Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

yam_yam' ca

  • başlık
    100
  • yorum
    47
  • görüntü
    378.865

MARDUK SÖYLENCESİ


yam_yam

4.452 görüntü

MARDUK SÖYLENCESİ

 

Kültürel motiflerimiz, eğitim sistemimiz, iletişim medyamız bu hale getirmişti onu. Toplumda kabul gören savlar, sahte ve yanıltıcı olanlardı. Buckley’ye gerçek bilimi ucuz taklitlerinden ayırt etme yöntemi hiç öğretilmemişti. Bilimin nasıl işlediğinden tümüyle habersizdi.”

 

Yukarıdaki ifadeler ünlü gökbilimci Carl Sagan’a ait.(1) Sagan bu ifadeleri , bindiği bir takside kendisine metafizik konulardan bahseden şöförü anlattıktan sonra kullanıyor. Ardından da ekliyor :

 

Araştırmalar, Amerikalıların yüzde 95’inin “bilim cahili” olduğunu gösteriyor. Bu, bir köleye okuma yazma öğretmenin çok ciddi cezalarla yasaklandığı İç Savaş öncesi dönemde, neredeyse hepsi köle olan Afrikalı-Amerikalıların cehalet oranıyla aynı.” (2)

 

Ne yazık ki bu durum yalnızca Amerika için geçerli değil. Üstelik “Amerika’da bile durum buysa, diğer coğrafyalarda nasıl olduğunu düşünmek bile istemiyorum” diye söylenmeden edemiyorum. Üniversite eğitiminin nüfusumuza oranla çok düşük kaldığı ülkemizde, gelecek nesillerin yetiştirilmesinden sorumlu öğretmen adaylarımızın durumu da pek umut verici değil. 2007 yılında ODTÜ Eğitim Fakültesi’nde 18 bin öğrencinin yüzde 53,4’ü bilimin güncel hayatta karşılaşılan sorunlara cevap vermede yetersiz kaldığı durumlarda ‘din’ i en güvenilir kaynak olarak niteliyor. (3) Yüzde 11,6’sı da metafizik ve parapsikoloji olarak nitelemiş. “Hiçbiri” diyenlerin oranı yalnızca 35,1. Ancak üniversite öğrencilerinin büyük bölümünün evrim teorisini dini kaygılarla kabul etmediğini düşündüğümüzde, baz durumlarda dinin bilimin önüne geçtiğini de görüyoruz. Araştırma da dikkat çeken noktalardan bir diğeri de, öğrencilerin ders kitapları dışında okudukları kitap türlerine ilişkin verdikleri cevaplar… Yüzde 77,2 Roman , yüzde 36,4 Tarih ve yüzde 28,7 dini kitaplar. Bu rakamları gördükten sonra popüler bilim kitaplarının kitapçı raflarında neden hacimsiz kaldığı daha net anlaşılıyor.

 

Ne yazık ki bu tablonun oluşmasında, Carl Sagan’ın da dediği gibi kültürel motiflerimiz ve eğitim sistemimiz yanında iletişim medyamızın da büyük payı var. “Mars’ta yaratık bulundu” gibi absürd haber(!)ler , çok önemli bilimsel buluşlardan bile daha fazla yer kaplıyor basında. Haber sitelerinde bu tür haberlerin altına yazılan okur yorumlarını ise özellikle okumanızı öneririm. Zira o yorumlar bizim bir aynamız gibi; konunun neresinde olduğumuzu tam anlamıyla görmemizi sağlıyor.

 

Dünya Dışı Yaşam

 

Kuşkusuz Dünya dışı yaşam konusu da insanların en çok ilgi gösterdiği konuların başında geliyor. Bilimin bu konuda çalışmaları olmakla birlikte ne söylendiği belli ; “Henüz bilmiyoruz…” Ancak bu cevap pek çok insan için yeterli değil. Bunun bilincinde olan bir takım çevreler de (özellikle “Ufocular”) , evrende başka canlılar olabileceği varsayımını istismar ederek kazanç sağlama peşinde. Bu konuda kitaplar yazılıyor,internet siteleri kuruluyor, hatta hatta müzeler açılıyor. Bugün dünya üzerinde pek çok insan Dünyamızın sıklıkla ‘UFO’ lar tarafından ziyaret edildiğine inanıyor. Bazıları daha da ileri giderek uzaylıların insanlarla iletişime geçtiğine, hatta insanları kaçırarak üzerinde araştırmalar yaptıklarına inanıyorlar. Özellikle Amerika’da yaygın olan bu inanış, istatistiklere de “Amerikalıların yüzde ikisi, çoğunluğu sürekli olmak üzere, başka dünyalardan gelen varlıklarca kaçırılıyormuş” (4) şeklinde yansıyor.

 

Dünya dışı yaşam fikri aslında çok eskilere dayanmıyor. Bu fikrin ortaya çıkışı, 19.yüzyılda Mars’ı gözleyen ve gözlem sonuçları olarak Mars’ta kanallar olduğu savını ortaya atan Percivall Lowell’a bağlanabilir. (5)O tarihten sonra da Marslılar fikri hızla popülerleşmişti. Pek çoğumuz “Marslıları” konu edinen filmlerden en az birini izlemiştir. Yakın zamana kadar, Mars yüzeyindeki bir tepeciğin insan yüzüne benzer bir görüntü sergilemesi nedeniyle, bunun Dünya dışı canlılar tarafından yapıldığı ve insanlara bir mesaj olduğu yönündeki fikre sahip insanlar hiç de az değildi. Neyse ki gelişen teknolojinin de etkisiyle Mars’ın o bölgesinin daha ayrıntılı bir fotoğrafı çekilmiş ve bunun yalnızca bir göz yanılgısı olduğu ortaya çıkmıştı. (Bknz: 6)

 

Marduk Söylencesi

 

marduk1mn6.jpg

 

Uzunca bir süredir Güneş çevresindeki bir turunu 3600 yılda tamamlayan ve yakında Dünya’nın çok yakınından geçerek yeryüzünde çeşitli doğal afetlere neden olacağına inanılan bir gezegenden bahsediliyor: Marduk. Marduk aslında Babil ve Asurluların yaradılış destanlarında yer alan, tanrıların en bilgesi ve güçlüsüdür. Kötü tanrı Ti’âmat’ı öldürmesi için özel olarak görevlendirilen ve onu öldürerek Babil şehrini kuran, yeri ve göğü yaratan, kendisine destek veren iyi tanrılara hizmet etsin diye insan soyunu da yaratan tanrı. Ancak yazar Zecharia Sitchin 1976 yılında yayımladığı “12. Gezegen” adlı kitabıyla Marduk’a yeni bir tanımlama getirmişti. Sitchin’e göre Güneş sistemimizin Püton’un ötesinde bir başka üyesi daha vardı; Babillilerin Marduk, Sümerlilerin de Nİ.Bİ.RU adıyla tanıdığı , yaratılış mitinde göksel çarpışmanın kahramanı olarak anlatılan bir gezegen. Buraya kadar spekülatif de olsa masum bir iddia gibi görünebilir; ancak Sitchin’in iddiaları bununla sınırlı değil. Kısaca, Marduk gezegeninin 3600 yılda bir Dünya’nın yakınından geçtiği, bu gezegende insanlardan çok daha önce gelişmiş “Annunnakiler ya da Nefilimler” diye tanımlanan ve uzay gemilerine atlayıp gezegenler arası yolculuklar yapabilen canlıların olduğu, İnsanları kölelik yapmaları için DNA’larıyla oynadıkları primatlardan elde ettikleri, bu canlıların yaşam sürelerinin 30-35 bin yıl olduğu gibi sıra dışı iddialar öne sürmüş Sitchin.

 

Sitchin’in bu iddialarını içeren kitabının oldukça ilgi çektiğinden şüphe yok. Günümüzde hala bu gezegenin olabileceğini düşünen insanların sayısı hiç de az değil. Sitchin bu iddialarının kaynağının Sümer, Babil, Asur gibi eski Mezopotamya uygarlıkları olduğunu öne sürüyor. Bu uygarlıkların yazılı miraslarından bolca alıntı yaparak, iddialarını destekleme yoluna gitmiş. Bu alıntıları yorumlarken de hayal gücünün sınırlarını zorlayan yorumlar çıkmış ortaya. Bu noktada Sitchin’in pek çok iddiasının spekülatif olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Ancak bu tür iddialar içerisinde sık sık “bu bulgular Eski Ahit ve İncil’i doğrular niteliktedir” türü ifadeler kullanması oldukça rahatsız edici. Türkiye’de Sitchin’in açtığı yoldan ilerleyerek Marduk’u doğrulama adına “2012: Marduk’la Randevu” adlı kitabı yazan Burak Eldem bile, Sitchin’i şu sözlerle eleştiriyor:

 

Sitchin bütün bu yorucu çalışmayı, aslında bir tek saplantı uğruna gerçekleştirmiştir: Musevi inançlarını ve Eski Ahit’i doğrulamak; İbraniler’i Sümerler’in mirasçısı yaparak “seçilmiş halk” motifine tarihsel destek sağlamak! Bu uğurda, son derece zekice yakalanmış ve titizlikle oluşturulmuş bir incelemeye semitik milliyetçiliğin ve dindarlığın gölgesini düşürür.” (7)

 

Burada Sitchin’in tüm iddialarına yanıt vermek mümkün değil; zira daha önce de belirttiğim gibi pek çoğu tarih mirası metinlerin zengin bir hayal gücü ile yorumlanmasından kaynaklanan spekülatif iddialar. Ancak bazılarına değinmek istiyorum.

 

12.Gezegen

 

marduk3um8.jpg

 

Sitchin, Sümerler’in astronomi konusunda günümüz toplumundan daha ileride olduklarını iddia ediyordu. Bunu “12” rakamının Sümerlerdeki öneminden bahsettikten sonra şöyle dile getiriyor:

 

Bu güçlü, kesin 12 sayısı nereden kaynaklanıyordu? Göklerden. Çünki güneş sistemi, yani mulmul, bizim bildiğimiz gezegenlere ek olarak, Anu’nun gezegenini de içermekteydi;…

İnsanlığa Dünya’nın gerçek yapısını ve gökleri öğreten Nefilimler, kadim gökbilimci rahiplere sadece Satürn’ün ötesindeki gezegenleri bildirmekle kalmamış, en önemli gezegenin, gelmiş oldukları gezegenin varlığını da öğretmişlerdi: ONİKİNCİ GEZEGEN.” (8)

 

Burada dipnot olarak söylemem gereken 12 sayısına ulaşılırken Güneş Sistemi’ndeki 9 gezegen (artık sekiz), Ay, Güneş ve Marduk dahil ediliyor. Ay ve Güneş’in dahil edilmesi ise Sümerler’in gökyüzü hesaplamaları yaparken Ay ve Güneş’i de hesaba kattıkları iddiasından kaynaklanıyor.

 

Sitchin adı geçen kitabını yazdığında Güneş Sistemi’nde 9 gezegen olduğu kabul ediliyordu. Ancak Uluslar arası Astronomi Birliği 2006 yılının Ağustos ayında toplanarak, Plüton’un artık gezegen olarak tanımlanmayacağını karara bağladılar. Bunun nedeni de Kuiper Kuşağı’nda tespit edilen ve Plüton’dan daha büyük oldukları anlaşılan gökcisimleri oldu. Eğer Plüton gezegen olarak tanımlanacaksa, bunlar da gezegen olarak tanımlanmalıydılar. Zira 2005 yılında keşfedildiği duyurulan Eris’in kütlesi Plüton’unkinden %27 daha fazla, çapı da %8 daha genişti. Sitchin’in iddia ettiği gibi Sümerler’e gezegenler hakkında Dünya dışı canlılardan haber geliyor olsaydı, mutlaka Sedna ve Eris gibi cisimlerden de bahsetmeleri gerekirdi. Zira Sitchin’e göre Sümerler Plüton’u görmedikleri halde Plüton’dan haberdardılar. Öyleyse 12 sayısına neden Plüton’u dahil ettiler de, Plüton’dan daha büyük olan Eris’i dahil etmediler?

 

Tıp

 

sumerian26thcadabaw5.jpg

 

Sitchin, Sümerler’in tıp konusunda da ileri olduklarını düşünüyordu. Evet Sümerler belki yaşadıkları çağa göre tıp konusunda oldukça ilerleme kaydetmişlerdi; ancak Sitchin Sümerler’in bu konudaki bilgilerini de Nefilimler’den aldıklarını ima ediyor ve şöyle diyor:

 

Sümer tıp metinleri, teşhis ve reçetelerle ilgilidirler. Bunlar Sümer doktorlarının asla büyü ve sihirbazlığa sığınmadıklarının kanıtıdırlar.” (9)

 

Ancak Sitchin’in de zaman zaman alıntı yaptığı ünlü Sümerolog Samuel Noah Kramer, Sitchin ile aynı fikirde değildir. Kramer , Sümerli hekime ait bir tablet hakkında sihir ve büyüye başvurulmamasının ilginç olduğunu belirttikten sonra şöyle devam ediyor:

 

İÖ. Üçüncü binyılda Sümer’de hastalıkları iyileştirmek için büyü ve cin çıkarma ayinlerinin bilinmediği anlamına gelmez bu. Tam tersine, büyülü sözlerin yazılı olduğu ve yazıtların yazarları tarafından da böyle olduğu belirtilmiş altmışa yakın küçük tabletten açıkça görüldüğü üzere böyle uygulamalar yapılıyordu. Sümerler, daha sonraki Babilliler gibi, birçok hastalığı hastanın bedenindeki zararlı cinlere bağlıyorlardı.” (10)

 

Kramer, Sümerler’in tıp konusunda (En azından Sitchin’in sandığı kadar) ileride olmadıklarını da şöyle ifade ediyor:

 

Kadim metnimiz bir açıdan fazlasıyla düş kırıklığı yaratıyor. İlaçların hangi hastalıklara iyi geldiğini belirtmediği için tedavi edici değerlerini denetleyemiyoruz. Sümerli hekim deney ve doğrulamaya başvurmadığına göre, büyük olasılıkla pek etkin değiller. Çoğu ilacın seçiminde kuşkusuz atalardan kalma, bitkilerin güzel kokma niteliğine duyulan sonsuz güvenin yansıması vardı.” (11)

 

Birdenbire Çiftçilik

 

İnsan birdenbire mi çiftçi oldu? Sitchin’e göre “Evet”. Sümerler’in de birdenbire ortaya çıktığını iddia ettiği gibi Sitchin insanoğlunun birdenbire çiftçi oluverdiğini iddia ediyor. Sümerler’in ve Sümer uygarlığının birdenbire ortaya çıktığı iddiasının cevabı ancak bir başka yazının konusu olabilir. Zira çok geniş ve spesifik bir konu. Ancak çiftçilik hakkında söyleyecek birkaç şey olabilir. Önce Sitchin’in iddiası:

 

İnsan, sonsuz başlangıcından sonraki bir çok milyon yıl boyunca doğanın çocuğu oldu; yabani bitkileri topladı, vahşi hayvanları avladı, vahşi kuşları ve balıkları yakaladı. Ama tam insanın yerleşimleri azalmaya, oturduğu yerleri terk etmeye, maddi ve sanatsal başarıları gözden kaybolmaya başlarken; tam o sırada, aniden, hiçbir bariz neden ve öncesinde bilinen aşamalı bir hazırlık yokken, insan çiftçi oluverdi. “ (12)

 

Tahmin edebileceğiniz gibi Sitchin bu işte de Nefilimler’in parmağı olduğunu iddia ediyor. Ancak Sitchin, “aniden,hiçbir bariz neden ve öncesinde bilinen aşamalı bir hazırlık yokken” diyerek kendi cümlesi ile çelişkiye düşüyor. Zira “yabani bitkileri toplamak” çiftçiliğe başlamak için hem bariz bir neden, hem de aşamalı bir hazırlıktır.

 

Bitkilerin evcilleştirilmelerini araştırırken, Jared Diamond’un “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı kitabında çok önemli bilgilere ulaştım. İnsanların uzun alıntılardan çabuk sıkıldıklarını biliyorum. Ancak bu noktada uzunca bir alıntı yapmayı uygun buluyorum; zira bu konunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Üstelik sıkılmayacağınızdan da eminim. Hem bitkilerin nasıl evcilleştiğini görecek, hem de doğal seçilimi daha iyi kavrayacaksınız.

 

Gerçekten insan nasıl olmuştu da bitkileri evcilleştirebilmişti? İşte yanıtı:

 

Bitki evcilleştirme, bir bitkiyi yetiştirmek ve böylece bilerek ya da bilmeyerek o bitkinin, insanlar için daha yararlı hale gelecek şekilde genetik değişikliklere uğrayarak yaban atalarından farklılaşmasını sağlamak biçiminde tanımlanabilir. ……….

 

Bitkilerin evcilleştirilmesi işinin 10.000 yıllık bir geçmişi vardır. Kuşkusuz ilk çiftçiler aldıkları sonuçlara ulaşmak için moleküler genetik yöntemlerini kullanmadılar. İlk çiftçilerin yeni ürünler geliştirmelerine modellik edecek mevcut hiçbir ürün yoktu. Bu yüzden ne yaptıklarının farkında olamazlardı, sonuçta lezzetli bir yiyeceğe sahip oluyorlardı, o kadar.

 

Öyleyse ilk çiftçiler hiç farkında olmadan bitkileri nasıl evcilleştirdiler? Değerli ürünler için evcilleştirme tarihleri büyük değişiklikler gösteriyor: Bezelye MÖ 8000 yılına gelindiğinde evcilleştirilmişti, zeytin MÖ 4000 dolaylarında evcilleştirildi, çilek ortaçağa kadar evcilleştirilmedi. Dünyanın pek çok bölgesinde yenebilir pelitleri için aranan bir ağaç olan meşe ağacı gibi, milyonlarca insanın çok değerli birer yiyecek saydığı ürünleri veren yaban bitkiler bugün hala evcilleştirilmemiştir. Peki niçin bazı bitkilere göre başka bazı bitkileri evcilleştirmek insanlar için daha çekici ve kolay olmuştur? Gelin evcilleştirme olayına bitki açısından bakalım. Biz bitkiler için binlerce hayvan türü arasında bilmeden onları ‘evcilleştiren’ bir hayvan türüyüz.

 

İnsan da içinde olmak üzere bütün hayvan türleri gibi bitkiler de serpilebilecekleri bölgelere döllerini yaymak ve genlerini sonraki nesillere aktarmak isterler. Genç hayvanlar yürüyerek ya da uçarak yayılırlar ama bitkiler için böyle bir olanak yoktur, bu yüzden onlar da otostop yapmanın bir yolunu bulmalıdır. Bazı bitki türlerinin rüzgarla kanatlanıp uçabilen ya da su yüzeyinde yüzen tohumları vardır, ama bunun dışında başka pek çoğu tohumlarını, lezzetli bir meyvenin içine gizleyerek ve olgunlaşan meyvenin reklamını renk ya da koku aracılığıyla yaparak hayvanları kandırıp taşıtırlar. Karnı acıkan hayvan meyveyi ağzıyla koparır ve yutar, sonra yürür ya da uçar gider, daha sonra meyvenin atası olan ağaçtan uzak bir yerde tohumu ya ağzı yoluyla ya da dışkısıyla çıkarır. Bu yolla tohumlar binlerce kilometre uzaklara taşınırlar. Bitki tohumlarının bağırsağınızda sindirilmeye karşı direndiklerini ama dışkınızın içinden filizlendiklerini öğrenmek sizi şaşırtabilir. Yaban bitki türlerinden çoğunun tohumunun yeşerebilmek için önce bir hayvanın bağırsağından geçmesi şarttır. Örneğin bir Afrika kavunu türü sırtlan benzeri bir Afrika kurdu tarafından yenmeye öylesine uyum sağlamıştır ki bu türe ait kavunların çoğu bu hayvanların dışkıladıkları yerlerde yetişir.

 

Hayvanları kendilerine çeken ‘otostopçu’ bitkilere örnek olarak yaban çileklerini düşünün. Çilek tohumları henüz daha olgunlaşmadığı, ekilmeye hazır olmadığı zaman tohumların üzerini kaplayan etli meyve yeşil, ekşi ve serttir. Sonunda tohumlar olgunlaştığında etli meyveler kızarır, tatlanır ve yumuşar. Meyvelerdeki renk değişikliği ardıçkuşu gibi kuşları çekmeye yarayan bir işarettir, kuşlar meyveleri koparır, uçar giderler, daha sonra ağızlarından ya da dışkılarıyla tohumları dışarı atarlar.

 

Doğal olarak çilek bitkisi bekledi bekledi de ancak tohumları saçmaya hazır olduğu zaman kuşları kendine çekmek amacıyla harekete geçmedi. Ardıçkuşları da çilekleri evcilleştirmek gibi bir amaç taşımıyordu. Çilek bitkisi doğal seçilim yoluyla evrimleşti. Ham çilekler ne kadar yeşil ve ekşiyse o kadar az sayıda kuş, tohumları hazır olmayan meyveleri yiyerek tohumları ziyan etti; çilekler ne kadar kırmızı ve tatlıysa o kadar çok sayıda kuş onların olgun tohumlarını çevreye saçtı.

 

Belli hayvan türleri tarafından yenip çevreye saçılmaya uyum sağlamış böyle sayısız bitki vardır. Nasıl çilekler kuşlara uyum sağlamışsa pelitler de sincaplara, mangolar yarasalara, bazı ayakotu türleri karıncalara uyum sağlamıştır. Bu süreç tüketicilere daha yararlı olacak şekilde ana bitkide genetik değişikliklerin meydana getirilmesi olarak tanımladığımız evcilleştirmenin bir yarısıdır. Ancak hiç kimse bu evrim sürecini ciddi ciddi bir evcilleştirme olarak tanımlayamaz çünkü kuşlar, yarasalar, başka tüketici hayvanlar tanımın öteki yarısını yerine getiremez; bilinçli olarak bitki yetiştiremezler. Aynı şekilde, yaban bitkilerin evrimleşip tarım bitkilerine dönüşmesi sürecinin ilk bilinçsiz evreleri, insanlar tarafından henüz bilinçli olarak yetiştirilmeyen bitkilerin, insanları meyvelerini yemeye ve tohumlarını dağıtmaya davet edecek biçimde evrimleşmesinden oluşur. Tıpkı Afrika kurtlarınınki gibi insanların dışkı yaptıkları yerler ilk bilinçsiz üreticiler için bir deneme çiftliği olmuştur.

 

Dışkımızı yaptığımız yerler yediğimiz yaban bitkilerinin tohumlarını rastgele ektiğimiz yerlerden yalnızca bir tanesidir. Yenebilir yaban bitkileri toplayıp evimize getirirken kimileri yolda dökülür, kimileri evlerimizde. Bir meyve çürür, içindeki tohum hala çok iyi durumdadır, yenmeden çöpe atılır. Ağzımıza attığımız meyvenin parçası olan çilek tohumları çok küçüktür, kaçınılmaz olarak yutulur ve dışkımızla birlikte dışarı atılır, ama kimi tohumlar çok büyüktür onları yutmadan çıkarırız. Böylece bizim tükürük hokkalarımız,, çöplüklerimiz, dışkımızı yaptığımız yerlerle birlikte ilk tarım araştırma laboratuarlarını oluştururlar.

 

Tohumlar bu laboratuarların hangisine düşmüş olurlarsa olsunlar bazı yenebilir bitkilerin tohumlarıdır; yani bir nedenle bizim yemeyi seçtiğimiz bitkilerin tohumları. Böğürtlen toplayıp yediğiniz günlerden hatırlarsınız, belli böğürtlenleri ya da böğürtlen fidanlarını seçersiniz. Sonuçta ilk çiftçiler etli meyvelerin büyüklerini ektikleri zaman onların büyük bir olasılıkla daha büyük meyveler vereceğini bilmiyorlardı ama bilerek tohumları ekmeye başladıkları zaman elbette toplamak için seçtikleri bitkilerin tohumlarını ekeceklerdi.

 

Sonuç olarak, sıcak nemli bir günde, sivrisineklerin arasında böğürtlen toplamak için dikenli bir çalılığın içine girecekseniz herhangi bir böğürtlen çalısının içine girmezsiniz. Bilmeyerek de olsa hangi çalının daha umut verici olduğuna, buna değip değmeyeceğine karar verirsiniz. Elbette ki bir ölçütünüz büyüklüktür. Büyüklerini seçersiniz, çünkü bir takım küçük kötü çilekler için güneşte yanmaya, sivrisineklere yem olmaya değmez. Tarım bitkilerinin yaban atalarına göre niçin daha büyük meyvelerinin olduğu gerçeğini bu bir oranda açıklamaktadır. Özellikle süpermarketteki çileklerin, yabanmersinlerinin kırda yetişenlere göre ne kadar iri olduğunu hepimiz iyi biliriz; bu farklar ancak son yüzyıllarda ortaya çıktı.

 

Baka bitkilerdeki böyle büyüklük farkları,ekili bezelyelerin,insan eliyle seçilim yoluyla, yaban bezelyelere göre on kat daha ağır olacak şekilde evrimleştiği döneme, tarımın ilk başlangıç dönemine kadar gider. Küçük yaban bezelyeler avcı/yiyecek toplayıcıları tarafından, tıpkı bugün bizim küçük yabanmersinlerini topladığımız gibi, binlerce yıl toplanmış, sonunda en güzelen büyük yaban bezelyelerin seçilip ekilmesi-yani çiftlik dediğimiz şeyin başlaması- bezelyelerin büyüklüklerinin her yeni kuşakta artmasına kendiliğinden katkıda bulunmaya başlamıştır.” (13)

 

Sanırım Diamond’dan yaptığım bu alıntı, tarımın nasıl başladığı ve bitkilerin nasıl evcilleştirildiği konusunda yeterince açıklayıcı bilgiler içeriyor. Buradan da çiftçiliğin başlangıcının hiç de Sitchin’in dediği gibi “aniden,hiçbir bariz neden ve öncesinde bilinen aşamalı bir hazırlık yokken” olmadığı anlaşılıyor. Sitchin burada da diğerlerinde olduğu gibi kendi hayal gücü çerçevesinde oluşturduğu bir iddiayı desteklemek için tek taraflı bakış açısı sergilemiş. Ayrıca tarımın başlangıcında olduğu gibi Sümer uygarlığının başlangıcı için de “birdenbire uygarlık” tanımlaması yaptığını daha önce de belirtmiştim. Ancak Sitchin bu noktada bilginin güç demek olduğunu, yazının da bilgiyi aktarmak için en önemli araç olduğunu, ve yazıyı Sümerler’in bulduğunu göz ardı ediyor. Elbette yazı, bilginin doğru ve çok daha çabuk ulaşmasını sağlayarak Sümerler’in kısa zamanda üstün bir uygarlık kurmasının en önemli faktörüydü.

 

Annunnakiler

 

annunakisg9.jpg

 

Sitchin Sümer tanrılarının aslında Marduk gezegeninde yaşayan Annunnakiler (ya da Nefilimler) olduğunu iddia ediyordu. Annunnakiler insanlardan çok çok önce gelişmişler ve Dünya’ya yaklaşan gezegenlerinden uzay gemilerine atlayarak Dünya’ya gider gelir olmuşlardı. Sitchin kitabında Annunnakiler’den sıkça bahsediyor.Bunu da yine eski Mezopotamya uygarlıklarının yazılı miraslarından alıntılarla yapıyor. Örneğin Sümerler’in tanrıları için biçtiği 30-35 binlik yaşam sürelerinin Annunnakiler’in gerçek yaşam süreleri olduğunu iddia ediyor. Bu sürelerin normal olabileceğini de şu şekilde ifade ediyor:

 

Bu kadar çok yıl yaşarız çünkü biyolojik saatlerimiz, Dünya’nın güneş çevresinde bu kadar çok dönmesine göre ayarlanmıştır. Bir başka gezegendeki yaşamın da o gezegenin devirleri tarafından “ayarlanmış” olduğu konusunda çok az şüphe olabilir. Eğer Onikinci Gezegenin Güneş çevresinde aldığı yol böylesine uzunsa, bir yörünge dönemini Dünya’nın 100 yörünge dönüşü yapmasıyla aynı zamanda tamamlıyorsa, o zaman Nefilimlerin bir yılı bizim 100 yılımıza eşittir. Eğer yörüngeleri bizimkinden 1.000 kat daha uzunsa, o zaman 1.000 Dünya yılı sadece bir Nefilim yılına eşit olur.” (14)

 

Hayır… Bu kadar çok yıl yaşarız, çünkü hücrelerimiz belli sayıda çoğalabiliyor. Hücre içerisindeki kromozomların her iki ucunda bulunan ve “telomer” olarak adlandırılan DNA-protein kompleksinin her bölünme sonrası belli ölçüde kısalması, hücrelerin neden belli sayıda çoğalabildiklerini açıklıyor. Telomer uzunluğu kritik bir noktaya ulaşan hücre artık daha fazla çoğalamıyor; bu da “yaşlanmak” anlamına geliyor. Marduk’un 1 yılının bizim için 1000 yıl olması “zaman” ile ilgili bir konu değildir. Zamanın izafiliği güneş çevresinde atılan tura göre değil, hıza ve kütle çekimine göre değişir.

 

Sümerliler tanrılarını insan görünümünde resmetmişlerdi. Oysa ki Dünya’dan bağımsız olarak uzayın herhangi bir bölgesinde insan ile aynı evrim sürecinden geçerek insan benzeri canlıların oluşma ihtimali neredeyse sıfırdır. Üstelik Güneş çevresindeki bir turunu 3600 yılda tamamlayacak bir gökcisminin, yörünge uzaklığına bakacak olursak yüzey sıcaklığının -240 derecenin üzerinde olması gerekir. Zira Resmi adı 2003 VB12 olan Sedna’nın bile, Güneş’e olan uzaklığı Plüton’un yaklaşık 3 katı kadar (yaklaşık 18 milyar km) ve sıcaklığı da -240° C. (15) Bu koşullardaki bir gezegende de yaşam olma ihtimali pek mümkün görünmüyor. Bir gezegendeki yaşam süresini, o gezegenin yıldızına olan uzaklığına bağlayıp diğer koşulları göz ardı etmek çok da gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerek.

 

Netice itibari ile Sitchin, eski Mezopotamya uygarlıklarının yazılı miralarında anlatılanları aslında yaşanmış gerçekler gibi sunmaya çalışmıştır. Örneğin “Burada, sadece, kadim metinlerde ilahi krallık için tanrılar arasında yapıldığı bildirilen savaşların, hiç tartışmasız meydana gelmiş olaylar olduğunu vurgulamamız yeterlidir.”diyebilmiştir. Oysa ki mitlerle, gerçekleri karıştırmamak gerekiyor.

 

Zamanım kısıtlı olduğundan şimdilik bu kadarına değinebildim. Ancak devam etmeyi düşünüyorum. Sitchin’in diğer bazı iddialarına olduğu gibi Burak Eldem’in de bir takım iddialarına verilmesi gereken cevaplar var. Umuyorum onları da en kısa zamanda yeni bir yazı konusu yapacağım.

 

Kaynakça:

 

1 - Carl Sagan / Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı s: 3

2 - Carl Sagan/ age s:5

3 - http://www.haber10.com/haber/103039/

4- Carl Sagan age s:65

5- Bilim ve Teknik Dergisi Mart/2007 s: 103

6- http://www.bulutsu.org/ggg/?gun=070421

7- Burak Eldem / 2012: Marduk’la Randevu s:270

8- Zecheria Sitchin/12. Gezegen s:219

9- Zecheria Sitchin age s:46

10- Samuel Noah Kramer / Tarih Sümer’de Başlar s:90

11- Samuel Noah Kramer age s:89

12- Zecheria Sitchin age s:18

13 – Jared Diamond / Tüfek, Mikrop ve Çelik s: 150-154

14- Zecheria Sitchin age s:270

15- Bilim ve Teknik Dergisi Mayıs/2004 s:48

6 Yorum


Önerilen Yorumlar

Wooowwwww,

Bir çırpıda okudum ve inanılmaz güzel bir yazı diyebilirim.

Ayrıca bu 'Marduk' olayını sıkça duymaya başlamış ve ne olduğunu tam olarak anlamasamda bazı şeyler içerdiğine ve bunları okumam gerektiğine inanıyordum...

Bu yazı inanılmaz güzel ve aydınlatıcı diyebilirim...

Teşekkürler Yam_Yam

 

Sevgiler

Yoruma sekme

Bu güzel yorumunuz için teşekkürler sayın ChatMaster.. Konuya fırsat buldukça devam etmeyi düşünüyorum, umuyorum yakın zamanda devamı gelecektir...

Yoruma sekme

Bu yazıtlar araştırmalar şakamı bence ciddiye alınmalı ZAMAN DARALDI bu gezegen teknoloji ile donatılmış olması muhtemel ve aniden meydana çıkar.

Dikkat edilirse nikola taslanın bilgilerinle dünyamızla nasıl oynuyoruz.

Yoruma sekme
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.