Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Baba İshak

Φ Yeni Üyeler
  • İçerik Sayısı

    7
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

Baba İshak tarafından postalanan herşey

  1. Baba İshak doğum gününüz kutlu olsun!

  2. Kuran'da Tanrıya Dua (Namaz) Muhammed'in Uygulamaları ve Cami Anlayışı Tanrıya dua (salat) Kuran’da tanımlanmaz ve kesin bir düzene de sokulmamıştır. Ne Peygamberin kendisi ne de sahabileri, daha sonraki din bilginleri tarafından üzerinde birleşilmiş katı biçimlenmeleri yerine getirmişlerdir. Muhammed dua törenlerini formüle ederken, hiç kuşkusuz birçok bakımlardan Ortadoğu’daki Hristiyan Keşişlerin rutin tapınmalarından (dularda düzenli aravermeler, diz üzerinde oturmalar, secdeler vb..) etkilendi. Kuran, tapınma yerleri olarak mescitler, kiliseler ve sinagoglara sadece göndermeler yapar (Kuran 22, 40 : Bir kısım insanların (kötülüklerini), diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allahın ismi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi...). Yine kiliseler ve sinagoglardan sözeden bir Hadis’e göre ise, Müslümanlara “onların içinde ibadetinizi yapabilirsiniz, orada şer yoktur” denilmektedir. Muhammed’in kendisinin arada sırada bir sinagogu ziyaret ettiği söylenir. Ayrıca Muhammed, 628 yılında Najran’dan gelen bir Hristiyan heyetine camide dua etmesine izin verdi. Muhammed, bir topluluğa, hemen hemen tüm topluma ilişkin fırsatlar ve işlerden dolayı toplu tapınmaya önem verirdi. Törensel kurallar, yani abdest alma ve namaza durma usülleri rastgele uygulanıyordu. Muhammed, şimdi Ortodoks Müslümanların ısrar ettiği gibi çoraplı ya da yalınayak namaz kılmazdı, tam tersine ayakkablarıyla tapınma alışkanlığındaydı. Sadece tozu-toprağı gitsin diye ayaklarını yere vurur ya da süpürürdü. Shadad İbn Aus, Muhammed’in “Yahudiler ayakkabları ve çizmeleriyle dua etmezler, öyleyse siz onların tersini yapın” dediğini rivayet eder (Hughes, Thomas Patrick. A Dictionary of Islam, New Delhi: Cosmo Publications, 1977, s.470) Bir hadis, namaz sırasında inananların birbirleriyle serbestçe konuştuklarını kaydeder. Muhammed’in kendisi bazı kereler, ibadet esnasında sevgili kız torunu Umama’yı omuzunda taşırdı; onu sadece eğilirken (rükuda) ve secdeye kapanırken yere oturtur, sonra onu yeniden omuzları üzerine çıkartırdı. Diğer bir hadis, Ali’den torunları Hasan ile Hüseyin’in namaz esnasında sırtına çıktıklarını söylemektedir. Kuran’ın hiçbir yerinde günde beş kez ibadet etmek için açık bir emir yoktur. Ayrıca sonraki Ortodoks İslamın beş vakit namaz reçetesinin kesin olarak Muhammed yaşarken saptandığına dair sağlıklı bir kanıt da yoktur.(Torrey, Charles Cutler. The Jewish Foundations of Islam, 2nd edn. New York: Ktav, 1967, s. 135) Konu üzerinde Kuran’ın dağınık ayetleri içinde yapılan analizler, namazların söylenildiği günün zorunlu saatleri ya da vakit sayısı hakkında herhangi bir kesin tanıma götürmüyor. Bir Müslümandan dua etmesi (namaz kılması) için istenilen vakit sayısı, bizzat Muhammed’in kendi uygulamasından da zor çıkarılabilir. Peygamber çok ibadet eden bir kişiydi. O çeşitli zamanlarda, fırsat buldukça, daima belirli vakitlerde olmayan, bir günde beş kereden daha fazla namaz kılardı. Onun ve sahabilerinden bazılarının, tıpkı Hristiyan keşişleri gibi “günün üçte ikisi ya da yarısını, ya da gecenin üçte birini” ibadet ederek geçirdikleri bilinir. (Kuran 73, 20: Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, bazan yarısını, bazan da üçte birini yatmadan ibadetle geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını Rabbin elbette biliyor...) İbn İshak, Muhammed’in Gece Seyahatı, yani Mirac sırasında göksel katların herbirinin önünde dururken, bir Müslümanın kaç vakit namaz kılması gerektiğini sorduğu üzerine bir öykü anlatmaktadır: "Bir ses 'günde elli kere' diye yanıt verdi. Aşağı inerken Musa Muhammed’e 'geri dönmesini ve her hangi bir Müslümanın böylesine sıkça namaz kılmak zorunda kalmaktan hoşlanmayacağı için sayının azaltılmasını sağla', diye konuştu. Musa tekrar tekrar onu geri göndererek derece derece otuza, sonra yirmiye, ona ve en sonunda beşe indirtti. Musa bunun bile fazla olduğunu hissettirdi, fakat tapınmayı azaltmak için bu kadar sık geri dönen Muhammed, daha fazlasını istemekten utandı ve öyle kaldı." Bu hikayenin çağrıştırdığı şey, bir Müslümanın günde elli ya da beş vakit namaz kılma zorunda olması değil, fakat “Tanrıyı sık sık düşünmesidir” (Kuran 33, 41: Ey insanlar! Tanrıyı sıkça zikredin.). Kuran’da yazılı olduğu gibi, “Tanrıyı ayakta dururken, otururken ve yatarken” (Kuran 3, 191: Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allahı anarlar...) ve hatta “ yaya yürürken ve at üstündeyken anımsamaları, zikretmeleridir”(Kuran 2, 239: Eğer -herhangi birşeyden- korkarsanız, namazınızı yürüyerek yahut at-deve üzerinde kılın...). Kuran’ın hiçbir yerinde günde beş kez ibadet etmek için açık bir emir olmadığı gibi; yukarıda belirtildiği gibi, daha sonra Ortodoks İslamın ortaya attığı beş vakit namaz reçetesinin, kesin olarak Muhammed yaşarken saptandığına dair sağlıklı bir kanıt da yoktur . İnananların üzerine bu kadar ağır yük yüklememek maksadıyla Muhammed, kendi örneğini izleyerek, Müslümanların ibadetleri üzerinde azaltma yaptı. Onun tapınmaları belirli olmayan “fasıla namazının” çeşitli vakitleri kadar, şafak öncesi-şafak sonrası, öğle öncesi-öğle sonrası, güneş batımı öncesi-güneş batımı sonrası, geceleyin ve geceyarısı sonrasıydı. Muhammed, Müslümanlar için sınırlama hissettiren düzenleme örneğini, sabah ile öğle ve akşam ile gece namazlarını birleştirip, bazı Müslümanların standart olarak değerlendirdiği gibi günde iki vakite indirerek verdi. Bu, Kuran’daki “dualarınızı gün batımında ve sabah erken yapınız” (Kuran 17, 78-79: Gündüzün güneş dönüp, gece karanlığı bastırıncaya kadar namaz kıl; bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı tanıklıdır./Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus nafile olmak üzere namaz kıl...) buyruğu üzerinde temellendirilir. Namaz kılarken yüzün çevrildiği yön dahi bir kuşku sorunu olmuştu. Mutazililer, yandaşlarının ortak duygularını geliştirmek için Mekke’ye doğru dönme talebinin Peygamber tarafından önerilmiş olması gerektiğine inanırlar. Çünkü Kuran açık bir biçimde belirtmektedir: “Yüzünüzü doğuya ya da batıya çevirmekte dindarlık yoktur” (Kuran 2,177: Hayır ve iyilik yüzlerinizi doğu veya batı yönüne çevirmeniz değildir. İman ve dindarlık Tanrıya, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmakla olur...). Ve yine “doğu ve batı Tanrınındır; bunun için her ne yana dönseniz,Tanrının yüzü oradadır”(Kuran 2,115: Doğu da Allahındır, batı da. Nereye dönerseniz Allahın yüzü oradadır, rıza gösterir...). Muhammed dua ederken, Arapça okunmasında da ısrarlı olmadı; yandaşlarına dualarını kendi ana dillerinde söylemelerine izin verdi. Bu izni almada birinciliği Salman-ı Faris’e bağışladı (Ameer Ali, Syed, The Spirit Of Islam, s. 186). Mekke yönünde programlanmış inananların geniş çoğunluğuna, bir günde birkaç kere belirli vakit sayısı, bir yabancı dil içinde (Arapça olarak) namazları monotonlaştırıldı. Müslümanlar dualarını katı bir biçimde abdes-gusül, dizüstüne oturma ve secdeye kapanma zorunluklarıyla yaptılar; dinin aslına aykırı, mekanik töre biçimine sokulmuş olarak ve hatta dindar görünüp ikiyüzlülük içinde bunlar uygulanmaktadır. Alevilikte Cemevi (ya da Meydanevi) Gerçeği ve İşlevleri Cami, cem sözcüğünden türetilmiş ve "toplanma yeri" demektir. Hemen anlaşılacağı gibi Cemevi ile aynı anlamı taşıyor. Ancak cami bu gerçek anlamından uzaklaştırılarak "Tanrının evi", "Tanrıya dua etme (namaz kılma) mekanı", "Müslümanların tapınağı" biçiminde isimlerle kutsal görev yükletilmiştir. Oysa yukarıda Kuran ayetlerinden verilen örneklerde ve Muhammed'in davranışlarında görüldüğü gibi, Tanrının adının anılması ve ona dua edilmesinin ne yeri ve zamanı ne de duruş biçimi belirlenmiştir. Gece ve gündüz boyunca inananın istediği zamanda ve yerde; yatarken, otururken, at veya deve üzerinde çeşitli pozisyonlarda, hatta raksederek Tanrıya dua edilebilir. Bir müslümanın, kilisede ve havrada Tanrısına dua edebileceği gibi, elbette ki evinin bir köşesinde, camide ya da cemevinde bunu yerine getirmesi de olağandır. Demek ki İslamın özünde, yani Kuran ve Hadislerle kesinkes belirlenmiş cami-mescid yapısı türünden bir İslami tapınak yoktur. Nasıl ki Tanrıya dua etme-yakarma (Arapça salat, Farsça namaz), Muhammed'den sonra biçim ve kurallara bağlanmış ise, camiler de, özellikle Sünni (Hanedan) İmparatorluklarında kutsanıp, İslam tapınağı olarak birer ihtişam simgesi olmuştur. Ortodoks İslamın geliştirip zorunlu kıldığı, Kilise ve Havra karşılığı dinsel tapınak olarak Cami kavramı, Heterodoks İslam'da yoktur. Abbasi dönemi heresiograflarının (din sapkınlığı yazarları) verdikleri bilgilere göre; Babek-Hurremiler dinsel törenlerini belirli gecelerde kırsalda, açık alanlarda kadın erkek toplu halde yapıyorlar. Orta yerde yakılmış bir ateşin çevresinde hepbirlikte raksederek şarkılar söylüyorlardı. Ayrıca Babekilerin, egemen oldukları bölgelerde yaşayan Ortodoks Müslümanların köylerine -kendileri içine hiç ayak basmadıkları halde- camiler yaptırdıklarını şaşkınlık içinde yazmaktadırlar. Nuvayri'nin Nihayat al-Arab adlı yapıtında anlattığına göre Karmatiler 891 yılında ilk kez Küfe yakınlarında ulaşılması güç bir kale inşa ettiler. Genişliği 13.44m. olan surların çevresinde geniş hendek kazdılar. Bu kale inşaatını çok kısa bir zamanda tamamlayıp, onun içinde çok büyük bir bina yaptılar. Heryandan gelen kadın ve erkekleri ayırım yapmaksızın buraya yerleştirdiler. Adına Dar al Hicra (Göçmen Evi) diyorlardı. Daha sonra yaklaşık iki yüzyıl boyunca Karmatiler, tapınmalarını ve topluluğun sorunlarını görüştükleri toplantılarını kale ve kentlerindeki bu Dar al-Hicra'larda yaptılar. 1051 yılı kışında başkent al-Ahsa'yı ziyaret eden Nasr al-Husrev, İslam Şeriatını tümüyle yadsıyan Karmatilerin de, kentte yaşayan Ortodoks Müslümanların (Sünni ve Şiiler) toplu dua etmeleri için bir İranlı tüccarın Cuma camisi yaptırmasına izin verdiklerini anlatmaktadır. Görülüyor ki Heterodoks İslam, yani bu proto-Alevi toplulukları, kendileriyle birlikte yaşayan Sünnilerin inanç ve ibadetlerine engel olup, kendi düşünce ve inançlarını zorla dayatmıyorlar. Ancak propaganda ve aydınlatma yoluyla Dai'ler zaman içinde başarabilirlerse onları kendi inançlarına çeviriyorlardı. Alevi konar-göçer Türkmenler'in Anadolu'dan bir Cem betimlemesi vardır: 13.yüzyılın ilk çeyreğinde, Baba İlyas'ın Piri Dede Garkın'ın Elbistan ovasında dörtyüz Türkmen obasının dörtyüz şeyhini, bir mürşid ve büyük Şeyh olarak topladığını ve kırk gün kırk gece Cem sürdürdüklerini, Elvan Çelebi Menakıbu'l Kudsiyye'sinde (s.16-17)anlatmaktadır. Cem süresince katılımcı şeyhler, Dar'a durarak yol içindeki eksiklikleri-noksanlıklarını dile getirip mürüvvet dilemekte. "Sürünerek huzuruna geldik, suçluyuz suçumuzu kabulettik!" demektedirler. Cem toplu tapınmasının sonunda, büyük bir keramet göstermiş bulunan Baba İlyas halife ve büyük Şeyh seçilmiştir... Daha sonraki yüzyıllar içinde Alevi inançlı halk toplulukları yerleşik düzene geçmiş. Bu ekonomik ve toplumsal düzenin daha alt yerleşim birimleri olan köy ve kasabalarda kurulmuş zaviye ve dergahların Meydanevi ya da Cemevinde toplu tapınmalarını, baskıcı yönetimler yüzünden gizli olarak sürdüregelmişlerdir. Alevilikte Tapınma ve Cem'in Anlamı Tapınma (İbadet), toplumun üst yapısını oluşturan değerler ve kültür katlarından olan din ve inançlar ögesidir. Genellikle kişinin, kendi dinsel inancının Tanrısına yaranması, yani kendisini iyi bir kul olarak kabul ettirebilmesi için gösterdiği davranış ve hareketlerin tümüdür, diye tanımlanabilir. Tapınma inanan ile Tanrı arasında bir anlaşma, bir bağ kurma eylemidir. Biraz açarsak; Tanrıya yaranarak onun hayırlı kulu olup, ölüm ötesindeki cezalardan kurtulma ve cennetin sonsuz nimetlerinden yararlanma amacı taşır. Ortodoks İslamda ya da İslam şeriatında namaz da diğer ibadetler de bireyseldir. Korkulan bir Tanrının zulmünden korunmak; yalvarıp yakararak bağışlanmak ve ödüllendirilmek ister inananlar. Ortodoks İslamın Tanrısı öyle bir tanrıdır ki, iyiliği de kötülüğü de o verir; insana hem günah işletir, hem de onu işlediği günahlardan dolayı cehennem ateşinde yakar. Tanrı ancak kullarını, kendisine karşı vakit namazları, oruç, hac ve zekat gibi bazı biçimsel davranış ve eylemler olan tapınma (koşullarını) yerine geririrse bağışlar. Öyle ki, Ortodoks İslam anlayışında bir kul kişisel ve toplumsal ilişkilerinde her ne türlü kötülükler yapar, günahlar işlerlerse işlesinler, iki rekat nafile namaz kılarak tövbe ederse bile Tanrı onu bağışlayıp ödüllendirecektir! Ne kolaylık değil mi? Baskıcı ve sömürücü yönetim düzenleri böylesi dinlere ve onların Tanrısına sonuna dek kuşkusuz sahip çıkacaktır. Alevilik tapınmayı bireysellikten çıkarmış, anlamının değiştirmiştir. Ne yukarıda çok kısaca açıklamaya çalıştığımız tapınma anlayışıylala ve ne de bu tür tapınmalar bekleyen Tanrı inancıyla Aleviliğin uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Alevi insanın Kuran'ı da, Rahmanı da insandır ve tapınmaları da onadır; gördüğüne tapar hayale değil. Bunları biz kafadan söylemiyoruz, aşıklarımız ozanlarımız söylüyor: "Mülk yaratıp dünya dünya Ol bahçevan heman benem ... Halk içinde dirlik düzen Dört kitabı doğru yazan Ağ üstünde kara düzen Ol yazılan Kuran benem ... Kafirdürür inanmayan Evvel ahir heman benem..."(Yunus Emre, 13-14.yy) "Mülk ile ile malik benim Muhyi vü halik (can veren ve yaratıcı) benim..." (Nesimi, 14.yy) "Ger insanı sorarsan Hak’dan gayri değildir Sıfatı nur-ı Mutlak .." (Kaygusuz Abdal, 14-15.yy) "Kuranidir sözümüz Rahmanidir yüzümüz Hakkı görür gözümüz Aldanmayız hayale..." (Turabi, 19.yy) "Ben beni bilmezdim hatır kırardım Meğer ilmim noksan imiş bilmedim Ben insandan başka İlah arardım Meğer insan İlah imiş bilmedim..." (Aşık İsmail Daimi, 20.yy) İşte bu farklı Tanrı inancı ve anlayışına sahip olan Alevilerin, öte dünyada cehennem ateşinden kurtulmak, cennetten güzel bir yer kapmak gibi bir kaygı ve istekleri de yoktur. Toplumsallaştırıp, yönünü nesnel ve yaşanmakta olan dünyaya çevirmiş oldukları tapınmalarında akılcı kurumlar yaratmışlar. Bu kurumlar işletilirken, her Alevi bireyi, tek tek kişilere ve topluma karşı duyması gerektiği sorumluluk bilincine erişir. Bu tapınma kurumları Cem erkanlarıdır: Müsahib olma, dar'a durma, tevhid çekme, semah dönme, tarık altından geçme (sitem çekme), başokutma-sorgulanma vb. tapınma biçimleri... Bu erkanlar Cem toplu tapınması içinde Cemevlerinde uygulanır. Bilindiği gibi Cem sözcük olarak, "toplantı, biraraya gelmiş insan topluluğu-cemaat, meclis" anlamına gelir. Ancak Alevi literatüründe, yüklendiği yoplumsal işlevler bakımından derin içerikli bir kavramdır. Cem, içinde yapıldığı toplumsal birimin (mezra, köy, mahalle, kasaba vb) sorunlarının konuşulup çözüme bağlandığı, yönetimine müdahele edilip düzeltilmesine-değiştirilmesine karar verildiği bir çeşit halk meclisidir.Cem aynı zamanda, topluma ve bireylerine karşı haksızlık yapmış, suç işlemiş kişilerin yargılandığı adalet mahkemeleri ve jüri topluluğudur. Cem, tarih, felsefe, edebiyat, müzik, dans ve diğer yaşamsal bilgilerin öğretildiği ve öğrenildiği öğretmen ve öğrenciler topluluğu olduğu kadar; ortak kazan kaynatarak, lokmaların birleştirilip eşitlenerek yenildiği toplantılardır. Ayrıca cem, (saz çalıp deyiş söyleyerek) müzik ve (semah dönerek) dans sanatlarının icra edildiği bir coşku ve muhabbet meclisidir. Bunlar abartma değil; eğer Alevi cemlerine sosyo-ekonomik açıdan ve bilimsel yaklaşıp, çağdaş gözle bakarsanız, çok daha fazlasını görürsünüz. Düşününüz ki, bütün bunlar ritüel (ayinsel) uygulamalar olarak gerçekleştirilir ve Alevilik'te adı cemdir, toplu tapınmadır ve Cemevi ya da Meydanevi'nde yapılır. Bunlar Ortodoks İslamın kurumlaştırdığı namazlar değil ki camide uygulansın. Hiçbirinin Ortodoks İslamın (Sünnilik-Şiilik) ibadetleriyle ufak bir ilişki var mıdır? Sünni inançlarına tamamıyla aykırıdır. Öylesine aykırıdır ki, bakınız İmam Cafer Buyruğu adıyla anılan, Alevi inanç ve erkanlarını anlatan kitap neler yazıyor cem hakkında: "Cem'de büyük küçük, güzel çirkin bir olur ve dahi (cem) cennettir. Müminleri (erkekler) melek, müslüm(e)leri (kadınlar) huridir. Yedikleri cenet taamı, içtikleri cennet şarabı, giydikleri cennet esvabıdır. Pirlerin, mürşidlerin evleri Mekke'leridir. Onları ziyaret edenler binbir kere hacı ve gazi olurlar; günahlarından kurtulur, masum ve pak olurlar..." Uzun açıklama ve yorumlara gerek var mıdır? Cennet dünyaya taşınıyor; ceme katıldınız mı, cennete girmiş oluyorsunuz. Demek ki, mekan olarak Cemevi cennet olduğu gibi, pirlerin ve mürşitlerin evleri de Kabe gibi 'tavaf' edilmesi gereken yerdir. Cem, Cemevi, Alevi kültür ve inancı birbirinden ayrı düşünülemez. Cemevi-Meydanevi bu kültür ve inancın aynı zamanda okuludur. Ne zaman ki Alevi-Bektaşi inanç ve düşüncesini, sanat ve edebiyatını, müzik ve semahını, tarif ve felsefesini Enstitüler ve Fakültelerde araştıran inceleyen, işleyip yayınlayan bölümler-kürsüler açılarak akademik çalışmalar yaygılaşır; o zaman Cemevi'nin işlevi daralır, kendikendini sınırlar. Kuşkusuzdur ki, çok işlevli olarak Cemevi, cami alternatifi değildir. Cami Alevi toplu ibadetlerinin yapılacağı yerler de değildir. Ancak Diyanet İşleri Başkanı Kilise ve Havraya saygılı olduğu kadar, Cemevine de saygı göstermeli. Alevi inancının ve tapınmalarının Sünni İslamla farklılığını kabul edip, Alevileri camiye çağırmamalı. Artık gözündeki Osmanlı Şeyhülislamı gözlüğünü çıkarmalıdır. Çağımıza yaraşır bir kişilik gözlüğüyle bakmış olsaydı, Hatayi'nin aşağıdaki şiiri bile bizi kendisine tanıtmaya yeterdi: Eğer yolumuzdan haber sorarsan Murtaza Ali'dir pirimiz bizim Göregeldiğimiz sürer gideriz Kırklar'dan ayrılmış sürümüz bizim Biz kamiliz kamile kem bakmayız Rıza kapısından taşra çıkmayız Cennet cehennem korkusun çekmeyiz Burda sorulmuştur sorgumuz bizim Kazancımız meydana götürürüz Eksiğimiz var ise bitirürüz Aşna meşrep evinde otururuz Bine sayılmıştır ölümüz bizim Derviş Hatayi der gerçek erenler Anda pişman olur bundayerenler Bin kana bir mürvet dedik erenler Gerçek erenlere dar'ımız bizim Dr Ismail Kaygusuz
  3. Alevi-Bektaşi-Batîni İslam anlayışını tanıtan sitemi sizlere sunuyorum 1- Gel Derviş 5'40 Söz : Rıza Tevfik / Müzik : Aşık Pervane 2- Ya Hüü 6'21 Söz : Harabi / Müzik : Hasan Albayrak 3- Ask 5'03 Söz : Sıtkı Baba / Müzik : Hasan Albayrak 4- Efsane 6'41 Söz : Sıtkı Baba / Müzik : Hasan Albayrak 5- Severim Sultan Cemali 4'18 Söz : Sıtkı Baba / Müzik : Hasan Albayrak 6- EyZahid 4'42 Söz : Harabi / Müzik : Hasan Albayrak 7- Merhaba 5'20 Söz : Seyyid Nesimi / Müzik : Hasan Albayrak 8- Biz 5'24 Söz : Harabi / Müzik : Hasan Albayrak 9- Yedi Derya 6'04 Söz : Virani / Müzik : Hasan Albayrak 10- Zühd-ü Riya 5'53 Söz : Harabi / Müzik : Hasan Albayrak 11- Mecma-ül Bahreyn 5'12 Söz : Harabi / Müzik : Hasan Albayrak 12- Nefes ArasiNefes Arası 4'50 Sultan Cemal : Nam-ı diğer Ahmed Cemaleddin Çelebi (1862-1921) Pîr Hünkar Hâce Bektaş-ı Veli evlatlarındandır. Sıtkı Baba'nın da mürşidi olan Cemaleddin Çelebi 1. Dünya savaşı'nda Bektaşi Mücahidin alayını oluşturarak Doğu İllerini Ruslar'dan kurtarmak için Erzurum'a değin gitmiştir. Kurtuluş Savaşında Atatürk ile yakın ilişki içinde bulunmuş. Amasya toplantısına katılmıs ve Atatürk'ün desteklenmesi için ülke çapında çalışmalar yapmıştır. 1. TBMM'de "Birinci reis Vekilliği" yapmıştır. DAHA HİC BİR VARLIK YOK İKEN KAİNATTA KAİNAT NOKTA İKEN KUDRET KANDİLİNDE AŞİKARE DÖKÜLDÜ NUR SIRRI KÜNTÜ KENZDE HER ESYA VÜCUD BULDU ÜSTAZIN NUTKU NEFESİNDE Küntü Kenz : Gizli hazine anlamındadır, bir hadise göre Allah, yaratma amacını "Ben bir gizli hazineydim, bilinmek istedim ve alemı yarattım" olarak ifade etmiştir. Zühd-ü Riya : İki yüzlü, sahte ibadet Ahmed-ı Muhtar : Hz Muhammed Kemrah : Kötü yol Ebsem Olmak : Dilsiz olmak, susmak Tamu : Cehennem Ledün İlmi : Tanrı'ya has bilgi, ilahi ve Batînı ilim, Ledün İlmli Tanrı'nın zatında saklı olan ve çabalamakla elde edilmeyecek bir Tanrı lütfudur İlim Ledün : Tanrı'nın ilmi Hak katından gelen bilgi Lamekan : Mekansız Iktida : Uyma, kabullenme Melami : Melami tarikatından olan... Men Aref : Kendini bilme, Hz Muhammed'ın "Kendini bilen, Rabbini bilir" anlamındaki hadisi. (Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu). Suzan : Yanan Mestane : Sarhoş, aşkın bütün varlığına sahip olması Sekahüm Hamri : El İnsan süresinin 21. ayetine işaret eder : "Rableri onlara gayet temiz sarap içirmiştir" Zahid : Ham sofu, olgunlaşmamış Settar : Bagışlayan Allah Hidayet : Hak Yoluna doğru yola ulaşmak Rebab : Bir tür telli Saz Kalü Bela : Bezm-i Elest'te Allah ruhlara, "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim ?" diye sorunca ruhlar : "Kalu beli (Evet öylesin) dediler. Araf Süresi" Hüü : O Allah, Allah'in temaşasi (bakıp, seyretme) mümkün olmayan zatı. Ey anlamına gelen "ya" ile o anlamina gelen "hü" kelimelerinden meydana gelen bu deyim çoğu zaman Alevi-Bektaşi Cem-ı Ayinlerinde söylenen nefeslerin öncesinde veya sonrasında kullanılır. Kemter : Eksik, noksan, aciz kul Bürhan : Ispat, delil Fehtetmek : Anlamak Hub : Güzel Didar : Yüz, Çehre Nikab : Peçe, yüz örtüsü Dembeden : Her an Alevi-Bektaşi İslam erkanı ve inancı gereğince, deme ve nefeslerdeki anatımda simgeler ve benzetmeler, karşıtların birliğini içerir. Yani bu anlatım tarzında, zıt gibi görünen, aslında bir bütünü oluşturan, hakkın iki yüzüne "Zahir (dışsal) ve Batîn (içsel)" birliğine göndermeler yapılmaktadır. Batîn, kelime anlamı olarak, iç, gizli, derun, gizli alem anlamlarına gelmektedir. Aynı zamanda Allah'ın dört isminden biridir: "Evvel, ahir, Zahir, Batîn" (Hadid Suresi)... YOL VÜCÜD SEHRİDİR KAPISI DA GÖNÜL KAPIYI AÇAN GİRER İLMİN ŞEHRİNE VÜCUDDAN İÇERİ BAKAN ERENLER ZAHİRİ BATINI GÖRÜR KENDİNDE Hak Erenler yardımcımız ola, Her Dem AŞK için olsun, Allah Eyvallah HÜÜÜ ALEVİ İSLAM İNANCINDA KISACA İBADET BUYRUN AŞK İLE DİNLEYİN... Cem Vakfi - Cem Töreni (Medet Allah)
  4. Baba İshak

    OSMANLILAR TÜRK DÜŞMANIMIYDI?

    Arkadaslar ben şuan yurt dışında yaşıyorum Osmanlı'nın Anadolu'da "Türk" halkına çok zarar verdiğini bildiğim halde yabancıların karşısında Osmanlı'yı asla kötülemem. Başlangıçta Osmanlılar ülkelerine “RUM” diyorlardı. Yavuz’dan sonra “Osmanlı” ya da “Devlet-i âl-i Osman” denilmeye başlandı. Osmanlı Devlet yönetimi ile Kapukulu Askerleri, dirlik sahipleri “Türk olmayan” dönmelerden oluşmaktaydı. Bu dönme devşirmeler; asker ya da yönetici olarak eğitilerek ve Türkçe öğretilerek devlette görev alıyorlardı. Osmanlı Hanedanlığı etrafında oluşturulan helozonik dönme Asker-Sivil yönetici sınıfın başında hanedan aileden bir “sultan” olan devlet “despotik” ve üretim ilişkileri de feodal yapıda idi. Türklük açısından baktığımızda Akkoyunlu ve Safevi Devletleri; Osmanlılar’dan daha çok Türk’tür. Türkler; Osmanlılar’da “akıl ve idrak yoksunu” ikinci sınıf vatandaşlar olup, Ermeni-Rum-Yahudi-Kürt-Arap vb. unsurlar daha ön plandaydı. İstanbul’un fethi Türkler açısından önemli bir dönüm noktasıdır. 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul’u Bizans devlet ve Ortodoks Kilise yöneticileri Osmanlılara teslim eder. Fatih Sultan (II. Mehmed’in) de 2 gün sonra Ayasofya Kilisesi ile Bizans İmparatorluk sarayına giderek törenle Bizans ve Osmanlı devlet erkanını kabul etmesiyle de Osmanlı İmparatorluğu ilan edilmiş olur. Bu durum aynı zamanda Bizans tahtına Fatih Sultan Mehmet’in getirilmesi de demektir. İstanbul’un fethi Türk tarihçilerinin abarttıkları kadar önemli bir askeri kuşatma ve muharebe değildir. Osmanlı II. Veziri Rum Zağanos Paşa gibi dönmelerin ve tükenmiş, çürümüş Bizans yöneticilerinin işbirliğiyle ve de direniş gösteren grupları katledilme operasyonu ile İstanbul alınmıştır. Rum Zağanos Paşa gösterdiği bu maharetten dolayı Vezir-i Âzamlığa (başbakanlığa) getirilmiştir. İstanbul alınmasıyla, Zağanos Paşa ile birlikte dönme devşirmelerden (Enderunlu) 34 vezir atanmıştır. Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa ve Türk vezirler görevlerinden alınmıştır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u başkent yapmış, kendisini Edirne’de tahttan indiren Vezirleri ve Türkmen Beylerini görevden alarak sürmüştür. Bizans Devlet müesseselerine uygun yeniden devlet yapılmasını gerçekleştirmiştir. Şeyhülislamlık müessesesini ve Müftülüğü de “Fener Rum Ortodoks Patrikliğine” benzer bir yapıyla Ortodoks İslam (Sünni) şeriat organizasyonuna dönüştürmüştür. Çandarlı Halil Paşa tutuklanarak Edirne’ye gönderilmiş buradaki hapishanede işkence edilerek tüm para ve mallarına el konmuş; Temmuz 1453 başında da katledilmiştir. İstanbul’un başkent olması, Fatih Sultan Mehmet ile yeni bir döneme girilir:Türk aristokratları ve Türk halkı devlet yönetiminden tamamen dışlanır. Padişah üzerindeki etkileri sona erer. Türklerin yerini Padişahın otoriter görüntüsü altında; dönme devşirme Kapıkulu-Enderun zümreleri devlet erkine sahip olurlar. II. Bayezit’in yeni fethettiği Modon, Koron, Navarino, Mora, Draç gibi yörelere Anadolu’daki Kıızlbaş zümreleri çoluk-çocuk, kadın-erkek yüzleri demirle dağlanarak zorla sürülerek iskana tabi tutulurlar. Aynı tip uygulamalar Fatih döneminde Karaman ve Konya’da da olmuştur. Rum Mehmet Paşa bölgede zulüm ve katliam yapmıştır. Atatürk’ün ataları da bu yöreden alınarak o yıllarda bugünkü Makedonya’nın Jupa bölgesinin Kocacık Köyü’ne iskan edilmiştir. Fatih ve Bayezıt döneminde; Akdeniz, Ege ve İç Anadolu Türkmenleri oymaklar ve kafileler halinde Akkoyunlu ülkesine ve bugünkü Kuzey ve Güney Azerbaycan’a göç ederler. Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar bu Türkmen topluluklarını örgütlerler. Erdebil Tekkesi’nde Türkmen yaygınlaşır ve merkezi olarak örgütlenir. Şah İsmail’in önderliğinde 24 Oğuz Boyundan olan 72 Türkmen Oymak Beyi ve 40 Seyyid Ocağından dedenin katılımıyla Erzincan’ın Sarıkaya yaylağındaki “Türkmen Kurultayı”nda Safevi Devleti”nin kuruluşuna karar verilir. Devlet 9 Eylül 1502 günü Tebriz’de kurulur. I. Selim (1512-1520)’in tahta geçmesiyle Türkmen sürgün ve katliamları daha da vahim bir hal alır. 1514’deki Şah İsmail ile Yavuz Selim arasında geçen Çaldıran Savaşı öncesi ve sonrası Anadolu’da; tarihi kaynaklar 40 ila 100 bin civarında Türkmenin katledildiğini yazmaktadır. Şafi mezhebinden Nakşibendi tarikatından Kürt mollası Şeyh İdris-i Bitlisi’nin önerisi ve planlamasıyla Doğu ve Güney Doğu Anadolu’dan Türkmenler sürülerek katledilmişlerdir. Türkmenlerin hakim oldukları idari beylikler ve toprakları; “yurtluk ve ocaklık” adı altında Yavuz’un imzaladığı boş fermanları, İdris Bitlisi oldurarak 400 Kürt Aşiret reisine, ağasına vermiştir. Yavuz Selim tarafından Erzincan Valiliğine atanan (dönme) Bıyıklı Mehmet Paşa ve danışmanı İdris Bitlisi bölgede terör estirirler. Kurban Bayramında Osmanlı muhafızları Türklere saldırarak binlercesinin kafasını keserek Erzincan’a getirip şehirde, kafataslarından minare yaparlar. Bıyıklı Mehmet Paşa Osmanlı Ordusu ile İdris Bitlisi’nin topladığı 10 bin Kürt gönüllüsüyle; Munzur dağlarına çekilen Şah İsmail’in Erzincan Valisi Nur Ali Halife Haziran 1515’de Ovacık yöresindeki Tekir Yaylağı’nda bularak bir bölümünü kılıçtan geçirirler, diğerleri kaçarlar. Dersim yöresinde Osmanlı ordusu ile Palu Beyi Çemşid ve İdris Bitlisi komutasındaki Şafi Kürt gönüllüler; on binlerce Türk Kızılbaşı katlederler. Artık Yavuz’un adı Aleviler arasında Yezit ile birlikte anılmaya başlanır ve lanet okunur. Yavuz Selim’in Mısır’ı alması ve 74. İslam Halifesi olması ile Sünnilik resmi ideoloji haline gelir ve Osmanlı İslam Devlet kimliği oluşur. Osmanlı sınırlarının genişlemesiyle de “Roma İmparatorluğu” varisi olur. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemi İslami kabuk içinde ama çeşitli uluslardan oluşan Osmanlı devlet tam bir “Roma İmparatorluğu” halini alır. Bu dönemde yine Türklere zulüm, şiddet ve katliamlar devam eder. Kürt kökenli Şeyhülislam Ebussu’ud Efendi (1545-1574)’in verdiği fetvalarla Türkmen katliamı, “İslam Şeriatı”na göre meşruluk kazanır. Bugün Sünni ilim adamları tarafından “huşu ile anılarak evliya mertebesi”ne çıkarılan Ebussu’ud Efendi, Türk katliamcısı, lanet okunacak bir zalim, İslamiyeti çıkarlarına göre yorumlayan cellat bir din ulamasıdır. Hırvat kökenli ve Nakşibendi tarikatından Kuyucu Murat Paşa da; 6.12.1606’da Sadrazam olduktan hemen sonra Anadolu’da geniş çaplı Türkmen katliamı harekatı başlatır. 70 bin Türkmeni diri diri kazdırdığı kuyulara gömdürür. Türklerin tarihinde aynı yörede olan Malazgirt ve Çaldıran savaşları iki karşıt dönemeçtir. Selçuklu Sultanı Alpaslan; Bizans’ın sınırlarını korumak isteyen İmparator Romanus Diogenes’i 26 Ağustos 1071’de yenerek Anadolu (Rum)’nun kapılarını Türklere açmıştır. Bizans başkenti İstanbul’un sahibi Yavuz Sultan Selim ise; Şah İsmail’i 24 Ağustos 1514’de yenerek Anadolu’nun kapılarını Türklere kapatarak; Alparslan ve Oğuz-Türkmen boylarından Bizans’ın intikamını almış ve doğu bölgesi hudutlarını da Kürtlerin korumalığına bırakmıştır. Cemal Şener
  5. İslam Dini, Allah’ın gönderdiği tüm Kitapları ve tüm Peygamberleri kapsar. Zebur, Tevrat, İncil, Kuran adı verilen kitaplar ile Peygamberlerden bazılarına inen suhuflar İslam Dini’nin kitaplarıdır. Adem Peygamberden, Muhammet Peygambere kadar gelen Peygamberlerin tamamı İslam Dininin Peygamberidir. İslam Dininde ibadetin şekli, zamanı, sayısı yoktur. Kuran-ı Kerim’de şöyle ibadet edeceksiniz şeklinde bir Ayet yoktur. Kuran’da şu Ayet vardır: “ ANDOLSUN Kİ SANA NE VAHYETTİYSEK, SENDEN ÖNCEKİLERE DE AYNISINI VAHYETTİK. ALLAH’IN KANUNLARINDA DEĞİŞİKLİK OLMAZ”. Yine Kuran’da: “ORUÇ SENDEN ÖNCEKİLERE FARZ OLUNDUĞU GİBİ, SANA DA FARZ OLUNDU, O SAYILI GÜNLERDEDİR.” Ayeti, “NAMAZ SENDEN ÖNCEKİLER GİBİ SANA DA FARZ OLUNDU.” Ayeti vardır. Şimdi bu Ayetlere göre ben de soruyorum: 1- Davut Peygamber, 2- Musa Peygamber, 3- İsa Peygamber, NASIL İBADET EDİYORDU? Allah’ın Kanunlarında bir değişiklik olmayacağına göre bunun özellikle SÜNNİ İLAHİYATÇILAR yada daha doğru bir deyimle LAFAZANLAR tarafından AÇIKLANMASI GEREKİR. Şimdi gelelim NAMAZ olayına. Bugün iki türlü namaz kılınmaktadır. Bunlar: 1- ÜÇ VAKİT (Şiiler tarafından kılınır.), 2- BEŞ VAKİT (Sünniler tarafından kılınır. ÜÇ VAKİT namaz EBUBEKİR’in zorla ve hile ile iktidara el koymasından sonra kılınmaya başlanmıştır. MUHAMMEDİ / İSLAMİ namaz şekli değildir. KURAN’A DAYANMAZ, İÇTİHADA DAYANIR. Bu namazı kılanlar EBUBEKİR’İN SÜNNETİ’Nİ devam ettirmektedir. BEŞ VAKİT namaz ÖMER’in hile ile iktidara el koymasından sonra kılınmaya başlanmıştır. Kısacası Ömer İKİ VAKİT ZAM YAPMIŞTIR. Bu namaz şekli de MUHAMMEDİ / İSLAMİ namaz şekli değildir. KURAN’A DAYANMAZ, İÇTİHADA DAYANIR. Bu namazı kılanlar ÖMER’İN SÜNNETİ’Nİ devam ettirmektedir. İLK CAMİ’Yİ YAPTIRAN ÖMER’DİR. CAMİLERE MİNARELERİ DİKEN DE MUAVİYE’DİR. Bu minareler Muaviye tarafından HAZRETİ ALİ’YE KÜFRETMEK amacıyla dikilmişti. NE HAZRETİ MUHAMMET, NE HAZRETİ ALİ, NE HAZRETİ FATMA, NE İMAM HÜSEYİN, NE DE İMAM HASAN BU ŞEKİLDE NAMAZ KILMAMIŞLARDIR. HANEDAN-I EHLİBEYT VE EHLİBEYT’İN YOL VE BEL EVLATLARI AYİN-İ CEM YAPMIŞLARDIR. ANADOLU’DA BİNLERCE ALEVİ PİRİ’NİN TÜRBESİ BULUNMAKTADIR. BU TÜRBELERİN HİÇ BİRİNDE PİRLERİMİZİN YAŞADIĞI DÖNEMDE CAMİ YOKTU. HİÇ BİR ALEVİ PİRİ 3 YADA 5 VAKİT NAMAZ KILMAMIŞTIR. İSLAM DİNİ’NİN NE OLDUĞUNU YADA NE OLMADIĞINI Şİİ MOLLALAR İLE EHL-İ SÜNNET LAFAZANLARI HÜNKAR HACI BEKTAŞ VELİ’DEN, PİR SULTAN’DAN, YUNUS EMRE’DEN, KARACAAHMET SULTAN’DAN, MEVLANA’DAN DAHA İYİ Mİ BİLİYORLARDI? Sözlerimi MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ ile bağlamak istiyorum: “NAMAZ KILMAK DEMEK, BAŞI YERE EĞİP, KIÇI HAVAYA KALDIRMAK DEMEK DEĞİLDİR”.....
  6. Türk halk kültürü ve sosyal hayatı içinde Bektâşîlik anlayışının önemli bir yeri vardır. Başlangıcı İslam öncesi inançlara kadar götürebilen bu anlayış, zamanla gelişerek ve yaygınlaşarak Türk toplumunda kitleleri arkasından sürükleyen tasavvûfî bir akım haline gelmiş, zengin Türk sosyal hayatı ve tasavvûfî inanç mozayiği içersinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bektâşîlik Osmanlı zamanında popüler en büyük Türk tarîkâtı olma özelliğine sahiptir. Erkân tarîkâtın kuralları, yasası durumunda olan ilkeler, törenler bütününe denir. Bu kurallar ve uygulamalar hakkında bilgi veren eserlere “erkân-nâme” denir. Tasavvuf ıstılahında sûfilerin uydukları ve uyguladıkları kurallara “âdâb- ı sofiyye”, tarikât ehlinin gözettiği ve dikkate aldığı kurallara “âdâb-ı tarikât” veya “âdâb ve erkân” denir. Tasavvufta zamana, mekana, muhataba, hâle ve makama göre bir takım âdâb vardır. Tasavvufî toplantılarda bulunanların uyması gereken edeb ve usûle “âdâb-ı sohbet”, “âdâb-ı işret ve sohbet”, şeyhin dikkate alması gereken kâidelere de “âdâb-ı şeyh”, müridin tâbi olması lazım gelen kâidelere de “âdâb-ı mürid” denir. Sûfiler, bağlı bulundukları tarikâtın kurallarına uygun olarak yaşarlar. Bu kurallar bütünü o tarikâtin âdâb ve erkânını oluşturur. İslam mistiklerinin toplum içinde uygulamaları ile ilgili hususlar “âdâb-ı sûfiyye, erkânnâme yahut mi’yar-ı tarîkat” denilen eserlerle anlatılagelmiştir. “Adâbu’l-müridîn, İrşâd’ul-müridîn, Âdâbu’s-seniyye, Sünen-i meşâyıhı Halvetiyye, Behçetü’s- seniyye, Dürretü’l-esrar ve Kenzü’l-feyz gibi sûfi literatürde örnekleri olan âdab kitaplarında yer alan konular tasavvuf klasiklerinde de ele alınıp işlendiği gibi yine tasavvuf klasiği kabul edilen Risale-i Kuşeyrî, Keşfu’l-Mahcûb, El-Lumâ, Cevâmiü Adâbi’s-Sûfiyye, Avârifü’l-Maarif, Taarruf gibi daha ziyade ıstılahât-ı sûfiyye veya Tabakât-ı sûfiyye denilen eserlerin bünyesinde de belli başlıklar altında kısmen veya geniş olarak ele alınmaktadır. Âdâba dair hususlar daha sonraki dönemlerde bilhassa Türk sûfileri tarafından mi’yar-ı tarikât, âdâb-ı tarikât, hurde-i tarikât, tarikâtnâme, usul-i tarikât, erkânname gibi isimlerle çeşitli manzum veya mensur eserlerde toplanmıştır. Tarikât pîrleri, sonra gelen müceddit, mürşit veya halifeler tarafından yazılan, yazdırılan veya derlettirilen bu gibi eserlerin, tasavvuf tarihi incelendiğinde sayı itibariyle hayli çok olduğu görülecekti. Türk edebiyatında bu tarzda yazılmış birçok eser bulunmaktadır. Eşrefoğlu Rûmî, Aziz Mahmud Hüdâî ve Bolulu Himmet’in Tarîkat- nâmeleri en çok bilinenlerdir. Gelenekle gelen bu kurallara uyma zorunluluğu vardır. Bu kurallar çok nadir değişikliklere uğrar. “Tasavvufta, önceki sûfiler tarafından tesis edilen kâideler, âdab, erkân ve usûl yani yol ve yöntem büyük önem taşır. Bir müridin gelenekten gelen bu kurallara uymadan hedefine varması mümkün değildir ve usûle uymayan vusûlden mahrum kalır, denilir. Âdab ve erkân dokunulmazlığı olan, değiştirilemez kurallardır. Âdab ve erkân sapmaları önleyerek geleneğin devamını sağlar.” Tarikât ulularınca konulan bu erkânın bozulmazlığı ile kurallar hemen hemen bütün tarikâtlarda aynıdır. “Erenler tarafından konmuş törelerin, terbiyeye dayanan geleneklerin bozulması, kan etmekten (dökmekten) beter görülmüş, kanlıya yer verilmiş de bu töreleri bozanlara, bu geleneklere uymayanlara yer verilmemiştir. “Yol” sözü, “âdâb ve erkân” denen törelerin, geleneklerin tümüne ad olmuştur." Tasavvufta terk-i edeb edepsizlik sayılmıştır. Tarikâtın âdâb ve erkânına uymak teşvik edilmiştir. İbn-i Atâ; “Salihlerin âdâbını uygulayan hürmet, evliyanın âdâbını uygulayan Allah’ a yakınlık, sıddıkların âdâbını uygulayan temâşâ, peygamberlerin âdâbını uygulayan üns ve inbisat makamına yaraşır hâle gelir, demiştir.” Tasavvufta mürid katettiği her aşama için ayrı bir âdâba uymaktadır. Âdâbın zâhiri ve bâtınî iki çeşidi bulunmaktadır. Zahiri ve şer’î olan âdâb, tasavvufun temelini oluşturur. Bâtınî âdâb ise gönlün özellikleri ve hâlleriyle ilgili olan âdâbtır. Bu şekilde Bektâşî âdab ve erkânıyla doğrudan ilgili olarak te’lif edilmiş ondört yazma eser tespit ettik. Eserlerden dokuz tanesi Hacıbektaş İlçe Kütüphanesi’ndedir. Tespit edebildiğimiz âdâb ve erkâna ait eserlere şu isimler verilmiştir: Âdâb ve Erkân-ı Bektâşîyye, Âdab-ı Tarikât-ı Bektaşiyye, Bektaşî İnancına Ait Bir Risale, Bektâşî Tarîkâtine Ait Usûl, Âdâb, Âyinler Mecmuası, Bektâşî Tarîkâtinin Erkânı hakkında Risale, Erkân-ı Bektâşîyye Risalesi, Erkânı Bektâşîyyeye Aid Mecmua, Silsilenâme-i Tarîkâtnâme-i Bektaşiyye. Bektâşîliğin erkânının temelini genel anlamda “Dört Kapı Kırk Makam” oluşturur. Hacı Bektaş Veli tarafından oluşturulan bu sistemi Balım Sultan düzenlemiştir. Balım Sultan bir takım erkânları kurallara bağlayarak yazıya geçirmiştir. Tarîkatın erkânı, tarîkatın sistemini oluşturan düzeni sağlayan kurallardır. “Erkânnâmeler çeşitli toplumsal olaylar sırasında (doğum, ölüm, sünnet, evlenme, vb. gibi) kurum mensuplarının “nasip alma” (kuruma kabul edilme) “dervişlik, babalık, halifebabalık, dedebabalık” gibi görev alma durumlarında bireylerin görev ve yükümlülüklerini göstermenin yanısıra bazı akitleşme (söz verme)leri de içererek bireyin davranışlarına yön verecektir.” “Bektâşîliğe giriş törenini anlatan, muayyen işlerin yapılmasında okunması âdet olan tercemanları, çekilmesi icap eden gülbankları ihtiva eden ve “Erkân-nâme” denen mecmuaların bazılarında, Şia-yı İmamiyye (Câferiyye) göre “Usûli’d-dîn, Furûu’d-dîn” denen inanç ve ibadet, bazı eksikleri olmakla beraber izah edilmekte “muhabbet meclisi”nden, “dem” den hiç bahsolunmamaktadır.” Bektâşî tarikatında tarikatın pîri Hacı Bektaş Veli’dir. Tarikâtın alt yapısını o oluşturmuştur. Onun “Dört Kapı Kırk Makam “ adıyla oluşturduğu bu sistem tarikâtın seyr-i sülûk’udur. “Kaygusuz Abdal Bektâşi erkânnâmesi üzerinde düzenlemeler yapar. Bektâşîliğin ilk erkânnâmesini yazan o olur. Böylece Bektâşî tarikâtının ilk tüzük yapıcısı Kaygusuz Abdal’dır. Balım Sultan ise bu erkânnâmeyi sonradan geliştirmiştir ve kurumlaştırmıştır.” Bugün Bektâşilerde geçerli olan erkân-nâme Balım Sultan tarafından düzenlenen erkân-nâmedir. Burada Balım Sultan önceki uygulamaları kaldırmamış sadece düzenleyerek tarikatın kurumlaşmasını sağlamıştır. Önceleri sözlü olarak aktarılan uygulamalar yazılı hale getirilmiştir. “Erkânnamenin içeriğinde yer alan şekil ve uygulamaların hiç biri amaçsız değildir. Bu ritüeller sırasında yapılan her davranışın, kullanılan her sembolün simgelediği bir mana vardır. Belirli bir duruş biçimiyle ya da birkaç şeklin birarada sergilendiği bir davranış kalıbıyla ortaya konulan anlatım gerçekte sayfalarca bilgi içerdiği içerdiği halde, tek bir şekil ya da davranışa sığdırılmıştır.” Tarîkâtin erkânına göre önemli görevleri olan kişiler şunlardır: “Dedebaba; tüm Dünya’daki Bektâşîlerin başıdır. Törenle seçilen Dedebaba ölene kadar bu görevde kalır. Halifebaba; Dedebabaya bağlı olarak çalışırlar. Sayıları en fazla onikidir. Babalar; Tarîkâtın eğitici kadrosudur. Muhipleri yetiştirmekle görevlidirler. Rehber; Tarîkâtla girenlere yol gösteren kişidir. Bektâşî tarîkâtinin en zor ve en uzun süreli olan kademesidir. Talib (muhib); İsteklilik süresini başarı ile bitiren adayın, ikrâr erkânı içinde biatının alınıp tarîkâta kabul edilmesine muhiplik denilir. İkrâr verip nasip alan kişi artık taliptir. İstekli tarîkâta girmek isteyen kimseye denir.”[10] Bektâşî şiirlerinde erkânın önemine değinilmektedir. Bu kavram da şiirlerde sıkça işlenmiştir. Bektâşîler erkân sahibi olduklarını, Hacı Bektaş Veli’ye bağlı olduklarını bildirirler; Bize ihsan etti Celî, bu mesleği ta ezelî Tuttuk edeb erkân yolu, biz bende-i Bektâşîyiz. (Ali Nutki Baba) Biz erenler gerçeğiyiz Has bahçenin çiçeğiyiz Hacı Bektaş köçeğiyiz Edep erkân yol bizdedir (Kul Hasan) Tarîkâtlerini Muhammed Ali’ye bağlayan Bektâşîler, pîrlerinin “ululardan ulu” Hacı Bektaş Veli olduğunu söyleyerek tarîkatın erkânının onun tarafından kurulduğunu belirtirler. Ezelî kurdular erkânı yolu Bu yolun sahibi Muhammed Ali Pîrimi sorarsan Bektaş-ı Velî Ali Velî gibi er bulunur mu (Sakine Bacı) Bir rehber olmuş mürşide gider Sözünce semaın aşikar eder Muhammed Ali’nin erkânın güder Nazlı nazlı söyler Horasan deyu... (Âhû) Pîrimiz uludan ulu, o kurdu erkânı yolu Muhammed Ali’nin kulu, biz Bektâşî gülleriyiz (Matlubî) Tarîkâtin erkânına büyük bir düzenleme getiren Balım Sultân, erkân için emek verdiğini ifade ediyor. Balım çoklar ile sohbet edüpdür Bu yola erkâne emek verübdür Gidin görün pîrim nerde durubdur Pîr olduğu yerde haber ver imdi (Balım Sultân) Tarîkâtte ilerlemek kâmil insan olmak için edep ve erkânı bilmek ve ona göre davranmak gerekmektedir. Pir Sultan’ım Hakk’a yakındır Edebi erkânı hemen takın dur Ölüm uzak derler hemen yakındır Dostlar bizi safâ ile gönderin (Pir Sultan Abdal) Edep erkân öğren kâmile yetiş İhlas talip isen dâmâne yapış Vücudun ilminde görürsen bir düş ****** olup sırrın verme nâdâna (Malatyalı Sadık Baba) Muhyiddin derviş olmağa Ölmezden önde ölmeğe Bir kişi nasip almağa Edep erkân yolu gerek (Muhyiddin Abdal) Erkânın öğrenileceği makam dervişin şeyhidir. Bu konuda ondan yardım istenir. Noksanım var ben de arayıp buldum Edep erkân usûl sendedir bildim Eşiğine yüzüm sürmeğe geldim Erkânına geldim aman erenler (Vehbî) Günümüzde ‘Bektâşîler âyin ve merasimleriyle ahlak anlayışı ile Türk sosyal hayatında etkili bir yere sahip olmakla birlikte “bir tarîkât görünümünden ziyade diğer bâtınî unsurlarla (mesela Tahtâcı’lar, Kızılbaşlar, Alevîler vb.) beraber bir “Alevî-Bektâşî gruplar ailesi” ya da bir “Alevî Bektâşî” geleneği halindedir. Tarihi alt yapısının önemli bir kısmını yazılı kaynaklarının tamamını yitirmiştir.” Bektâşî şiiri; bir takım görüşleri İslam öncesi inançlara dayanan sonraları Ahmed Yesevi’nin tasavvûfî anlayışından etkilenen Hacı Bektaş Veli ile pîrini bulan ve bağımsız bir anlayışa dönüşen, zaman içinde Türk toplumunun renkli sosyal hayatının zenginliği içinde Alevî, Bektâşî, Hurûfî, Kalenderî, Kızılbaş, Tahtâcı, Bâtınî vb. heterodoks mezhep ve tarîkâtlar içinden çıkmış şairlerin çoğunlukla nefes, ilâhî, deme, deyiş, taşlama ağıt, gibi Türklerin milli nazım şekli olan koşma tarzında meydana getirdikleri edebi verimlerden oluşmaktadır. Bektâşi tarikâtına ait âdâb ve erkânı oluşturan kavramlar Bektâşî şairlerince sıkça işlenmiştir. Bu şekilde erkâna ait kavramlar şairlerce yorumlanarak zamanımıza taşınmıştır. Yazılı belgelerin yaygın ve yeterli olmaması sebebiyle şiirlerin değeri ön plana çıkmıştır. Zaman içindeki sosyal problemlerinden dolayı yazılı kültürü zayıf kalan Bektaşîler bu yolla da âdâb ve erkânlarını nesillerden nesillere aktarma imkanı elde etmişlerdir. Tarikâtın temel erkânını oluşturan bu kavramların şiirlerde nasıl yorumlandıkları, Bektâşi şairinin dünyasında ne şekilde hayal edildiği, şiir örnekleri incelendiğinde görülmektedir. Bu şekilde Bektâşî tarikâtının âdâb ve erkânına ait unsurların şiirleştirilmiş şekli elde edilecektir. Bu sonuçlar Alevî-Bektâşî toplumu için temeli en eski zamanlara dayanan edebî manzum bir âdâb ve erkân-nâme örneği olacaktır. http://membres.lycos.fr/babaishak
  7. Kurban Bayramı Hicri Takvime göre Zilhicce ayının 10. günü başlar.Kurban Bayramının 1. gününden başlayarak 20 gün sayılır. 20. günün akşamı Muharrem Orucu için niyet edilir ve oruç başlar. Muharrem Orucundan önce 3 günlük MASUM-U PAK ORUCU tutulur. Bu oruç Kufe'de şehit düşen Müslüm Bin Akıyl ile çocukları İbrahim ve Muhammet için tutulur. Müslüm , İmam Hüseyin'in amcasının oğlu; İbrahim ile Muhammet ise amcasının torunlarıdır. 3 gün Masum-u Pak ve 12 günlük Muharrem Orucu olmak üzere toplam 15 gün oruç tutulduktan sonra Muharrem Ayının 13. günü kurbanlar tığlanır ve AŞURE dağıtılır. Kurban İmam Ali Zeynel Abidin'in Kerbela Katliamı'ndan kurtuluşundan duyulan sevinci belirtir. Muharrem Ayında eğlence yapılmaz; bıçağa ve kesici aletlere el sürülmez; düğün-nişan-sünnet törenleri yapılmaz; karı- koca ilişkileri kesilir; kurban kesilmez; et yenilmez; Kerbela Şehitleri'nin çektikleri susuzluğu hissetmek için su içilmez; eğlence yerlerine gidilmez; saç ve sakal traşı olunmaz. Günümüzde bunların bir bölümü uygulanamamaktadır. Örneğin, sakal traşı olmamak gibi... Su saf olarak içilmemektedir. Vücudun su ihtiyacı yenilen yemeklerden , çay-kahve-meşrubat-meyve suyu-ayran gibi sıvı içeceklerden karşılanır. Alevi inancı şekilciliğe takılıp kalmayı değil, özü benimser. Aklın ve ilmin yolundan ayrılmaz. Önemli olan İmam Hüseyin'in ve diğer Kerbela Şehitleri'nin çektikleri acıyı ve zorlukları beyninde, kalbinde ve gönlünde duymaktır. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi yaşayıp,onlar gibi inanmaktır. Zalime karşı çıkıp, mazlumdan yana olmaktır. Eline-diline-beline sadık olup insanca ve onurluca yaşamaktır. Onlar'a layık olmaktır. Ölmeden önce ölmek, öldükten sonra yaşamak, yaşayan ölü olmamaktır. Yarın Onlar'ın huzuruna alnı açık yüzü pak çıkmaktır. Onlar'ın bıraktığı onurlu mirasa sahip çıkmaktır. Muharrem Orucu'nun sahuru yoktur. Belirlenmiş bir iftar vakti de yoktur. Oruç tutulmadan önce şöyle niyet edilir. "BİSMİ ŞAH. ALLAH ALLAH. ERENLERİN HİMMETİNE. ER HAKK MUHAMMET-ALİ AŞKINA. İMAM HÜSEYİN EFENDİMİZİN SUSUZLUK ORUCU NİYETİNE. KERBELA ŞEHİTLERİ'NİN TEMİZ RUHLARINA. MATEM ORUCU NİYETİ İLE HZ. FATMA ANAMIZIN ŞEFAATİNE. 12 İMAM, 14 MASUM-U PAK EFENDİLERİMİZİN ŞEVKİNE, 17 KEMERBESTLER HÜRMETİNE HAZIR-GAYİP GERÇEK ERENLERİN YÜCE HİMMETLERİ ÜZERİMİZDE HAZIR VE NAZIR OLA. YUH MÜNKİRE. LANET YEZİT'E. RAHMET MÜMİN'E ALLAH EYVALLAH. HÜ" Akşam olup güneş batınca,karanlık gözle görünce oruç açılır.Yatmadan önce niyet edilir.Niyetten sonra Muharrem Orucu başlar.Gece sahura kalkma uygulaması Muharrem Orucu'nda yoktur. Çeşitli kaynaklara göre Muharrem Ayı' nın 10. günü birçok olay gerçekleşmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır : " İmam Hüseyin'in şehadeti, Adem Peygamber'in bağışlanması,Nuh Tufanı'nın başlanması, Yunus Peygamber' in balığın karnından çıkması İbrahim Peygamber'in Nemrut' un ateşinde yanmaması, İdris Peygamber'in göğe çıkarılışı, Yakup Peygamber'in oğlu Yusuf Peygamber'e kavuşması, Yakup Peygamber'in gözlerinin tekrar görmeye başlaması, Yusuf Peygamber' in atıldığı kuyudan kurtulması, Eyüp Peygamber' in sağlığına kavuşması, Musa Peygamber'in Kızıldeniz'i asası ile delip geçmesi, Firavun'un Kızıldeniz'de boğulması, İsa Peygamber'in doğumu, İsa Peygamber'in göğe alınışı" Muharrem Ayı kutsal ayıdır. Muharrem Ayı haram aylardandır. Bu ayda savaşmanın yasak olduğu Kur'an-ı Kerim' de açıkça belirtilmiştir. Muharrem Ayı Hicri ( Kameri ) yılın ilk ayıdır. 1 Muharrem Hicri yılbaşıdır. ***** Allah emirleri kesindir. O'nun yasalarında herhangi bir değişiklik bulunmaz. Son Peygamber olan Hz.Muhammet' e ne gönderdi ise önceki peygamberlerin hepsine de aynısını göndermiştir. Bu durum Kur'an-ı Kerim' de defalarca belirtilmiştir. AHZAP SURESİ 62. AYET'te "Allah' ın bundan önce gelip geçenler hakkında uyguladığı yasa budur.Allah' ın kanununda/tavrında/davranışında bir değişiklik bulamazsınız." denilmektedir.FETİH SÜRESİ 23. AYET'te "Bu Allah'ın öteden beri işleyip duran yolu /yasasıdır.Allah' ın yolunda ve yasasında hiçbir değişme bulamazsınız" denilmektedir. BAKARA SÜRESİ 183. AYET'TE "Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korumanız umulmaktadır" denilmektedir. Bu ayetlerin hükmünden de anlaşılır ki diğer peygamberlere de İslam Dini' nin kuralları tebliğ edilmiştir. Aynı kurallar Hz. Muhammet tarafından da uygulanmıştır. Adem Peygamber'den itibaren tüm Peygamberler ibadetlerini GECE yapar.ve yaptırırdı. TÜM PEYGAMBERLER ZAMANINDA ÜÇ GÜNLÜK HIZIR ORUCU VE MUHARREM ORUCU TUTULURDU. İslam Dini' nin oruçla ilgili kuralları bunlardan ibarettir. Bu kurallar İNCİL-TEVRAT ve ZEBUR' da da vardır. Hz.Muhammet' ten sonra iktidarı ele geçiren Emevi ve Abbasi çeteleri bu kurallara uymamışlar; bir sürü yalan-dolanı dinin içine sokarak yeni kurallar oluşturmuşlardır. NİSA SÜRESİ 92. AYET'te "Herhalde bir Müslüman'a layık değil ki haksız olarak bir Müslüman'ı bile bile öldüre. Meğer ki hataen bir ok veya silah gazası ola. Her kim bir Mümin'in bilmeden ölümüne sebep olsa bile esir düşmüş bir Müslüman kulu veya cariyeyi azad etmek üzerine farz olur. Ayrıca ölenin ailesine diyet vermelidir. Meğer ki ölünün ailesi diyet almayalar ya da bağışlayalar. Eğer ölü sizin düşmanınız olan bir topluluktan olsa bile Mümin'dir. Katilin üzerine kadın ya da erkek bir esiri azad etmek borçtur. O da idama mahkum olmuş boynunu zincirden kurtarıp serbest bıraktıra. Aranızda anlaşma olan bir topluluktan olsa bile mirasçılara diyet verilmesi gerekir.Ancak Asker ya da yoksul olup esir,cariye veya idam mahkumu azad etme gücü ve parası olmayan KATİLLERİN HEPSİNİN İKİŞER AY VEYA BİR AY ORUÇ TUTMALARI ÜZERİNE FARZ VE BORÇTUR. BU ORUÇ BORCU VE FARZ EMRİ İNSAN ÖLDÜRMEMELERİ İÇİN MÜSLÜMANLARIN ÜZERİNE ALLAH' IN FARZ KILDIĞI BİR KATİLLİK NİŞANIDIR Kİ TÖVBE EDİP KİMSEYİ ÖLDÜRMEYELER. ALLAH HERŞEYİ BİLİR." denilmektedir. BAKARA SÜRESİ 185. AYET' te "Ramazan Ayı'nda eğriyi doğrudan ayırıp doğru yolu gösterici Kur'anın bazı ayetleri indi.SİZLERDEN HER KİME Kİ FARZ OLDU BU AYLARDA ORUÇ TUTSUN." denilmektedir. İmam Hüseyin'in Kerbela' da şehit edilmesinden sonra 4 kitapta farz ve hak olan Muharrem Orucu YEZİT tarafından yasaklanmış otuz günlük KATİLLİK ORUCU tutturulmuştur. Abbasi'lerde otuz günlük KATİLLİK ORUCU'NU MİZRALI İLMİHAL kararı ile ve kılıç zoruyla Türkler'e ve Acem'lere tutturmuşlardır. Yezit, kerbela katliamından kurtulan İmam Ali Zeynel Abidin' i halkın isyan etmesinden korkarak Medine'ye göndermiş İmam Zeynel Abidin'in serbest bırakılması Yezit'e isyanı durdurmuş ancak halkın Kerbela katliamını yapan katillere duyduğu kin ve nefret duygularını bastıramamış. Bunun üzerine Yezit askerlerine ve kendisine bağlı bulunanlara NİSA SÜRESİ' nin 92. Ayet' inde emredilen KATİL ORUCU'nu tutmalarını emreden bir ferman dağıtmış ve bu Oruc'u tutmayanları öldürtmüştür. Böylece hem yer yer ayaklanan halkın isyanını önlemiş hem de iktidarını sağlamlaştırmıştır. Yezit'le başlayan bu gelenek günümüzde de devam etmektedir. FECR SÜRESİ 1. AYET'te "Ya Muhammet o Muharrem'in on sabahı ve akşamı hakkı için ve çift olup duranlara ve dahi on gecelere and olsun ki akıl sahipleri olanlara itibar edip son amaçlarını onunla inceleme ve araştırma yaparlar."denilmektedir. ARAF SÜRESİ 142. AYET' te "Musa'ya kırk gece ve otuz gece ikrarlanma verdik. O otuzu on gece ile tamamladık. Musa kardeşi Harun'a sen benim vekilimsin, toplumu yönet , barışçı ol ve emrimi tutmayan fesatçılara uyma." denilmektedir. Bu emirlerden ongün ve geceye and içen Allah'ın bugünleri ve gecelerini oruçla geçirenlerin Allah'a itaat edenler olacağını açıklamasıda MUHARREM ORUCU' NUN ALLAH'IN EMRETTİĞİ VE MÜMİNLERCE TUTULMASI GEREKEN ORUÇ OLDUĞUNUN EN AÇIK KANITIDIR. ŞEHİHALMÜŞLEM isimli kitapta Hz.Muhammet'in ongün Muharrem Orucu tuttuğunu ve Hüseyin' e matem diye Oruç tutturduğunu yazmaktadır. Yine aynı kitapta MUHARREM ORUCU' NUN Hz. MUHAMMET DÖNEMİNDE FARZ OLDUĞU, PEYGAMBER'İN HAK' KA YÜRÜMESİNDEN SONRA MÜMİNLERİN ORUCU OLAN MUHARREM'İN TUTULMADIĞINI, MÜSLÜMANLARIN RAMAZAN ORUCUNU FARZ YAPTIKLARINI YAZMAKTADIR. Ehli sünnet kaynaklarında Ramazan Orucu' nun Hicret' in 2. yılında farz olduğu yazılmaktadır.Bu iddia sadece Kur'an'a değil dört kitaba da aykırıdır. Adem Peygamber' den başlayarak Hicret' in 2. yılına kadar Muharrem Orucu' nun tutulmasına emreden Allah aniden fikir değiştirip niçin Ramazan Orucu'nu farz kılmıştır? Ya da Muharrem Orucu'nu farz olmaktan çıkarmıştır? Dört hak kitaba da aykırı olan bu iddia halka karşı söylenmiş bir yalan, İslam Dini alet edilerek yapılmış bir iftiradan başka bir şey değildir. Gönülleri İslam' a ısınmamış öldürülme ve esir edilme korkusuyla Müslüman oldum diyen münafıkların vazgeçemedikleri cahiliye inançlarını devam ettirebilmek için çeşitli bidatlar ( uydurmalar ) icat ederek çarpıtmaya çalışmalarıdır. Bu Oruç bu çarpıtmayı yapan münafıklar ile katillere farzdır. Müminlere farz değildir. Müminler'in orucu Muharrem Orucu'dur.
  8. Türklerin İslam’a girşiyle birlikte Türk kültüründe çok büyük değişimler yaşanmaya başlamıştır. Kültürün en önemli öğesi ve taşıyıcısı olan dildeki değişimler ise bu değişimlerin en bariz olanlarındandır. İslamlaşmadan kısa bir süre sonra Türkler, Arap alfabesini kullanmaya başlamışlardır. Uygur ve Gök Türk alfabeleri terkedilmiştir. Arap alfabesiyle birlikte Türk diline öncelikle dinsel alanda olmak üzere pek çok Arapça ve Farsça sözcükler girmeye başlamıştır. Zamanla Türk dili tanınamayacak dereceye gelmiş, Arap ve Fars diline ait söz ve dilbilgisi kurallarıyla boğulmuştur. Özellikle Arap dilinin kutsal, tanrısal bir dil olduğu teması bağnaz din bilginleri tarafından işlenmiş, bu bağlamda bir sürü uydurma hadislerle, bu kültürel cinayete İslam’ın peygamberi Hazreti Muhammed de ortak edilmek istenmiştir. Peygambere mal edilen hadislerle cennet dilinin Arapça olduğu, Allah’ın son kutsal kitabını Arap dilinde indirmek suretiyle Arap diline kutsiyet verdiği fikri Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. Dolayısıyla İslamlaşma adı altında tam bir Arap ırkçılığı yayılmış ve bunun tabii bir yansıması olarak da Arap kültür emperyalizmi yaşanmıştır. Bu süreçte Gazneliler Devleti, Seçuklu İmparatorluğu, Anadolu Selçuklu Devleti vb. Türklerce kurulan kimi devletlerin resmi dil olarak Arapça ve Farsçayı kullandıkları malumdur. Dolayısıyla Türk dilinin devlet erkinden dışlandığı, aşağılandığı hazin bir dönem Türklüğün kaderi haline gelmiştir. ( İranlı yazar ve bir dönem Türkiye’de kültür ateşeliği yapan Muhammed Emin Riyahi, “Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı” adında bir kitap kaleme almış, Seçukluların kültürel anlamda Fars olduklarını, dolayısıyla kurdukları devletin Fars devleti sayılması gerektiğini ileri sürmüştür. Ayrıca kitapta Osmanlı padişahlarının önemli bir kısmının ve diğer elitlerin Farsça hayranı olduklarından, Farsça şiirlerle dolu divanları bulunduğundan övgüyle bahsedilmektedir. Sözkonusu kitap, İnsan Yayınları tarafından, Mehmet Kanar’ın çevirisiyle 1995 yılında yayımlanmıştır. ) Egemen Sünni İslam anlayışını benimseyen Türk seçkinlerinin bu dönemde halklarına iyice yabancılaştıkları; Türk isimlerini bırakıp Arap ve Fars isimleri aldıkları, Türklüğü ve Türkçeyi hakir gördükleri bilinmektedir. Ancak bu ağır zulüm karşısında ayağa kalkıp Türk dilini ve Türklüğün öz saygısını korumaya çalışan Türk bilginleri, Türk ozanları da tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Ahmet Yesevi, Kaşgarlı Mahmud, Edip Ahmet Yükneki, Yusuf Has Hacib, Ali Şir Nevai vb. Türk bilgin ve uluları yarattıları yapıtlarla Türk dilinin Arap ve Fars dili karşısında yok olup gitmesine ve Türklerin İslamlaşmayla birlikte asimile olup Araplaşmasına ve Farslaşmasına engel olmaya çalışmışlardır. Nitekim Anadolu Alevi / Bektaşilerinin pirlerinden ve ilk Türk mutasavvıflardan olan Hoca Ahmet Yesevi / Pir – i Türkistan şöyle demiştir: “ Sevmiyorlar bilginler sizin Türk dilini Erenlerden işitsen açar gönül ilini Ayet, hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar Anlamına erenler başlarını eğip uyarlar…” İşte tarihin bu devresinde büyük göçebe Türkmen kitleleri kendilerine önderlik eden batıni / Alevi / şamani Türkmen derviş ve ozanlarıyla Araplaşma ve Farslaşmaya karşı doğal bir direniş kalesi inşa etmişlerdir. Bu direniş doğal olarak gelişen, refleksif ve reaksiyoner bir hareket biçiminde yayılan ve sosyo ekonomik taleplerle de güçlenen ihtilalci / devrimci bir karakter kazanmıştır. Bu bağlamda Emevi / Abbasi / Arap İslam anlayışını benimseyen ve Türklüğe yabancılaşan egemenlere karşı binlerce ayaklanma gerçekleştirilmiştir. Bu ihtilalci / devrimci ayaklanmaların en ünlüsü ve en etkileyici olanı Karamanoğlu Mehmet Beğ öncülüğünde yapılan ve onbinlerce kişiden oluşan Alevi / batıni / şamani göçebe Türkmen kitleleri tarafından büyük bir katılımla desteklenen görkemli ihtilaldir. 13 Mayıs 1277’ de gerçekleşen bu ihtilalin Türk tarihine geçen en büyük sonucu Anadolu topraklarında Türk dilinin ilk kez resmi devlet dili olarak ilan edilmesidir. Karamanoğlu Mehmet Beğ, ihtilal sonrası duyurduğu yarlık / fermanla Arap ve Fars dilinin kullanımını yasaklayıp Türk dilinin kullanımını zorunlu kılmıştır. Anadolu Türk / Türkmen tarihinin en aydınlık sayfası olan o görkemli yarlıkta şöyle denilmektedir: “ Şimdiden girü, hiç kimesne kapuda ve divanda, mecalis ve seyranda Türk dilinden gayrı dil kullanmaya ! “ İhtilal sonrası yaşanan önemli olaylardan biri de halka zulmeden, yabancılaşan, Arap ve Fars hayranı yönetici kesime mensup pek çok kimsenin idam edilmek suratiyle cezalandırılmış olmasıdır. Bu cezalandırma büyük Türkmen kitlelerinin deyim yerindeyse milli bir intikamıdır. Ne varki seçkinlerin yabancılaşma sürecini bu ihtilal de sona erdirememiştir. İhtilaci Türkmenler yaklaşık bir ay kadar başta kalabilmişlerdir. Bir ay sonunda ihtilal bastırılmış ve Farslaşmış Selçuklu egemenleri tekrar yönetime gelmişlerdir. Bu ayaklanmaya ve ihtilale katılanların kimliğini ortaya koyarken Ebubekr – i Konyevi’nin Ravzat’ül Küttab adlı çalışmasında şöyle denilmektedir: “ …Türkmen topluluğu ile dinsiz isyancılar..” Kitapta, Ebubekr – i Konyevi ‘nin ihtilalin bastırılmasından sonra Şemseddin Cüveyni’yi kutlayan Arapça bir kasidesi de bulunmaktadır. Buradaki Türkmen ve dinsiz sözcüğü ile Sünni İslam’ı benimsemeyen Alevi / Batıni / şamani Türkmenlerin kastedildiğini söylemeye gerek bile yoktur. Anadolu Selçuklularından sonra yaşanan beylikler döneminin ardından sivrilen Osmanlı Beyliği başlangıçta Alevi / Batıni Türkmen dervişlerin desteği ile kurulmuş ve güçlenmişken git gide kendi kurucu unsuruna yabancılaşmış, bu yabancılaşma Yavuz Sultan Selim döneminde doruğa ulaşmıştır. Siyasal yabancılaşma bir tarafa, yabancılaşmanın en ağır biçimde yaşandığı alan yine dil olmuştur. Türk dili bir sürü Arapça ve Farsça sözcüklerle doldurulmuş, dahası pek çok Arap ve Fars dilbilgisi / gramer kuralı Türk diline ithal edilmiş, Türk dili tanınamaz hale getirilmiştir. Türk dilinin içinde bulunduğu bunalımı / buhranı 14. yüzyıl ozanlarından Aşık Paşa şöyle anlatmaktadır: “ Türk diline kimseler bakmaz idi Türklere hergiz gönül akmaz idi Türk dahi bilmez idi bu dilleri İnce yolu, ol ulu menzilleri…” İşte Türk dili bu çeşit bunalımlara, dışlanmalara, horlanmalara karşın sahip olduğu gücü ve kendisine sahip çıkan Türk / Türkmen ozanları sayesinde büyüyerek bugünlere değin gelebilmiştir. Osmanlı seçkinlerinin uydurduğu ve içinde Türkçe sözcüklerin sayılabilecek derecede az olduğu “ Lisan – ı Osmani “ / “ Osmanlıca “ ile Türk dili Arap ve Fars kültürünün yoğun saldırısına Alevi / Bektaşi / Batıni ozanların ( Bu arada kimi Osmanlı şairlerinin ve kimi şair padişahların genel manzaraya rağmen sade Türkçe ile yazdıkları şiirleri de söz konusu etmeliyiz. ) şiirleriyle direnmiştir. Başta Alevi / Bektaşilerin yedi ulu ozanı olmak üzere Türk / Türkmen ozanları, söyledikleri deyişlerle, yazdıkları şiirlerle sadece Türk halkının tercümanı olmakla kalmamış, dünya tarihinin en köklü halklarından olan Türklerin dilini de yok olmaktan kurtarmışlardır. Bu nedenle Yunusların, Pir Sultanların, Fuzulilerin, Kul Himmetlerin, Seyyid Nesimilerin, Şah Hatailerin deyişlerini, nefeslerini bir ibadet vecdi içerisinde bağlama eşliğinde söyleyen, haykıran Anadolu Alevileri, Türk dilinin doğal savunucuları olarak bugün bütün Anadolu ve Balkan Türklüğünün ihtiramına layık seçkin bir Türk topluluğudur. Bilindiği gibi Sünni ve Şii müslümanlar, ibadetlerini Arap dilinde yapmaktadırlar. Oysa Anadolu Alevi / Bektaşileri ibadet dili olarak Türkçeyi kullanmakta, bütün cemlerini Türkçe yapmakta, nefeslerini / deyişlerini Türkçe okumaktadırlar. Cemlerde okunan Kur’an ayetlerinin de Türkçeleri okunmaktadır. Bu nedenledir ki, Alevilik ile Türk dili arasında dolayısıyla Türklük ile Alevilik arasında inkarı olanaksız olan sarsılmaz bir bağ vardır. Dünyanın hızla küreselleştiği çağımızda pek çok dilin unutulup gideceğine ilişkin kimi öngörülerin yapıldığı malumdur. Fütürologların / gelecekbilimcilerin öngörülerine göre İngilizce ve birkaç dilin dışında diğer tüm diller unutulacaktır. Türkçe de bu kapsamda değerlendirilmektedir. Bizce bu unutulma yazgısından kurtulabilecek dillerin başında din dili / ibadet dili olabilmiş diller gelmektedir. Din dili / ibadet dili olabilen diller, o din veya inanç yaşadığı müddetçe yaşayacaktır. Türk dili de Alevilik / Bektaşilik sayesinde din dili / ibadet dili olabilmiştir. İslam dünyasında müslümanların, Arapça dışında din dili / ibadet dili olarak kullandıkları yegane dil, Türk dilidir. Alevi / Bektaşi inancı var olduğu müddetçe Türk dili de varlığını sürdürecektir. Alevilerin dışındaki diğer Türk toplulukları maalesef ibadet dili / din dili olarak Türkçeyi kullanmamaktadırlar. Az sayıdaki kamcı / şamanist Türkleri saymazsak Alevilerin dışında Türkçenin ibadet dili olarak kullanıldığı ciddi bir nüfusa sahip Türk topluluğu bulunmamaktadır. Sanıyorum bu sözlerimizin ardından Alevilik ile Türk dili ve Türklük arasındaki bağ daha iyi anlaşılacaktır. (Son dönemde Hrıstiyan Gagavuz Türklerinin bu yönde yani Türkçeyi ibadet dili olarak kullanma yönünde çalışmalar yaptıkları bilinmektedir. Gagavuz Türkleri, aynı mezhebe mensup oldukları ortodoks Rus Kilisesinin ve Rus din adamlarının etkisiyle ayinlerini Rusça yapmaktaydılar.) Geçmişte ve bugün Türk / Türkmen kökenli olmayan Alevi / Bektaşi topluluklarının varlığı malumdur. Ancak onlar dahi cemlerinde çoğunlukla Türk dilini kullanmaktadırlar. Çünkü Alevi / Bektaşi yolunun hemen hemen bütün uluları, Türk / Türkmen kökenlidir ve Türk dilinde deyiş ve nefesler söylemişlerdir. Bu nefes ve deyişler ise hangi etnik kökenden olursa olsun bütün Alevi / Bektaşilerin kutsal metinleri hüviyetindedir. Son dönemde özellikle Arnavut dilinde ve Kürt dilinde kimi nefesler söylenmeye başladıysa da bunlar son derece lokaldir. Çünkü Alevi / Bektaşi toplumunun ezici çoğunluğu, yaklaşık yüzde doksan beşi Türk / Türkmen kökenlidir. Türk kökenli olmayan ya da kendilerine bu yönde telkinler yapılan kimi Alevi toplulukları da yapılan tüm telkinlere karşın büyük çoğunluk itibariyle kendilerini Türk kabul etmektedirler. Alevilerin etnik kimliği başlıklı bölümde bu konuya daha geniş bir biçimde değineceğiz. Alevi / Bektaşi inancı, Türk orjinli olmakla birlikte Türklere özgü değildir. Evrensel bir inançtır. Her ulustan insanın mensup olabileceği bir yol olan Alevi / Bektaşi yolu, özünde insan sevgisinin bulunduğu barışçıl bir felsefeye de sahiptir. Mustafa Cemil Kılıç Pîr Hünkar Hace Bektaş-ı Veli diyor ki : Şunun açıklanmasindan yanayiz ki, olgunlaşmış evliyalarin ve Tanrı’ya erenlerin söyleşmeleri/sohbetleri görünüme dayanan (Zahiri) ibadetten daha yararlıdır. Onlarin sözlerini dinlemek, bilim öğrenimi yolundan daha insanı Tanrı’ya eriştiricidir. Hacı Bektaş Veli, medreselerde Arapça, Farsça eğitim yapılmasından dolayı halkın kendi öz dilini, kültürünü unuttuğunu, adeta taşlaştırıldığını; manasını anlamadan Arapça dualar okumanın ne dine ne de insana faydası olmadığını görerek “Madem Türküz, sözümüz, ezanımız, raks ve figürlerimiz Türkçe olacak” demiştir ve bu konuda da mücadele vermiştir. Ardından gelen halk ozanlarından Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Kazak Abdal gibi bu tasavvufa bağlı; Aşık Veysel’e değin öz Türkçe şiirler yazan, söyleyen öncüleri görmekteyiz. Kendisi ve dervişleri sazında, sözünde, törelerinde bu katıksız dili kullanmışlardır. Mistik bir hava içinde halka kendi dili ile hitap ederek kin/nefret, sevgi/saygılarını, kültürlerini Arap ve Fars tesirinin dışına çıkararak halkı öz benliğine kavuşturmuşlardır. Dergahlarındaki dervişlere ad verilirken bile öz Türkçe kullanılmıştır. İznikçi Cafer’e bir vazifeden başarı ile dönüşünden (Dünya Güzeli öyküsü) sonra güvenç ismi verilmiştir. Dergahındaki hizmet binalarının isimlerinin at evi, aş evi, kiler evi gibi öz Türkçe oluşu, Hacı Bektaş Veli’nin dile verdiği önemi göstermektedir.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.