Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

mescere

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    151
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

mescere son kazandığı tarih 6 Aralık 2015

mescere en çok beğeni kazanandı!

mescere Hakkında

  • Doğum Günü 29-04-1970

Diğer Bilgiler

  • Website URL
    http://www.mescere.net
  • ICQ
    0

Profil Bilgileri

  • Cinsiyet
    Erkek

En Son Profil Ziyaretçileri

18.579 profil görüntüsü

mescere - Başarıları

Düzenli Gelen

Düzenli Gelen (8/14)

  • İlk İleti
  • İçerik Başlatan
  • Ortak Nadir
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

5

İçerik İtibarınız

  1. mescere doğum gününüz kutlu olsun!

  2. mescere doğum gününüz kutlu olsun!

  3. mescere doğum gününüz kutlu olsun!

  4. mescere doğum gününüz kutlu olsun!

  5. mescere doğum gününüz kutlu olsun!

  6. mescere doğum gününüz kutlu olsun!

  7. mescere doğum gününüz kutlu olsun!

  8. önce kendimiz, evet! ............. Konumuzla ilgili bir başka hikâye daha: …. Size bir itirafta bulunmak istiyorum. İnsana iyi geldiğini söylerler. İçine atmaktansa paylaşmak daha çok tercihe şayan. Hem rahatlatır hem de insanların ruhi durumumu daha iyi anlamalarına vesile olur. … Siz bakmayın benim böyle göründüğüme. Asıl halim değil bu. Bundan 6 ay önce görseydiniz beni, imrenirdiniz belki de. Namazımı hiç aksatmazdım. Beni görenlerde bir güven hissi oluşurdu. Samimi bulurlardı beni. Haklıydılar da. Olduğum gibi davranırdım. Kendimi kasmazdım hiç. Belki de bu sebepten beni tanıyıp dost olanlar inanırlardı ki, bu hukuk ömür boyu sürecek. Ben de aynı kanaatteydim her zaman. Bu Allah’ın bana bir lütfuydu. Ne benim başkalarından şikâyetim vardı, ne de başkalarının benden. Başka konularda problemler mümkündü gerçi. Yapmam gereken bazı işleri önemsemediğim, savsakladığım gibi mesela. Hiç kimse ama hiç kimse güvenini istismar ettiğimi veya onu kendi menfaatlerim için kullandığımı asla iddia edemezdi. Ta ki bundan 6 ay öncesine kadar. … Ne mi olmuştu o zaman? Neler olmadı ki? Neler değişmedi ki hayatımda? Kendisiyle barışık biriydim. Değerlerimle çelişen davranışlarda bulunmaya başladım. Prensiplerim tarumar oldu. Sebebi ne miydi? Bir kız. Bu yaştan sonra bir kıza aşık oldum. Kendimi tanıyamaz hale geldim. Başkaları da anlam veremedi bendeki davranış değişikliklerine. Aklım itiraz etti her seferinde ama engel olamadım kendime nedense. Ya da olmak istemedim. … Neyse, geçelim hikâyemize. O kızla bir düğünde tanıştık. Aslında tanışma diye bir şey olmadı o zaman. Baloya gelmişti. Çok güzeldi Allah için. Rabbim özene bezene yaratmış. Üzerine giydiği elbiseler de ona çok yakışmıştı. Çekiciliğini daha da artırmıştı. Piste oynamaya çıkıyordu bolca. Çünkü düğünü olan kızın akrabasıydı. Saatlerini kuaförde geçirdiği belliydi. Saçlarına verilen emek ilk bakışta dikkati çekiyordu. Pistteki yeri değiştikçe ben de arkalardan onu daha rahat görebileceğim yerlere gidiyordum. Geç saatlere kadar onu izledim. Kendimi alıkoyamadım. Aklım gözlerime ve kalbime söz geçiremedi. … Sessiz, sakin ve utangaç bir kişiliği olan ben, onunla bir yolunu bulup tanışmak için can atar hale gelmiştim. Olacak şey miydi bu? Onu daha yakından görebilmek için oynamaya bile çıkmıştım piste. Sanki herkes bana bakıp kıs kıs gülüyordu. Oyun oynamayı bilmezdim ki ben. Hele de onca insanın arasında. Pistteki halimi izlemek isterdim. Ne komik olmuştur kim bilir? … Birkaç defa yakından görme imkânım oldu kızı. Sadece ben değil çok sayıda insan bakıyordu o kıza. Dikkat çekmeyecek gibi değildi ki! “Herkesin dikkatini çekmeye çalışandan sana yar olmaz” dedi aklım. Gözüm; “sus” dedi ve ekledi, “bakmaya devam et!” … Aklıma hiç pas vermedim o gece. Halbuki şimdiye kadar beni hiç yalnız bırakmamıştı aklım. En zor zamanlarımda hep yanımdaydı. Ama ben şimdi onu dinlemek bile istemiyordum. Sanırım ilk defa aklımın ahını alacaktım. … O gece uyuyamadım. Hep o kız vardı aklımda. Kâh pistte gülümseyerek oynarken, kâh yerine oturup çevresindekilerle konuşurken hayal ediyordum onu. Kazınmıştı tüm kareler beynimin kıvrımlarına. -Belki de kendime yediremediğimden- onun hakkında bilgi almak için kimseye bir şey soramadım. Ama dayanamadım, daha sonradan araştırma yaptım hakkında. … Nefsimin isteklerini bir tarafa koyarsak, bana uyan bir yönü yokmuş aslında kızın. İslami hassasiyetleri zayıfmış mesela. Bilgisinden değil, bilgisizliğinden ama bu ilgisizlik. Aileden ve çevreden öyle görmüş. “Uydum kalabalığa” usulü devam ediyor hayatı. Ben ise geleneksel bir ailede yetişmiştim. İslami hassasiyetlerim çoktu. Üniversite yıllarındaki tecrübelerim ise inançlarıma daha çok sarılmam gerektiğini öğretmişti bana. … Ayrıca kızın güzelliğini maddiyata dönüştürmekte mahir olduğunu da işittim. Erkeklerle arkadaşlık eder, harcamalarını onlara ödetirmiş. “Aşkın gözü kördür” dedikleri bu olsa gerek, inanmak istemedim. Akıllı birisi olduğumu söylerlerdi ama yanılmışlar demek ki. Ya da bir yere kadarmış veya bazı konulara münhasırmış çalışırlığı. … Kızla tanıştım zaman içinde. Kaynaştık. Ya da ben öyle sandım. … Onunla aynı şeylerden hoşlanıyor gibi görünmeye çalışıyordum. Konuşacak konumuz oluyordu böylece. O, ilgisini çeken konulardan bahsetmeye başlayınca “Aaa, ben de ilgilenirim onunla” diyordum hep. Halbuki bir kısmının adını bile duymamıştım. O anlatıyordu, ben dinliyordum. Filmlerden gördüklerimle gazetelerden okuduklarımı göz kararı birleştirip birkaç devrik cümleyle servis yapıyordum kıza. O da beni bir şey biliyor sanıyordu. … Bunlar önemli değildi aslında. Konuşuyorduk sadece. Ama müdavimi olduğum ortamlar değişmişti. Sabah namazından sonra yatmayan ben, artık gecenin bilmem kaçında uyuyup kalıyordum bir yerlerde. Kanepe, masa, salon, halının üstü… Uyandığımda klavyenin harflerinin izlerini görüyordum bazen yüzümde. Yatağımı özlemiştim. Vaktinde yatıp kalkmayı. … Sadece uyku düzenim değil vücut metabolizmam da alabora olmuştu. Sağlığım da bozulmaya başladı. Çünkü gecenin ortasında, günler kendi arasında nöbet devir teslimi yaparken benim abur cubur atıştırmalarıma şahit oluyorlardı. Halbuki ben o saatlerde hep uyuyor olurdum. Göbeğim büyümeye başlamıştı. Ayakkabılarımın bağcıklarına eğilirken çok zorlanır olmuştum. Önceden zindelikten parmak uçlarımda yürürken şimdi kendimi “ölmüş de kokmamış” olarak tanımlıyorum. … İlk önceleri tek tük kaçmaya başlayan sabah namazımla artık görüşemez olmuştuk. Kalkamıyordum ki! Sadece sabah da değil. Diğerleri de terk etti beni yavaş yavaş. Yoksa ben mi onları bıraktım? … Her kaçırdığım namaz “cız” diye batardı ta ciğerime. Şimdilerde derime bile işlemiyor haftalar süren secdeden bihaberliğim. Köprünün altından çok sular akmış. Su da kalmamış köprü de. Kurumuş toprak, çatlamış arazi. … Maddi olarak da göçtüm desem yalan olmaz. Ama malum, kendi düşen ağla(ya)maz. Ağlar da, içine içine. Bencileyin. … Üniversite son sınıftayken proje ödevimi başarıyla bitirdiğimde kendime kıyak geçmiştim sadece. İlk ve tek. Sadece keyfim için kendime bir döner ısmarlamıştım. Devlet yurdunda kaldığım zamanlar, üç gün arka arkaya günde üç öğün zeytin ezmesi ve ekmek yedim suyla beraber. Param kalmamıştı çünkü. Babamdan da isteyemedim. 3 kardeşim daha vardı okuyan. … Zeytin ezmesini yurtta bedava veriyorlardı. Tadı son derece kötü olduğu için kimse yemiyordu. Sanırım kullanılmaz hale gelen zeytinimsilerden mamuldü. Onları toplamıştım arkadaşlardan. Önceden söylemek gerekirdi. Çünkü direk çöpe atıyorlardı. Belki şimdi kaliteli üretilenleri vardır. Zeytini çok severim ama ezmesini beni ezseniz yemem. Büyük konuştum sanırım gene, Allah affetsin. … Şunu demek isteyecektim ki; ben son derece harcama özürlü ve tasarruf ehli biriydim. Ama şimdi lüks lokantalara götürüyordum kızı. Bazen o hava olsun diye gitmek istiyordu. Bazen de ben ona jest yapıyorum. Bu jest, mimik’in arkadaşı değil miydi? Neyse! Sonuç olarak çok para harcar olmuştum gereksiz. 1 kilo et parasına tek porsiyon köfte yiyordum yarısı yanık. … Lüks bir yere gittik bir seferinde. Yemek listesine baktım tanıdık gelen hiçbir isme rastlamadım. “Adı en uzun olan yemeği bari sipariş edeyim” dedim. Bir sürü şey karıştırmışlardır içine muhtemelen. Ağız tadıma uygun bir şey çıkar diye düşündüm içinden. Fiyatı da 12 avroydu. 25 liranın üstünde bir para yani. Ama olsun orijinal bir yemek yiyecektim ve insan hayatında olmalıydı böyle şeyler bir defa da olsa. Adını arka arkaya 10-15 kere okuduktan sonra yaklaşık olarak ezberledim. Tam olmadı çünkü yan yana sessiz harfler vardı birkaç yerde 3-4 tane. Sonuçta gele gele yarım porsiyon kuru fasulye geldi, bildiğimiz. Adını değiştirip 25 liraya pazarlamışlardı bana. Haklı tabi adam. Kuru fasulye diye yazsa kim verir 12 avro? Ama kız biliyormuş meğer bu “lüks lokanta ağzı”nı. Çok güldü bana. 15 kilogram kuru fasulye parasına yarım tabak kuru fasulye alan ilk kişi ben değilmişim. Tek tesellim o oldu. … Yalnız ben de ona güldüm, 1-1 berabere kaldık o gün. O da adını ilk duyduğu bir şeyi sipariş etti: logi. Bir tek onu bilmiyormuş listede adı geçenlerden ve onu denemek istemiş. Gele gele mantı geldi. Anlamadı(k) durumu. Hesabı öderken elim titremişti. Dışarıda toplam 4-5 liraya yiyebileceğim yemeğe üç rakamlı bir ücret ödemek zor geldi her açıdan. … Çıkışta sordum para ödediğim adama: “Nedir bu logi ismi? Biz çıkaramadık da!” “Mantının İngilizcesini bulmaya çalıştık ama bulamadık.” dedi adam. Ama baktık ki ‘mantık’ kelimesinin İngilizcesi var: logic. ‘Mantı’ kelimesi ‘mantık’ kelimesinden bir harf eksik olduğuna göre İngilizcesi de bir harf eksik olur dedik ve ‘mantı’nın İngilizcesi de ‘logi’ oldu.” dedi. Bu dönem içinde hem beynimin hem de kalbimin birlikte neşelendiği tek “enstantane” bu idi maalesef… … Sonrasında alkol de başladı bende. Maskat kızla aynı ortamda bulunmaktı. Önce “alkolsüz” bira ile açtılar kapımı. Ama ben nereden bilebilirdim ki “alkolsüz” lafının aslında içki sevmeyenler için bir olta olduğunu? Bira içmek meşrulaştı önce gözümde. Sonra alkollüsü pusudaymış zaten, baktım elimde şişe. … İşin kötü tarafı, kızları hiç tanımadığımı da öğrendim. Zannetmiştim ki; ben kıza ne kadar ayak uydurursam o kadar beni o kadar çok sever. Ama öyle olmadı. Prensipsizlikle suçladı. Değişken insana güvenmezmiş. Halbuki ben hep onun gözüne girebilmek için yapmıştım onca bile bile ladesi. Demek ki normal halimde kalsam beni daha çok sevecekmiş. İleriye yönelik bir planımız olamasa bile bana saygı duyacakmış. Allah, yolundan ayrılanlara birden çok fatura ödetiyor demek ki. … Son durumu şu konuşmaya özetletelim: -Kız seni seviyor mu? -Hayır. -Kızla şu anda görüşüyor musun? -Hayır. -Bu süreçte kaç para harcadın? -1000 TL’den fazla. -Ne kadar fazla? Net bir şey söyle. -Kredi kartı borçlarımı da ayırmam lazım. -Değdi mi? -Kesinlikle hayır. -Allah senden memnun mudur? -Maalesef hayır. -Sen kendi halinden memnun musun? -Günün esprisi olarak kabul ediyorum -Sen Müslüman mısın? -Ne demek bu? Tabi ki müslümanım. -O zaman hayatının merkezine neden o kızı koydun? -Kendisi girdi. -Sen sokmasaydın o giremezdi. -Haklısın. -O kız senin ilahın mıydı? -Ne diyorsun sen? Ne ilahı? Sadece kız arkadaşımdı. -Ona ulaşabilmek için Allah’ın emirlerini çatır çatır çiğnedin ama. -Maksadım Allah’a karşı gelmek değildi ki. -Sonuç olarak Allah’ın emirlerini bir kenara ittin o kızın isteklerini yerine getirmek için. -Öyle ama ameller niyetlere göre değil miydi? Benim niyetimde o kıza ibadet etmek yok. -Cehennemin yolları iyi niyet taşları ile döşelidir diye bir şey duymadın mı sen? -Duydum da… -Bak kardeşim ben seni severim. Allah sana akıl vermiş. Doğru ile yanlışı da ayırmış ve sana da bildirmiş. Karar senin. Fatura senin adına kesilecek çünkü. -N’olcak şimdi? -Önce tövbe et günahlarına. Sonra da dikkat et davranışlarına.
  9. Şimdi de bir başka hikâye yazalım konuyla ilgili. Bu sefer makam, mevki ve itibar olsun ana fikir. Bakalım nasıl bir öykü olacak? Aklımda bir plan yok, yazdıkça şekillenecek. … Yaşım ilerlemişti. Yıllardır mühendis olarak görev yapmaktaydım. Artık “müdür” olma vaktim gelmişti bana göre. Hem havam olurdu hem de artık işlerle bizzat ilgilenmek zorunda kalmazdım. Emirler verirdim maiyetimdekilere. “Şunu yapın bunu yapın” diye. Kendim de önüme gelen yazıları imzalardım. Direklerin başında cihaz tamiriyle uğraşmaktan daha iyi olacağı kesindi. Benden daha iyisini mi bulacaklardı? Mevzuata göre de eksiğim yoktu. Yasaları zorlamaya gerek yoktu yani. Çaba göstermenin vakti gelip çatmıştı. Fikrim geldi pat diye. Kolları sıvamalıydım bu sefer. … Sıvadım da. Ama abdest almak için! Bugün Cuma’ydı çünkü. Şadırvanın en net görülebilen yerine oturdum gerine gerine. Sertti ama orası. Tahtaydı, acıtıyordu. Alışkın olmadığımdan sanırım. Neden oturulacak yere yumuşak bir şey koymazlar ki? Abdestini alan bir an önce kalkıp gitsin de sıra diğerlerine gelsin diyeydi belki. Neyse abdestimi aldım güzelce göstere göstere. Yavaş yavaş… Tribünlere oynadım resmen. Sabahtan iyi ki bakmıştım evdeki resimli kitaba. Sonra da birkaç deneme yapmıştım lavaboda. Sanki her gün beş kere yapıyordum bu işi. Kapmıştım hemen. Tecrübeli görüntüsü verebiliyordum artık uzaktan bakan birine. Gurur duydum kendimle bir daha. … Yıllardan beri alnı secde görmeyen ben, hidayete ermiştim sanki. Jetonum düşmüştü. İktidarda Ak Parti vardı çünkü. İnançlı insanlar olarak bilirim onları. Bakanların bile çoğunun hanımı başörtülüymüş. Onlardan görünmek için bir yerlerden başlamam lazımdı. İlçe başkanının adını öğrenmiştim. Bir dostuma rica etmiştim, uzaktan göstermişti bana, “İşte şu adam” diye. Bu camiye gelirmiş normalde Cuma namazlarında. Erken gelmiştim camiye. Gelir gelmez bakındım, yoktu henüz. Abdesti uzattıkça uzatmıştım bir gözüm bahçe kapısında. Ama gelmedi. Halbuki 3 değil 30 kere yıkamıştım neredeyse her bir abdest azamı. … Mecburen abdest alma işine son verdim şadırvanın başı çok kalabalıklaşınca. Herkes bana bakıp homurdanmaya başlamıştı. Neyse kalktım, bakındım hala gelmemişti adam. Şimdi bir yerlere otursam, o da gidip başka yere gitse namaz kılmak için, olmayacaktı. Sabahtan beri, onunla yan yana namaz kılmak için hazırlanmıştım zaten. Canım sıkılmaya başladı. Emekler boşa mı gidecekti? “Ne diye geldin oğlum buraya?” dedim kendi kendime. Kahvede oynamak ya da deniz kenarında göbek kızartmak varken çevrene bakına bakına. … “Başladığın işi bitir” diye kendi kendime telkinde bulunurken birden yellendim. Ama çevremde o an için kimse yoktu. Ses falan duyan olmamıştı eminim. Sanırım şadırvanın başında uzun uzun abdest almaktan üşütmüştü karnım. Birden aklıma geldi. Abdestim bozulmuş olmuyor muydu bu durumda? Dönüp baktım abdest alanlara. Kuyruk vardı. Zaten 10 namazlık abdest almıştım ilçe başkanını beklerken. Beni şadırvan başında görsün diye. … Senin işi anca o adam halleder demişlerdi bana çünkü. Gülü seviyorsam dikenine katlanacaktım. Zaten maksadım namaz kılmak değil, görüntü yapmak olduğuna göre önemi yoktu abdestimin sağlam olup olmamasının. Dışarıdan abdestli olup olmadığım belli olmuyordu ki? Yalnız namaz kılarken tekrar gelirse tutmalıydım. Sessiz bile olsa kokabilirdi. Her gün namaz kılan insanlar nasıl dayanıyordu ki buna? Neyse, bu onların sorunu! … “Nerde kaldı bu adam ya?” diye düşünürken ezan okunmaya başladı bile. Namazı mı bırakmıştı yoksa adam? Yok canım! İşi çıkmıştır, başka camiye gitmiştir. Yoklama verecek değil ya! Belki gelir diye bekledim mecburen. Ama abdestini alan bir yere oturuyordu. Ben ne zamandan beri ayaktaydım ve dikkat çekiyordum. Caminin içi çoktan dolmuştu. Hasır ya da kilimler geliyordu. Bahçeye seriliyorlardı. Yeni gelenler de onların üzerinde namaz kılacaklardı anlaşılan. Bu benim için iyi bir durumdu. Çünkü adam gelirse içeriye giremezdi. Dışarıda da ben onu görür, bir koşu giderdim yanına. … Ezan bitti hala yok adam. Gözüm bahçe kapısında gene. Kapının her türlü detayını biliyordum artık. Demirlerin kıvrımlarını, nerelerinde boyaların dökük olduğunu vesaire. Baka baka gözü kapalı birebir çizebilecek hale gelmiştim neredeyse. … Bu arada caminin içinden yüksek bir ses geldi ezan gibi bir şeydi. Herkes ayağa kalkıp namaza durmaya başladı. Boş yer de fazla kalmayınca ben de buldum bir köşe. Ayakkabılarımı çıkardım ve diğerleri gibi ben de namaz kılmaya başladım. Ama gözümün biri bahçe kapısında diğeri de yanımdaki adamda. Yanlış yapmayayım, acemiliğim dikkat çekmesin diye onu taklit ediyordum çünkü. O eğilince eğilecek, kalkınca da kalkacaktım. “Nerde kaldı bu adam ya” diye düşünürken yanımdaki adam sağa sola dönüp selam verdi. Ben de yaptım aynısını. … Sonra da dudaklarını kıpırdatıp elini yüzüne sürdü. Ben de içinden bir şeyler söylüyormuş gibi yaptım ve ellerimi hızla yüzüme götürdüm. Vurmuş gibi oldum ama yüzüme. Şap diye. Acıdı bile hafiften. Demek ki yavaş yapmam lazımdı bu işi. Çünkü diğerlerinde yüzü acımış gibi bir haller yoktu. Ya da alışmışlardı. … Geç gelenlerden bazıları içeri giriyorlardı. En çok onlara kızıyordum şimdi. Madem geç geldin kılsana namazını dışarıda. İçeriye kafayı uzatıp bakıyorlardı bazıları. Varsa boş yer aralarda harekete geçiyorlardı. Önünde oturanların omuzlarına değip sağa sola hafif itince onlar da yana eğiliyorlardı. Aradan da gidiyorlardı içerilere. Onlar nereye giderse gitsin de, ilçe başkanı da aynı şekilde yaparsa? Boşuna mı geldim o zaman ben? Çıkışı beklersem görürüm aslında. Dışarıda yok hala. Ya da ön taraflarda bir yere oturdu ben secdedeyken. Enseden de insanlar tanınmıyor ki! Öf yaaa! … Herkesin gözü önünde, vaazı dinliyor. Ben ise kafa ve gövde dimdik, durmadan sağa sola bakıyorum. Düşman gözleyen sürü nöbetçisi hayvan gibi. “Ne yapıyorum ben ya böyle” diye düşünürken müdürlük geldi aklıma. “Müdürüm” diyecekti herkes bana. Saygı göstereceklerdi. Masanın öbür tarafına geçecektim. Bunun da bir bedeli olmalıydı ve ben de onu ödüyordum. Rahatladım. Namaz da kılarım dedim, göbek de atarım. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı da derim, kunduza teyze de derim. Nasıl olsa makamı ele alınca onlarla bir daha işim olmayacak. Sayılı gün geçer çabucak. Ağlamayana meme verilmez derlerdi büyüklerimiz. Madem istiyordum, gereken neyse yapmalıydım ki sonuca ulaşabileyim. Benim de yaptığım, oyunu kuralına göre oynamaktı zaten. … Vaaz da bitmişti ben bakışırken bahçe kapısıyla. Kamet mi ne diyorlardı tam hatırlamıyorum şimdi, müezzin içeriden yüksek sesle bir şeyler söyledi. Herkes ayağa kalktı namaza duracaklardı besbelli. Ben de kalktım “uydum kalabalığa” diyerek. Eller kulaklara gitti ve göbek hizasında bağlandı. Artık kafamı direk çevirerek de bakamıyordum adam geldi mi diye. Dikkat çekerdi çünkü. Gerçi o da önemli değil de yerimi değiştiremezdim ki! Namazı bozup onun yanına gidemezdim. … Gözüm şaşı olacaktı neredeyse. Kafam önde gözüm bir sağda bir solda. Kapıdan birisi girdi hızla ve ön taraflara doğru koştu ve namaza durdu. Beklediğim adama benzettim, için pır pır atmaya başladı. Boşa beklememiştim demek ki diye gülümsedim gayri ihtiyari. Bu arada imam Fatiha okumuştu. O kadar biliyordum canım. Siz de beni ne sandınız? Ama aklım orada değildi tabi. … Gözümü tam çeviremediğimden beklediğim kişi miydi tam anlayamadım. Daha da kötüsü kalabalığın içinde ön tarafta nereye gittiğini de. Bu arada imam selam verdi. Namaz bitmişti. … İki rekatçık mıydı Cuma namazı? Ben de çok uzun sanıyordum. Bilhassa dışarıdakilerin çoğu hemen ayakkabılarını giymeye başladılar. Çıkıyorlardı camiden. Ben de çıkacaktım kalabalığa karışıp. Ama beklesem mi diye düşündüm. Belki girmiştir adam içeriye beni de görür. Emeklerim ve harcadığım vakit boşa gitmemiş olur. Ama ya gelmemişse? Zaten iki rekatı zor kıldım abdestsiz abdestsiz. Varsa gerisi zor gelirdi bana. Hem yanımdaki de gitmişti kimi taklit edecektim? Neyse giydim ayakkabılarımı ve çıktım ben de. … Birkaç arkadaşım gördü beni camiden çıkarken. “Allah kabul etsin” dediler. Beni orada görmekten mutlu oldukları her hallerinden belliydi. Hepsi de birbirinden temizdi. Çok severdim onları. Ama şu anda önemi yoktu bunun. Beni onların değil başkasının görmesi gerekiyordu. Canım sıkıldı. Yürümeye başladım kaldırımda. Hedefsizdim, düşünmem lazımdı. … Ak Parti için yaptığım hazırlığın ilk denemesi olumsuz olmuştu. Aynı dalda ikinci oyuna ikna edememiştim kendimi. Mesela şimdi Ak Parti’nin binasına gidebilirdim. İçeri girince “Selamün aleyküm” demeyi unutmamalıyım. “Merhaba” dersem olmazdı. Ya da ben öyle sanıyordum. “Bugün ikindi namazı kaçta?” diye de sorardım mesela konuşmamız uzarsa. “Neyse boş ver” dedim şimdilik. … Yalnız arkadaşım bana bir bilgi daha vermişti. Ak Parti kadrolaşamadı çok yerde dedi. Hala eski bürokratlar var görevde. Yaptıkları atamaları ya önceki Cumhurbaşkanı onaylamadı ya da mahkemeler iptal etti. Mesela senin kurumda MHP’nin sözü geçer. Yöneticiler ve yetkili sendika MHP’li. … Şimdi eve gidip biraz dinleneyim. Sonra da nasıl yılların MHP’lisi gibi görünebilirim onu araştırayım. Belki benim müdürlük işi onlardan bitecek. Önce bir kafamı toparlayayım da! … Kahramanımız düşünmeye devam ederken biz de hikayemizi konumuz açısından değerlendirmeye çalışalım. Kahramanımız namaz kılarak sevap kazanmış mıdır? Kimin için namaz kılmıştır? Hedefine ulaşmış olsaydı, kazançlı çıkmış sayılır mıydı? Ameller niyetlere göre ise sonuç ne bu durumda?
  10. Not: Bundan sonra yazacağım hikâyeler konunun daha iyi anlaşılmasına yöneliktir. Benim ya da bir başkasının başımdan geçmiş değildir. … Hikâyeyle ilgili bilgi notu: Hayatımda bir defa alkol değdi ağzıma. İlkokul ikideyken sınıfa bira getirmişlerdi. Ben de bir yudum aldım. Yutup yutmadığımı hatırlamıyorum. Sadece ekşi bir tat ve yüz buruşukluğu kalmış aklımda. İlk ve sondur hamdolsun. … Akşam oldu. Mesai bitti. İş çıkışındayız. “Gel” dedi iş arkadaşım omzumu tutarak. “Akşam kafayı çekelim, felekten bir gece çalalım. Hayat geçmez böyle monoton.” Cevap vermedim ama o gün yenilmeye meyyal bir halim vardı sanki. … Eve vardım ve oturdum koltuğa. Yorgundum. Elim gayri ihtiyari yanımdaki dergiye gitti. Açtım rastgele bir sayfa. Konu içkiydi. Ayet mealleri de vardı: “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür." Bakara 219 “Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” Maide 90 … Aslında bu bir ikazdı. Anlamak istemedim. Duymazdan geldim. İçki içmenin haramlığı konusunda zaten bilgim vardı. Ama hatırlatmıştı tekrar Rabbim. Aslında verilmiş bir sözüm de yoktu arkadaşa. Kararsız kaldım. Arkadaşın isteği bir tarafta, Allah’ın emri de diğer tarafta. … Bugün ayın kaçıydı diye düşünürken gözüm takvime takıldı. Kalkıp yanına gittim. Dünkü tarihi gösteriyordu. Üstteki yaprağı koparıp ters çevirdim. Arka kısmında “Ayet-el kürsi”den sonra gelen iki ayetin meallerini maddeler halinde vermişti: “- Dinde zorlama yoktur. - Artık doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır. - O halde kim yanlışı ret edip Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa tutunmuş olur. - Allah inananların dostudur, onları karanlıktan aydınlığa çıkarır. - İnkâr edenlerin dostları da onları aydınlıktan karanlığa götürür.” … Kararsızlığım azalmaya başlamıştı. Gitmeme fikri ağır basıyordu artık. Sarhoşluk veren şeylerin azını da çoğunu da yasaklamıştı Allah. Ben sana doğruyu da gösterdim, yanlışı da diyordu. Akıl da verdim. Ver kararını. Katlan sonucuna! … Tam bu sırada telefon geldi arkadaştan. Açtım, “Hadi ben çıktım, beş dakkaya ordayım” dedi. “Çabuk hazırlan!” “Tamam” diyebildim kısık bir sesle. … Mutluluk belirtileri yoktu yüz ifadelerimde. Halbuki böyle mi olmalıydı? Çıktım dışarı, gözlerim yerde, utangaç. Çok geçmeden arkadaş geldi. Soluğu meyhanede alacağımızı sanmıştım ama öyle olmadı. Kapalı mekânları sevmediğimi biliyordu. Bu sebepten sanırım, ilk akşamdan ürkmeyeyim diye lokantaya götürdü beni. … Bendeki kararsızlığı ve ürkekliği görünce kontrolü eline aldı. Hangi çorbayı sevdiğimi biliyordu. Onu sipariş etti benim için. Kendisi de kızarmış patates istedi şiş kebapla beraber. “Bu da rakısız gitmez ki birader” dedi gülümseyerek. Bana pek sevimli gelmemişti ama neyse. … “Ben temiz içerim” dedi. “İçtin mi adam gibi içeceksin. Kimseye zararım olmaz. Sarhoş olup sapıtmam. Kendimi dağıtıp kimseyi rahatsız etmem. Böyle içersen sakıncası yok dini açıdan bile.” Dediğine kendisi inanmıyordu aslında. Ben de gülmüştüm zaten. … Bana da söylemişti emrivaki yapıp bir bardak. Açıkmış benimkisi, öyle dedi. Dokunmazmış fazla. Öyle ya da böyle. Sonuçta önümde duruyordu “beyaz renkli” içecek. … Daldım gittim eskilere. Halaoğlumun düğününe gitmiştim çocukken. Orada gelenler içtikten sonra evin camlarını indirmişlerdi gece geç vakit. Kavga etmişlerdi sebepsiz. Halbuki hepsi dost ya da akrabaydı. Aralarında hiçbir problem yoktu gündüzden. Annem bizi korkusundan yakındaki bir eve saklamıştı metruk. Kapıyı kapamış ve "Sadece bana açacaksınız" diye de tembih etmişti sıkı sıkı. Gecenin ikisine kadar korkuyla bekleştik orada soğukta. Üşüdüğümüzde üstümüze kıl yaygı örtmüştük başka bir şey olmadığından. Bilenler bilir diken gibi batar insana yaygının kılları. İşte o zamandan beridir olumsuz bir önyargım vardır rakının şahsında tüm içkilere. (Not: Bu paragrafta anlattığım olay gerçektir) … Zihnimden bunlar geçerken arkadaşım rakı bardağına benimkine dokundurmuş ve “şerefe” demişti bile. Ben karşılık vermedim ama bardak elimdeydi. Kokusu burnuma daha net geliyordu artık. Arkadaşım karşımda içmeye başlamıştı bile. Bana da “Haydi artık” dedi “Çocuk musun sen?” “Büyü artık! Hayat bu! Topluma karış.” … Çok severdim arkadaşımı. Kırmazdı beni hiç. Ben de onu kırmamalıyım diye düşündüm. Aramızda bir hukukumuz vardı çünkü yıllardan beri. Bardak artık dudaklarımdaydı. Ama daha temas etmemiştik “beyaz sıvı” ile. Kalbim onay vermiyordu bir türlü. Yanlış yapıyorsun dercesine dürtükleyip duruyordu ya da bana öyle geliyordu. … İki arada bir derede kaldığımı gören “arkadaş”ım bardağın arka kısmına alttan hafifçe dokundu. Yudum ağzımın içindeydi artık. Tükürsem olmaz, saygısızlık. Bardağın içine geri çıkarsam *********. Yutmak en iyisi. Boğaz… Gırtlak… Ve mide! … İlk içki girmişti içime. Perde yırtılmıştı artık. Saflığım bozulmuştu. Şişede durduğu gibi durmayacaktı içimde. Öyle diyorlardı tecrübeli olanlar. Sindirim sistemim onu kanıma karıştıracaktı. Sonrasında beynime de düşecekti alkolün yolu. Çarpılacaktım belki. Sarhoş olacaktım. Ser’im bir hoş olacaktı, dalgalı dalgalı. Yürürken adımımın biri bir tarafa gidecekti diğeri öbür tarafa. Penguen gibi yürüyüp kütük gibi düşecektim muhtemelen ayağa kalktığımda. … Nitekim öyle de oldu. Çarptı beni. Şişede durduğu gibi durmadı içimde. Dağıttı, dağıldım. Normalde pek ağzını açmayan ben, başlamıştım gevezeliğe. Daldan dala atlıyor, konudan konuya zıplıyordum. Sonrasını hatırlamıyorum pek. Kusmuşum, öyle dediler. Ceketim mahvolmuş. Daha neler, neler. … Çevresinde az buçuk itibarı olan ben, karizma marizma bırakmamıştım. Öteki gün “parmakla gösterilen” bir adam olmuştum çevremde. Ama gülüyordu herkes. “Bu adam var ya bu adam” diyorlardı. “Dün akşam lokantada içmiş. Sonrasında şaftı kaymış. Tuş olmuş resmen.” Dahası da var ama yazmak gereksiz. Maksat hâsıl oldu. … Senin neyine bu yaştan sonra dedim kendi kendime. Başım öylesine zonkluyordu ki! Hayatımda ilk defa içtiğim bir ağrı kesici sadece karnımı doyurmuş başka hiçbir işe yaramamıştı. Pişmandım hem de nasıl. Ama golü yemiştim bir kere. … Gerçi “Batılı tasvir temiz dimağları bulandırır” derler ama örneklemek gerektiği kanaatiyle bu hikâyeyi yazdım. Yazımızın bu kısmını daha fazla uzatmadan burada noktalayalım. Şimdi bu hikâyemizi konumuz bağlamında değerlendirmeye gayret edelim. Bakalım ne tür sonuçlar ortaya çıkacak? … Şimdi sadece hikâyemizi dikkate alarak aşağıdaki sorulara cevap arayalım: 1- Benim ilahım nedir? Allah mı? Arkadaşım mı? 2- Birisi bana "Sen arkadaşını ilah edinmişsin" dese ne tepki verirdim? 3- Arkadaşımın isteğini bir kefeye, Allah'ın emrini diğer kefeye koyup değerlendirme yaptım. Aklımı da kullanarak içki içmeyi tercih ettim. Arkadaşımı Allah'ın üzerine mi çıkarmış oldum? 4- Aslında hiç aklımda ve niyetimde olmadan Allah'a şirk mi koşmuş oldum?
  11. I Şimdiye kadarki hayatında başka bir dine mensup olan bir kişi düşünün. Müslüman olmaya karar vermiş. Ondan ilk olarak ne yapması istenir? “Kelime-i şehadet” getirmesi. Yani; “Eşhedüen la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resüluh” demesi. İslam’ın giriş kapısı bu demek ki. … Şimdi bu cümleyi inceleyelim. Orta kısmına yakın bir yerde “ve” kelimesi var. Bildiğimiz “ve” bu. İki kelimeyi birbirine bağlayan tek hece. Aktif değil pasiftir. Yani emir ya da tavsiye içermez. Cümleyi düzenler, daha anlaşılır kılar. … “Eşhedü” kelimesi ve devamındaki Arapça ekler, “şehadet etmek, tanıklık yapmak ya da tüm kalbiyle inanmak” gibi ifadelerle Türkçe’ye çevrilebilir. Bu sözcük de pasif sayılabilir cümle içinde iki defa geçmesine rağmen. Bir gerçeği ifade etmekten ziyade ona işaret ederler. Üzerinde asıl düşünmen gereken yer ben değilim, işaret ettiğim konudur demek ister. O halde tüm kalbimizle inanmamız gereken ilk kısım “La ilahe illallah”tır. İkincisi ise; “Muhameden abdühü ve resulüh”dür. Cümlede iki ifade bir bağlaçla birleştirilmişse soldaki önceliklidir çünkü. … İslam’a giren kişi, iman ettiği ilk şeyi anlatabilmek için ilk önce “la” demektedir. Nedir “la”nın sırrı? Burada durup düşünelim, tefekkür edelim cümlenin daha ilerisine gitmeden. Belki de razı olduğu dini ya da yaşam tarzının kapısının adını “la” koydu Allah (cc)? “La”nın gizemini çözebilirsek geri kalan kavramlar berraklaşıverecek belki de. Su gibi akıp gidecek her şey tıkanmadan. … “la” bir nevi olumsuzluk eki Arapça’da. Türkçe’deki “ma, me” gibi mesela. Yap – yapma Koş – koşma Gel – gelme Git – gitme ... “Yok” anlamına da geliyor. Kağıt yok Kalem yok Anlamı ne olarak düşünülürse düşünülsün “la”nın özünde reddetmek var, kabul etmemek var. … Öyleyse İslam’a ilk giren kişi önce ret edecek, yok sayacak, “hayır” diyecek. Neyi? Kimi? Kime? II Alışılagelen bir hayat var. Onun da bileşenleri. Yeme, içme, oturma, kalkma… Tavırlar, davranışlar, fikirler, inançlar… … “Ne varsa önceki yaşam şeklinde, onlar aynen dursun. İslam’ı onların üzerine bina et” denmiyor. Önce “la” de, Allah’ın rızasına uygun olmayanları reddet. Temizlik yap evvela deniyor. Sonrası kolay. Çorap söküğü gibi gelir. … “Amel, imandan bir cüz değildir” demiş din büyüklerimiz. “Tamam reddediyorum ama gene de yapıyorum olumsuz şeyleri. Bazen hatayla bazen bilerek bazen de zorlamayla.” diyenlerimiz çoktur. Allah af eder diye ümit ederiz. Uygulayabilmekten daha önemli olan husus, imanın tam olması malum. Ama bu durum, hafife almanın mazereti olmamalı. … Her şeye “la” demeyeceğiz elbet. Islah kâfi çoğu için. Ya da sadece niyet değişimi. … Peki, en önemli “la” hangisi? Nerede kullandığımız reddetme ifadesi hayati öneme sahip? Kelime-i şehadet’e sorduk; “ilahe” dedi. Önce “la ilahe” yani “ilah yok” diyecekmişiz. Tanrı edindiklerimiz varsa hayatımızda – bildiğimiz ya da farkında olmadığımız – önce onları bertaraf edecekmişiz önce. Sonrasında ise saf ve temiz Allah inancını koyacağız onların yerine. Yani “illallah”ı … Tövbe de aynı şekilde. Ama orada İslam’a giriş yok, sadece pişmanlık ve bir daha günah işlememe azmi var. İlkinde "ilah" ağırlıklı muhtemelen, tövbede ise pratik uygulamalar. III Diyelim ki bir hazine arazisi var. Yıkık gecekondular ve kaçak yapılar istila etmiş orayı bakımsızlıktan. Buraya büyük bir iş hanı inşa edecek belediye. Oradaki hiçbir yapıya dokunmadan yapabilir misiniz binayı? “Ben yaparım” diyorsanız “eyvallah” der, ellerinizden öperim. “la ilahe” kısmını atlayıp direk “illallah”a geçen ilk kişi siz olursunuz muhtemelen. … Önce oradaki tüm yıkık ve eski yapıların “demontaj”ı yapılmalıdır. Yerlerinden kaldırılmalı ve artıkları tamamen temizlenmelidir. Bu da yetmez. Zemin ıslahı şarttır. Ağaç köklerinin alınması, eski binalara ait temellerin kaldırılması gibi. Sonrasında oraya istediğiniz evsafta bina yapabilirsiniz, meydan sizindir. … Misalimizi özetlersek; Eski gecekondu ve yıkıklıkları tamamen ortadan kaldır işi “la ilahe”dir. Yerine büyük bir iş merkezini bina etmek de “illallah”. … Efendimizin peygamberliğin 13 senesi Mekke’de 10 yılı da Medine’de geçti. Bu dönemlerde inen ayetlerin içerikleri de farklıydı. Mekke döneminde imanla ilgili konular ön plandaydı. Hayatın akışını düzenleyen hüküm ayetleri fazla yoktu. İnanç sinede kavileşip kök salınca inmeye başladı pratiği değiştirici ifadeler. Belki de demek istedi ki bize Rabbimiz; siz önce özünüzde olanı düzeltin, hakkınızdaki hükmü değiştirmek bana aittir. “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez” Ra’d 11 “Şüphe yok ki Allah, bir topluluğa ihsân ettiği nimeti, onlar kendi huylarını değiştirmedikçe değiştirmez” Enfal 53 … Ömer bin Hattab, kızını diri diri toprağa gömmekte sakınca görmeyen bir bedevi değil miydi? O, İslam’la kendi özünü değiştirdi. Allah da O’nun hakkındaki hükmünü değiştirdi. Adalet timsali Hz. Ömer oldu. Adını duyan zalimlerin dizlerinin bağı çözülürdü. Biz de değiştirelim sinemizde olanı ki, üzerimizdeki nimetin değişmesine talip olduğumuzu gösterelim. … “la ilahe = ilah yok” diyerek tüm ilahları ret edeceğiz önce. Sonra da devam edeceğiz, “illallah = Allah’tan başka” Kalbimiz tertemiz olduktan sonra da oraya sadece Allah’ı koyacağız ilah olarak. Bunu anladık. Ama ilah nedir? Tanrı kimdir? Hangi sıfatları taşıyan varlığa Allah deriz? Rab ne demektir? IV “Allah” bir özel isimdir. Kur’an-ı Kerim’de sıfatları bildirilen varlığın adıdır. Bir tanedir, tektir. Başka yoktur. Anlatmak istediğimiz varlık Allah ise ona “Allah” demeliyiz normal şartlar altında. “Allah” dememek için kasten “tanrı” diyenler ilahi huzurda hesabı nasıl vereceklerini düşünsünler. … İlah, tanrı ve rab cins isimdir. Çeşit çeşit tanrılar, muhtelif ilahlar olabilir. Mesela putlar birer tanrıydı. Daha doğrusu, tanrı edinilmişlerdi. Lat, Menat, Uzza, Hübel… Hamurdan yapılıyordu bazıları. Yolculuğa çıkarken önce tapınıyor sonra da yiyorlardı “tanrı”larını akıllı olanları. Afiyet olsun! … Zeus ve ekibi de birer tanrıdır. Daha doğrusu tanrı edinilmişlerdir. Hera, Athena, Apollon, Artemis, Hermes, Hephaistos, Hestia, Ares, Herkül, Afrodit, Demeter, Poseidon… Mitolojik tanrılar. Her biri ayrı bir işten sorumludur. Zeus Başbakan diğerleri de Devlet Bakanları gibi. … Benim çocukluğumda “Baltalı ilah Zagor” vardı çizgi kahraman. Hala var mı bilmiyorum. Kankası Çiko ile beraber maceradan maceraya koşarlardı. Kimmeryalı Barbar Conan’ın Krom’u vardı, öz kütlesini bilmesem de. Gerçi o konuşurken “Tüm tanrılar adına” derdi, kulakları çınlasın. … Şimdilerde “geçliğin yeni ilahları” varmış gazetelerde görüyorum bilgi dağarcığımda yer işgal etsinler istemesem de. Tarkan var mesela. Genç kızlar konserine gittiğinde çığlık atıp ona koşmaya çalışıyorlar. Televizyonda gördüm. Kendi kendime yaptım o hareketleri haberleri izlerken yerimden kalkıp da. Komik geldi, güldüm. … Bunların hepsi –sahte de olsalar – ayrı ayrı birer ilah. Allah da bir ilah. Bizim Müslümanlar olarak sadece bir tane ilahımız olmalıdır: Allah. Geri kalan ilahları kim ne kadar isterse alsın. Bini bir para etmez, ilahlık iddiası bakımından … Peki ilah edinilenler sadece yukarıda saydıklarımızla mı sınırlı? Nefsimiz bir tanrı haline gelmiş olabilir mi bizim için? Ya da makam, mevki, itibar? Para kazanmak, zengin olmak? Karşı cinsi elde etmek? Uzatmak mümkün listeyi. … Peki günlük hayatımızda zaten var olan bu kavramlar hangi şartlar altında ilah edinilmiş olur? Mesela para kazanma hırsımızı tanrı edinip edinmediğimizi nasıl anlarız? Sevdiğimiz kızı elde etmeye çalışmanın sınırı nedir? Canımın istediklerine nereye kadar “eyvallah” diyebilirim? Örnek hikayelerle izah etmeye gayret edelim Allah’ın izniyle. -devam edecek- mescere
  12. Bu olay Mart ayının sonlarında Ankara’nın –belki de- en büyük ve en yoğun hastanesinde meydana gelmiştir. Olayı bana anlatan kişinin ismi Gül Hanım olarak değiştirilmiştir. … I Dr. Gül Hanım o gün hayatının en ********* ve en berbat nöbetini tutmaktadır. Aslında daha önceden çok sayıda nöbeti için de bu tür ifadeler kullanmıştır. Sabaha kadar uykusuz kaldığı olmuştur önceden. Ya da 3-5 tane hastasının öldüğü – kendi tabiriyle ex olduğu – Yakınlarda büyük bir kaza olmuştu vaktin birinde. Çok sayıda kolu bacağı parçalanmış, kafası ezilmiş yaralı gelmişti. Sabaha kadar oturamamıştı yerine, su içmeyi bile unutmuştu. Bir seferinde de mafya babası gelmişti oraya. Terör estirmişti adamları. İlk defa ölümü o kadar yakın hissetmişti kendine. O günlerde de demişti “en berbat nöbetim buydu” diye. … Ama bugünkü nöbet öncekilerin hepsinden farklıydı. ****** nöbet denen şey bu olsa gerekti. Öncekilerin hepsi gölgede kalmıştı. Hâlbuki ortada ne çok sayıda ölüm vardı, ne mafya babası, ne kaza ne de başhekimden torpilli –aslında doğru dürüst hasta bile olmayan – ukala birinin aşağılamaları ve hakaretleri. Neydi o zaman bugüne çok açıdan “en” sıfatını kazandıran? … Yazılım değişimi. Bu çok büyük hastanede doktorların, hemşirelerin daha doğrusu tüm personelin kullandığı bir yazılım vardı her hastanede olduğu gibi. Tüm sevkler, reçeteler, tedaviler, hasta tanıtımları… buradan yapılıyordu. Görülen bazı eksiklikler üzerine yenilenmesine karar verilmişti. Bundan daha doğal ne olabilirdi ki? Ama kazın ayağı öyle değildi. … (Bu paragrafı “Elektronik Mühendisi” sıfatımla yazıyorum) Şayet böyle bir işin sorumluluğu bende olsa, yeni sistemi önce kendi mantığıma göre tamamlardım. Sonra her kademeden çok ayıda personele denetir, olumlu ve olumsuz buldukları yerleri düzeltirdim. En son olarak da defalarca kontrolünü yapardım tam devreye almadan önce. Tam devreye –yoğunluğun en az olması beklenen – gece yarısı verirdim. Başında tüm teknik ekip bulunur ve oluşabilecek hataları sabaha kadar gidermeye çalışırdım. Tüm aşamalarda her şey yedekli olurdu. Sistemde bir şekilde problem olursa tek tuşla eskisine dönmek mümkün olacak şekilde ayarlamaya çalışırdım. Yani iki sistemi aynı anda çalıştırırdım. Bunu da programlamak zordur. Çünkü zamanında sadece 2 bilinmeyenli 2 denklemin çözümüyle ilgili bir program yazmıştım ilköğretim 8. sınıf problemleri ayarında. O basit programın bile teknik olarak “kesinlikle” hata yapmaması için 72 ön kontrolden geçiriyordum girilen bilgileri. Her bir olasılık için de ayrı bir çözüm yolu. II Neyse! Orada da bu değişimler hafta sonuna bırakılmış mantıklı olarak. Ancak tam bir fiyasko. Sistem çalışmamıştı istenen tarzda. Web tabanlı olduğu için yani yerel internet ağı üzerinden çalıştığından sık sık tıkanıyormuş. Yazılanlar yarım kalıyormuş. Sonra tekrar baştan, bir daha baştan. Aslında her programın yerel ağı kullanması gerekir ama demek ki sunucu (server) cihazda problem vardı muhtemelen. Üstelik programın “ara yüzü” de eskisi kadar kullanışlı değilmiş. Belki de kullanıcılar alışkın olmadığından öyle gelmiştir. Çok da önemli değil zaten bu kısım. … Normal aslında bu. Nihayetinde teknik sistemler kurulurken ilk başta hatalar olur. En başta “collusion” olarak adlandırılan kazalar olur. Yani kablolar üzerinde gidip gelen dijital en küçük bilgi olan “bit”ler bazen yolda çarpışabilirler. Bu da hem sayıca çok azdır, hem ciddi bir olumsuzluk değildir hem de birkaç günde mimimum değere iner. … Nedir o zaman Dr. Gül Hanımı bu kadar sıkıntıya sokan? Birkaç güne nasıl olsa otururdu sistem. Birinci konu niyetti. Çünkü yazılımın değiştirilmesinin esas nedeni eskisinde zorluk olmasından ya da teknik bir hatadan değildi. Hastane çalışanlarının payına düşen “döner”i artırmaktı asıl amaç. Her şey kayıt altında olacak ve bu yeni sistemle daha çok hareket görünecek ve bu da dönerden aldıkları payın artmasına sebep olacaktı. Gerçi mütevazi bir yapısı olan Gül Hanım için bu çok da önemli değildi ama maaşının artması onun da işine gelirdi. Hepimiz için de aynı olurdu sanırım. III Gül Hanım Tıp Fakültesi’nde okurken hep hastalarının kendisine gülümseyeceğini düşünürdü. Onlarla dost olacaktı. Tebessümünü asla eksik etmeyecekti. Moral iyi olursa hastası da çabuk iyileşirdi hem. Ayrıca peygamberimiz “gülümsemek sadakadır” buyurmamış mıydı? Tüm öğrencilik hayatı boyunca gülümseyen kedi resmi odasının bir yerinde mutlaka olmuştu. Altında da “gülümsemek sadakadır” yazardı. Unutmamalıydı çünkü bunu. … Ancak öğrencilik bittikten sonra TUS sınavında o kadar yoğun bir çalışma temposuna girmişti ki, tarifsiz. Tam bir kamp hayatı. Cep telefonu yok. Bir gün içerisinde yemek ve lavabo için ayrılacak toplam süre belli. Bu süreçte, geleceğe dair hesapları ve günlük çetelesi eksilerle dolmaya başlamıştı. Ancak bunun geçici olacağına inanıyordu. … Sonradan mütehassıslık sınavında da çok güzel bir başarı yakalamış ve tam istediği bölümü kazanmıştı. Ancak buradaki yoğunluk ve başörtüsünü çıkarma zorunluluğu onu sıkıntıya sokuyordu manen. Kendi kendisiyle çelişiyordu. Hesabını nasıl verirlerdi acaba Allah’a, bu yasağı koyanlar ya da savunanlar? … Artık namazlar da aksamaya başlamıştı. Bunun ızdırabını içinde daima hissediyordu. Seviyordu içindeki sıkıntıyı ama. Çünkü o sıkıntıydı içindeki saklı Gül’ü hayatta tutan. Artık hatalarından içinde bir boşluk oluşmaz ve kalbi cız etmezse bittiği günün resmiydi. Bunun da farkındaydı. IV Neyse biz geçelim geçen haftaya. Gül’ün “en berbat” gününe. Çok sayıda hastası vardı. Bir tetkik yapılması gerekiyordu mesela ama “istek formu” hazırlayamıyordu sistem hatasından. Kan nakli yapılması gerekiyordu hastasına ama gene alamıyordu. Ultrason çektirmesi lazımdı, ilgili birime havale edemiyordu dosyayı. Hastayı taburcu etmesi lazımdı ama bilgi girişi yapamıyordu sisteme, tıkanıyordu çünkü. Liste uzadıkça uzuyordu. Yazılımı yapan firmanın elemanlarıyla tartışmaktı belki yaptığı tek iş o gün. Diğer doktor ve hemşireler gibi. Belki de hastanenin tarihindeki en gergin gündü. … Hastaların tedavileri aksadı. Meslektaşlarından rica etti. Sistem üzerinden gönderemesek de yapılsın tetkikler, sonra tamamlarız resmi kısmı dedi. Sağlık önemliydi ona göre. Daha doğrusu can. Ama her gün yüz yüze baktığı arkadaşları sistem üzerinden gelmeyen işlere bakamayacaklarını söylediler. Mevzuat hazretlerine aykırıydı çünkü. “Hay böyle doktorluğun” diye ağzını bozdu kaç kere. Hâlbuki argo kelime kullanan insanları hiç sevmez, direk çizerdi üstünü. … Aslında onlara da çok kızamıyordu. Çünkü kendisi de bazen hastalara bir “dosya” olarak bakıyordu. Bir an önce taburcu olup gitse de, ya da ex olsa da (ölse) bir dosya önümden azalsa diye. Tabi bu kalıcı hali değildi Gül’ün. O anki psikolojisi öyle düşündürse de hemen Rabbinden utanır, haya duyar ve tövbe ederdi. Kesin bildiği bir şey vardı ki, okul dönemlerindeki tertemiz Gül’ü özlemişti. Bozulmamış, idealleri olan, sevgi dolu, hayatın gerçekleriyle tanışmamış! V Bir hastası vardı 45 yaşında. Yoğun bakım şartları gerekiyordu. Ancak görev yaptığı birimdeki yoğun bakım birimi kapalıydı hafta sonu olduğundan. Ama o birimi açık olan bir ünite vardı. Oraya sevk etti hemen diye yazmak isterdim ama edemedi. Sistem izin vermedi çünkü. Yazılım hatası. Adam gençti ve ölmek üzereydi. Rahatsızlığı öldürücü değildi, sadece birkaç saat yoğun bakım görmesi durumunda iyileşecekti. Kaza gibi bir şeydi yani. Vücut dengesi sağlanınca yürüyerek çıkıp gidecekti. Kalp masajı gerekiyordu. Orada eliyle yapmak zorunda olduğu çok sayıda işi yoğun bakımda cihazlar yapıyordu. Zaten bünyesi zayıf olan Gül’ün enerjisi gitgide tükeniyordu. … İşini sistemden halledemeyince hemen yoğun bakım ünitesi olan birimi aradı. Önce yer var mı diye sordu, yarı yarıya boş olduğu cevabını aldı, rahatladı. Durumu anlattı, aciliyeti vurguladı. Sevk edin alalım dediler, yoksa unutun. Tartışmak istemedi. Tekrar tekrar denedi sistemden ama nafile. Baktı gördü ki olmayacak, hemen çalıştığı birimin kıdemlisine, yani o günkü sorumlusuna anlattı son durumu. Bu sefer de o aradı. Ne konuştular bilinmez ama Gül’ün gördüğü şey netti kıdemlisinde: Sinir, bağırma, hakaret, restleşmeler… Olmadı yani gene. … Gül 45 yaşındaki hastasına müdahale etmeye devam etti. Zaten gergin olan ruhi yapısı enerjisini daha da tüketti. İlgili birimi tekrar aradı. Lakayt birisi açtı. Durum acil dedi tekrar nazikçe, hiçbir şey olmamış gibi. Nezaket sonuç vermeyince konuşmanın yönü değişti ister istemez. “Sistem üzerinden size aktaramadık diye hasta ölsün mü göz göre göre” dedi? “Dışarıda sabırsızlıkla bekleyen sevenleri onu bize emanet etmiş. Nefes bile almadan bizden gelecek olumlu bir haber bekliyorlar. Dua edip duruyorlar. Bizim burada tartıştığımız konuya bakın…” Aldığı cevap kısa ve netti: “Duygu yapma bana, duygu yapma!” Ve telefon suratına kapandı. VI Bildiği bütün küfürler geçti aklından nazik konuşmasıyla meşhur Gül’ün. Dışarıdan pek bir şey duyulmasa da içinden geçenleri bir kendi bilir bir de Rabbi. Tekrar hastaya döndü müdahale etmek için. Mecburen ve çaresizlik içinde. Varlık içinde yokluk çekiyordu. … Ancak kendisi bir makine değildi. Gerek başka işler için ve gerekse de telefonla görüşmek, lavabo gitmek gibi sebeplerle hastanın başından ayrılması gerekiyordu. Bu da zaten bir makineye ihtiyacı olan hastayı daha da kötüleştiriyordu. Normal şartlarda iki güne kalmadan ayağa kalkabilecek hasta gözü önünde ölüyordu. … Küçük elleri titredi. Kendini aynada gördü. Saçları darmadağın olmuştu yoğunluktan ve yorgunluktan. Önlüğü o kadar çok kirlenmişti ki. Temizlik işçisi gibiydi görünüşü. Yüzü solmuştu. Hastanın yakınlarının yerine koydu kendini. Son bir gayretle tekrar kendini toparladı, kollarına can geldi. … Ama baktı gördü ki olmayacak, hasta kötüye gidiyor. Hemen çağırdı hasta bakıcıları. Sedyeye koydurdu. Kendisi de başında makine gibi çalışa çalışa yoğun bakım birime doğru hareket etti. Biz geliyoruz diye aramadı bile. Asansörlerde bile devam etti çabasına. Zorla girmekten başka çaresi kalmamıştı yoğun bakım birimine. Kendine zarar gelecek olsa bile prosedür ihlalinden, razıydı. Bir candan kıymetli miydi ki? Ne diye okumuştu o zaman yıllarca? Niye dirsek çürütmüştü? Onun Rabbine verilmiş sözü vardı, Hipokrat yemininden önce. VII Vardılar yoğun bakımın kapısına ve açıp girdiler sormadan. Bir sedye. Sedyenin üzerinde ha öldü ha ölecek genç bir hasta. Yanında da üzerindeki elbiseden doktor olduğu anlaşılan heyecanlı, endişeli ve panik içinde bir bayan. Masaj yapmaya çalışıyor bir yandan da ama hem fiziken hem de ruhen bitmiş gibi gözüküyor. Yoğun bakım ünitesinde onları iki çift sert bakış karşıladı. “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz Dingonun ahırımı mı burası?” … Gözlerini hastadan ayıran Gül taşmıştı artık? “Bu hastanın hayatının hiç önemi yok mu?” dedi. “Siz yemin etmediniz mi mezun olurken? Üç beş kuruş dönerimiz artmayacak diye bu insan ölmeli mi?” … Bir söyledi iki işitti Gül. Karşısındakiler hem suçlu hem güçlüydü. Ama mevzuat olarak kimse onları suçlayamazdı. Hasta oraya sevk edilmiş de almamışlar mıydı? Her yerin bir kuralı vardı değil mi canım? … Gül de söyledi o sinirle ağzına geleni. En son şunu duyduğunu hatırlıyordu: “Bana duygu yapma tamam mı? Şayet hastaya çok önem veriyor olsaydın, kendi biriminde iyileşinceye kadar sen ambu yapardın” Yani makinenin yapacağı işi sen yapardın. … Gül’ün verecek cevabı vardı ama hastayı unuttuğunu fark etti. Hemen döndü, hastaya müdahaleye başladı ama beklenen son gelmişti. İyileşmeme ihtimali olmayan hasta birkaç saat içinde gözünün önünde ölüp gitmişti. Bu sırada yoğun bakımdakiler de hastanın başına gelmiş ve ölen hastaya masaj yapmaya başlamışlardı asık suratlarla. Dostlar alışverişte görsün misali. Kimse “müdahale etmediler” diyemesindi amaçları. Yüzlerinden okunan buydu, içlerini Allah bilir. Geçmiş yağmura kepenek tutmanın kime faydası olmuştu ki? VIII Yere yığıldı Gül ve ağlamaya başladı. Hüngür hüngür hem de. Ne doktorluğunun önemi vardı şimdi, ne de “çevredekiler ne der” anlayışının. Bir can gitmişti. Var mıydı bunun daha ötesi? Hem de üç kuruş fazla kazanalım diye değiştirilen sistem yüzünden. Kendi meslektaşlarına zaten azalmış olan güveni yer ile yeksan olmuştu. Öylesine çökmüştü ki, hala kendisine laf söyleyen yoğun bakım yetkilisinin dediklerini duymadı bile. Hasta bakıcılar hastayı tekrar geri götürürken, Gül de onların yanında ruh gibi geri döndü. Gözleri şişmişti ağlamaktan. Kıpkırmızı olmuştu göz çevresi. … İşin bir kötü yanı da durumu hastanın ailesine haber verme görevi ona verilmişti. Onun hastasıydı çünkü. Ne diyecekti şimdi? “Sizin hastanızın ciddi bir durumu yoktu. Biz sistem değiştiriyorduk daha fazla kazanalım diye. Hata verdi sistem, uygun çalışmadı. Hastanızı yoğun bakıma sevk edemedim. Oraya gitse yarın akşam size teslim edecektik. Ama size bir gün önceden cenazesini teslim ediyoruz.” mu diyecekti? İçi burkuldu, tekrar ağlamaya başladı. Her şeyin maddiyat olmasına bu derece yakından şahit olmak onu bitirmişti kelimenin tam anlamıyla. Hayatın gerçeği dedikleri şey bu muydu acaba? … Biraz sakinleşince yüzünü yıkadı, saçlarını taradı, elbisesini değiştirdi. Kendini biraz toparladığı kanaatine varınca sabırla iyi haberler bekleyen yakınlarının olduğu yere gitti tek başına. Hastanın eşi, çocukları, annesi, babası… Gül’e bakıyorlardı nefes bile almadan. Bekliyorlardı ki Gül onlara şöyle diyecek: “Hastanızın kanamasını durdurduk. Kan verdik. Şimdi dinleniyor. 3-4 saat sonra ziyaret edebilirsiniz. Yarın da gözlem altında tutar, öbür gün taburcu ederiz.” Hastanın durumuna göre beklenen buydu. Ama gül başını öne eğdi ve şöyle dedi: “Tüm çabalarımıza rağmen hastayı kaybettik. Başınız sağ olsun. Metanetinizi kaybetmeyin. Allah Cennet’te kavuştursun.” … 25 yıllık hayat arkadaşını kaybeden kadın hemen bayıldı zaten. Çocuklar sinir krizi geçirmeye başladı. Ağıtlar da yükselmeye başlayınca Gül hemen geri döndü. Ailenin göremeyeceği bir yere gelince bulduğu ilk merdiven basamağına oturdu. Daha doğrusu çöktü kaldı. Başını ellerinin arasına alarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Halbuki çevresindeki herkes onu tanıyordu, hemşiresinden güvenlikçisine. Ama hiçbiri umurunda değildi o an. Merdivenden inip çıkanlara engel olduğunun bile farkında değildi. IX İnsan hayatı bu kadar ucuz muydu? Sayısı on binleri bulan Latince kelimeyi bunun için mi ezberlemişti? Gençliğinin en güzel yıllarını masa başında geçirmesine neden olan Tıp eğitimini bunun için mi almıştı? “Ben hem kendisi hem de hayalleri temiz olan eski Gül’ü özledim” diye bağırmak istedi orada. Çığlık atmak hatta. Hasretle andı üniversite yıllarını. Yaklaşık ayda bir hatim ederdi Kur’an’ı. Cevşen’ini okur, Ashab-ı Bedir’ini de aksatmazdı. Ama en çok çetelesini severdi, üzerinde titrerdi. Arkadaşlarına da tavsiye ederdi. Çantasında daima birkaç tane boş çetele bulundururdu. Heveslenen arkadaşı olursa hemen oracıkta tutuşturuverirdi eline. … Aylık olurdu çetelesi. Üst kısmında birden otuza kadar günler yazardı sütun halinde. Her bir satırda ise bir gün içinde yapması ya da yapmaması gerekenler. Gerçekleşmişse + işareti koyardı. Olmamışsa da -. … Neler yoktu ki listesinde? Sabah namazı + Öğle namazı + İkindi namazı + Akşam namazı + Yatsı namazı + Malayani konuşma – Kitap okuma + Boşa vakit geçire – Uzayıp gidiyordu. … Belki de o eski hayatından uzaklaştığı için Allah O’na ikaz göndermişti. Bundan sonra yaşantısına daha çok dikkat edecekti. Her olumsuzluktan sonra hayırlı bir adım atarak zararı telafi etmeyi severdi. … Gözlerini avuçlarının arasından çıkarıp çevresine baktığında herkesin garip garip kendisine bakmakta olduğunu gördü. Kendini topladı. Lavaboya gitti. Yüzünü yıkadı. Yeni bir hayata başlama kararlılığıyla görev yapmakta olduğu birime doğru yol aldı… mescere
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.