    fakat hala bir korkum var
    özgürce çırpamamak kanatlarımı
    üstelik hava bahar havası olduğu halde
    ve bulutlar bembeyaz
    gök masmaviyken...
     
    hayalerimden bir uçurtma yaptım
    kuyruğuna seni bağladım
    benimse zaten kanatlarım var!
     
    sardunyam
  22. sardunyam
    Sen,
     
    Evet sen değerli vatandaşım, yurttaşım, aynı topraklar üzerinde yaşayıp, aynı havayı soluduğum, aynı yemeklerden tadıp, aynı korkularla uyuduğum, sana soruyorum... Senin önceliğin ne?
     
     
     
    Çok para kazanmak mı?
     
    Çok güzel olmak mı?
     
    Çok yakışıklı olmak mı?
     
    Çok mutlu olmak mı?
     
    Çok yükseklere çıkmak mı?
     
    En pahalı giysileri giymek, en pahalı restoranlarda yemek, en pahalı ve havalı arabalara binmek mi bütün amacın? Evlenmek mi, çocuklarını büyütmek mi, emekli olmak mı, aşık olmak mı? Nedir hayattan beklentin?
     
     
     
    Tabi bunları istemek en insani hakkın, isteyeceksin fakat öncelik sırasını iyi düşünmelisin!
     
     
     
    Vatan öncelik sıralamanda nerede?
     
     
     
    Hukukunu, yargını, askerini, polisini, sivil toplum kuruluşlarını, halkın dağıttılar sen neredesin?
     
     
     
    Eğer sen yaşadığın topraklar üzerinde bugün söz sahibiyken, bütün olan biteni bir seyirci gibi izliyorsan, anlatılan masallara inanıyorsan, başkaları tutuklanıp, asılıp, öldürülürken üç maymunu oynuyorsan, din, dil, mezhep ve ırk ayrımı yapıyorsan, seni bir dostun olarak uyarmak istiyorum...
     
     
     
    Ve bu belkide son şansımız diyorum, sen farkındasın ya da değilsin bilmiyorum, bu uğurda birşey yapıyorsun ya da yapmıyorsun onuda bilemiyorum fakat eğer bugün hak için, herkese adalet için, eşit lokma için, vatan toprağı için, talana ve yalana dur demek için hiç bir şey yapmıyorsan ve banane diyorsan yarın çok acılar çekeceğiz unutmamalısın...
     
     
     
    Filistin, Afganistan, Yugoslavya, Irak, İtalya, Lübnan ve Türkiye... Bugün bu ülkelerde yönetici olanlar emperyalistlerin uşaklarıdır... Hepsinin ortak özellikleri Amerika ve İsrail işbirliği yapmalarıdır... Onların el attığı ülkelerde kan ve gözyaşı var... İşte o yüzden sen ne kadar umursamasanda, onlar senin topraklarını senden daha çok umursayarak, senden almak için gün sayıyorlar...
     
     
     
    İşte bu yüzden ülkende herşeyin değişiyor ve sen farkedemiyorsun... Rejimin değişti, farkında mısın? Artık bu ülkede faşizm iktidardadır ve faşizm girdiği hiç bir yere barış getirmemiştir...
     
     
     
    Ne mi yapmalısın, aşağıdaki videoyu izle ve bir kaç dakika düşün, yarınların şuan elindeyken insan olmanın kendin kadar başkalarının yaşam hakkını da savunmak olduğunu unutmamalısın...
     
     
     
    Kürtçüler ve dinciler, tıpkı Kurtuluş savaşında olduğu gibi emperyalistlerle işbirliği yaptılar ve ülkeni sattılar haberin olsun! Yarın bütün bunlar olurken ben ne yapıyordum deme!
     
     
     
    Saygılar
     
    haydi gel
  23. sardunyam
    Hayalleri mi de alıp götürdün giderken, keşke onları alabilseydim senden...
    Ben, bu devrin aşığı olamadım, ayak oyunlarına, ayak uyduramadım, ne çok açık kapı bırakmışım meğer, içimde çalınmadık elmas, yakut, inci ve mercan bırakmamışlar...
     
    Kalbim bomboş derler ya, işte öyle... Ama bildiğin gibi değil, içimde değer kalmadı... Öyle boş... Bomboş...
    Şimdi öğreniyorum, hayatın acı gerçeklerini... Dostun bile gerçekte dost olmadığını, kardeşin bile kardeş...
     
    Bir anda ters esince rüzgâr, değişiveriyormuş beklentiler...
     
    (Herşey değişiyorda ben hala üç nokta koymaktayım yazdıklarıma, bu değişmiyor)
     
    Anlam yüklemekteymişim herşeye, bir ahşabı boyamak gibi birşey, kuru, yalın renksiz bir çerçeveymişsinde, her renge boyamışım... Kendi boyadığım çerçeveden görmüşüm seni...
     
    Sende bundan mı korkuyordun?
    Seni her şeyden çok sevdim derken, acaba ben bunuda mı uyduruyordum?
     
    Hadi gözlerim yanlış anladı, kulaklarım yanlış duydu, kalbim yanlış hissetti! Peki ya okuduklarım? Olabilir, okuduğumuda anlamamış olabilirim... Haklısın...
     
    Şimdi bu bile bende bir aşama, dün arabanın içerisinde geçirdiğim travma ile içimde bulunan tıkalı damarlar açıldı belki... Yazıyorum... Yaz/ı/yor/um, yorumlamayasın... Bu kendimle yüzleşme... Sen içinde yoksun, hiç olmadın... Bay X, çerçevesini boyadığım, elmaslarımı, yakutlarımı, incilerimi, mercanlarımı çalan hırsız...
     
    Aşk sana dokunmaktı bir zamanlar
    Aşk ağlamaktı sebepsiz
    Aynı noktaya bakmaktı...
    Gözgöze gelince gülmekti...
    Her sabah telefona bakmaktı,
    Anlam katmaktı, doğan güneşe...
    Şimdi herşey yapayalnız...
    Kelebekler konacak çiçek arıyor bahçemde...
     
    Biliyor musun?
    Gözüme bakıp içinde ayıp arayanlar
    Bir şey bulamadılar!
    Açtım gözlerimi kocaman, daha iyi görsünler diye, kendilerine inanamadılar!
    Çok uzun zaman oldu sevdiğim şarkıları dinlemez oldum, şarkılardan bile kaçar olmuşum... Ne çok yutmuş, ne çok tutmuşum, ne çok kırılmış, ne kadar çok kaybolmuşum...
     
    Artık anlamsızlıklara anlam yükleme çabasında değilim...
    Kendi anlamsızlığımda yok oluşun tadını çıkarıyorum...
  24. sardunyam
    Paulo Coelho'nun, Seytan ve Genc Kadin adli romanindan
    bir bolum…
     
    ..."Yollari oldukca uzunmus, yokus yukari
    gidiyorlarmis, gunes
    yakiciymis, ter icinde kalmislar, susamislar.
    Bir donemecin ardinda harika bir mermer kapi
    gormusler; kapi, ortasinda
    bir cesme bulunan altin doseli bir meydana
    aciliyormus, cesmeden
    berrak bir su akiyormus.
     
    Yolcu kapidaki bekciye donmus.
    'Iyi gunler.'
    'Iyi gunler,' diye yanit vermis bekci.
    'Burasi harika bir yer, adi ne?'
    'Burasi cennet.'
    'Ne iyi, cennete gelmisiz, cunku cok susadik.'
    'Iceri girip dilediginiz kadar su icebilirsiniz',
    demis bekci ve eliyle cesmeyi gostermis.
    'Atimla kopegim de susadilar.'
    'Kusura bakmayin,' demis bekci. 'Buraya hayvanlar
    giremez.'
    Yolcu cok uzulmus, cok susamismis, ama suyu tek
    basina icmek istemiyormus. Bekciye tesekkur edip
    yoluna devam etmis.
    Epeyce bir sure yamac yukari gittikten sonra eski
    gorunumlu,
    kucuk bir kapiya varmislar, kapi iki yani agaclikli
    toprak bir yola
    aciliyormus.
    Agaclardan birinin altinda, sapkasini alnina
    indirmis, uyur gibi yatan bir adam varmis.
    'Iyi gunler,' demis yolcu.
    Adam basini sallamis.
    'Atim, kopegim ve ben cok susadik.'
    'Surada taslarin arasinda bir pinar var,' diyen adam
    eliyle orayi isaret etmis. 'Istediginiz kadar su
    icebilirsiniz.'
    Yolcu, ati ve kopegi pinara gidip susuzluklarini
    gidermisler.
    Yolcu bekciye tesekkur etmis.
    'Istediginiz zaman yine gelebilirsiniz,' demis bekci.
    'Buranin adi ne?'
    'Cennet.'
    'Cennet mi? Ama mermer kapidaki bekci bana orasinin
    cennet oldugunu soyledi.'
    'Orasi cennet degil cehennemdi.'
    Yolcunun akli karismis 'Sizin adinizi kullanmalarina
    niye izin
    veriyorsunuz?
    Yanlis bilgi vermeleri buyuk karisikliga neden olur!'
    'Hic de degil. Aslinda onlar bize buyuk bir iyilikte
    bulunuyorlar.
    En iyi dostlarina sirt cevirenlerin hepsi orada
    kaliyor
    cunku."
  25. sardunyam
    "Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı
    Bitsin artık bu hasret kavuşalım gayrı"
     
    Diye geçer mısralar, bu şarkıyı aklıma getiren yıllar... Yirmi koca yıl geçmiş bir ömür dile kolay! Bir ömür ve bir anda anlatılmayacak kadar çok yaşananlar...
     
    Beni almaya geldiğin yere doğru yürürken ne anılar geçti gözümün önünden, kırk yıl geçmiş olsa bile üzerinden herşeyi unutsam, bir şeyi unutmayacakmışım... Onuda dün anladım...
     
    Beyazlar içerisinde bir kuğu gibi, kırmızılı bir sülün gibi, havaya karışmış eski bir anı gibi karşımdasın... Artık reşit olmuş bu çocuk, defteri yaşamak sayfaları ile kabarmış, yüreği hala ilk heyecanla atıyor olsada...
     
    Bir bilsen ne çok şey var bilmediğin...
    Bilemesemde bendn uzak neler yaşadığını!
     
    Seni ilk gördüğüm anda yolun karşı tarafındaydın sanki biran koşmak istedin, duraksadın...
     
    Neydi durduran, korkuların mı? Yoldan geçenler mi, ne derler acaba dediklerin mi?
     
    Neyse boşver!
     
    Ya o eski günler geçti mi film gibi gözlerinin önünden? Geçmişe dair pişmanlıklarımız mıydı bizi bu denli hırçınlaştıran?
    Ne çok soru vardı cevaplanmayı bekleyen, cevaplanamayan...
     
    Saçlarımız tel tel beyazlamış, birbirimizden ayrı ne günler yaşamışız!
     
    Saatlerce konuşmadan yüzündeki her çizgiyi ezberlemek istedim, fakat konuşacak o kadar çok şey vardı ki, biz saçmalayıp durduk, sanki aradan geçen yirmi yıl bir anda geri gelmiş gibi, kaldığımız yerden devam edermiş gibi... İlk aşk gibi, ilk tutku gibi, kimsenin yaşamadığı gibi...
     
    Bir tek sen anlarsın beni, bir tek sen... İçimde herşeye rağmen yeşeren yavru bir keklik gibidir sevda... Bir şen, bir hüzünlü, kırmızı güldür yüreklerimiz... Konuşurken utanmayı unutmamışız...
     
    Gözlerimizin etrafına hareler siniyor, hareler dediğime bakma maksatlı söylüyorum... Kozmetikçi tuzağı ile bakmıyorum yüzüne, ben bilirim her çizgi hayata attığı imzadır yaşayanın... Ölüler ihtiyarlamaz bilirsin!
     
    Yaşam ve hüzün dolu gözlerini görmek güzeldi... O içerisinde her rengi barındıran, siyah, kahve, ela, yeşil gözlerin... Dünyanın bütün renkleri içerisinde ve Datça mavisi bakıyor dünyaya onun gözleri...
     
    Gizem doluydu kahkahalar, fakat eminim biz şarkılar söylemeliydik... Kah gülüp kah ağlayarak... Kaç aşk sığdı gönlüne ve kaç ayrılık sürgün ettiler, ay büküldü gecenin katran karası hayallerinde...
     
    Şimdi ellerine dokunmak yeniden ne güzel ve gülerken bile bana milyon aşk hikayesi anlatan gözlerin aklımda hala... Diyor ki, ahh bilemediler, ah anlayamadılar, ah denemediler bile... Aşk ile yanmak adamların ve kadınların işidir dedim... Kaç adam ve kaç kadın kaldı bizden geriye?
     
    Ağlasanda, gülsende içimde hala eskisi gibisin... Anılarımın en taze kokusu hoşgeldin, seni ne çok özlemişim... Beni bana getirirken birbirimizi yormadık dilerim... Şimdi uyu, ve gönlüne bir yıldız tut göğün en yüksek tepesinden bilki birgün gelecek aşk penceremizden...
     
    sardunyam
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.