Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

snake5316

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    29
  • Katılım

  • Son Ziyaret

snake5316 - Başarıları

Çırak

Çırak (3/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. sayın instantkarma hayatınızı mahvediyorsunuz.kesin bir yargıya varılamaz demekde bir yargıdır.ama biz sadece akıldan ibaret değiliz. “Vicdanın ziyası dini ilimlerdir. Aklın nuru medeni fenlerdir. İkisinin uyuşmasıyla anlaşmasıyla beraberliği ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin çalışması pervaz eder.ayrıldıkları vakit birincisinde taassub, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder” Akılla biz sadece akıldan ibaret olmadığıdımızı anlayabiliriz.ve binlerle cihazat ile donatılmış bu insan sadece akılla bulduğu bir şeye bu hakikattır diyemez.demek ikisi ile beraber gidenler bize rehber olabilirler.yoksa aklı gözüne inmiş saati yapanı saatin içinde arayan birbirlerini yalanlayan insanları takp etmek onlar gibi hayatını mahvetmektir.bilimde ne kadar ilerlerseniz ilerleyin ancak ALLAHın bu kainattaki adetullah kanunlarını öğrenirsiniz.o ondan bu bundan şu şundan ama hep senin dediğin gibi belirsizlik. şu anda benim var olmam ve şu an burda olmam mucize.evet bunu inkar edemeyiz.bu kadar büyük bir hakikat varken ahiret kesinlikle olamaz demek akılsızlıktır.şu anda kainattaki herşeyin var olması mucize. Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor.birşeyi ispt etmek için mesela hindistan cevizini yerini gösterirsin yada izlerini emarelerini gösterirsin.ama yok dersen bütün kainatı her yönüyle araman lazım.bu aklı gözüne inmiş insanlar ALLAH yoktur ahiret yoktur demeleri hiçbir bir anlam ifade etmez.Evet bir fende ve bir san'atta mütehassıs(uzman) bir-iki zâtın o fen ve o san'ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, -hattâ başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar- muhalif fikirlerini hükümden ıskat ettikleri gibi sadece akıl gözüyle giden insanların sözleri bu maneviyatta geçerli değildir. Hatta düşmanlarının ittifakıyla bile emin insan olarak söylenen ALLAH birdir ahiret vardır Ondan önce gelen bütün peygamberler kitaplarıyla sahifeleriyle ALLAH vardır ahiret vardır demeleri ve Ondan sonra gelen bütün bu meslekte söz sahibi Abdulkadiri geylani gibi düşmanlarının biz islamı inkar ederiz ama bu zatı inkar edemeyiz dedikleri zatın ve milyonlarca evliyanın imza attıkları aynı davaya inanmamak ne derece akıldan uzaktır. işte önce ALLAHa iman ve diğer iman hakikatlarına iman gözüyle kainata bakarız.körü körüne inanarak değil bilm yoluyla milyarlar izlerini görürüz. saygılar
  2. Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm(büyük olay), iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde... Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem'olmuştur. Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.
  3. Şu kâinatın sahibi ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şey'i bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zîşuur(şuur sahibi) ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak, elbette zîşuurun içinde en cem'iyetli ve şuuru küllî olan insan nev'i ile konuşacaktır. Madem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev'-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve nev'-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı Arz(yeryüzünün yarısı) onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı, mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-yı rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış ve sair nev'-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.
  4. Nasılki zaman-ı Musa Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülega-yı Arabı(arab edebiyatçılar o zaman arablarda belagatlı sözleme ön planda idi), en kısa bir suresine mukabeleye davet etti: وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: "İman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf( Küçük ve aşağı görmek) ediyor. Onları bidayeten(ilk olarak) i'dam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de i'dam-ı ebedî ile beraber dünyevî i'dam ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muaraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir." işte eğer muaraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satırla muaraza edip davasını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilatlı muharebe tarîkı(yolu) ihtiyar edilsin? Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin? En tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünki bir edibleri, birkaç hurufatla muaraza edebilseydi; Kur'an, davasından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve manevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muaraza-i bilhuruf( Sözlü mücâdele)mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyufa(Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek) mecbur oldular. Hem Kur'anı tanzir( Tazeleştirme) etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebeb vardı. Birisi; düşmanın hırs-ı muarazası. Diğeri; dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki saik-i şedid(şiddetli sebep) altında milyonlar Arabî kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim ona ve onlara baksa kat'iyyen diyecek ki: "Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez." Şu halde, ya Kur'an bütününün altındadır. Bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkındedir(üstündedir).
  5. sen ve senin gibiler uğramadınız çıksaydınızya AYa.siz çıktınızda çıkma diyen mi oldu.*********.hep aynı kuruntular aynı sözler.o batılı dediğiniz insanların bilim yaparken okuduğu insanlara bak bakalım. sayın instantkarma sen şu anda kendini uyanmış zannediyorsun.fakat nasıl insan uykuda en derin yerinde kendini uyanık zanneder.sende öyle uykunun en derin yerindesin. o yüzden kendi bilgilerine fazla güvenip boğulma. İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'an güneşinden gözünü yumanlar gibi olma.yıldız böceği nasıl kendi ışığına güvenip gece karanlığında kalır kendisini bile aydınlatamaz.güneşe güven aydınlığa çık
  6. Hikmeti ve sırrı şudur ki: Ekseriyet-i mutlaka(kesinlikle) ile dalalet ve şerr, menfîdir ve tahribdir ve ademîdir(yokluk) ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir(vardır) ve imar ve tamirdir. Herkesçe malûmdur ki: Yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam, bir günde tahrib eder. Evet bütün âzâ-yı esasiyenin(esas azalar) ve şerait-i hayatiyenin vücuduyla(hayat şartlarının varlığıyla) vücudu devam eden hayat-ı insan, Hâlık-ı Zülcelal'in kudretine mahsus olduğu halde; bir zalim, bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten ademî(yok) olan mevte(ölüme) o insanı mazhar eder. Onun için "Et-tahribü eshel" durub-u emsal hükmüne geçmiş. İşte bu sırdandır ki: Ehl-i dalalet(ALLAHa inanmayanlar), hakikaten zaîf bir kuvvet ile pek kuvvetli ehl-i hakka bazan galib oluyor. Fakat ehl-i hakkın öyle muhkem bir kal'ası var ki, onda tahassun ettikleri vakit, o müdhiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler. Eğer muvakkat(geçici) bir zarar verseler, وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ sırrıyla ebedî bir sevab ve menfaatle o zarar telafi edilir. O kal'a-i metin(sarsılmaz kale), o hısn-ı hasin ise, şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ve sünnet-i Ahmediyedir (A.S.M.). işte inanan müslüman insanlar bu kaleye sıkı sıkı sarılmadıkları için bu duruma düştüler.ama onların cezası ALLAHa inanmayanlar gibi değildir.ALLAHa inanmamak büyük bir cezadır.bütün eşyanın(varlıkların) değerini yok saymaktır.onların değerinini istiskaftır.bu yüzden cezası büyüktür.büyükcezalar büyük mahkemelerde küçük cezalar çabuklukla küçük cezaevi hükmündeki yerlerde çektiği müslümanların cezası çabuk bu dünyada ama inanmayanlarınki büyük mahkeme olan mahşerde görülecektir. neden bu küçük insnanın bu kadar büyük tehditler ile karşılaştığı sorularsa; sâbık işaretlerde isbat edildiği gibi: Küfür ve dalalet, müdhiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir. Çünki hilkat-i kâinatın(kainatın yaratılmasının) bir netice-i a'zamı(büyük neticesi), ubudiyet-i insaniyedir(insanın kulluğudur) ve rububiyet-i İlahiyeye(ALLAHın Rab'lığı herşeyi terbiye ediciliği) karşı iman ve itaatla mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri( Elde edilmesi için çalışılan gaye, maksad ve netice) ve sebeb-i bekaları(devamlılığın sebepleri) olan o netice-i a'zamı reddettikleri için, umum mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini, âyinedarlık(aynalık) cihetinde âlî eden esma-i İlahiyenin(ALLAHın sıfatları) cilvelerini inkâr ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif(küçük düşürmek) olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata(San'atkârâne yapılan şeyler) karşı bir tahkir-i azîmdir. Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf . birer memur-u Rabbanî(ALLAHın memurları) derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, camid(Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız)., fâni, manasız bir mahluk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlukatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir(hakaret). İşte enva'-ı dalalet(inançsızlık çeşitleri) derecatına(derecelerine) göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.
  7. siz felsefecilerin ne demek istediğini ilk bakışta anlıyormusunuz.1. sınıfta iken 4. sınıftakinin anladığını anlamak için çalışmak lazım değilmi.ALLAHı inkar yolundakilere söylüyorum.ebedi hayatınızı mahvetmek için o kadar kafa yoruyorsunuz.çok az bir kısmını benim yazdıklarımı anlamaya ayırında bu dünyanız dahi gülsün.malum ALLAHa inanmayan için herşey karmakarışık.bu dünya sevdikleri şeylerden ayrılma acısı onları mahveder.onlarda kendini pis işlere atar.******** taki avcı onu görmesin.ölüm onlar için bir sondur.bu düşünce onları yer bitirir.ama her insanda olduğu gibi onlardada ebedi yaşamak isteği var.ama inanmadıkları için geleceğine inanmaz aynen şu misale benzerler Bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adavete dönüyor ve diyor ki: "Tuh!.. Ne kadar çirkindir" diyerek, kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adavetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister. işte kafirlerin Kuranda ne buluruzda kötüleriz demeleri bu yüzdendir.ama ALLAH Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel esma-i hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adaveti yani düşmanlığı verip derinden derine kendinden küstürmeyecek.. ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıd olarak bir gizli adaveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünki insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak'tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adavetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise, herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebed-ül âbâd yolunda seyahatında beraber bulunmak için, alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek diye iman eder.bu iman ne kadar taklitten yani körü körüne imandan fen matematik yani bilim ile kainatı Kuran rehberliğinde okuyunca bu dünyasıda cennet olur.hakiki imanı elde eden insan tüm dünyaya meydan okuyabilir. ama bir kafir aman şu yıldız dünyaya çarpmasın diye titrer.halbuki iman sahibi insan herşeyin yıldızlarında ALLAHın elinde olduğunu hiçbirşey başıboş olmadığını yakini bir ilimle bilir.huzur içinde yaşar. Kâinatın bütün zerratı -müctemian(Hepsi birden). ve münferiden(tek olarak)- lisan-ı acz(acizliğiyle) ve fakr(fakirliğiyle) ile vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettikleri Sâni'-i Hakîme hamdler, senalar, şükürler olsun. Ve kâinatın tılsımını(Herkesin bilip çözemediği gizli şey). açıp, âyâtını keşf ve beyan eden Resulü ile âl ü ashabına ve sair enbiya ve mürselîn ihvanına ve ibad-ı sâlihîne salât ü selâmlar olsun...
  8. Kâinatın bütün zerratı -müctemian ve münferiden- lisan-ı acz ve fakr ile vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettikleri Sâni'-i Hakîme hamdler, senalar, şükürler olsun. Ve kâinatın tılsımını açıp, âyâtını keşf ve beyan eden Resulü ile âl ü ashabına ve sair enbiya ve mürselîn ihvanına ve ibad-ı sâlihîne salât ü selâmlar olsun... Arkadaş! Tabiat ve esbab, bazı insanlara şükür kapısını kapatıp şirk ve küfür kapısını açmıştır. Halbuki, şirkin temeli sayısız muhalâttan kurulmuş olduğundan haberleri yok. O muhalâttan bir taneyi beyan edeyim ki, şirkin ne kadar fena bulunduğunu kör gözleriyle görsünler. Şöyle ki: Şirk sahibi, cehalet sarhoşluğunu terk ve ilim gözüyle küfrüne baktığı zaman, o küfrü iman ve iz'an edebilmek için, bir zerre-i vâhideye bir ton ağırlığında bir yük yükletmeğe ve her zerrede sayısız matbaaları icad edip tabiat ve esbabın(sebepler) eline vermeğe ve bütün masnuatta bütün san'at inceliklerini tabiata ders vermeğe muztar ve mecbur olur. Zira hava unsurundan (meselâ) her bir zerre bütün nebatlar, çiçekler, semereler üstünde konup bünyelerinde vazifesini yapmak salahiyetindedir. Eğer bu zerreler, yaptıkları vazifelerde memur olup Cenab-ı Hakk'ın emir ve iradesine tâbi oldukları kâfirane inkâr edilirse, o zerre herhangi bir bünyeye girse, o bünyenin bütün cihazatını, keyfiyetiyle teşekkülünü bilmesi lâzımdır. Bu bilginin o zerrede bulunmasını ancak o kâfir itikad edebilir. Maahaza bir meyve, bir ağacın bir küçük örneğidir. Ve o semeredeki(meyvedeki) çekirdek, o şecerenin(ağacın) defter-i a'malidir. O ağacın tarih-i hayatı o çekirdekte yazılıdır. Bu itibar ile, bir semere şecerenin tamamına, belki o şecerenin nev'ine, belki küre-i arza nâzırdır. Öyle ise, bir semerenin san'atındaki azamet-i maneviyesi, arzın cesameti nisbetindedir. O zerreyi, san'atça havi olduğu o azamet-i maneviye ile bina eden, arzı haml ve bina etmekten âciz olmayacaktır. Acaba o kâfir münkir, kalbinde böyle bir küfrü taşımakla, akıl ve zekâ iddiasında bulunması kadar bir ahmaklık var mıdır?
  9. İ'cazı vardır ve mevcuddur. Çünki Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehasin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini kitabet yerine şiir ve belâgat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Manidar bir kelâm, şiir ve belâgat cazibesiyle eslaftan ahlafa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak o kavmin manevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belâgat metaı idi. Hattâ bir kabilenin belig bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibi idi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvam-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallakat-ı Seb'a" namıyla yedi edibin yedi kasidesini altunla Kâ'be'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan nüzul etti. Nasılki zaman-ı Musa Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülega-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye davet etti: وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ ermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: "İman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidayeten i'dam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de i'dam-ı ebedî ile beraber dünyevî i'dam ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muaraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir." İşte eğer muaraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satırla muaraza edip davasını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilatlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin? Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin? En tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünki bir edibleri, birkaç hurufatla muaraza edebilseydi; Kur'an, davasından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve manevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyufa mecbur oldular. Hem Kur'anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebeb vardı. Birisi; düşmanın hırs-ı muarazası. Diğeri; dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki saik-i şedid altında milyonlar Arabî kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim ona ve onlara baksa kat'iyyen diyecek ki: "Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez." Şu halde, ya Kur'an bütününün altındadır. Bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkındedir. Esbab-ı âlemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve vücud-u mahlukattır. Pek çok muhalatından yalnız üç tanesini zikrediyoruz. BİRİNCİSİ: Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun istenildi. Hem hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapılmak îcab etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayatdar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza.. muhtelif mikdarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa o macun zîhayat olamaz, hasiyetini gösteremez. Hem o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı mikdarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif mikdarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan mikdar kadar yalnız o mikdar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl birşey var mı? **********, sonra insan olsa, "Bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktır. "En cüz'î ve en küçük şey; en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünki en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahluklar, bazan san'at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek tavuktan san'atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü esbab-ı maddiyeye taksim edilecek veyahud bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi, bu şık vâcibdir, zarurîdir. Çünki bir tek zâta, yani bir Kadîr-i Ezelî'ye verilse; madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat'î tahakkuk eden ilmi, herşeyi ihata ediyor.. ve madem ilminde herşeyin mikdarı taayyün ediyor.. ve madem bilmüşahede her vakit hiçten, nihayetsiz sühuletle, nihayetsiz san'atlı masnular vücuda geliyor.. ve madem o Kadîr-i Alîm'in bir kibrit çakar gibi emr-i Kün Feyekûn ile hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli deliller ile, çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektub ve Yirmiüçüncü Lem'anın âhirinde isbat edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüşahede görülen hârikulâde sühulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor. Meselâ nasılki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse; o koca kitab, birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de; o Kadîr-i Ezelî'nin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası bir mikdar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak emr-i Kün Feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nafiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve sühuletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir; göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur. Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelî'ye ve Alîm-i Külli Şey'e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususî bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber, o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i san'atını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünki esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise, her halde onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zîhayat olursa olsun, ekser anasır ve enva'ından nümuneler, içinde vardır. Âdeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir proğram takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerratı eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz hadd ü hesaba gelmez eşkaller, mikdarlar içinde, bir tek şekil ve mikdarda sel gibi akan anasırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, mikdarsız, kalıpsız birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa, görür. Evet bu hakikata binaen اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ bu âyet-i azîmenin sırrıyla (Haşiye) bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, bir tek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun mikdar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyle ise; bilbedahe esbab, bu eşyaya sahib çıkamazlar. Demek sahib-i hakikîleri başkadır. Evet öyle bir sahib-i hakikîleri var ki; مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyası kadar kolay yapar. Bir baharı, birtek çiçek kolaylığında icad eder. Çünki toplamağa muhtaç değil. Emr-i Kün Feyekûn'e mâlik olduğundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka, hadsiz sıfât ve ahval ve eşkallerini hiçten icad ettiğinden ve ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve proğramı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herşeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre mikdar hareketini şaşırmaz. Seyyarat muti' bir ordusu olduğu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturuyla çalışıyorlar; işte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisab kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud'u gebertir. Karınca, Firavun'un sarayını harab eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor
  10. Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki: Umum mahluklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki, akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Meselâ: İnsanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hâdisatı o kuvvecikte yazıp, onu bir kütübhane hükmüne getirip ve insanın haşirde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a'malinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrı ile her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezelî hikmet ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile a'zalarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenasüb, bir müvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatı bir hüsn-ü san'at yapan ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemal-i mizanla veren; iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem zamanından beri tâgi ve zalim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adalet-i sermediye, elbette ve hiç şübhe getirmez ki: Güneş gündüzsüz olmadığı gibi; o hikmet-i ezeliye, o adalet-i sermediye âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zalimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki akibetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir veçhile müsaade etmezler diye "Hakîm" ve "Hakem" ve "Adl" ve "Âdil" isimleri bizim sualimize kat'î cevab veriyorlar ben araştırılmasın demiyorum ama sırf inat uğruna iman penceresi dışından bakılırsa insan kendini böyle helak eder.yer çekimi kanununu ve diğer harika şeyleri bilimden öğrendikçe ALLAHın büyüklüğü gözümde artıyor.onun için bilim islamın içinde olması gereken.ilk emir oku.hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu gibi ayetler araştırmayı destekliypr .ama O buna muhtaç değil ben buna muhtacım.ALLAHı yaşamak değil ALLLAHı tanımak lazım.insan tanıdıkça sever.
  11. en güzel yol sünneti seniyeye ittiba ile olur.bu yolda bu fikirleri anladıktan sonra vahdetul vucud'cular gibi sapmak değil asıl mahiyetimizin acz fakr kusr dan oluştuğunu anlayarak haşa kendimizi ALLAH yerine koymayarak olur. meselâ: Hararetteki meratib, bürudetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir ve hâkeza kıyas et...insanda böyle bir mahluktur.sonsuz acz ile sonsuz kudreti gösterir. ALLAHa sığın ALLAH seni o düşünceden kurtarsın. Bir denizde hesabsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki; o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer; başkası, murabba bir kehribar bulur ve hâkeza... Herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevaid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın müvazenesi bozulur. Tenasüb de gider. Çok hakikatın rengi değişir. Hakikatın hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfata muztar kalır. Hattâ bazan inkâr ve ta'tile kadar giderler. Hükema-yı İşrakiyyunun kitablarına ve Sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimad eden mutasavvıfînin kitablarına teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşübhe tasdik eder. Demek hakaik-i Kur'aniyenin cinsinden ve Kur'anın dersinden aldıkları halde, -çünki Kur'an değiller- böyle nâkıs geliyor. Bahr-i hakaik olan Kur'anın âyetleri dahi, o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır. Lâkin onların gözleri açık, defineyi ihata eder. Definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüb ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemali gösterir. Meselâ: Âyet-i وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ * يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ ifade ettikleri azamet-i rububiyeti gördüğü gibi, اِنَّ اللَّهَ لاَ يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَاءِ * هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِكَيْفَ يَشَاءُ * مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اۤخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا * وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللَّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ ifade ettikleri şümul-ü rahmeti görüyor, gösteriyor. Hem خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَ النُّورَ ifade ettiği vüs'at-ı hallakıyeti görüp gösterdiği gibi, خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ifade ettiği şümul-ü tasarrufu ve ihata-i rububiyeti görüp, gösterir. يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ifade ettiği hakikat-ı azîme ile وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ ifade ettiği hakikat-ı kerimaneyi وَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ ifade ettiği hakikat-ı azîme-i hâkimane-i âmiraneyi görür, gösterir.
  12. cennet ucuz değil cehennem dahi luzümsüz değil.şu an monitörümde bir sinek var senin herşeyi açıklayabilir sandığın bilim bu sineğin kaç kaçını kaç milyar sene çalışarak yapar.ama var ve karşımda daha önce yazdıklarımı okursan bunu ne sebepler yaptı ne kendi kendine oldu nede tabiat icad etti diyemeyiz geriye tek yol kalıyor ALLAH.buna inandıktan sonra herşey delil .
  13. güzel sammimiyetine inandırdın benibende sana benim deneyimlerimi söylerim ama söynecek gibi değil.dur ve şu an var olduğunu düşün.ne kadar büyük bir mücize.ama bunu ne senin deterministiğin nede meditasyonun o duyguyu izah edeebilir.o duyguyu ancak ALLAHIN varlığı izah eder.yoksa hergün yeni yeni kanunlar bulan(zaten vardı çekim kanunu bulunmadan önce çekim yokmuydu ) ve hakikat bu diyen aklı gözüne inmiş maddiyatta bozulmuş fikirler değil.ALLAH hepimize hidayet versin
  14. herşey dönüyorsa asıl olan 1 ise o 1 dönmemesi lazım.mesela herşey ölümlü ise O ölümsüz olmalı.herşey değişiyorsa O değişmez olmalı.senin bahsettitklerin makinanın içinde dönen belli kanunlara dayanan olaylar asıl o makinanın dışına ve onu yapana bakmak lazım.sen namaz kıldın ama meditasyon kadar içini doldumadığın için meditasyonla karıştıryorsun.sen şu an var ve mevcudsun neden bu birbirini bile doğrulamayan müslüman olmayan filozofların düşüncelerinde hem bu hayatını hem ebedi hayatını mahv ediyorsun
  15. Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ: Atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ: Kar'ı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez. Hem insan hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder. Meselâ âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san'ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez. İşte menba-ı edeb olan Kur'an-ı Hakîm'in bazı tabiratı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasılki bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san'at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir. [duramam.çünkü birşey düşünmemeyi düşünürüm.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.