Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Baumann

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    48
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İletiler gönderen: Baumann

  1. Belki de sahiden bırakacaksın beni.

    belki de ben bırakılması elzem

    en zararlı alışkanlığım.

     

    Belki bir hata idi benle olmak

    ve hayaller kurmak.

     

    hayallerin hepsi de

    işkembe-i kübradan sallanmış şeyler

    ki sırf belki de sırf

     

    senin ellerini tutmak

    ve ensene arkadan

     

    bir öpücük kondurmak için

     

    belki de.

     

    belki de dünya zaten dönmüyor,

    ve Pakistan'da binlerce kişi ölmedi depremde

     

    ve donmuyor kalanları.

     

     

     

     

    Şırnak'ta sevgi yok belki de,

     

    elleri ve yüreği olan bir sevgi.

     

    belki de küre zaten yok

     

    ve zaten ısınmamakta yüreği,

     

    erimemekte buzulları,

     

    yükselmemekte denizleri.

     

     

     

    Telef edilmiş kuşlar,

     

    ve hatta kuş gribi yok belki de.

     

     

     

    Belki gökyüzü bile yok.

     

     

    Belki sen yoksun,

    belki de ben.

    Belki ve belli ki

    biz yokuz sade bu dünyada,

    sevgi var bizden öte

    öteden beri.

     

     

     

    Abdullah ANAR

  2. Hangi şiire başlasam suskunum sana

    Dağ göğsünde bir kaya diliyle suskun

    Güneşte kavrulan bir kum tanesi

    Çatlayan dudaklarım oluyor her gece

    Yağmura suskun yaşamaya suskun

    Haykırabilsem

    Belki bir nehir köpürebilir sesimde

    Silinebilir kuraklığın bütün izleri

    Upuzun çöller vadileşebilir içimde

     

    Hangi güzelliği özlesem suskunum sana

    Yürek boşluğunda bir of kadar suskun

    Özlüyorum seni masmavi

    Koşuyorum sana bembeyaz

    Ve kahroluyorum bir anda kapkara

    Ah oluyorum

    Of oluyorum

    Ve susuyorum

    Oysa haykırabilsem

    Işık yumağı bir pınar olur soluğum

     

    Hangi türküye uzansam suskunum sana

    Ağıt ağıt, özlem özlem suskun

    Tut ki vurulmuşum

    Aşktan ve kandan bir damla olmuşum

    Bir saçlarının rüzgarına

    Bir de ağzının kıyılarına konmuşum

    Hangi dalga silebilir beni senden

    Hangi kasırga koparabilir

    Ben saç tellerinde bir ezgi olmuşum

    Coşkuların her şahlanışında

    Sana deprem deprem susmuşum

    Ve sana susmaktan inan ki yorulmuşum

     

    Yeter olsun gözlerinde ışık fırtınası

    Sözlerinde baskı yasası yeter

    Hangi kavgayı özlesem suskunum sana

    Zafer sabahlarında gece kadar

    Bayram sabahlarında yas kadar suskun

    Böyle güzelliklere de

    Böyle suskunluklara da lanet olsun

    Al bu suskunluğumu al artık

    Al ki

    Bütün gürültüler kahrolsun

     

    Adnan YÜCEL...

  3. Yatar gül harmanı gibi

    Canımın dermanı gibi

    Her yanında çiçek açmış

    Binboğa ormanı gibi

     

    Nesine yar nesine

    Ölürüm ben sesine

    Bir daha vursa idi

    Nefesim nefesine

     

    Canım sese mi geldin

    Kadem basa mı geldin

    Sağ olsam gelmez idin

    Öldüm yasa mı geldin

     

    Nesine yar nesine

    Ölürüm ben sesine

    Bir daha vursa idi

    Nefesim nefesine

     

    Saçın yüzüne perde

    Yüreğim düştü derde

    Ayak üstü duramam

    Seni gördüğüm yerde

     

    Nesine yar nesine

    Ölürüm ben sesine

    Bir daha vursa idi

    Nefesim nefesine

     

    Zülfü LİVANELİ...

  4. Sus söyleme

    Bir şey söyleme artık

    Sus söyleme

    Her şey gereksiz artık

    Bana düşen dönüp de gitmek

    Sonunda elimde kalan

    Bir avuç hüzün ve keder

     

    Yeter yeter söyleme artık

    Kelimeler kanatır yarayı

    Gözlerin anlatıyor

    Mutlu aşk yoktur

     

    Oysa ben sana neler adamıştım

    İçli şarkılar, kırık ezgiler

    Yüreğimdem süzülüp gelen

    Bırakıp gittin beni

    Bir gün yollarda

     

    Yeter yeter söyleme artık

    Kelimeler kanatır yarayı

    Gözlerin anlatıyor

    Mutlu aşk yoktur

    Sus söyleme her şey ortada artık

     

    Zülfü LİVANELİ...

  5. Ne zaman yağmur yağsa

    Bir buluşma yeri olurdun

    İstanbul'da rüzgâr soluklara

    Mavisi yasaklanmış deniz

    Kızıl tufanı yaratmadan daha

    Ne zaman yağmur yağsa

    Tarihin şiir tanığı olurdun

    Yağmurdan sonra

    Toprak kokusu bakışlılara

     

    Tam otuz yıl nasıl kıydım sana

    Bin zehirli duman arasında

    Islığınla besteledim hep

    En pembe çocuk düşlerini

    Pan'ın flütünden mi kalma

    Babam'ın dilsiz kavalından mı

    Hep rüzgârla bir tuttum seni

    Hani yolu yakın

    Aşkı sonsuz kılan rüzgârla bir

     

    Ey can içre cankörüğüm

    Hangi kentin temiz havası

    Yetmez oldu ki soluğuna

    Çıkardın kendini ölüm doruğuna

    Ölmek kolay değil cankörüğüm

    Kalbimde sevinç gözesi pınarlar

    Kalbimde yaşamak aşkı çınarlar

    Ve bir nice coşkular coşkular

    Sende onlar gibi yaşayacaksın

    Akıp ırmaklara karışacaksın

    Sırılsıklam bütün sevişmeleri

    Yine soluğunla kurutacaksın

     

    Adnan YÜCEL...

  6. "Berlin'de düzen hüküm sürüyor!"

    Sizi budala zaptiyeler

    Kum üzerine kurulu “düzeniniz”

    Devrim daha yarın olmadan,

    Zincir şakırtısı içinde yeniden doğacaktır!

    Ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri

    arasında şunu bildirecektir:

    “Vardım, Varım, Varolacağım”

    Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik..

    Çünkü Spartaküs ateş ve ruh demektir,

    yürek ve can demektir.

    Proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir.

    Çünkü Spartaküs zafer özlemini,

    sınıf bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir.

    Bunlar elde edildiği zaman biz ister yaşayalım ister yaşamayalım

    Programımız yaşayacaktır

    ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır;

    herşeye rağmen.

     

    Lenin tarafından O bir kartaldı diye anılan Rosa Luxemburg ve beraber Spartakist Birliği oluşturdukları Karl Liebnecht, 15 Ocak 1919'da Berlin Ayaklanması'nı bastırmak için azgınca saldıran askerlerce katledildiler.

     

    "VARDIK, VARIZ, VAROLACAĞIZ"

  7. Nice yıllar, nice aylar, nice günler arasında

    Bu acılar, bu yaralar, bu hüzünler arasında

    Mekik dokur hayatımız karanlıktan aydınlığa

    Bu umutlar, bu mahpuslar, bu sürgünler arasında

     

    Senin sevdan güç verir bana

    Sevdan

    Yürürken yan yana

    Işığı getirir bana

    Yürürken yan yana

     

    Nice dostlar, nice canlar, nice kanlar arasında

    Bu dikenler, bu çalılar, bu zeytinler arasında

    Mekik dokur hayatımız karanlıktan aydınlığa

    Bu çakallar, bu şahinler, güvercinler arasında

     

    Senin sevdan güç verir bana

    Sevdan

    Yürürken yan yana

    Işığı getirir bana

    Yürürken yan yana

     

    Mikis THEODORAKIS...

  8. gece

    bir tabut gibi çöker omuzlarıma

    bir ölünün iç çekmesi olur rüzgar

    hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi

    yıldızlar sayılmaz:hasret uzakta

    hasreti bir ben bilirim

    bir de gecenin gözlerindeki baykuş

    baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuş

    onu hüznümle güzelleştiririm.hüznümle süsler

    bir damın üstüne oturturum

    damımın üstüne oturturum

     

    -sizi hiç bu kadar yakından görmedimdi

    yıldızlar sayılmaz :hasret uzakta

     

    abimin acıyla yontulu yüzü

    yaşlı bir güvercin gibi düşer avuşlarıma

    dağılır ses olur acısı

    ezberlediğim bir öğüdü yineler bana

    -çocuğum üşütme yüreğini

    şimdi hüzün mevsimidir bütün şiirleri gezen

    ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil

    hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan korkarım

    mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa

    mesela annemde yoksa yanımda

    mesela, şimşekte çakıyorsa ben çok korkarım , ağlarım

    -ana bana kurşun dök.oku üfle

    ana ben daha çok küçüğüm. bana ninni söyle ana

     

    yalnızım.bunu hep söylüyorum

    yalnızım.bunu hep söylüyorum

     

    geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor

    hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğine sığmıyor

    her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum

    yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor

    yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece

    öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde

    biliyorum.biliyorum bunu da biliyorum

    gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da

    kendime kendimden başka kendim yok

    ne utancımı kuşanan bir sevgi

    ne çirkinliğimi öpen bir kız

     

    yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız

     

    -ana bana bir hal oldu.hep böyle titriyorum

    ana çok üşüyorum.ıhlamur ısıt bana

     

    yıldızlar sayılmaz:hasret uzakta

    ben sevgiye hasretim.sevgi uzakta

     

    ey insanlar

    ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları

    iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı

    iğrenerek.hepinizi kucaklıyorum ilkin

    ağzınızı dudaklarınızı dişlerinizi öpüyorum

    bilmiyorsunuz.ben kendimi öpüyorum

     

    cinsel bir çiftleşmedir çarşaflar

    ıslak bir gece en fazla kendini çoğaltır

    bir solucan vücuduna yeni bir halka ekler

    döllenir acı.sevişme daha da erselikleşir

     

    -hü’yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün

    size bir gün mutlaka hü’yü anlatmalıyım

     

    geceyse

    tükenmişse güneşin güçlülüğü

    gök gözlerinin buğusunu yansıtır

    senin acın acıların ölümüne gebedir

    korkma yavrum

    ne gece ne geceler senin

    suçsuz mızıkçılığını küçültemez

    bir çirkini öpmek için uzattığın yüreğini

    güzelleşip bir sevginin göğsüne yatmak biraz

    biraz yorgun biraz korkak bir insan sevmek biraz

    dayayıp sırtını gecenin duvarına

    bir ölünün ağzını dudağını öpmek biraz

     

    yıldızlar sayılmaz:hasret uzakta

    ben sevgiye hasretim.sevgi uzakta

     

    ey kanımda tefler çalan mevsimle gelen

    sesimi çakallarla boğan gece

    hüznüme vur acımı soy

    beni de kuşat

    boris karlof kadar masum yüzümü

    karanlığınla frenkeştaynla

    çünkü artık büyütmeliyim içimde nefreti

    kalbim ki yıllardır iyiliğe abone

    nerde bir insan görse

    bırakır sevgi kuşlarını

    çünkü o bağışlar yargıçlarını

    kendi yasalarını kuramayan yargıçlarını

     

    ey gecede unutulmuşluğumun suçluları

    ey yanlışlığın yanlış yargılayıcıları

    suçum:nefreti öksüz bırakmak

    savunmam:sevgimi yüceltmek içindir

    sakalım yok biliyorum ama kötü değilim

    büyükleri sayarım küçükleri severim

    çocukları incitmeden severim.kadını öpmesini bilirim

     

    sizi de sizi de öpmesini bilirim

     

    -ana ben çok yalnızım.benim başka sevgim yok

    içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü

     

    kural tanımayan sevgim benim

    aykırım fizikötem doğa üstüm yanlışlığım

    aşkım.sevgili yanılgım benim başyargıcım

    nefretim nefretim nerdesin

     

    kalbim

    birgün elbette sana hükmedeceğim

     

    elbet geçer bu hüzün mevsimi

    bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün

    o gün size sevinci de anlatacağım

    bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün

    o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım

     

    ve bir gün elbette yıldızları sayacağım

     

    -gelin kucaklayın beni.yıldızları sayamıyorum.

     

    Arkadaş Zekai ÖZGER...

  9. Nice yıllar, nice aylar, nice günler arasında

    Bu acılar, bu yaralar, bu hüzünler arasında

    Mekik dokur hayatımız karanlıktan aydınlığa

    Bu umutlar, bu mahpuslar, bu sürgünler arasında

     

    Senin sevdan güç verir bana

    Sevdan

    Yürürken yan yana

    Işığı getirir bana

    Yürürken yan yana

     

    Nice dostlar, nice canlar, nice kanlar arasında

    Bu dikenler, bu çalılar, bu zeytinler arasında

    Mekik dokur hayatımız karanlıktan aydınlığa

    Bu çakallar, bu şahinler, güvercinler arasında

     

    Senin sevdan güç verir bana

    Sevdan

    Yürürken yan yana

    Işığı getirir bana

    Yürürken yan yana

     

    Mikis THEODORAKIS...

  10. Bil ki

    üzgün bırakıp ayrılırken

    caddeler

    kaldırım taşlarıyla örtülmüş uçurumlardır.

     

    Bilinçsizce mırıldanışta ansızın hatırlanan

    bir şarkı gibidir dönüşündeki haz

     

    Uzun uzun ağlamak için güdülen hasret

    bazen nelere değmez

    subaşından ürkütülmüş ceylanın

    sekerek kaçarken ırmağa saldığı kader

    sanki süzülüp kalbine gelir

     

    Yanıp sönen solgun

    ve kararsız ışıkları sehrin

    topraklarda ışıldasa da yıldızlar kadar

    gözlerimde yoğunlaşan anlamsız bakış

    takılıp gölgesine derinliklerin

    uzaklaşır.

     

    Oysa tayların körpecik kuyruğuna

    parlak yelesine bağlanan kurdela

    huylarını gizlice dizginlemek içindir

     

    Ve bilmediğim acılar

    yemişine kuşların konmadığı ağaçlar

    sarmaşıklar altında

     

    Seni birazdan ay batarken anacağım

    fakat unutma ki yaşamak

    sonsuz bir tadla onarıyor

    hırçın bir çocuğun ısırdığı elmayı

     

    Nihat BEHRAM...

  11. Güneş kaç zamandır yüzünü göstermemişti. Belki de bu yüzden kaç zamandır hırçın ve huzursuzdu deniz. Köpürüyor; salyalarını, kıyılarını bir dudak gibi çizen şehrin üzerine savuruyordu.

     

    Sahilde bankın üzerinde oturan siyah paltolu, kasketli adam, yırtık pantolonlu küçük çocuk yanına yaklaştığında bir kaplumbağa gibi içine gömüldüğü paltosundan kafasını uzattı, çocuğun elindeki boya sandığına baktı bir süre.

     

    Çocuk, “Boya ister misin amca?” dedi.

     

    Gülümsedi adam, belki de uzun zamandır ilk defa. “Hava soğuk, sahil bomboş, bir benim için mi burdasın?”

     

    Adamın uyarısıyla havanın buza kesen ayazını farketmişçesine titredi çocuk, “Güneşli havada herkes iş bulur amca. Mühim olan böyle havalarda iş çıkartmak. Yoksa okul harçlığı yok. Evde ekmek de yok…”

     

    Sakince gülümseyen adam paltosunun içine sıkıştırdığı kitabı çıkarttığında kapağındaki “Evrim Teorisi” yazısını fark etti çocuk. Kasketinin altından bakan deli gözlere takıldı. Adam sayfaları karıştırıyordu, “Dert etme” dedi. Sonra denizin üzerinde uzayıp giden ufka baktı. Tarihin derinliklerini araştırırmış gibi bir hali vardı. Gözleriyle uzakları işaret etti, “Bak açacak hava, güneş yüzümüzü ısıtacak, yeryüzünün bütün şifreleri de çözülecek.”

     

    Oralı olmadı çocuk. Kafasını paltosunun içine çeken adama seslendi yine, “Boya ister misin amca?”

    ….

  12. Gözlerin hep derinlerde

    Kayıp giden bir yıldız gibi

    Gözlerin bir hüzün sarkısı

     

    Bir masal kuşu konar düşlerine

    Açılır kapısı çocuk yalnızlığıdır

    Kendini dinlemekten yorgun düşmüş

    İnsanlar

    Kendi izini arayan umarsız bir dünya

    Bak nasıl da sancılı

    Bak nasıl da çözülüyor

    Bak nasıl da fırtınalı

    Yeniden ulaşmak için kendine<<<

     

    Metin Kemal KAHRAMAN...

  13. Geceleyin karanlıkta

    Suya attım ben sesimi

    Türkü oldu birdenbire

    Denizinden geçen gemi

     

    Geceleyin karanlıkta

    Gülümsedim buluta ben

    Saçlarına düşen yağmur

    Gökkuşağı oldu birden

     

    Geceleyin karanlıkta

    Yıldız tuttum gök içinde

    Işığını sana vurdu

    Bir gül açtı yüreğinde

     

    Ülkü TAMER

  14. Uyuyup uyandığımda , eline dolandığım

    Ateş olup yandığımda

    Ateş olup yandığım

    Yandığım yandığım off

     

    Türkülerin vurulduğu zamandır şimdi

    Zamandır şimdi

    Zamandır şimdi off

     

    Dost diye bildiğimde yalvar yakar olduğum

    Yollarına öldüğümde

    Yollarına öldüğüm

    Öldüğüm öldüğüm off

     

    Kuşların vurulduğu zamandır şimdi

    Zamandır şimdi

    Zamandır şimdi off

     

    Geçmişi geleceği kurdun kuşun böceğin

    Tuz ile ekmeğinde

    Tuz ile ekmeğin

    Ekmeğin ekmeğin off

     

    Harman olup yorulduğu zamandır şimdi

    Zamandır şimdi

    Zamandır şimdi off

     

    Zülfü LİVANELİ...

  15. Göğü kucaklayıp getirdim sana

    kokla

    açılırsın

     

    solmuşsun

    benzin sararmış

    yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün

    öyle bükük bakma bana

     

    çam kolonyası getirdim sana

    kentli dağlıların haklı sevdasını

    bolu ormanlarından çarpan bir koku

    sanki köroğlunun ter kokusu

    aman kokusu, billah kokusu

    canlarım, canım benim

     

    üzme kendini bu kadar

    sana umudu öğretmeyenlerin suçu mu var

    bak yeryüzü ne kadar geniş

    ne kadar dar

     

    Dur

    akıtma gönlüm yaşını

    gözünden öpecek bir yer bırak

    oy bana en yakın

    bana en uzak

    sevgili yar

    Hasretine vur beni

     

    Giyecek çamaşır getirdim sana

    adettir diye değil, sevdim diyedir

    bağışla, eski biraz

    bedenim uygundur diye bedenine

    elimle yıkadım, ütüledim

    elma ağacında kuruttum

     

    Günler sarmal bir yay gibi

    bunu unutma

    Bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir

    bunu unutma

    Seni ben her yerinden öperim

    bunu unutma

     

    kadere inansaydım

    sana inanırdım

    Düşürmem sigaramın ucundaki külü ben

     

    öyle kırık bakma bana

    Caddeler nasıl da genişliyor

    sana bunu söyleyecektim

    Bileyli bir makas vardı yanımda

    sana bunu söyleyecektim

    Hadi kes büyüyen tırnaklarındaki kiri

    sana bunu...

    Oyy nasıl söyleyebilirim

    deliren sevdamızın kısrak huyunu

     

    Elimi tut

    tuttururlar, o kadarına izin verirler

    kahreden bir ayrılığın çılgınlığı değil bu

    Bir isyanın kelepçeleşmiş resmidir parmaklarımız

     

    sen içerde

    Ben dışarda...

    Oyyy mahpusluk mahpusluk...

     

    Arkadaş Zekai ÖZGER... (seni kucaklayarak sayıyoruz/

    Yıldızları

  16. "1) Siyasi parti faaliyetleri yasaklanmıştır. Parti bina ve tesisleri sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca emniyet ve kontrol altına alınacaktır.

    2) Kamu düzeni ve genel asayiş gereği olarak DİSK, MİSK ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri durdurulmuştur. Bu kuruluşların yöneticileri Türk Silahlı Kuvvetlerinin güvencesi altına alınmıştır.

    3) Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay hariç diğer bütün derneklerin faaliyetleri durdurulmuştur.

    4) Bu hafta sonu yapılacak bütün spor faaliyetleri yasaklanmıştır. Durum ve şartlara göre sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca spor faaliyetlerine bilahare izin verilecektir.

    5) Bankaların faaliyetleri ikinci bir emre kadar durdurulmuştur. Güvenlikleri sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca sağlanacaktır.

    …….

    Org. Kenan EVREN

    Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı"

     

    Evet bütün bu yasaklamaları ve daha nicelerini yaptılar. 650 bin insanı gözaltına alıp işkence tezgahlarından geçildiler. 1.5 milyondan fazla insan fişlendi. Faili meçhullar, kayıplar vs... Ama bir şeyi engelleyemediler! Yeniden doğumları. Yeşil kuytuda da olsa boy vermeyi sürdürdü.

     

    Tarihin derinliklerine gömülen, biten bir şey yok. Şarkımız sürüyor!

  17. Yerin derinliklerinden geldiler, ellerinde

    susmak bilmeyen bir yer altı güneşiyle, ne kadar

    diplere bastırılsa o kadar boğulmak bilmez yankısıyla

    yüreklerinin.

     

    Ağır ağır geldiler, karanlık sarnıçlardan sıza sıza,

    sağır küplerde birike birike, yararak kaslarının içine

    yuvarlanmış sızıları ve ciğerlerinde yer etmiş

    ışıksız lekeleri.

     

    Geldiler bir büyük sesin harfleriyle ağızları dopdolu,

    suskun çamuru küremek için kentin gölgeli

    sokaklarından, sıyırıp almak için yıllardır gökyüzüne

    birikmiş pası, ovmak için isli alnını sabahın.

     

    Anıt bildiler sıradan ve gösterişsiz bir günü, diyecek

    sözleri varsa anıt bildiler, akacak bir yatağı varsa

    ırmaklarının ve atacak köprüleri varsa anıt bildiler,

    toplandılar o anıtın çevresine.

     

    Sonra her gün geldiler, artarak geldiler, kadınları

    çocukları ve alkışlarıyla, yoğurt mayalar gibi geldiler,

    pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi, su gibi, ateş gibi.

     

    Her gün yeni ağızlar eklendi ağızlarına, yeni

    yollarla tanıştı ayakları, her gün yeni kabuklar çatladı,

    yeni kulaklar işitmeye başladı söylediklerini, bir kent

    oldular sonunda

     

    ve adını değiştirdiler ülkenin.

    Kemal ÖZER

     

    (Zonguldak'ın kaçak madenlerinde çalıştırılan, kaçak köle çocukların ölümünün ardından, bir rapor dahi yazılmayan Zonguldak' ın Yaşsız Emekçilerine...)

  18. Kuş gribinde ölümlerin suçlusu tavuk-yumurta piyasasının selameti için gerekli tedbirleri almayıp, meclis lokantasının menüsünden tavuğu çıkartan, televizyon ekranlarından "Gönül rahatlığı ile tavuk yiyebilirsiniz" deyip kendileri aynı ekranda önlerine konulan tavuğa el sürmeyen sermaye uşaklarıdır. Patronların ortak kasası olan hazineden bölge halkına tavuklarını teslim etmeleri için ikna edici bir ödeme yapılsa idi, kimse tavuğunu saklamaz, teslim etmek için sıra oluşturulurdu. Koçyiğit kardeşlerin katili patronlar ve kuklalarıdır. Ölümlerin suçlusu defalarca salgın yaşanmasına rağmen üç kuruşluk maskeyi bile depolamayanlardır.

     

    Erdoğan insanların gözünün içine baka baka "Öğretim üyesi arkadaşlarımız da açıkladılar. Orada bir gecikmenin olmadığını hepsi de söylüyorlar. Hepsi anında olaylara müdahil olduklarını söylüyorlar” diyor ama 3. ölümün gerçekleştiği Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesine 40 kilometre uzaklıktaki Güllüce Köyü'ndeki kuş gribi şüphesi duyulan çocuklara ulaşmak, devletin tam 7 saatini aldı.

    çürümüş düzen/çürütür...

  19. Geleceğim bazen, uykudayken sen

    Beklenmedik uzak bir konuk gibi

    Sokakta bir başıma koyma beni

    Kapıyı sürgüleme üstümden.

     

    Usulca girecek bir yere ilişeceğim

    Bir zaman, karanlıkta, bakacağım yüzüne

    Görüntün doyasıya dolunca gözlerime

    Seni kucaklayacak ve çıkıp gideceğim...

     

    Nikola VAPTSAROV...

  20. Radikal veya liberal bütün eğilimleriyle Türkiye’de sol hareket, toplumsal-siyasal yaşamdaki ağırlığı ve prestij bakımından bugün son 40 yılın en etkisiz ve itibarsız dönemini yaşıyor.

     

    Siyasal bir körlükle gerçeğe gözlerini kapatarak kendilerini avutmayı sürdürenler hala var belki ama, devrimcisiyle de liberaliyle de sol bugün Türkiye’de “marjinalleşmiş” durumda. Öyle ki, devletin resmi belgelerinde bile, ciddi bir tehlike ve tehdit olarak görülmüyor artık.

    Üstelik sistemin ve rejimin derin bir kriz içerisinde debelendiği, sınıf çelişkileri ve toplumsal kutuplaşmanın keskinleştiği, orta sınıflar içerisinde dahi çıkışsızlık duygusu ve alternatif arayışlarının arttığı bir tarihsel kesitte yaşanıyor bu olgu.

     

    Tarihin ironisine bakın ki, “marjinallik” suçlamasını bir zamanlar devrimci radikal güçlere karşı bir küçümseme ve saldırı vesilesi yapan ÖDP ve EMEP gibi liberaller de aynı pejmürde haldeler. 12 Eylül sonrası birinci tasfiyecilik dalgasının başını çeken bu liberal dönekler takımı, bugün inkarın da inkarını yaşıyorlar ama nafile.

     

    Devrimci sol güçler açısından ise işin asıl acı ve sarsıcı olması gereken tarafı, bu sonucun asıl olarak solun kendisinden kaynaklı olması. 12 Eylül döneminden farklı olarak sol bugün, burjuvazi ve gericiliğin çok yönlü saldırılarının kendisini aşan sonuçlarından dolayı değil, bundan da önce ve asıl üzerinde durulması gereken nokta olarak kendi akıl almaz hatalarının, aymazlık ölçüsündeki dargörüşlülüğünün, siyaset yapma tarzından örgütlenme ve mücadele biçimlerine kadar her konuda esiri haline geldiği tutuculuğun... fakat asıl olarak ‘sol’ kimliğini ve kişiliğini kaybetmesinin sonucu kendi kendini “marjinalleştirdi”.

     

    Turkiye’de sol hareket, her şeyden önce, kendisini başkalarından ‘farklı’ kılan ve ‘sol’ yapan sosyalizm idealini ve sosyalist idealizmini kaybetti. Bu kimlik ve kişilik kaybı, kapitalist sistemde ve ona bağlı olarak ülkedeki ‘değişimi’ görememekle de birleşerek başka bozulmaları da beraberinde getirdi.

     

    Bu ülkede sol artık etkili bir muhalefet dahi olamayacak ölçüde ‘iktidarsızlaştı’; ‘yenilenmenin öncüsü’ olmaktan çıkarak ‘tutuculaştı’; ‘dünyayı değiştirme’ iddiasına uygun bir enerjinin sahibi ve temsilcisi olmaktan çıkarak kendini dahi değiştiremeyecek ölçüde ‘mecalsizleşti’; toplumdan en başta da asli sosyal tabanını oluşturan işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlardan koparak ‘cemaatleşti’, daha da kötüsü kimi bölükleri, kimi yönleri ve kimi özellikleriyle düpedüz ‘lumpenleşti’.

     

    Devrimci hareket asıl kan kaybını ‘90’lı yılların başlarından itibaren yaşadı. Hareketin sosyal dokusu, siyaset anlayışı ve kültürü asıl olarak bu yıllardan sonra deforme ve dejenere oldu. Hareketin son 40 yıllık tarihinin hiçbir döneminde rastlanmayan akıl almaz tutumlar ve politikalara, “devrimcilik” adına bu yıllarda tanık olundu. Devrimciliğin doğasına olduğu kadar etik değerlerine de taban tabana zıt yöntemler ve uygulamalar, bulaşıcı bir hastalık gibi bu yıllarda yayıldı. Ve bunlar her ne kadar devrimci hareketin sadece bazı bileşenlerine ait, tekil veya istisnai örnekler olsalar dahi toplum tarafından faturası hareketin geneline kesildi; çünkü oportünist bir siniklik ve sinizmle hareket eden diğerleri tarafından da bunlara karşı net ve ilkeli bir tavır alınmadı.

     

    Geçmişte maddi güç bakımından en cılız olduğu dönemlerde dahi bu ülkede sol’un sayısal gücünün kat kat üzerinde bir manevi-entelektüel ağırlığı ve saygınlığı vardı. Sol bugün asıl bu manevi otorite ve saygınlığını yitirmiş durumda. ) Yani sorun salt maddi bir güç olamama, devrimci literatürdeki yerleşik tanımıyla ‘kitlesellik’ sorunu, bu noktada yaşanan bir yetersizlik ve tıkanma sorunu değil.

     

    Gerçi bu da bir vakıa ve sol hareketin bugünkü etkisizliğinin temel bileşenlerinden biri. Fakat toplumsal-siyasal yaşamda ağırlığını hissettiren bağımsız ‘politik bir güç’ olabilmenin zorunlu gereklerinden biri olarak bu konudaki zayıflık dahi, tartıştığımız olgu açısından neden değil bir sonuç. Arayış halindeki bir toplumun ezilen emekçi yığınlarının bile görüş alanı içerisine giremeyen, eskiden beri sol hareketin tabanını oluşturan toplumsal kesimlerin dahi saygı ve güvenini kaybetmiş bir hareketin, kitlelerle büyük ölçeklerde, yaygın ve kalıcı bağlar kurabilmesi de elbette olanaksızdır.

     

    Kaldı ki devrimci açıdan siyasette ‘güç olmak’, salt kafa sayısının azlığı veya çokluğuna bağlı bir ‘nicelik’ sorunu değil, ondan da önce bir ‘nitelik’ sorunudur. Devrimci bakış açısıyla siyaset, Lenin’in benzetmesiyle “Aritmetikten çok cebire benzer”. Sayıların önüne gelen bir eksi, görünüşteki büyüklükleri bile değersizleştirir. Peşinden sürükleyebildiği güçler itibariyle de hali ortada olan devrimci hareketin asıl kaybı, gücünün önüne kendi elleriyle çektiği bu eksiden kaynaklıdır.

    Türkiye devrimci hareketi bugün içinde bulunduğu etkisiz ve itibarsız durumdan çıkabilmek için, önce kendini aldatmaktan vazgeçerek gerçeği kabullenme cesaretini göstermeli; sonra da hiçbir kaçamağa başvurmadan bu sonucu doğuran nedenleri doğru tespit ederek bunların üzerine gitme konusunda daha büyük bir cesaret sergilemelidir.

    Aksi bir tutumda ısrar da sürdürülebilir elbette. Fakat bunun sonucu, politik-tarihsel bakımdan sancılı bir tükeniş ve silinip gitmekten başka bir şey olamaz. Bu arada büyük fedakarlıklar ve acılar pahasına yaratılıp yaşatılmaya çalışılan devrimci değerler ve güçlerin sorumsuzca harcanmasının tarihsel sorumluluğu da büyümüş olur.

  21. seni bileklerim uçarıyken sevmiştim

    mağrur bir edayla bakıyordun dağlardan

    köpükler saçarak dövünen ırmak

    dudaklarında pembeleşen kabarcıklarla

    taze çayırlara karışırken

    ve toprak

    serin bir rüzğarı emerken her sabah

    arkadaş olmuştum ateşli duygularla

    ey hayat

    seni bileklerim uçarıyken sevmiştim

    üzümü mayhoşken koklamak isteyen çocuklar gibi...

  22. dört duvar dört dönerim

    kaç gecedir yoksun oğul

    bıçak bilenir etimde

    başında toprak beton mu oğul?

     

    bin yıl yatarım sevdana

    onurumsun susmam oğul

    yüreğim kopmuş geliyor

    devrime kadar düşmem oğul

     

    yere göğe koymazdım seni

    çaldılar dalımdan oğul

    ecelin önü alınmış

    olanca canım sana aksın oğul

  23. SON İSTEK

     

    Bitki olacaksam

    Çayır çimen olayım

    Aman baldıran değil

     

    Yol altında kalacaksam

    Gelin arabaları geçsin üstümden

    Çelik paletler değil

     

    Üstümde çocuklar koşuşsun

    Ne kaçan ne kovalayan

    Askerler değil

     

    Kerpiç yapacaksanız beni

    Okullarda kullanın

    Cezaevlerinde değil

     

    Soluğum tükenmez de kalırsa

    Islık öttürsünler

    Aman ha düdük değil

     

    Kalem yapın beni kalem

    Şiirler yazan sevi üstüne

    Ölüm kararı değil

     

    Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında

    Sakın ola ki

    Silahlarla değil

     

    Aziz NESİN... (Sevdikçe yaşıyor yaşadıkça seviyorum-uz senin gibi)

  24. KARGALARIN SEÇTİĞİ PADİŞAH

     

    Bir varmış, bir yokmuş... Eski çağlarda, ülkenin birinde bir zavallı kişi varmış. Günlük yiyeceğinin bile yoksunu, çulsuzun biriymiş. Ama kötü yürekli de değilmiş hani... Bütün isteği başkalanna iyilik etmekmiş. İyilik etmek istermiş istemesine ama, bunun nasıl yapılacağını da pek bilmezmiş. Sıksık,

    - Aaah ah, dermiş, bir gücüm yetse de şu insanlara hep iyilik etsem... Bu sözleri duyanlar sorarlarmış:

    - Peki, nasıl iyilik edeceksin? 0 da,

    - İyilik işte, dermiş, herkese iyilik edeceğim... Hele o günler bir gelsin, ben bilirim nasıl iyilik edeceğimi...

    Günlerden bigün dağ başında, «Tanrım bana yardım etse de, ben de insanoğluna iyilik edebilsem.» diye mınl mınl mınldanırken, arkadan gelen bir yolcu, yaklaştıkça adamın bu sözlerini duymuş.

    - Merhaba oğul!.. demiş.

    İyilik yapmak isteyen adam başını çevirince, ak sakalı göbeğine kadar uzanmış bir yolcu görmüş.

    - Merhaba baba... demiş.

    - Nedir öyle kendi kendine konuşuyorsun, Tanrıdan bişeyler istiyorsun? Adam derdini, insanlara iyilik etmek için nasıl içinin yandığını dilinin döndüğü kadar anlatmış.

    Ak sakallı adam,

    - Senin gibi çok kişi başkalarına iyilik yapmak istemiştir çimdiyedek. Bu iyiliğin nasıl yapılacağımı bilseydin, bu kadar çok iyilik yapmak istemezdin. İnsanlara iyilik yapmak, kötülük yapmaktan daha zordur. Dünya kuruldu kurulalı bunu becerebilen çok az kişi çıkmıştır... diye adama akıl vermişse de, o dinlemez,

    - Ah, demiş, ben başkalarına benzemem. Hele bir öyle yere geçsem, bütün kötülükleri kaldıracağım yeryüzünden. Aç, susuz kalmayacak. Çıplak, çulsuz kalmayacak. Kavga dövüş kalmayacak... Bütün işleri yoluna koyacağım.

    Ak sakallı,

    - Çok istiyorsun ama, demiş, yapmak istediğin işin nasıl yapılacağını bilmiyorsun. Senden önce de senin gibi yapmak istedikleri işi bilmeyenler çok geldi geçti. Öbürü,

    - İyilik yapmaktan kolay ne var yeryüzünde... demiş.

    Sakallı da,

    - Eh, demiş, demek o kadar çok istiyorsun iyilik yapmasını, öyleyse buralarda durma. Durmadan gez dolaş... Öyle bir yer gelir, öyle bir zaman gelir, sen de istediğin yere yükselirsin...

    İyilik yapmak isteyen kişi, ak sakallının yalnız son sözlerini dinlemiş, almış başını yürümüş... Orası senin, burası benim, yıllar yılı gezimş dolaşmış. Her gittiği yerde, insanoğluna iyilik yapmak için, nasıl içinin yanıp tutuştuğunu anlatmış.

    Yine böyle gezip, dolaşıp dururken, bütün gün, sonra bütün bir gece yürümüş, gökbitimi ışırken, uzakta bir kent görünmüş. Bu kent çepçevre kale duvanyla çevriliymiş. Kente girilecek kapıyı bulmuş, içeri yönelmiş. Kapıdan kentin alanına girince şaşırmış kalmış. Nası şaşırmasın... Alan insanla dolu... Ben diyeyim yüzbin kişi, sen de üçyüzbin kişi... İnsan yığınının ucu bucağı görünmüyor. 0 da kalabalığın içine dalmış. Her kafadan bir ses çıkıyormuş. Adam, konuşulanlara kulak vermiş. Şöyle diyorlarmış:

    - Yurttaşlar! Ben sizin iyiliğinizi istiyorum. Beni padişah yapması için kargalara söyleyin. Kargalar beni padişah yapsınlar. Göreceksiniz. sizlere çok iyilikler edeceğim. Bu kentin ırmaklarından şerbetler akacak, kaldırım taşları altından olacak. Yağmur yerine gökten şurup yağdırtacagım. Bir eliniz yağda, bir eliniz balda olacak. Her Tanrının günü baklava börek yemekten artık bıkıp usanacaksınız. Öyle rahat edeceksiniz ki, rahat sizi rahatsız etmeye başlayacak. Sayın yurttaşlarım! Söyleyin kargalara, beni padişah yapsınlar.

    Bütün ağızlardan hep bu sözleri duyan adam şaşırmış. Bir de yanındakine bakmış ki, yıllarca önce kendisiyle bir dağ başında karşılaştığı ak sakallı göbeğindeki yaşlı adam değil mi...

    - Merhaba baba... demiş. Sakallı da,

    - Merhaba oğul... demiş.

    - Görüyorum,bu kentte herkes bitürlü konuşuyor. Öyleyse neden bağınp çağırıyorlar?.. diye ak sakallıya sormuş. Ak sakallı,

    - Herkes salt kendisinin iyilik yapabileceğini sanıyor, ama bu iyiliği nasıl yapacağını bilmiyor da ondan... demiş.

    - Bu insanlar hep böyle bağırışırlar mı?

    - Hayır. Seçimden seçime bağırırlar. Burada yılda bir seçim olur. Seçim zamanı gelince herkes kendisinin seçilmesini ister.

    - Neden?

    - Çünkü herkes salt kendisinin iyilik yapacağını sanır. Hepsi de iyilik yapmak ister. Kötülük yapmak isteyen hiç yoktur.

    - Ne seçilir burada?

    - Padişah seçilir... Bu ülke başka ülkelere benzemez. Başka ülkelerdeki gibi, burada padişahlık babadan oğula kalmaz. Her yıl halkın içinden yeni bir padişah seçilir. Seçilen padişah, söz verdiği gibi halka iyilik yaparsa padişah kalır, yapamazsa ertesi yıl yeni seçim yapılır. Şimdiyedek bir yıldan çok padişahlık eden çıkmadı.

    - Peki, neden «karga, karga!» diye bağırıyorlar?

    - Bu ülkede padişahları kargalar seçer de ondan böyle bağırıyorlar.

    Derken hava birden kararmış; Gökyüzünü bir karga bulutudur kaplamış. Karga bulutlarından güneş görünmez olmuş. Kargalar insanların tepesinde uçuşup gak gaaak diye bağırışırlarken, insanlar da,

    - Karga kardeş, karga kardeş, aman beni seç!. diye onlara yalvarırlarmış. Kargalar böylecene bağıra, uçuşa dursun, içlerinden iri bir karga yere doğru süzülmüş, iyilik yapmak için dağ bayır dolaşan adamın başının üstünde dönmeye başlamış. Dönmüş, dönmüş, en sonunda gak diye pislemiş. Sonra yine göklere yükselmiş.

    - Üçte bir padişah oldun, üçte bir padişah oldun! diye adama ünlemeye başlamışlar.

    Neye uğradığını şaşıran adam da, yanındaki Aksakal'a,

    - Nedir, ne oluyor?.. demiş. Aksakal,

    - Burada padişah seçimi işte böyle olur, demiş. Bir karga, birinin başına üç kere pislerse o kişi bu ülkeye padişah seçilir. Sen şimdi üçte bir padişah oldun, demektir. Dua et de, karga yine senin başını seçsin.

    Demeye kalmamış, karga yine fır dönüp o adamın başına bir daha etmiş. Alanı dolduranlar,

    - Üçte iki padişah oldun, üçte iki padişah oldun!.. diye bağırmışlar.

    Karganın üçüncü işini de yine o adamın başına yapmaması için, herkes kendi başını açip,

    - Karga kardeş buraya, karga kardeş buraya!. diye seslenerek kargaya yalvarıyormuş.

    Karga bu sözleri dinlememiş. Üçüncü kere de yine o adamın başını seçmiş. Bunun üzerine adamı,

    - Padişah oldun!.. diye alıp sallasırt ederek, omuzlannda saraya taşımışlar. Adam padişah olunca, kendisini padişah yapan kargalann bu iyiliğini unutmamış. Bütün bostanlardaki, tarlalardaki bostan korkuluklarının kaldınlması için bir ferman çıkarmış. Kargaları taşlayan, kışlayanlan mahkemeye verip cezalandırmış. Bununla da kalmamış, her evin kargalara günde bir avuç yem atmasını buyurmuş.

    Halk, mırıl mırıl mınldanmaya başlamış ama, padişahın gozü kargalardan başkasını görmüyormuş. Böylece ilk yılı geçirmişler. Yeni seçime girmişler.

    O ülkenin kişileri yine kentin alanına toplanmışlar. Yine herkes kendisinin seçilmesi için kargalara yalvarmaya başlamış. Yine hepsi de insanlara iyilik yapmak istediklerini söylüyorlarmış. Kargalar bulut bulut gelmiş. Yine gök kararmış. Gak sesleri göklerde uğuldamış. Her yıl padişahı bir karga seçerken, bu yıl, padişahtan gördükleri iyiliğe teşekkür için, on karga birden gelip, eski padişahın başına üçer kere pislemişler. O adam yine padişah olunca kargaların bu iyliğini unutmamış, herkesin evinde yirmi karga beslemesini zorunlu kılmış. Kargalara, soğuktan, rüzgardan korunmaları için yuvalar yaptırmış. Kargalar beslene beslene büyüdükçe büyümüş, yağlandıkça yağlanmış. Her bir karga bir hindi kadar olmuş.

    Derken yine seçim zamanı gelmiş. Padişahı hiç sevmeyen halk mınldanmış durmuş, ama neye yarar, bu seçimde hindi kadar yüz karga birden üçer kere, yine eski padişahın başını beğenmişler.

    Üçüncü kere padişah olan adam,

    - Kargaların üstünde hiçbir bit bulunmayacak... Bitler ayıklanıp, kargalar temizlenecek. Kargaların ayaklarını cilalayacak, gerilerini yağlayacaksınız! diye ferman çıkartmış.

    Kargalar beslene, bakıla, koyun kadar olmuşlar, hem de gündengüne çoğalıyorlarmış. Bir zaman gelmiş, çoğalan, irileşen kargalar kente sığışamaz olmuş. Yine seçim zamanı gelmiş. Bu seçimde padişaha daha çok teşekkür için, beşyüz karga birden üçer kere yine eski padişahın başını beğenmiş.

    Padişah da, kargalara o kadar iyi baktırmış ki, kargalardan kendilerine kentte yer kalmayan insanlar, evlerini, yurtların kargalara bırakıp, dağlara bayırlara düşmüşler. Beslenen kargalar sığır kadar irileşmişler.

    Bir seçim daha olmuş. Havada sığır kadar iri kargalar uçmaya başlamış. Onların gürültüsünden kulaklar sağır oluyormuş. Kargalar, padişaha olan borçlannı ödemek için, bu sefer hep birden gelip, padişahın tepesine teşekkürlerini bırakmışlar.

    İnsanlar, yeniden seçilen padişahı saraya götürmek için yaklaşınca bir de bakımışlar ki, karga tersinden bir tepe... Padişah da bu tepenin altında boğulmuş, ezilmiş. Oradaki insanlar, sevinç içinde, yeniden,

    - Karga kardeş, beni seç. Karga kardeş, beni seç!.. diye bağrışmaya başlamışlar.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.