Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

irinçköl

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    1.212
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    29

İletiler gönderen: irinçköl

  1. 1625756_10152158655722048_926019090_n.jp

     

    Ne demişti Mumcu: 
    ''Ben, Atatürkçüyüm. Ben, cumhuriyetçiyim.
    Ben, laikim. Ben, anti-emperyalistim.
    Ben, tam bağımsız Türkiye'den yanayım.
    Ben, özgürlükçüyüm.
    Ben, insan hakları savunucusuyum.
    Ben, terörün karşısındayım. 
    Ben; yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. 
    Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiç bir konuyu yalanlayamadınız. öyleyse vurun, parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır!'' ......!

  2. Yolsuzluk operasyonu yapan kim varsa Erdoğan’ın operasyonuna uğradı. Silah yüklü tırı yakalayanlar operasyona uğradı. Binali Yıldırım’ın kayınbiraderinin de içinde olduğu çeteye rüşvet operasyonu yapanlar da operasyona uğradı. Uyuşturucu ihbarıyla durdurdukları otobüslerin içinde silah olduğunu tespit eden polisler operasyona uğradı.

    Polisler operasyon yapıyor, Erdoğan operasyon yapan polislere operasyon yapıyor.

    Benim polisim, benim yargıcım tanımlamasından;

    Ortağın polisi, ortağın yargısı noktasına gelen Erdoğan…

    Devlet geleneklerini alt-üst ederken; devletin çivilerini sökmekte kullandığı ortağın çocuklarını şimdi sırtından atmaya çalışıyor.

    Ortağın çocukları Erdoğan’ın kepçe kulakları oldu.

    Ortağın çocukları vasıtasıyla milletin yatak odalarına girdi.

    Ortağın çocukları vasıtasıyla koskoca orduyu tarumar etti.

    Gün geldi ortaklar birbirine düştü. Erdoğan ayağı yanık tazı gibi;

    “İmdat, paralel devlet var. Onlar bana operasyon yapıyor” diye bağırmaya başladı. 2007 Yılından bu yana Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda neyi savundularsa, bugün tam tersini söylüyor olmaları ibretlik bir durumdur, ibret almayı bilene…

    Bu durumu ben;

    “Kusmuğunu yemek” diye yorumluyorum. Yolsuzluk bataklığında çırpınan Erdoğan ve ekibi, can havliyle kusmuğunu yiyor. Ve o bataklıkta battıkça savcısı olduğu Ergenekon ve Balyoz gibi davalara can simidi gibi sarılıyor.

    İbretlik!!..

    Bu davalarda yapılan zulüm, iftira ve haysiyet cellatlığını yazdığım bir süreçte şöyle uyarmıştım;

    “Hz. Nuh (a.s)’ın inşa ettiği gemiyi pisleyen inkarcılar bir hastalığa yakalandı. Fitneyi başlatan kadın hacetini gemiye yapayım derken pisliğe gömüldü. Evine gidip yıkanınca yaralarının iyileştiğini gördü. Bu durumu gören hastalığa yakalanmış ne kadar inkarcı varsa gemiye hücum etmiş ve var güçleriyle daha önce pisledikleri yerleri elleriyle vücutlarına sürmeye, iyileşmek için kendilerini pislikle ovmaya başlamışlar. Öyle ki gemideki aralarda kalmış pisliği dilleriyle sıkıştıkları yerden çıkaranlar dahi olmuş. Gemide bir gram pislik bırakmamışlar.

    Dikkat edin de, pisliğinizi yalamak zorunda kalmayın.”

     

     

    Şimdi suç ortaklarının düştüğü durum o inkarcıların durumundan farksızdır.

    Ülkenin bütün kurumlarını çökertmekle kalmadılar, ahlaki bütün değerlerin de içini boşalttılar. Vicdansız, merhameti olmayan bir taraftar yarattılar. Şimdi yaktıkları o ahlaksız ateş suratlarını yalıyor.

    Erdoğan devlet gücünü kullanıyor. Paralel yapı dediği örümcek ağını toplatıyor. Bir taraftan da Amerika ve İsrail’i suçluyor.

    Biz de soruyoruz;

    Paralel devlet diyorsunuz, sonra da suçladığınız paralel devlet çetesine; “ne istediniz de vermedim” diyorsunuz. Paralel devleti siz kurdunuz. Madem şimdi şikayetçisiniz, “çete, kumpas ve paralel devlet var” beyanlarını neden “suç duyurusuna” dönüştürmüyorsunuz? “Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu” neden harekete geçirmiyorsunuz?

    Operasyonların arkasında İsrail, Amerika var diyorsunuz. 35 CİA ajanını Türkiye’ye soktuğunuzu unutmuş görünüyorsunuz. Aslında bu rakam sadece basına yansıyan ve hükümetinizin inkar edemediği rakamdır. Gerçekte ise bu sayı bilinmiyor. Beşir Atalay’a İçişleri Bakanı olduğu dönemde Türkiye’de ne kadar CİA ajanının çalıştığı ve görev yerleri sorulduğunda “BİLMİYORUM” diye cevap vermişti(!).. Görev yaptıkları yer hakkında bir açıklama yapmadınız. Ayrıca Ergenekon davası başlamadan Amerika’dan gelip Adalet Bakanlığında danışman olarak çalışmaya başlayan FBI’ın savcısı görevine devam ediyor.

    Gazeteci Yılmaz Polat “CIA Pençesinde Açılım” kitabında bu durumu şöyle açıklıyor:

    “2006’da kamuoyuna yansımayan bir anlaşma da yapılmıştı ve o tarihten beri Kaliforniya Eyaleti Sacramento bölgesinden atanan bir Amerikalı savcı, Türk Adalet Bakanlığı’nda danışman olarak çalışıyordu.

    ABD Adalet Bakanlığı bünyesinde 1991 yılında oluşturulan OPDAT’a, (Office of Prosecutorial Development Assistance and Training-Denizaşırı Adli Takibatı Geliştirme Yardımı ve Eğitim Dairesi’ne) bağlı savcılar bir yıllığına atanır; 14 ve 15’inci dereceden yılda 102-153 bin dolar arasında ücret alırlar. ABD’nin, Türkiye’nin yanı sıra Pakistan, Endonezya, Kenya, Bangladeş, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde de danışman savcıları vardı.

    Amerikalı danışman savcıların görevleri arasında terörizm suçlarının soruşturulması ve yargılama imkanlarının güçlendirilmesi; gerekli teknik yardımın sağlanması bulunuyordu. Ayrıca yabancı ülkelerde terörist izleme, insan haklarını koruma ve kara para aklama gibi konular da görevleri arasındaydı.

    Amerikalı danışman savcı, Türk adaletini biçimlendirirken, Ankara Büyükelçiliği bünyesindeki FBI ve istihbarat birimleriyle de yakın işbirliği içinde çalışıyor.”


    Paralel devlet dediğiniz mıymıntı cemaat bir başına bu kadar operasyonu yapamaz. Gerçi siz onlara CİA ve FBI’dan eğitim aldırdınız ama gene de CİA, MOSSAD, M16 gibi istihbarat örgütlerinin F çetenin içine gömülmediğini kimse söyleyemez. Cumhuriyet ve Cumhuriyet değerlerine sahip çıkan muhaliflerden intikam alayım derken, bir canavar yarattınız.

    Ona-buna operasyon yapan Erdoğan, sayısını şimdilik 35 olarak bildiğimiz CİA ajanlarına operasyon yapmayı unutmuş(!).. Hayret(!)?

    Hem operasyonların arkasında ABD ve İsrail var diyor, hem de CİA ajanlarını toplamayı akıl edemiyor(!)…


    NOT: Yeni Adalet Bakanı öyle bir laf etti ki… Şirkin dibini gördü.
    “Bir Allah ortak kabul etmez, bir de devlet” dedi.

    Yıllarca Atatürk’ü devletçi ve diktatör olmakla suçlayan AK çetenin Adalet Bakanı, devleti “TANRI”laştırdı. Bu anlayış tam da bir Emevi anlayışıdır. Emeviler “devlete isyan büyük günahtır, devlet yanlış ta yapsa devlete isyan edilmez” diye fetva vermişti. Bize bu anlayış Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra İstanbul’a getirdiği Emevi Alimleri(!) ile geldi. Bu anlayış etkisini günümüze kadar sürdürdü. Sessiz diye suçlanan halk; “devletimizin bir bildiği vardır” geleneğinden geliyor.

    O nedenle diyorum ki;

    Türkiye’nin Şerif Hüseyin’i AKP ve AKP’nin lideridir. AKP ile Vahhabilik Türkiye siyasetine, bürokrasisine girmiştir. El Kaide ile ittifak Vahhabi anlayışın sadece bir sonucudur.
     

    ZAHİDE UÇAR

  3. KAHRAMANLAR ARANIYOR

     

    İL ETAPTA 3 kişi/kurum/kuruluş/kulüp … destekçi ile Engellilerin Yarı Zamanlı Kaynaştırma Eğitimi Aldığı 5 Devlet İÖ Okulunun, 5 Özel Eğitim Sınıfının eksiklikleri giderilecek. 

     

    Ortalama İhtiyaç Kalemleri
    10 adet Tek kişilik çok amaçlı sıra
    1 adet Öğretmen Masası
    Tül Perde
    1 adet Öğretmen koltuğu
    Kilitli Dolap 10 Kişilik
    Mantar pano
    Çelik Emaye Yazı tahtası
    Eğitici Oyuncak Seti (farklı özel eğitim setleri 1.100TL)
    10 adet Yer Minderi 90×90
    Bağışçı-Sınıf kapı İsimliği
    Boya
    Ahşap yer döşemesi

     

    Her bir sınıf için ortalama 4.000TL-5500TL gibi bir rakam gerekiyor. Alımlar ihale yöntemi veya bağışçı tarafından yapılacak, (ürünleri kendi adlarına faturalandırma yapabilirler, sevk adresleri okullar olacak)  herşey şeffaf olacak. 
    3 sınıf yaptırıldıktan sonra,İzmir Milli Eğitim Bak. yetkilileri, Bağışçı/Bağışçılar ve Basınımızın değerli köşe yazarları/temsilcileri ile basın toplantısı ve proje lansmanı yapılacaktır. Sırasıyla diğer ihtiyaç sahibi sınıflar yenilenecek.

     

    İLK ETAPTA 3 

    İKİNCİ ETAPTA 50

    ÜÇÜNCÜ ETAPTA 100

    PROJE ORTAĞI Kişi/Kurum/Şirket …KAHRAMAN ARIYORUZ

     

    Projenin ana amacı; Devlete ait ilköğretim okullarında engelli öğrenciler için açılan ve açılacak  “ÖZEL EĞİTİM SINIFLARI”nın fiziki şartlarının iyileştirilmesini sağlamak  ve sağlanacak destekler ile eğitimin verimini artırmak, çocuklarımızın sosyal entegrasyonunun önünde en büyük engel olan eğitimsizliği kaldırmak için yeni sınıfların açılmasını sağlamak, ortam iyileştirilmesiyle bu sınıflara talebi ve devamlılığı desteklemek, Sınıf tefrişatı uygun olmayan özel eğitim sınıflarının ortadan kaldırılmaktır. 

     

     

    Özel eğitim sınıfları bu sistemin en çok problem yaşayan “kimsesiz” konumunda olan sınıflarıdır.

     

    Öncelikle eğitim yöntecileri, ardındanda engelsiz insanlar bu sınıfı açmamak için ellerinden geleni yaparlar. Yürekli Rehberlik Araştırma Merkezleri ve İl Milli Eğitim Müdürlükleri hemen hemen her okula bir özel eğitim açma kararı alır. Ancak İlçe Eğitim Müdürleri okul müdürlerine bu kararı uygulatmakta güçlük çeker, hatta birçoğuna uygulatamaz. Bu sınıfların sayılarının artması gerektiğini düşünürken, tam tersi durum oluşması bizleri üzüyor. 

     

    Her nedense özel eğitim sınıfları açmak için sınıf bulunamaz bir türlü… Bulunsa da bodrum katı, kömürlük, tavan arası gibi ücra yerler düşünülerek bu öğrencilere eğitim ortamı yaratılmaya çalışılır. Ayrı teneffüs saatleri koyup, bir arada olmamaları sağlanıyor, sora da kaynaştırma eğitimi veriyoruz deniyor. Tam tersi durumlar da var. iyi koşullarda özel eğitim sınıflarını açan okul müdürlerini ve Milli Eğitim Müdürlerini tenzih ederim. Örnek gösterilecek çok sayıda müdür mevcut.

     

    Kamu spotu hazırlamak ve bunu da dikkat çekmek için Ünlü yüzlerle yapmak istiyoruz, bu konuda desteği olabilecek veya filmimiz de oynayabilecek kimse var mı? Konu ile ilgili FİDA FİLM den destek alınması planlanıyor.

     

    Özel eğitim adı üzerinde eğitim süresi boyunca kişiye özel bir hizmet alması demektir. Ülkemizdeki Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri bu amaçla kurulmuş olup algılama ve öğrenme engeli olan bireylere hizmet vermek üzere teşkilatlanmıştır. Maalesef uygulama sayıları çok düşük. Özel eğitim sınıfı açmamak adına yarış var.

     

    BİZ NE YAPABİLİRİZ, Her olumsuz duruma rağmen dedik ve bu projeyi hayata geçirmeyi amaçlıyoruz.

    Bağışçı kişinin veya kurumun ismi ilgili sınıfa verilecektir. Ayrıntılar yakında açıklanacak. Sınıf sınıf ihtiyaç belirlenecek, küçük bütçelerle aşama aşama özel eğitim sınıflarının durumu iyileştirilecek.

     

    Öncelikle Down Sendromlu Çocuklarımızın eğitim aldığı İzmir deki “Özel Eğitim Sınıflarının” eksiklikleri giderilmesi için çalışmalara başlıyoruz. Sonrasında aşama aşama diğer iller ile ilgili çalışma yapılacak.İlgili okul ve sınıflar tarafımızdan fotoğraflanacak, raporlanıp, ihtiyaç analizi yapılacaktır. Eldeki imkanlara ve sınıf puanlarına göre sınıflar yapılacaktır.

    İlgilenenler lütfen [email protected] adresinden bizimle irtibata geçsinler. Bir hayalimizi daha gerçekleştirmek için adım atıyoruz.

     

    soluklu planlanacak bu proje, fon alınmadan (fırsat olması durumunda AB fonlarına başvurulacak), UDSD işbirliği ile Şirketler ve Hayırseverler tarafından hayata geçirilecek. MEB ile bu konuda protokol yapılacak, protokol konusunda sorun olacağını düşünmüyoruz. Tarafımızdan Belirlenen okullara yapılacak yardımlar ilgili okulun MEB müdürü tarafından işbirliğimiz ile hayata geçecek. Büyük alım yapılması durumunda ihale yapılacaktır. Kimsenin aklında soru işareti kalmaması açısından bu önemli. Bildiğiniz üzere tüm Projelerimiz kendini finanse etmekte ve Derneğimiz mümkün olduğunca bağışlara (paraya) dokunmak istememektedir. 

     

    8,5 milyon engelli kardeşimizin, 4 milyonu hiç okula gitmiyor, ne acı değil mi? Unutma, çözümün parçası değilsen, sorunun parçasısındır. Bu rakamlardan hepimiz suçluyuz.

     

    Bir arada olunması için engel var mı? 

     

    Var olarak görülenler kaldırılamaz mı? 

     

    Engelsiz çocuklu Aileler: çocuklarımız artık evden çıkmak engelsiz kardeşleriyle aynı okulda okumak istiyor,

     

    Engelli çocuğu olan aileler: çocuklarınızın sesini dinleyin, topluma entegrasyonları için onları okula yollayın, üşenmeyin, korkmayın, hakkınızı arayın ve sistemi zorlayın, birlikte zorlayalım. EVLATLARINIZ İÇİN BUGÜNE KADAR eğitim alması için NE YAPTIYSANIZ BUNDAN SONRA 2 KATINI YAPIN. 

     

    Biz aileler sistemi zorlamadığımız için koskoca İzmir de özel eğitim sınıfı olan okulları sayın dediğimizde, yarım saat düşünen eğitim sistemini kabul etmemiz mümkün değil. Tam Zamanlı Kaynaştırma esastır fakat Özel Eğitim sınıfına gitmesi gereken çocuklarımız evde hapis. Tam zamanlı kaynaştırma alan öğrenci sayımızda hiç iç açıcı değil. İyi şeyler olmuyor mu, ama çok az. Kötülük kazanıyor, İyilik kaybediyor. 

     

    Devlet okullarının parası yokmuş, o yüzden özel eğitim sınıfı açamıyorlarmış, “inandırıcılıktan uzak”, amaçları engelli yavrularımızı görmek istememeleri. Sosyal Devlet gereğini yapmalı ve çocuklarımız okullu olmalı,İzmir de okula almamak adına çalışan tüm yetkililer sayfamızda afişe edilecek (gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra) ve Milli Eğitim Bakanlığına bildirilecek.

     

    İyilikler İçinde Kalın

     

    “ÖZEL EĞİTİM SINIFIM VAR ” Projesi, eğitim çağındaki zihinsel engelli çocuklarımızın eğitimlerine katkı sunmayı hedefleyen bir projedir.

    Özel eğitim adı üzerinde eğitim süresi boyunca kişiye özel bir hizmet alması demektir. Ülkemizdeki Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri bu amaçla kurulmuş olup algılama ve öğrenme engeli olan bireylere hizmet vermek üzere teşkilatlanmıştır.

    Devlet okullarının ilköğretim bölümlerinde açılan ‘Özel Eğitim Sınıfları’nda örgün eğitimden yararlanan, özel gereksinimli çocuklarımız eğitim görmektedir.

    Bu sınıflarda okuyan çocuklarımızın zihinsel, motor-beceri ve fiziksel olarak özel eğitime ihtiyaçları bulunmaktadır. 

    Özel eğitim sınıfları, burada okuyan çocuklarımızın temel eğitimine katkı sağlayacak seviyede, el-göz koordinasyon, motor beceri geliştirmeye yönelik sesli, renkli, dokunarak öğrenmeyi-kavramayı hedefleyen çeşitli eğitici materyaller ve donanım malzemelerinden oluşmaktadır. 

    Kağıt üstünde olması gerekenler tanımlı, gerçekte ise olmayan bu sınıfların, “Özel Eğitim Sınıfım Var” isimli Proje ile tefrişatı yapılacaktır.

     

    AYRICA, bu proje sonrasında veya devamında,TAM ZAMANLI KAYNAŞTIRMA EĞİTİMİNİ (aslında ana hedefimiz tam zamanlı kaynaştırma, özel eğitim sınıfları değil; fakat şu anki şartlar sebebiyle ağırlığımız orada) yaygınlaştırmak adına

      10 kişilik sınıfların olduğu, her sınıfta 2 engelli bireyin Tam Zamanlı Kaynaştırma eğitimi gördüğü okullar/sınıflar yaptırmak istiyoruz.

  4.  

     

    İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 26. maddesinde “Herkesin eğitim hakkı vardır” ifadesi vurgulanmıştır. Bu yüzden de ülkemizde engelli bireylerin, engelsiz bireylerle eşit eğitim ve yaşam fırsatlarından yararlanmaları için birçok yasal, idari ve eğitsel düzenlemeler de oluşturulmuştur. Kağıt üstünde çok güzel olsa da sıklıkla ne kadar uygulanabilir olduğu tartışılmaktadır. 

     

    Ülke nüfusumuzun %12’si engelli bireylerden oluşmaktadır, bu oranın %26’lık bölümü özel eğitime ihtiyaç duymaktadır. Bu oranın büyük bir bölümü de tam kaynaştırma eğitimi alabilecek düzeydedir. 

    Özel gereksinimli çocuklarımızın bireysel gelişimlerini ve toplumla bütünleşmelerini en üst düzeyde sağlamak üzere benimsenen ilke, bu çocukların akranlarıyla birlikte aynı eğitim ortamlarında eğitim alması anlamına gelen kaynaştırma eğitimidir. 

     

     

    8,5 milyon engelli vatandaşımız bulunmaktadır, yani her 9 kişiden biri engellidir. 4milyon engelli hiç eğitim alamamaktadır veya eğitim alması engellenmektedir. Engelli vatandaşlarımızın sosyal hayatın bir parçası olmaları önündeki en büyük engel eğitimsizliktir. 

     

    Kaynaştırma ile ilgili olarak bugüne kadar birçok proje yapıldı, fakat istenilen sonuçlar bir türlü alınamadı. Çünkü, toplumun diğer kesimi olan engelsizlerin, çocuklarımızın eğitim hakkını kabul etme katsayıları çok düşük. Down Sendromu ve engellilik konusunda farkındalık yaratma, toplumun engellilik algısının değiştirilmesi için çalışmalar yapmaktayız. Daha çocuğun yüzünü bile görmeden sırf Down sendromlu veya engelli tanısından yola çıkarak onu sınıflandıran, yapamayacağı, nasıl bir insan olması gerektiği hakkında kesin fikir sahibi olan insanlarla mücadele ederek çocuklarımızı okullara ve topluma kabul ettirmeye çalışıyoruz. Maalesef uğraşıyoruz, çünkü önümüzde engel çok, bizler de sadece çocularımızın eğitimine odaklanmak isterdik, ama öncelikle topluma kabul ettirmeye çalışıyoruz. Kaynaştırma konusunu çözmüş olan ABD’de özel gereksinimli öğrencilerin %95’i kaynaştırma eğitimi almaktadır. Bizim kaynaştırma oranımız ise %10. SİZCE NEDEN? 

     

    Kaynaştırma uygulamalarında yaşanan sıkıntıların temelinde, öğretmenlerin ve ailelerimizin bilgi, yöntem, teknik ve tutumlarındaki eksiklik ve bir yol haritasının olmaması önemli bir etkendir

    Çocuğu sadece sınıfta bir sıraya oturtup, ilave bireysel eğitim desteği olmadan, diğer çocuklara ve ailelerine yönelik psikolojik destek verilmeden, sınıf öğretmenini bu özel çocukla yapayalnız bırakan ve sonra da başarısızlık yaşanınca, ben biliyordum olmayacağını diyen bir sistem istemiyoruz.

    Burada bu çocuğun işi ne mantığından ziyade “burada ise zorlu seçim aşamalarını geçmiş ve burada olmayı haketmiştir” mantığı oturmalı. Kaynaştırma öğrencisi olmak için rehberlik araştırma merkezlerinin uygunluk raporu vermesi gerekiyor. Kaynaştırma eğitimi alabilmek için zor bir elemeden geçiriliyorlar. Engelli bireylerin diğer çocuklardan dışlanmadan, bir köşeye atılmadan eğitim almaları gerekmektedir. Ayrıştırılan engelli çocuklar dışlandıklarını hissetmekte ve okula gitmek istememektedirler. 

     

    Engelsiz bireyler, engellilerin de bu hayatın bir parçası olduğunu, toplumsal yaşama katılımın bir lütuf değil hak olduğunu ve farklılığın aslında hayatın bir rengi olduğunu yaşayarak öğrenecekler. Hele ki bu deneyimi 6 yaşından itibaren okullarda paylaşan çocuklar, bu fikri içselleştirecekler. Bu jenerasyonlar hayata atıldıklarında ve yetişkin birer birey olduklarında, engelli insanların okuma, çalışma, seyahat etme, evlenme gibi toplum hayatına her türlü katılımını da sıradan görmeye başlayacaktır.

     

    Dikkat çekilmesi gereken diğer bir nokta, kaynaştırma eğitimi alan çocukların eğitimlerinden okulun tüm kaynaklarının ve görev yapan tüm öğretmenlerin sorumlu olduğudur. Özellikle ‘özel alt sınıf’ adı verilen uygulamalarda bu sınıfların okulun en ücra köşesinde, ayrı teneffüs saatlerinde ve sadece kendi sınıf öğretmenleriyle tamamen dışlanmış ortamlarda ders yaptıklarına sıklıkla rastlanıyor. Bu konudan vicdan sahibi olan herkesin rahatsız olması ve çözüm üretmesi gerektiğini düşünüyoruz.

    Kaynaştırma eğitiminden bahsedilirken genellikle engelli çocuğa faydaları öne çıkartılır. Ama kaynaştırma eğitiminin sıradan çocuğa ve ailesine en az aynı oranda, hatta belki daha önemli faydaları var. Bunlar;

    • -Engelli bireyler hakkında bilgi edinirler.

    • -Kişisel prensiplerin ve ahlaki prensiplerinin gelişmesine olumlu katkıları gözlenmiştir.

    • -İleriki hayatlarında karşılaşabilecekleri benzeri sorunlara karşı bilgi sahibi olmaları.

    • -Saldırganlık, kıskançlık, kendine güvensizlik, vb. davranışlarında azalma görülür.

    • -Liderlik, model olma ve sorumluluk duygusu gelişir.

    • -Farklılıklardan duyulan korkunun yok olması. “Değişik insanlarla birlikte olunca farklı olandan korkmamayı öğreniyorsun.”

    • -Bir başka insanı desteklemenin getirdiği pozitif deneyim ve bunun kişinin kendisine verdiği değeri artırması.

    • -İnsani farklılıkları ve engelli çocukların davranışları altında yatan duyguları daha iyi anlamaları (Sosyal bilinçlenme). Çocuklar bu hislerini “Onun da duyguları var ve benim ihtiyaç duyduğum şeylerin aynısına ihtiyaç duyuyor. Yani aslında benden çok da farklı değil.” “Burada olmaya herkesin hakkı var.” “O farklı bir geçmişe sahip ve bu güzel, çünkü ben ondan öğrendim- o da benden.” cümleleriyle açıklıyorlar.

    • -Kendi kişiliklerini daha iyi anlamaları ve değerlendirmeleri (benlik). “Kendimi tanıdım” “Kim olduğumu daha iyi anladım”.

    • -Diğer insanlara karşı tolerans gösterme. “Sabırlı olmayı öğrendim ve bundan en çok ailem faydalandı!” “Diğerlerine karşı daha sıcak davranmaya başladım.”

    • -Rahatlama ve arkadaşlık kurabilme. Sıradan çocuğun arkadaşlıkta istenmesinin ve kendisi olduğu için sevilmesinin getirdiği rahatlama. 

     

    Eğer çocuklarımızın herkese yer var diyen ve insana her koşulda değer veren bir dünyada yaşamalarını istiyorsak, evet, bu uygulamayı her okula yaygınlaştırmamız gerekli. İzmir Karabağlar Agahefendi İÖO gibi örnek okulların, yöneticilerinin ve öğretmenlerinin çoğalması en büyük arzumuz. 

    Ayrıca, 23 Yaş üzeri çocuklarımızın yaş sınırı getirilmesi sebebiyle, okullarından hazır olmayan halk eğitimlere yönlendirilmesi ve eğitim imkanlarının kısıtlanması konusunun tekrar gözden geçirilmesi ve sistem oturana kadar geçiş sürecinde olan çocuklarımızın mağduriyetlerinin giderilmesini de yeri gelmişken hatırlatmak isteriz.

     

    Bizler bu işin öncüleriyiz. Sistemi sürekli zorlamalıyız. Aileler olarak sadece adı kaynaştırma olan uygulamaları reddedip, daha iyi bir eğitime hakkımız olduğunu herkes bilmeli. 

    Tüm çocuklarımızın hak ettikleri en iyi eğitimi aldıkları, günleri de görebilmek dileğiyle.

     

    İyilikler İçinde Kalın

     

    Sami ALTUNEL

    Ulusal Down Sendromu Derneği Başkanı

  5. Bir gün, atomun enerjisini serbest bırakacağız, gezegenler arası yolculuklar gerçekleştireceğiz, ömrü uzatıp, tüberküloz ve kanseri tedavi edeceğiz; ama en düşük seviyeli kişiler tarafından yönetilmiş olmanın sırrını asla çözemeyeceğiz...

     

    Jean Rostand

  6. halet-cambel-yasamini-yitirdi-3958038.Jp

     

    Türk arkeolojisinin duayen ismi Prof.. Dr. Halet Çambel, 97 yaşında hayatını kaybetti.

     

    Halet Çambel kimdir?

     

    Arkeoloji dünyasının en önemli isimlerinden İÜ emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Halet Çambel, Suat Aşeni Fetgeri ile birlikte 1936 Berlin Olimpiyatları’nda Türkiye’yi temsil ederek, Olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın sporcular olmuştu.

     

    Arkeolojik eserler, onun elinde, sadece müzelerde sergilenen objeler olmaktan çıktı. Gün ışığına çıkarıldıkları yerde restore edilen, korunan, sergilenen ve tüm bunlar yapılırken çevresindeki toplumu bulunduğu noktadan daha yükseğe taşıyan bir araç hâline geldi.

     

    Prof. Dr. Halet Çambel, tüm öm­rünü bilim ve topluma hizmet dü­şüncesiyle geçirmiş, her dakikasını çalışmaya ve üretmeye adamış, ar­keolojiye gönül vermiş, sayısız genç ye­tiştirerek hocaların hocası olmuş bir isim. Prof. Dr. Çambel’in Türkiye’nin birçok bölgesinde yürüttüğü kazı çalışmalarından birisi de Karatepe-Aslantaş. Bilim dünyası Karatepe-Aslantaş’ı Hitit hiyerogliflerinin çözüldüğü yer olarak tanıyor. Karatepe’ye ilk kez İstanbul Üniversitesi’nde asistan olarak görev yaptığı günlerde gelen Prof. Dr. Halet Çambel, neredeyse bütün öm­rünü bölgeye adamış. Prof. Dr. Çambel, Karatepe-Aslantaş’ın kaderini değiştiren arkeolojik kazılarda bilim insanı olarak ver­diği üstün çabalar yanı sıra toplumun eği­tim seviyesinin yükseltilmesi ve gençlerin meslek sahibi olabilmesi için yürüttüğü çalışmalarla da yöre halkının gönlünü ka­zanmış durumda. Restorasyon çalışmaları­nı sürdürerek Karatepe’yi önce Milli Park, sonra da Türkiye’nin ilk Açık Hava Müzesi hâline getiren Prof. Dr. Çambel’in şimdiki amacı ise kazı evini de müze yapmak.

     

    Osmaniye’nin Kadirli İlçesi’ne bağlı Karatepe-Aslantaş’ta yer alan kazı evinde görüştüğümüz Prof. Dr. Çambel, bilimsel çalışmaları ve şimdiye kadar yürüttüğü eği­tim faaliyetlerinin yanı sıra eskrim dalında katıldığı 1936 Berlin Olimpiyatları ile ilgili sorularımıza da yanıt verdi.

     

    Arkeolog olmayı neden istemiştiniz?

     

    Arnavutköy Kız Koleji’nde okurken önce fiziğe merak sardım fakat yeni gelen fizik ho­cası zayıftı. Sonra bir sanat tarihi hocası geldi. O her hafta öğrencileri İstanbul’daki tarihi yerlere götürüp gezdirirdi. O hocanın etki­siyle bu alana merak duydum. Sonuçta 1935 yılında Fransa’daki Sorbonne Üniversitesi’ne Arkeoloji okumak için gittim.

     

    Türkiye’nin olimpiyatlara katılan ilk iki kadın sporcusundan biri olarak 1936 Ber­lin Olimpiyatları’na da katılmıştınız. Bize o günleri anlatır mısınız?

     

    Arnavutköy Kız Koleji’nde öğrencilerin katılabileceği folklor, tiyatro gibi etkinlikler vardı. Bunlardan bir tanesi de eskrimdi. Ben de eskrim eğitimlerine katılmıştım. Hocamız beni Beşiktaş Eskrim Kulübü’ne aldı, orada yetiştirdi. Fransa’ya gittikten sonra, bir ta­tilde İstanbul’a gelme hazırlıkları yapıyor­dum. Dediler ki “Gelme, Budapeşte’ye git, olimpiyatlara gidiyoruz.” Budapeşte’ye git­tim. Burada bir hazırlık döneminin sonunda Berlin’e gidip olimpiyatlarda müsabakalara çıktık. Türkiye’den gelen iki kadın sporcu vardı. Birisi ben, diğeri Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetgeri’nin kızı Suat Aşeni Fetgeri idi. Sonradan duyduk ki Olimpiyat­lara kızların da katılmasını Atatürk istemiş.

     

    Siz hiç Atatürk’ü gördünüz mü?

     

    Evet. Ortaokul, lise yıllarıydı… Biz Arnavutköy’de oturuyorduk. Burası Rum balıkçı köyüdür. Orada akıntı burnu vardır. Atatürk’ün bir motoru vardı. Bazen gelir akıntı burnunu geçerdi. Biz onun geldiği­ni duyunca, “Ya ya ya, şa şa şa, Gazi Paşa çok yaşa..” diye tezahüratta bulunurduk. Lise yıllarında, bir defasında babamla bir­likte Atatürk ile aynı sofrada bulunmuştum. Bambaşka güzellikte bir insandı. Son derece yakışıklı, keskin gözlü… Hareket­leri bir kaplan gibi yumuşaktı. Atatürk’ün Türkiye’de arkeolojinin gelişmesine de çok büyük katkıları oldu. Ahlatlıbel kazılarına gitti. Tarihe çok meraklıydı.

     

    Tüm dünyada arkeolojik eserlerin yerle­rinden sökülüp müzelere götürülmesi ve yapay bir ortamda sergilenmesi düşüncesi hâkimken, Karatepe’de Türkiye’nin ilk açık hava müzesini kurmak nereden aklı­nıza geldi?

     

    Tabii bu zaman içerisinde oluşan bir olay. Buraya geldiğimiz vakit burası orman içi bir dağ başıydı. Yolu yoktu, bir patika vardı. İlk gelişimizde gördüğümüz: devrilip yere yatmış üzeri yazılı bir heykel, arkaya dev­rilmiş bir boğa kaidesi ve etrafta üzerinde yazıların bulunduğu kırık parçalardı. Hi­tit hiyerogliflerinin ve Fenike yazısının bir arada bulunması bir ilkti. Eğer yazılar aynı döneme aitse bu çift dilli bir metin olabilirdi ve eğer bu doğruysa Fenike yazısı bilindiği için Hitit hiyerogliflerinin de nihai çözümü mümkün olabilirdi. Prof. Dr. Bos­sert ve Doç. Dr. U. Bahadır Alkım başkanlığında kazılara başladık. Sonra eserler çıktı ortaya. Sonuçta Prof. Dr. Bossert ile mesai arkadaşı Franz Xavi­er Steinherr’in, yazıtların gerçekten çift dilli bir metin olduklarını kanıtlaması tüm dünyada büyük yankı uyandırdı. Bu duru­mu, Şampolyon’un Rosetta taşını okuyarak Mısır hiyerogliflerinin anlamını çözmesine benzetenler oldu ki gerçekten de Anadolu çapında benzer bir olaydır. 1951 yılında Prof. Dr. Bossert dedi ki “Çalışmalarımı­zı tamamladık, buradan gidiyoruz.” Ancak burayı biz açmışız, sorumluluğumuz var, koruma altına almamız lazım… Dedim ki “Ben yokum!” Böylece kırılıp sayısız parça­ya ayrılmış olan eserlerin birleştirilmesine başladık. Tüm parçaların fotoğrafını çektik. Ancak o dönemde müzelerde restorasyon kavramı yoktu. İtalya’ya gittiğimde İtalyan Restorasyon Enstitüsü Müdürü ile iletişime geçtim. O önce parçaları buraya gönderin dedi fakat sonra ikna oldu ve bir restoratör gönderdi. Ancak binlerce parça var ve ne aradığınızı tam olarak bilmiyorsunuz. Tüm parçaları hafızaya almak gerekiyor. Hatta bazen uykudan uyanarak parçaları birleştir­diğim olurdu. Sonuçta uzun yıllar boyunca kırık parçaları birleştire birleştire, bu açık hava müzesini meydana getirdik.

     

    Burayı açık hava müzesi hâline getirirken bir yandan da çocuklar için yaz okulları organize ettiniz. Delikanlılar için maran­gozluk ve demircilik, kadınlar için kilim dokumacılığı gibi mesleki eğitim prog­ramları düzenleyerek yöre insanına destek oldunuz. Bölgede okulların yapılabilmesi için bütün gücünüzle çalıştınız. Bu çalış­malarınızdan da bahseder misiniz?

     

    Tarihi eserlere sahip çıkılması eğitimle mümkün. Komşulara “Çocuklar sizden, def­ter kalem bizden. Çocukları gönderin, saat beşten sonra okutalım.” dedik. Çocuklar sa­bah beşte geldiler. Irmağa gitmemeleri için aşçımızı başlarına koyduk. Mutfağın yanına sıralar kurduk, işten sonra derse giriliyor­du. Burada ayrıca geleneksel olarak kilim dokumacılığı yapılıyordu ancak doğal değil kimyasal boya kullanılıyordu. Bunlar da akı­yordu. Biz dedik ki doğal boya kullanırsanız daha iyi olur. İlk dokunan kilimi biraz yüksek fiyatla biz satın aldık. Bu sefer herkes heves­lendi ve doğal boyaları kullanmaya başladı. Hatta bir genç kız, bu dalda Türkiye birin­ciliği kazandı. Daha sonra Mehmet Can diye bir kaymakam geldi ve hep birlikte bir okul seferberliğine başladık. Buraya ilk geldiğimiz yıllarda köyde doktor yoktu. Burada bir ilk yardım istasyonu kurduk. Bir arkadaş Eczacı­lar Birliği’nin Genel Sekreteriydi. Evvela ilaç gönderdi. Burada her türlü yara-bereye, ya­nığa, basit hastalıklara elimizden geldiğince yardımcı olduk. Her gün 5- 6 hasta gelirdi.

     

    Bu günlerde ne üzerinde çalışıyorsunuz?

     

    Şu an kazıları sonlandırdık. Bu kazı evi Turgut Cansever’in projesi. Şimdi bura­yı Kültür Bakanlığı ile birlikte bir kazı evi müzesi şekline getirmek için çalışıyoruz. Bir yandan da yayın çalışmalarını sürdürüyorum.

     

    OLİMPİYATLARA KATILAN İLK TÜRK KADINI

     

    Halet Çambel, Babası Hasan Cemil Bey Berlin Büyükelçiliği’nde Askeri Ataşe iken Irak cephesinde fırka kumandanlığı yaptığı 1916 yılında Berlin’de doğdu. 1935-39 arasında Fransa’daki Sorbonne Üniversitesi’de Arkeoloji Bölümü’nde eğitim aldı. Halet Çambel, Suat Aşeni Fetgeri ile birlikte 1936 Berlin Olimpiyatları’nda eskrim dalında Türkiye’yi temsil etti. İstanbul Üniversitesi’nde 1940 yılında asistan, 1944 yılında doktor, 1960 yılında profesör oldu. Prehistorya Kürsüsü’nün kurucusu olan Prof. Dr. Çambel, 1984 yılında emekliye ayrıldı. Prof.Dr.Çambel, halen Karatepe-Aslantaş Kazılarının Başkanı olarak görevine devam etmektedir.

     

    KARATEPE’NIN KEŞFEDILDIĞI GÜN

     

    1945 sonbaharında, başında Prof. Dr. Helmuth Theodor Bossert’in bulunduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eski Önasya Kültürleri Araştırma Enstitüsü’nden bir ekip, Hititler üzerine araştırma yaparken Kadirli yakınlarında bulunan dağlık-ormanlık bir alanda Hitit’lerden kalmış olabilecek bir arslan heykelinin bulunduğu haberini alır. Ancak yol koşulları ve mevsim şartları elverişli olmadığı için 1946 yılının Şubat ayında yola çıkılabilir. Yolculuğun, Kadirli İlçesi’nden Karatepe’ye kadar olan bölümü at sırtında gerçekleştirilir. Prof. Dr. Bossert ve Asistanı Dr. Halet Çambel, Adana Müzesi Müdürü Naci Kum ile birlikte Karatepe’ye çıktıklarında dağınık halde yazı, kabartma, heykel ve kale duvarı kalıntıları ile karşılaşırlar. Yaptıkları çalışmalarla buranın son Hitit dönemine (MÖ 700) ait bir sınır kalesi olduğunu ortaya koyarlar. Bu çalışmalar sonucu Karatepe-Aslantaş Kalesi bilim dünyasına kazandırılır.

     

    “BENDEN SELAM OLSUN HALET BACI’YA”

     

    Kazı çalışmalarında görev alan işçiler, bölgedeki köylerde yaşayan kişilerden oluşuyordu. Kazı yerinde kurulan çadırlarda konaklayan işçiler, akşamları kamp ateşinin karşısında neşeli şarkılar ve yanık halk türküleri ile kendi yazdıkları destan ve türküleri okuyordu. Yöre halkının kazıları ne kadar önemsediğini de gösteren metinlerde, Prof. Dr. Halet Çambel’in adı “Halet Bacı” olarak geçiyor.

     

    (Kaynak: “Karatepe Kazıları Birinci Ön Rapor” (1950) Prof. Dr. Bossert)

     

    (Yazan: Yrd. Doç. Dr. Özgü Yolcu, “Arkeolojiyi Toplumla Buluşturdu”, İstanbul Üniversitesi Bilim Kültür ve Sanat Dergisi, Sayı: 2, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü, Yıl: 2010, s: 36-49)

  7. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunan Eski Rektör Fatih Hilmioğlu'ndan üçüncü bir kanser nodülü bulunduğuna ilişkin rapor verdi. Hürriyete konuşan Fatih Hilmioğlu'nun kardeşi Hayati Hilmioğlu, "Başbakan bir şey yaptı yaptı, yapmadı adam ölüyor" dedi.

     

    Eski İnönü Üniversitesi Rektörü Fatih Hilmioğlu, Ergenekon terör örgütü üyeliği suçlamasıyla tutuklanarak Silivri Cezaevine konulmuştu. Yapılan yargılama neticesinde Hilmioğlu 23 yıl hapis cezasına çarptırıldı. İleri düzeyde siroz hastası olan Fatih Hilmioğlu, üniversite hastanelerinde alınan raporalar rağmen tahliye edilmedi.

     

    ADLİ TIP İZİN VERMEDİ

    Tahliye edilmemesine gerekçe olarak da Adli Tıp Kurumu'ndan gelen "cezaevi şartlarında tedavisi yapılabilir" raporları etkili oldu. Fatih Hilmioğlu'nun kardeşi Hayati Hilmioğlu, kardeşinde üçüncü bir kanser nodülü tespit edildiğine ilişkin çarşamba günü Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin yeni bir rapor verdiğini bildirdi. Hilmioğlu, Hürriyet

     

     

    Ergenekon' davasında tutuklu yargılanan eski İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, kanser hastası olduğu halde hala hapiste tutuluyor. Bu cinayete engel olmalıyız. Hilmioğlu derhal serbest bırakılmalıdır. İlgili makamlara ve Cumhurbaşkanına duyurulur. 
    CİNAYETİN ÖNÜNE GEÇMEK VE YAŞATMAK İÇİN SEN DE İMZANI AT

     

     

     

    http://www.change.org/tr/kampanyalar/cinayetin-%C3%B6n%C3%BCne-ge%C3%A7mek-ve-ya%C5%9Fatmak-i%C3%A7in-destek-ama%C3%A7li-imza-vermelerini

  8. İletişim: 0538 526 27 30
    Yer: İstanbul/Üsküdar 

    "Prenses 7 aylık,kısırlaştırılmış,iç-dış parazit tedavilerini olmuş harika bir kız.Hasta iken bulunup eve alındı,tedavisini olup iyileşti.Düzenli geçici yuva olan üyemiz ancak bu kadarını yapabiliyor.Prenses kız yuva bulamaz ise malesef geldiği sokaklara dönmek zorunda.Ona yuvanızı açmak ister misiniz?

  9. İletişim: 0530 113 67 52
    Yer: Bursa 

    Sayın Keleş iletisidir: "Çapulcan 7,5 aylık kadar ama tosun tombilik bir erkek.Onu beğenen biri çıkar mı bilmiyorum,neticede bazılarına göre o bir sokak kedisi.Ama ben yinede şansını denemek istedim.Ayrıca kafa ve vücut yapısı Brisitsh'lere benzediği için onun British melezi olduğunu düşünüyorum.Çapulcan çok uslu ,sakin bir kediciktir,kucağa aldığınız zaman asla tırmalamıyor tırnak çıkarmayı dahi bilmiyor. Sadece biraz ürkek onu sahiplenecek kişinin biraz sabırlı olması, ona anlayış göstermesi gerekiyor alışabilmesi için. İlk bir kaç saat saklanıyor ama sonra çıkıp yanınıza geliyor ve kendini sevdiriyor.Sahiplenmek isteyen olursa iç - dış parazit tedavisini ve kısırlaştırma operasyonunu ben yaptıracağım .Sadece Bursa içine yuvalandırılacaktır. Ömürlük yuva olurum onu asla terk etmem diyorsanız bize ulaşınız.

  10. letişim:0507 918 8076
    Yer: İzmir

    Bir üyemizin iletisidir; '' Mert geçen yaz sokağa atıldı.. Belediyeye alındı orda kısırlastırıldı. Sonra benden sahiplendirmemi istediler yuvalandırdık.. 2 ay sonra bucada bulundu.. Tikleri vardı.. Sanıyoruz ki belediyede gençlik mikrobu kapmıs.. Hastalanınca da sokağa attılar.. Sahiplenen kişiden dayak da yemiş.. İki kere sokağa atıldı Mert.. Daha bir yaşında.. Kısacık ömründe baya zorluk çekti.. Gençlik hastalığını atlatmış.. İzmirde 3 veterinere götürdük.. Sinirsel septomları kalmış vücudunda.. Ömür boyu böyle tiklerle yaşayacak.. Gençlik deyince korkmayın hemen atlattıkları zaman bulaştırma riskleri yokmuş baya bir veterinere sorduk.. Suan kimseye bir zararı yok.. O sadece ilgi ve sevgi istiyor.. Diğer fotografta göreceksiniz bir holde yaşıyor suan.. Merdiven inip çıkamadığı için tuvalete cıkamıyoruz dısarı ev 2. katta Mert 40 kilo indiremiyorum.. O da merdivenlerden inmiyor dengesini kuramadıgı ve cok yorulduğu için.. Bu 5-6 m2 alanda yasıyor Mert tuvaletini de oraya yapıyor yemeğini de orda yiyor.. Çünkü diğer odalarda bir kedi ve dogum yapmıs bir anne köpek ve 5 yavrusu var.. Bir odada da ben kalıyorum.. Mert koşup oynadıgında tuvaletinin içinde buluyor kendini.. Cunku yasadıgı alan bu kadar.. Mert'in acil bir bahçeye kavuşması lazım.. Apartman dairesinde yaşayamaz.. O bahçede istediği gibi koşmalı yoruldugunda yatmalı.. Ben artık bu evden çıkmak zorundayım ve çıkmazdayım.. Merti barınaga veremem.. Sokağa salamam.. Kimse yok mu onu bahçesine alacak??? Koca İzmirde kimse ona yuvasını açmayacak mı? 10 günümüz var bu evden cıkarken onu napacagım bilmiyorum.. Lütfen Mert'e bir şans verin..Onun sadece tikleri var.. Bu yuzden çabuk yoruluyor.. Ama diğer köpekler gibi koşup oynuyor kedilerle ve köpeklerle iyi anlasıyor.. O sadece sevgi istiyor.. Lütfen ona bahçenizi açın.. ''

     

     

     

    1002059_10152160468344182_1650436413_n.j

  11.  
     
    Türk ekonomisinin maskesi düştü’ diye yazan Economist, enflasyonun yüzde 7’nin üzerinde, cari açığın gayri safi milli hasılanın yüzde 7’si civarında seyrettiğini aktardı. Dergi, yabancı yatırım, özel tasarruf ve ihracatın azaldığının da altını çizdi.
     
    Untitled-1.gif
     
    Geçen yılın sonlarında başlayan yolsuzluk operasyonu ve ardından yaşananların ülkenin ekonomik olarak da maskesini düşürdüğü, ülke namının bu krizle darbe yediği yorumları yapılmaya başlandı. Economist dergisinin son sayısında yer alan değerlendirmede, Türkiye’de aralık sonunda başlayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının Türkiye’de işlerin kontrolden çıkmaya başladığı’ kanısını doğurduğu belirtildi.
     
    Guardian gazetesi de Türkiye’nin artık daha dikkatli yaklaşılan ülkeler arasında yer aldığına dikkat çekildi. Ekonomik göstergelerin faiz artışının zorunluluğuna işaret ettiğini öne süren Londra merkezli dergi, Merkez Bankası’nın ise alternatif yollar aradığına dikkat çekti. Gelişmeler ürküttü
     
    Değerlendirmede, Başbakan Tayyip Erdoğan  eleştirilerek  ekonominin ancak “dersini almış bir başbakan” tarafından rayına oturtulabileceği ifade edildi. Ayrıca, Türk ekonomisinin son yıllarda sanayi yatırımıyla değil, borca dayalı tüketim ve emlak yatırımlarıyla büyüdüğünün altı da çizildi.
     
    “Türkiye’nin ekonomisi: Maske düştü” başlıklı değerlendirmede, Türkiye gündemini sarsan yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarında iddianame ve hüküm ortaya çıkmasa bile, gelişmelerin yerli ve yabancı yatırımcıları ürkütmeye yettiği belirtilerek özellikle yargı bağımsızlığına ve hukukun uygulanmasına ilişkin kaygılar olduğu dile getirildi. Enflasyon yüzde 7’nin üzerindeyken, cari işlem açığının gayrı safi milli hasılanın yüzde 7’si civarında seyrettiğini aktaran Economist, hem yabancı yatırımın, hem özel tasarrufun hem de ihracatın azaldığının altını çizdi. Sanayiye değil emlake yatırım Böyle bir ortamda her “Ortodoks ekonomistin” faizlerin yükseltilmesi seçeneğine yöneleceği belirtilen analizde, Merkez Bankası’nın ise, bir hesaba göre yüzde 11 dolayında olması gereken faiz oranını, yüzde 8’de tuttuğunu hatırlattı.
     
    Uzmanların , Başbakan Erdoğan’ın ısrarı nedeniyle, 30 Mart’taki yerel seçimlerden önce faiz artışı beklemediğini aktaran dergi, piyasa güveni sağlanamazsa, döviz alarak Türk lirasının değerini sabitlemeye çalışan Merkez Bankası’nın “nefesinin tükenebileceği” uyarısı yaptı.
     
    Türkiye’nin yüzde 9’lara varan gayrı safi yurtiçi hasıla büyümesinin borca dayalı özel tüketime ve Türk inşaat şirketlerine verilen büyük ihalelerle beslenen emlak yatırımlarına dayandığı tespitini yapan dergiye göre, sanayiye yatırım yapılmayan bu dönemde ABD’nin küresel krizden çıkış için uyguladığı canlandırma programı sayesinde Türkiye’ye giren para da altyapı ve emlak sektörlerine aktı. “Ona karşı çıkanlardan bazıları bile, ‘Dersini almış bir başbakan yine de ekonomiyi rayına oturtabilirdi’ diye düşünüyor” denilen analizde, Erdoğan’a, eski müttefiki Fethullah Gülen hareketiyle
    barışması, faiz oranı artışınaizin vermesi ve yargının görevini yapmasını sağlaması tavsiye edildi.
  12. 943456_561581557228192_1391269554_n.jpg

     

     

     

     

    Evcil hayvanınızı çiftleştirmek istemenizin nedeni aşağıdakilerden biri mi ?

    1- Bir tane yavrusunu kendim alacağım , geri kalanını dağıtırım ya da satarım ..

    2- Sağlığı için mutlaka çiftleştirmem gerekiyormuş ..

    3- Doğası gereği çiftleştiriyorum .. Bir kere anneliği yaşasın ..

    Lütfen maddeler hakkındaki bilgileri okuyun :

    1- Bir hayvan çiftleştirme sonrası takribi 5-6 tane yavru doğurur .. Bu yavrulardan bir tanesini siz alırsınız .. Daha sonra geri kalanını arkadaşlarınıza , arkadaşlarınızın arkadaşlarına vs. dağıtırsınız .. Siz aldığınız yavruya ölene kadar en iyi şartlarda bakacak olabilirsiniz .. Peki diğer yavrular ..? O yavruları ömür boyu takip edemezsiniz .. Ya gezdirirken kaybederler ya sıkılıp sokağa atarlar ya götürüp barınağa terk ederler ya da isteyen birine yavruyu verirler .. Bu yavruların sonu genelde sahipsiz kalmak , sokakta çocukların elinde işkence çekmek , trafik kazası sonucu sakat kalmak , tecavüze uğramak , barınakta buz gibi taşlarda hayatta kalma mücadelesi vermek , ve ölmektir .. Bu kedilerin şanslı olanları hayvan severler tarafından kurtarılır ve sözleşme ile iyi yuvalara sahiplendirilir .. Ama ya görmediklerimiz ..? Onların kaderini yüklenmeye ve onların günahına girmeye hazır mısınız ..? Bir kedi için daha evinizde yer varsa neden yuva bekleyen sahipsiz yavrulardan bir tanesinin hayatını kurtarmıyorsunuz ..?

    Yavruları satmayı düşünüyorsanız ; onların ticaretini yapabileceğiniz bir eşya olmadığını unutmayın .. Hayvanlar Allah’ın can verdiği ve yarattığı , bizim gibi duyguları olan canlılardır ve kesinlikle satılamazlar ..

    2- Sağlığı için çiftleştirmeniz gerektiği mi söylendi ..? Peki size hayvanınız için en sağlıklısının çiftleştirmeden kısırlaştırmak olduğu da söylendi mi ..? Kedinizi ya da köpeğinizi dişi ise adet döneminden önce , çiftleştirmeden kısırlaştırırsanız ölümcül ve riskli olan kanser gibi hastalıkları engellemiş olursunuz .. Kedilerde kısırlaştırma yaşı kemik gelişimi tamamlandıktan sonradır .. ( 7 - 8 Aylık)

    3- Hayvanlarda aile bağları yoktur .. Onlar için çiftleşmek hormonal ve içgüdüsel bir şeydir .. Eğer etik kavramları olsaydı kendi çocukları ya da akrabaları ile çiftleşmezlerdi .. Bu nedenle dişi bir kedi doğurmadığında , insanlar gibi keşke bir kere doğum yapsaymışım diye düşünmez ve pişman olmaz ve eksikliğini de hissetmez .. Tabii ki kısırlaştırırsanız adet de görmeyeceği için hormonları dengelenmiş olacaktır ..
    Doğa kısmına gelince ... Hangi köpek ya da kedi doğasına uygun yaşıyor ..? Sizce bu hayvanların doğasında buz gibi betonlar içinde , yemek ve su bulamadıkları sokaklarda dolaşmak , vızır vızır geçen araçların altında kalmak , insanlar tarafından dövülmek ve işkence görmek , barınaklarda hapis hayatı yaşamak vs. var mı ..? Maalesef hayvanların yüzde doksanı ya da belki daha fazlası bu şekilde yaşıyorlar.. Daha önce barınağı ziyaret etmediyseniz lütfen size en yakın ya da en çok ihtiyaç duyulan barınağa gidin ..

    Kısırlaştırmanın günah olduğunu düşünüyorsanız ; doğup da hayatları boyunca korku ile yaşamaları , kötü şartlar altında hayatta kalmaya çalışmaları , sebepsiz yere acı içinde ölmeleri günah değil mi..? Bu şartlarda yaşamalarındansa hiç doğmamaları daha iyi değil mi ..? Hayvanınızı çiftleştirirken 2 kere düşünün !..

  13. ÖDÜL YÖNTEMİNDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN NOKTALAR

    1. Ödülün amacı ebeveynler tarafından doğru bir şekilde belirlenmelidir:

     

    Nasıl ki ebeveynlerin cezanın kendileri için ne anlama geldiğini zihinlerinde netleştirmeleri gerekiyorsa, aynı şekilde, ödülün anlamını ve amacını da zihinlerinde netleştirmeleri gerekir. Aksi halde, davranış şekillendirmede ödül yöntemi yetersiz kalacaktır.
    Ödül, bir davranışın çocukta kalıcı olmasını sağlamak amacı ile kullanılan teşvik unsurudur. Ödül sayesinde, yapılan davranış pekiştirilir ve o davranışın kalıcılığı sağlanır. Çocuğa, yapması gereken bir davranışı eskisinden daha iyi bir şekilde yaptığı için ya da yapması gerektiği halde yapmadığı bir davranışı artık yapmaya başladığı için ödül verilir. 

    2 yaşındaki çocuğuna tuvalet eğitimi veren bir anne, alıştırma aşamasında çocuk idrarını tuvalete her yaptığında, davranışını pekiştirmek amacı ile ona ödül (yapışkan, alkış, aferin... gibi) verebilir. Aynı çocuk 4 yaşına geldiğinde idrarını tuvalete yapıyor diye ödül almasına gerek yoktur. Çünkü bu onun zaten normal şartlar altında bu yaşta yapabileceği bir davranıştır. 

     

    4 yaşına gelip hala tuvalet alışkanlığını kazanamamış bir başka çocuğu ele alalım: Kazanamamasının altında muhtemelen farklı psikolojik ya da fizyolojik sorunlar vardır. Bu sorunlar tespit edilip çözüldükten sonra, çocuk 4 yaşında idrarını daha yeni tuvalete yapmaya başlasa bile ödülü hak eder. Çünkü onun için zor olan bir şeyi yapmak için çaba göstermiştir. 

    2. Ödül, rüşvet ile karıştırılmamalıdır:

     

    Ödül, hak edilen bir kazançtır. Rüşvet ise haksız bir kazançtır. Zaten kazanılmış bir davranışa ödül vermek çocuğun yaptığı her davranış karşılığında bir beklenti içerisine girmesine neden olur. Çocuk hak etse de, hak etmese de ödülü almak ister. Ucunda ödül olmadığı zaman ise davranışı yapmayı reddeder.
    Bazı ebeveynler çocuğa her türlü davranışı "şunu yaparsan bunu alırım, bunu veriririm, bunu yaparım..." gibi tekliflerde bulunarak rüşvetle yaptırmaya çalışırlar. Bu doğru bir yakaşım değildir. Çocuğun sorumluluk duygusunun gelişmesine engel olur. Bu durumun en sık karşılaşılan örneği çocuğa ödev yaptırmada görülür.

    Ebeveynler ilkokula yeni başlayan çocuklarını teşvik etmek amacıyla, ödevlerini tamamladıkları zaman onlara ödül verebilirler. Çünkü çocuk ödev yapma davranışını büyük olasılıkla yeni kazanmaya başlamıştır. Ancak ilkokul 3. sınıf öğrencisine ödev yaptı diye ödül vermek gerekmez. Çünkü ödev yapmak artık bu çocuğun sorumlulukları arasındadır. Çocuk ödevi ödül alacağım diye yaparsa, ödevin önemini idrak edemez ve ödül olmadığı zaman ödev yapmayı reddeder. Bu, ödevini sahiplenmemesinden kaynaklanır.

    Ödev, çocuğun zaten yapması gereken bir şey olduğundan onu ödüllendirmeye gerek yoktur. Zaten yapması gereken ödevi yapmadığında ise sevdiği şeyden mahrum bırakma şeklinde ona bir yaptırım (o akşam için TV izlettirmeme...vs) uygulamak gerekir. Ödevini yaptığında çocuğun herhangi bir yaptırımla karşılaşmaması (TV serbest) zaten onun için otomatik olarak bir ödül olacaktır, ekstrasına gerek yoktur.

    Ancak, çocuk, zaten yapması gereken ödevi özen göstererek, umursayarak yapıyorsa, işte bu davranışı ödülü hak eder. Çünkü burada çocuk fazladan bir çaba harcamaktadır. Ve bu çabası takdir edilmelidir. Ayrıca ders konusunda uzun vadeli hedefler belirlenip, hedefe ulaştığında da çocuğu ödüllendirmek gerekir. Karnesinde zayıf olmadığı takdirde çocuğun sevdiği bir oyuncağı almak, sınavından 5 aldığı takdirde istediği bir etkinliği gerçekleştirmek...gibi. Çünkü burada da çocuk ders çalışmaktan fazlasını yapmıştır, dersini “iyi bir şekilde” çalışmıştır. 

    3. Ödül, anında verilmelidir: 

     

    Ödül de ceza gibi anında verilmelidir. Üzerinden vakit geçtiği zaman yeterince etkili olmamaktadır. Çünkü böyle olduğunda çocuk, davranışı ile sonucu arasındaki bağlantıyı net bir şekilde görememekte, sebep-sonuç ilişkisini daha sağlıklı ve hızlı bir şekilde değerlendirememektedir.

    4. Ödül, davranış ile orantılı olmalıdır:

     

    Ödüller abartılı olmamalıdırlar. Ödevlerini vaktinde, söylenmeden ve itina ile yapan çocuğa, annesinin onunla gurur duyduğunu söylemesi ya da çocuğun bu davranışını başkalarına anlatarak onu övmesi, gülen yüz tablosu oluşturması çocuk için tatmin edici, anne için ise kolay verilecek bir ödüldür. Bu çocuğa ödevlerini güzel yaptığı için bisiklet almaya gerek yoktur. Ancak, uzun vadeli bir hedefe (karnesinde bütün derslerinin pekiyi olması) başarı ile ulaşan bir çocuk o bsikleti hak edebilir.

     

    5. Ödüllerin maddi olmamasına özen gösterilmelidir

     

    Ödülleri maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Maddi ödüller isminden de anlaşılacağı üzere bir para karşılığı olan ödüllerdir. Manevi ödüller ise çocuğu övme, takdir etme... gibi sözel ödüller olabileceği gibi; onu öpme, ona sarılma, alkışlama... gibi davranışsal ödüller de olabilir. Ayrıca çocukla birlikte sevdiği bir aktivitede bulunmayı (birlikte sinemaya gitmek) ya da çocuğun sevdiği biriyle bir aktivitede bulunmasını (haftasonu teyzesinde kalmasına izin verme) da manevi ödüller arasında sayabiliriz. 

     

    Maddi ödüllere hem temin edilmesi zor, hem de çocukta alışkanlığa daha kolay yol açabileceği için çok sık başvurulmamalıdır. Çocuğa, çok istediği bir şey olduğu takdirde zor ya da uzun süreli bir hedefe ulaşmasının sonucunda maddi bir ödül verilebilir. Küçük hedeflerde ise, küçük çapta maddi ödüller (çikolata, sakız, şeker, etiket...) verilebilse de her zaman için tercih edilmemesi daha uygun olur.

    Bitirirken;
     

    Ödül ve ceza uygulamaları yukarıda bahsettiğimiz noktalara dikkat edildiği takdirde etkili olmaktadır. Bilinçsizce verilen ödül ve ceza çocuğa yarar sağlamaktan ziyade zarar vermektedir. Bazen ciddi sonuçlara yol açmayan olumsuz davranışlar görmezden gelinip cezalandırılmamalıdır ki çocuk ceza arsızı olmasın. Bazen de ortada hiç bir neden yokken çocuğa maddi ya da manevi ödül verilmelidir ki çocuk hiçbir şey yapmasa bile koşulsuz bir şekilde sevildiğini hissetsin.

     

    Psikolog Canan Cantürk

  14. Çocuğa, istenilen davranışı kazandırmada veya istenmeyen davranışı bıraktırmada ödül ve ceza yöntemlerinden hangisinin daha etkili olduğu sıklıkla tartışılan bir konudur. Aslına bakarsanız,illaki bir seçim yapmaya gerek yoktur. Çünkü, ödülün de, cezanın da farklı uygulama koşulları vardır. Uygulama koşullarına dikkat edildiği takdirde iki yöntem de işe yarayacaktır. Şayet dikkat edilmezse iki yöntem de etkisiz kalacaktır. Biz bu konudaki yazımızda ilk hafta ceza, sonraki hafta ise ödül yöntemlerinin hangi koşullar altında etkili olacağını tartışacağız:

     

    CEZA YÖNTEMİNDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN NOKTALAR

    1. Cezanın amacı ebeveynler tarafından doğru bir şekilde belirlenmelidir:

     

    Ebeveynler çocuğa ceza vermeden önce, cezanın kendileri için ne anlama geldiğini zihinlerinde netleştirmelidirler. Bunu netleştirmek için cezanın ne olmadığına karar vermeleri işlerini daha kolaylaştırır.

     

    Ceza, ebeveynin çocukla güç mücadelesine girerek, çocuğa dediğini zorla yaptırıp egosunu tatmin etme yöntemi değildir. Ebeveynin yanlış davranışta bulunan çocuğuna sözel ya da fiziksel şiddet uygulayarak anlık rahatlama sağlama ya da onun benlik saygısını ve özgüvenini zedeleyerek çocuğu sindirme yöntemi değildir.

     

    Cezadan kastedilen; katı kural ve yasaklar koyma, bağırma, dövme, aşağılama, yargılama, kıyaslama, tehdit etme, korkutma, hakaret etme, rencide etme… gibi ebeveynin egosunu tatmin etmesinden, öfkesini dindirmesinden ya da çocuğu sindirmesinden başka bir işe yaramayan yöntemler ise; böyle bir ceza anlayışının eğitimde hiçbir şekilde yeri yoktur. Özellikle, sözel ya da fiziksel şiddet içeren veya kilitleme, hapsetme gibi çocuğu korkutacak cezalar kesinlikle uygulanmamalıdır. Bunların ileride telafisi çok zordur.

     

    Cezanın amacı, çocuğun sergilediği yanlış davranış hakkında bir değerlendirme yapmasını sağlamaktır. Böylece çocuk iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt etmeyi, olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kurmayı öğrenecektir. Öz denetim kazanacaktır. Sorumluluk bilinci gelişecektir. Bu bağlamda ele aldığımızda en etkili ve sağlıklı ceza yöntemleri çocuğu sevdiği şeyden mahrum bırakma ya da yaptığı davranışın sonucu ile baş başa bırakmadır.

     

    2. Ceza, çocuğun yaşına uygun olmalı:

     

    2 yaş öncesi çocuklar için herhangi bir ceza uygulaması olmamalıdır. Çünkü bu dönemde çocuklar bir çok davranışı -olumsuz dahi olsa- keşif amacıyla, meraklarından sergilemektedirler. Yaptıklarının yanlış olduğunun farkında olmadıkları gibi, cezayı neden aldıklarının da bilincinde değildirler. Bu nedenle, onlara verilecek herhangi bir ceza meraklarını bastırmalarına yol açabilir ve girişimciliklerini olumsuz etkileyebilir.

     

    2 yaş sonrası çocuklar için ise ceza, yaş ve gelişim özelliklerine uygun bir şekilde verilmelidir. 3 yaşındaki bir çocuk için, oyuncaklarına zarar veriyor diye en sevdiği oyuncağını elinden alıp iki gün boyunca vermemek ağır bir cezadır. (kısa süreliğine olması daha uygun olur). Çünkü bu yaşta bir çocuk için oyuncağı her şeyden daha önemlidir. Üstelik iki günlük bir süre ona göre çok uzun bir zaman dilimidir. Fakat, bu ceza 6-7 yaşlarındaki bir çocuk için yerinde olabilir. Çünkü o, hem oyuncak haricinde başka şeylerle de vakit geçirebilmekte, hem de diğerine göre sabretmek konusunda daha az zorlanmaktadır.

     

    3. Ceza, çocuğun davranışına paralel olmalıdır:

     

    Ceza davranışa paralel olmadığı takdirde çocuk davranışı konusunda sağlıklı değerlendirme yapamaz. Mesela, markete gittiğinde huzursuzluk çıkararak annesini üzen çocuğa, eve gidince TV izlememe cezası vermek uygun olmaz. Çünkü bunlar birbiri ile alakası olmayan durumlardır. Annesi bu çocuğa bir dahaki sefere markete giderken onu götürmeme cezası vermelidir. Böylece çocuk yaptığı davranış ile karşılaştığı sonuç arasındaki bağlantıyı daha iyi fark edecektir.

     

    4. Ceza hafif olmalıdır:

     

    Etkili cezanın, çocuğu sevdiği şeyden mahrum bırakma ya da davranışının sonucu ile baş başa bırakma olduğunu söylemiştik. Ancak bunları uygularken aşırıya kaçmamak gerekir.

     

    Çocuğun davranışının sonucu, annesinin onunla ilişkisine bir müddet ara vermesi (mola yöntemi) ise bu ara saatlerce sürmemeli, 15-20 dakikayı geçmemelidir. Ya da çocuğa markete götürmeme cezası verildiyse, bir de üstüne annesi onunla küsmemeli ya da ona kızıp söylenmemelidir. Çünkü, çocuk markete gidemeyerek zaten bir bedel ödemiştir. Bu, çocuğun daha fazlası öfkelenmesine ve davranışını inadına değiştirmemesine yol açabilir.

     

    5. Ceza vermeden önce, çocuk bu konuda uyarılmalıdır:

     

    Çocuk, istenmeyen bir davranışta bulunduğunda ebeveyn öncelikle onu, bu davranışı sürdürmeye devam ettiği takdirde ne ile karşılaşacağı konusunda uyarmalıdır. Çünkü çocuk bunu bildiğinde belki davranışını düzeltecektir. Ancak ebeveyn hemen harekete geçtiğinde, çocuğun davranışını düzeltme şansını elinden almış olur. Çocuk ne ile karşılaşacağını bilmesine rağmen hala devam ediyorsa zaten karşılaşacağı şeyi kendisi göze aldığı için yersiz bir öfkelenmeye girmeyecektir. O an öfkelense bile sonrasında sağlıklı bir değerlendirme yapabilir.

     

    6. Ceza, anında verilmelidir:

     

    Ceza, olumsuz davranış ortaya çıktığı an verilmelidir. Aksi halde etkisini kaybeder. Başka bir zaman verildiğinde, çocuk yaptığı davranış ile bağlantısını kuramaz. Bağlantısını kursa bile, çocuğu o an işinin başından kaldırıp ceza uygulamak onda öfkeye yol açar. Çünkü o sıra çocuk sabahki olayı tamamen unutmuş, gayet uslu bir şekilde oyuncakları ile oynuyor olabilir.

     

    7. Ceza almasının nedeni çocuğa açıklanmalıdır:

     

    Çocuk neden ceza aldığını bilmezse davranışını düzeltmez. Düzeltmesi gerektiğini bilse bile, bunu nasıl yapacağını bilemez. Bu nedenle ebeveyn ceza verirken ona hem açıklama yapmalı, hem de telafi etmesi için yardımcı olmalıdır. Çocuk o sırada çok öfkeli ise, açıklama yapmak için sakinleşmesi beklenmelidir.

     

    8. Ceza sürekli başvurulan bir yöntem olmamalıdır:

     

    Ceza sürekli kullanıldığı zaman tesirini kaybeder. Bu nedenle tolere edilemeyecek bazı davranışlar (saldırganlık içeren davranışlar gibi) dışında, ciddi sonuçlara neden olmadığı takdirde arada sırada çocuğun olumsuz davranışı görmezden gelinmelidir. Ancak çocuk ebeveyninin davranışını fark ettiğini fark ederse, yine yaptırım uygulanmalıdır. Aksi halde çocuk ebeveynini tutarsız olarak algılar ve davranışına devam eder.

     

    Burada bir noktaya dikkat çekmek gerekir: Eğer ki olumsuz davranış ilk kez görülüyorsa hemen çocuğa yaptırım uygulanmamalıdır. İlk etapta görmezden gelinmesi daha iyi olabilir. Fakat çocuk davranışı tekrarlamaya devam ediyorsa önce uyarılmalı, sonra duruma göre yaptırım uygulanmalıdır.

     

    Ceza, yukarıdaki değindiğimiz noktalara dikkat edildiği takdirde eğitimde etkili bir yöntemdir. Ancak, bu noktalara dikkat edilmezse olumlu bir sonuç alınamayacağı gibi, çocuğun kişiliği ya da ruhsal dünyası üzerinde olumsuz etkilere yol açması olasıdır.

     

    Psikolog Canan Cantürk

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.