Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

zamansızvemekansız

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    11
  • Katılım

  • Son Ziyaret

zamansızvemekansız - Başarıları

Çırak

Çırak (3/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. KAST SİSTEMİ DEVAM EDİYOR HALA!... Evet kast sistemi hala devam ediyor. Belki eskisi gibi, kastlar arası geçiş imkansızlığı günümüzde yok ama, şartlar ve imkanlar açısından bakıldığında, kast sisteminin devam ettiğini görebileceksiniz. Mesela şartlar ve imkanlar derken, buna aileden başlayıp disiplinli bir hayata kadar oluşan yelpaze de girmektedir. Daha henüz ortaokul lise çağlarında çocuklarımızın geleceğini planlayan, sözüm ona planlamayı ise not sistemi olarak algılayan bir zihinle karşı karşıyayız. Mesela lisede ki, not ortalaman ve mezuniyet alanın senin daha hayata başlamadan, hayatını manüple etmeye başlıyor. Mesela şans eseri büyük bir rahatsızlık geçirmekten dolayı, ders sistematiğinden uzaklaşman ve bunun sonucu uzun bir sürede toparlanma süreci yaşaman veya disiplinsiz veya gamsız bir ailenin çocuğu olarak eğitim sürecine katılman, şüphesiz ki, not ortalamanı etkileyeceği gibi senin gerçekte yetenekli olduğun alanla arana da mesafe koyacaktır. Esasen zeka dediğimiz şey algılama ve idrak yeteneğidir. Fakat çeşitli şartlar sebebi ile algılama ve idrak kabiliyetini ortaya koyamamış gençlerimizi harcıyoruz bu sınav sistemi ile. Beni bu yazıdan dolayı eleştirenler olabilir ama onlara şu örnekle cevap vermek isterim. Üniveriteye giriş sınavının iki basamaklı olduğu yıllarda bir çok okul birincisi açıkta kalırken, eğitim sistemizin vasat diye nitelendirdiği talebeler, üniversiteye girmeye hak kazanmıştı. Esasen bu belki de onların vasatlığı değil, şartların onların üzerine yüklediği zorunlu bir vasatlıktı ve bu vasatlıktan idrak ettikleri oranda, çalışma ve disiplin ile kurtulmaları mümkündü. İyi eğitim almış veya eğitimine iyi para harcanmış insanların karşısında, bir zamanlar yoksul insanımızın tek silahı umud etmek ve çalışmaktı. Fakat şu anda bu silahı işlevsiz hale getiren bir sınav sistemi var ki, bu da eğitimli ebeveyn ile eğitimsiz ebeveynlerin çocukları arasındaki uçurumu yadsınamaz derece de açmakta, belki de gelecekte DAHİ olacak veya olabilecek gençler, sırf FIRSAT EŞİTLİĞİ olmamasından dolayı, bozuk para gibi harcanmaktadır. Ben bu eğitim sistemine Edison’un hikayesini anımsatmak isterim, zira Edison’un bir not ortalaması bile yoktu, çünkü gerizekalı olduğu gerekçesi ile, zaten okuldan uzaklaştırılmıştı. Arkadaşlar, zekasını ileriye doğru ve çok yönlü olarak kullanabilen insan SIRADIŞI dır. Yoksa sıradan ve rutin sınav sisteminin tavanını hedefleyen ve ezberî mantığa dayalı, bilginin kullanımını ölçmekten yoksun bir sınav sistemi dehaları ölçemez. Bu sebeple KAST SİSTEMİ hala devam ediyor ve fırsat eşitliğini yaratamamamızdan dolayı geleceğin dehalarını ara eleman olmaya mahkum ediyoruz hala… Mehmet Fatih DOĞRUCAN
  2. ben açıkçası türban olmalımı olmamalımı tartışmasından sıkıldım. insanların özgürlük adına yaşama alanlarının genişliğini savundum hep, ve bu yüzden türban örtünmesi açısından insanların serbest olması düşüncem gibiydi. çünkü örtünme kavramı bu toprakların ve bizim ayırıcı özelliğimiz gibiydi. yani milli bir meseleydi. BATILILIK karşısında DOĞULULUK avrupalılık karşısında asyalılık fikrinin tezahürü gibi algılıyorduk. fakat Türban örtebilmenin yolu ordunun kısıtlanması fikri ile buluşturdu insanları, orduyu ise kısıtlayabilmek için üstün bir güç arandı ve avrupa birliğ fikri başlangıçta karşı olmasına rağmen milli görüşün yeni talebelerince benimsendi. ve bunun için yani avrupa yolunda elde ne varsa sarfedilmeye başlandı SONUÇ türbanı örtebilmek uğruna ulusal gücümüzü (ORDU) uluslararası güçle sınırlamaya kalkıyoruz, üniter devletin canına okuyoruz. türban örtebilme bireysel özgürlüğünü elde etmek için toplumsal özgürlüğümüzü ipotek altına yatırıyoruz.
  3. Mehmet Fatih DOĞRUCAN Sn. DOÇ. Dr. Kemalettin TAŞ’a WEBERYAN SABRİ ÜLGENER’DE, WEBER KARŞITLIĞI Sabri Ülgener genel literatürler tarafından Weberci bir çizgi profilinde ele alınır. Hatta weberciliğin Türkiye’deki en önemli temsilcisi olarak görülür. Hatta yapısalcılığını, meta üzerinde yükselten doktrinlerin karşısında, başka bir yapısalcılığı kültür temelli yükselten Max Weber’e bu sebeple sahip çıkan muhafazakâr çevreler, doğal olarak onun Türkiye’deki takipçisi Sabri Ülgener’i de yine bu sebep ile temel başvuru kaynağı olarak görmüşlerdir. Fakat çok önemli bir mesele vardır ki, yapısalcılığın karşısında başka bir yapısalcılık inşasında olan weberyan düşünceden açık bir kopuş sergileyen bir Sabri Ülgener söz konusudur. Çünkü yapı-odaklı değil, insan-odaklı bir iktisat anlayışını savunan Profesör Ülgener, kültürel bir varlık olarak insanı, iktisadî araştırmanın merkezine koydu. Ülgener’e göre önce insanı tanımalıydık ki, yapıyı ve yapının müstakbel yörüngesini tasavvur edebilelim. İnsanı tanımak, sadece bugün, burada yaşayan bireyleri tanımak değildi. Yakın ve uzak geçmişiyle, bir kültür varlığını tanımaktı. Ölüler en az yaşayanlar kadar önemli ve kişiliğimizi belirleyici idiler. Türk insanını tanımak için, zaman içinde en az 1000–1500 yıllık bir yolculuğa çıkmak gerekiyordu. Ülgener'in bize miras bıraktığı eserler (Sayar'ın Ülgener portresiyle beraber!), böyle meşakkatli bir yolculuğun sabırla olgunlaşmış meyveleridir. Diğer bir yandan Weberyan olarak tarif edilen, Ülgener’in Weber ile çatıştığı, görüş ayrılığı yaşadığı temel bir arena daha vardı. Mesela bir liberal olarak da tahayyül edilen Ülgener’i bir kenara koyacak olursak, Liberallik, Avrupa-merkezci tarafgir bir tarih yorumudur. En mükemmel ifadelerinden birini, Weber'in ünlü Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu başlıklı eserinin hemen başında bulmaktadır. Mealen: Kapitalizm ve bir bütün olarak modernlik (Rasyonellik), insanlık tarihinin en muhteşem olayıdır. Onu yaratan insan, niçin sadece (Batı) Avrupa toprağında boy verdi? Weber sosyolojisi bu yönüyle bir ontolojidir. İşte başlı başına, bir ontoloji ve bir yapı (strüktür) olarak karşımızda yükselen Weber rasyonalitesinin dışında, bir Ülgener vardı. ‘’Sabri Ülgener’in gün ışığına çıkardığı irrasyonellik gerçeği ise iktisadi himayeciliğin a priori savunusuna esaslı bir zemin hazırladı. Bu açıdan bakıldığında İRRASYONALİZM fikrinin bir gerçeklik olarak kabulü, rasyonalizm fikrinin bir bakıma muhakeme ve muhasebe edilmesi, sonuçta yetersiz görülmesi anlamına da geliyordu ki, Ülgener, bu bağlamda Weber’den kopuş sergilemiştir. Gerçi Ülgener’i bu açıdan değerlendirecek, çok az îlmi görüş vardır. Çünkü günümüz felsefesi, belirlenmiş herhangi bir şeyin karşısında başka bir şeyi akıl etmektense, var olan ve belirlenmiş şeyi nakil etme maksadı taşımamaktadır. Belki de bu sebeple Ülgener, bu kadar keskin bir weberyan olarak tarif edilmektedir. Mesela Ülgener’in Doğu uygarlığı hakkında keskin batıcı bir model önerdiği önyargısı, onun, Weber’den ayrıldığı temel detayları saklar niteliktedir. Mesela şöyle bir düşünce genel olarak felsefe ve sosyoloji literatürlerinde mevcuttur ve bu sebepten dolayı Ülgener, eğer ön yargılı yaklaşacak olursak, şu gerekçelerle eleştirilebilir. ‘’ Ülgener, Alman ekolü'nden geliyordu. En azından Spengler veya Heidegger gibi isimlere aşina olması gerekirdi. Bunlardan biraz yararlanabilse, Weber'in tarafgir bakışına esir olmazdı. Anlardı ki, Weber'in görüşleri, modernliğin içinden kazanılmış bir görüşlerdir. Kapitalist 'medeniyetin' hem mükemmel bir insanlık durumu, hem de adeta ölümsüz bir sosyal sistem olduğu varsayımına dayanmaktadır.’’ Böyle düşüncelere sahip Max Weber, elbette ki, doğu için de şu düşüncelere sahip olacaktı. Hindistan'da Budizm yüzünden, Çin'de Konfüçyanizm yüzünden, Ortadoğu'da İslam yüzünden modern ekonomi gelişemeyecek, "ortaçağ esnaflığı"nın ötesine geçilemeyecekti! Çünkü, Weber'e göre, bu dinler, pratik anlamda "rasyonelleşmeye", yani modern ekonominin gerektirdiği "hesaplama, verimlilik, kâr, sermaye yönetimi" gibi rasyonelliklere müsait değildi. Mesela İslam "savaşçıların dini" idi, üretimi değil, "ganimet"i vurguluyordu. Vurgulanan ganimet ise apaçık bir biçimde ‘’yağma idi. Weber sosyolojisinin bizdeki en büyük ismi merhum Prof. Sabri Ülgener Weber'i eleştirdi: Tarihte İslam’ın ticareti son derece geliştirdiği dönemler de vardı, bizzat Peygamber ticareti teşvik etmiş, devletin piyasaya müdahalesine de karşı çıkmıştı. Fakat sonra ekonomik 'daralma' asırlarında "ortaçağ zihniyeti" ağır bastı, ticaret hor görüldü, devletler narh uygulayarak sermaye birikimini köstekledi, "girişimci" gitti, "ortaçağ esnafı" ve kanaatkârlık ah-lakı hâkim oldu. Kimlerin dini? Ülgener Hoca'nın eleştirisi doğru çıktı: İşte bugün, piyasa ekonomisinin devreye girmesiyle, Çin ve Hint kapitalizmi hızla gelişiyor! Türkiye'de de yine piyasa ekonomisiyle, "Anadolu kaplanları, Müslüman Kalvinistler, MÜSİAD, muhafazakâr sermaye" gibi adlar verilen dindar ve aynı zamanda 'ekonomik-rasyonalist' bir "girişimci orta sınıf" süratle gelişiyor. Bugün konuştuğumuz bu analizi, Ülgener Hoca'nın talebesi Prof. Ahmet Güner Sayar on yıl önce yazmıştı! Bu durum Ülgener ile Weber arasındaki ayrımların sadece bir kısmı olarak düşünülmelidir. Çünkü esasen Weber ile Ülgener arasındaki en temel ayrım Şüphesiz ki Tarih biliminin seyrettiği standartlardır. Weber tarih ilmini kendi dünyevi standartları içerisinden, açık bir pragma ile ele alırken, Ülgener, bu meseleyi pragmanın üstünde kalıtsal bir süreklilik açısından, yani kültür açısından ele alacaktır. Bu durumda kültür, birisinde çağa göre gelişim gösteren pragmayı kendi zorunluluğunda, bir tercih gibi görülürken, bir ötekinde, yani Ülgener‘de ise pragma dışı, daha ulvi bir yapılanım olarak karşımıza çıkar. Bunun sebebi ise, Weber’in yapısalcılığında, Ülgener’in ise Yapı-sökümcülüğünde aranmalıdır. Sonuçta strüktüralizmin bütün ihtişamının, fonksiyonalizme devredildiği sosyolojik bir dönem yaşıyoruz. MEHMET FATİH DOĞRUCAN
  4. AYDINLANMA DÖNEMİ KİLİSE Mehmet Fatih DOĞRUCAN Kilisenin aydınlanma dönemine girmeden evvel, kendisi hakkında bilgi vermekte fayda var. Kilise antik yunanca da ki (EKLESSİA);kelimesinden gelmektedir. Sözlük anlamı dar manada meclis, geniş manada yasa üzerinde uzlaşma misyonu ile bir araya gelen seçkin veya seçilmiş topluluktur. Şüphesiz ki , kilisenin, yöntemselliğini ANTİK YUNANDAN, tarihselliğini İBRANİ den alan sentetik yapısı,(*1) patristik apolojistlerden İskenderiyeli Clemensi haklı çıkarmaktadır. Clemense göre ; Hristiyanlık, Antik Yunan ve Museviliğin iki ayrı nehir olarak bir denize dökülmesi idi . Kilise kavramı temel maksadı ile değişmezliğin tesisi için bir zorunluluktur. Kaldı ki hristiyanlığın tanrısı değişimsiz ve hareketsiz olarak(*2) MÜKEMMEL dir. Bu sebep ile skolastisizmin temel karakteristiği bir pagan olmasına rağmen Aristoteles olacaktır. Çünkü İSA nın söylediklerinin havarilerine nakledilmesi ayrıca peygamber dışındaki bir insana da, tanrının vahiy yükleyebileceği düşüncesi, hristiyanlığı kişiselliğe veya göreceliliğe saplayabilirdi. Bu problemin giderilmesi, ilk önce bilgide uzlaşım daha sonrada otoritede uzlaşımı zorunlu kılacaktır. Anlaşılacağı üzere kilise uzlaşım üzerine varolacaktır. Bu uzlaşım ne üzerine olacaktır? Şüphesiz ki Tanrının adı (nomen, ve söz (logos) ;üzerine varolacaktır. Söz manasında ki logos, aynı zamanda mantık anlamını da kendi içerisinde barındırır. İsim anlamında ki nomen ise bu mantıki başlangıcın ilk öncülü olarak hristiyan sistematiğin temeline yerleşecektir. Çünkü nomen ve logos olmaksızın yasa, kural (nomos) olamazdı. Kilise, sevgi üzerine gelen incilin, yasa üzerine gelen tevratın üzerinde uzlaşımsal olarak şekillenmesinin teminatıdır. Kilisenin patristik dönemi, ontolojik apolojiler, skolastik dönemi , epistemolojik tartışmalar üzerine geçmiştir. Patristisizmin son temsilcisi, skolastisizmin ilk temsilcisi st. Augistinus ontolojik apolojiye son noktayı koyarken, ilk sistematik hristiyan teolojiyi açıklama çabasına girişmiştir. Kilise 8. yy. dan itibaren ontolojik problemlerle DOĞU-BATI olarak eksenlenmeye başlamış, 11. yy. da ise Roma ve İstanbul olarak ikiye ayrılmıştır. Kilisenin ortodoksin yapısı Origenesten itibaren, İsanın dünyevi olmayan yaşantısını referans alırken, Vatikan İsanın dünyevi yaşantısından hareketle tanrı devletinin yeryüzündeki temsilciliğini hedeflemişti. Bunun sebebi ise batı kilisesinin hakim olduğu coğrafyada dünyevi iktidarların güçsüzlüğü ve egemenliğin yerellik düzeyinde kalarak merkezi otoritenin olmayışı idi. AYDINLANMA AREFESİ KİLİSE Batı kilisesinin tarihi misyonu, batıda ki merkezi otoriteyi tek bir elde tesis etmek idi. Bu düşünceyi (*4) gökte tek bir tanrı varsa, yerde de tek bir temsilcinin olma mantığına dayandırıyordu. Fakat mevcut dünyevi düzende feodal iradelerle mücadelesi ve sosyal yaşam şartlarını kısıtlayıcılığı, kilisenin dışında başka umutları da zorunlu kılıyordu. Bu umutlar, Dominiken, Fransisken, Benedikten vb. manastır ekolleri ile çözüm üretme derdine düşmüştü. Kilisenin uzlaşım üzerinde temellenmesi farklı ekollere de imkan tanımak ta idi. Öte yandan batının iç polemik meselesini yaratan kilise, Avrupanın dünyayı gözetlemesine engel olan bir mihenk taşı gibi duruyordu. Yinede teolojik ekolün içersinden OCKHAMLI WİLLİAM ve PADUALI MARCİLLİO gibi sekülerist itirazlar yükselmeye başlamış, EKART ile ulusal yapı fark edilmeye başlanmıştı. Elbette bunun temelinde manastırların giriştiği çeviri faaliyetlerinin önemi inkar edilemez. Fakat bu faaliyetlerin sağladığı açıklık, 15. yy dan sonra Vatikanın kendi topraklarında önem kaybetmesine sebep olmuş, MACHİVELLİ ile beraber dünyevi irade kiliseye karşı otonomi arayışlarına gitmiştir. İşte bu siyasal rönesansın müjdecisi olarak modernitenin de ilk öncülü olacak aydınlanma nın da daha sonraki yıllar için ilk ruhunu oluşturacaktır. Kilise sadece siyasal iradesini değil, bilgisel açıdan kaynak olma rüştünü de kaybetmeye başlamıştır. 8. ve 9. yy da KAROLENJ rönesansı ile temel bilimler haline gelen (quadrium ve trivium) , ampirik noksanlıktan dolayı yerini akli ve fiziki başka bilimlere bırakmaya başlamıştı. 16. yy. sonlarında, Avrupanın çeşitli yerlerinde aydınlanma çekirdekleri filizlenmeye başlamış ve eski roma özlemleri ne bağlı idealler üzerinde yeni cereyanlar, Katolik iktidarını sarsmaya başlamıştır. Fakat hareketlerin bütününde homojen bir yapının izlerine rastlamak güçtür. Uzun yıllar, hatta yüzyıllar boyunca, teokratik iktidarların gazabından kurtulmak için örgütlenmesini, meslek ocağı olan loncaların ardında (duvarcı ustaları) kamufle eden masonlar, genel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekte ve aydınlanmanın bayrağı olan DEİZM (Yaradancılık) düşüncesinin çevresinde toplanmaktadırlar. 17. yy ın ünlü düşünür ve sanatçılarının çoğu bu grubun içerisinde yer alırlar. Tepkilerini Katolik kilisesine odaklayan ve hristiyanlığın yerine okultist değerleri ve serbest inancı koymaya çalışan bir başka gizli örgüt ROSİCRUSİAN (gül-haç kardeşliğidir.) Orta Avrupada şaşırtıcı bir biçimde yandaş bulmuştur. Bir üçüncü güç ise, BOGOMİL-CATHAR- ALUİMPRADOS çizgisinin en yetkinleşmiş biçimi olarak 18. yüzyıl sonlarına doğru (kaderin bir cilvesiyle ABDnin doğum yılı kabul edilen) 1776nın 1 Mayısında Bavierada doğar. Bir hukuk profesörü olan Adam Weisphault tarafından kurulan ve ilkin mükemmelciler ardından İlliminati adını alan dar kadrolu bir aydın hareketidir bu. Görüldüğü üzere kilisenin dinamikleri 16. yüzyıldan itibaren ciddi zaaflara uğramaya başlamıştır. Papalık 1254 de Doğu Latin İmparatorluğunun çöküşü ile evrensel tek hükümet olduğunu ileri sürmüştür. Kilisenin 16. yüzyılla beraber önemini kaybetmesi, evrensel olanın da önemini kaybetmesi anlamına gelecekti. Evrensel olandan ziyade yerel veya ulusal olan yapı önem kazanmaya başlamıştır. Descartes bile eserlerini Fransızca vermeye başlamıştır. Bu katolik monarşisine karşı duyulan dünyevi, sessiz bir tepki manasına da gelmektedir. Aslen aydınlanmanın tam merkezine yerleşecek olan Deizm ile paralel Protestanlık, Lutherden önce filizlenmeye başlamıştı. Bu tehlikenin farkında olan papalık 1417 de Konstanz kurultayında monarşisini onaylatarak Protestan- Katolik ikiliğini azaltmaya çalışmıştı. Fakat artık dünya eksenli bir Avrupa vardı. Ve Avrupa, çok kültürlülüğün arenası haline gelmişti. Yüz yıl sonra 1517 de Lutherin Wittenbergdeki kilisenin kapısına 95 maddelik tezini asmasıyla Protestanlık hareketi resmen başlamıştır. Artık aydınlanma bu eksen üzerinde yükselirken geleneksel veya klasik olanın karşısında analitik bir tavra bürünecektir. Aydınlanma dönemi, kilisenin işbirliği içerisinde olduğundan dolayı, burjuvazi önünde zaafa uğramasıdır. Bu, aydınlanmanın sözleşme filozoflarında eşitlik ve özgürlük kıstasıyla ön plana çıkacaktır. Diğer yandan kilisenin zaafa uğradığı iktidar tanımı gereği beşeri ilişkilerin güç arzusu anlamına dönüşecektir. Foucault. Nietzsche, Deleuze, Marx gibi düşünürlerin dahi bir ön kabulü olan bu düşünce, Tanrının mutlak iyi yaratımından dolayı, olunması, varılması, uyulması gereken iktidardan ziyade tanrı olmaksızın insan arzularıyla özdeş kılınacaktır. Artık dünyada iktidar, kiliseci monark ile değil liberal, sosyalist, ulusçu bir tanımlama ile mümkün olacaktır. LOCKE VE KİLİSE Locke sistematiği itibarı ile bilgi teorisinde ampirist, siyasal teorilerinde ise liberalisttir, onun bu yapısı kilisenin dogmatik kuşatıcılığını ampirik açıdan red etme gerekliliğini, liberateryen yapısı ise kilise monarşisine karşı tavır takınmayı gerektirecektir. DEİZM temel yapısına hakimdir. ROUSSEAU VE KİLİSE Kilise uzlaşımsallığının sadece seçkinlere yani elitlere yönelik olmasının anlamsızlığı üzerinde durarak hürriyete yaptığı vurgu, inancın çoğunluk yani halk arasında geçerli bir kavram olmasını açıklayıcı bir öncül gibi durur. AYDINLANMA TAHLİLİNDE KİLİSE Modernite nin yeryüzünden tanrı iradesini uzaklaştıran tarzı değer yargıları ve bu yargılar kümesine sahip olan insanı ölçütsüz bırakmıştır. İYİ-KÖTÜ, GÜZEL-ÇİRKİN, artık uygun olarak pay alacağı bir varlık (tanrı) olmaksızın ölçütsüz kalmakta idi. Aydınlanma bu kritiğin tam ortasında yeni ölçütleri üretme derdine düşerek insanı referans alacak ve onun kaynağını kuşatıcı olmayan bir tanrı karşısında örgütlemeye çalışacaktır. Felsefi olarak DEİZM geçerli bir akım haline gelirken KATOLİK monarşisinin karşısında PROTESTAN publica şekillenecektir. KAYNAKÇA 17. Yüzyıl Felsefesi, Ahmet Cevizci İki Adalet Arasında, Alesdaire Mc Intyre Hayali Cemaatler, Benedict Anderson Politika Felsefesi, Leo Strauss Leviathan, Thomas Hobbes Batı Felsefesi Tarihi, Bertrant Russell Feodal Toplum, March Bloch Siyasal Düşünceler Tarihi, Alaeddin Şenel AÇIKLAMALAR (*1) patristik apoloji: Ortaçağın başlangıcından skolostik döneme kadar olan hristiyanlık savunusu (*2) Burada ARİSTOTELES’in hareketsiz hareket ettiricisine öykünülüyor. (*3) ^^Her şeyden önce söz vardı.^^ İNCİL (*4) Roma imparatorluğunun STOA cılığı bırakıp hristiyan teolojiyi benimseme sebeplerinden biriside budur. (*5) OCKHAMLI WİLLİAM VE PADUALI MARSİLLİO hristiyan teolojinin siyasal yönünün karşısında dünyevi iradeyi destekleyen felsefi sistematiğin öncülleridir. (*6) MACHİAVELLİ Floransalı sekreter yönetim tarzının şekillerini vekaynağını açıklama çabasına girişen siyasetçi, devlet adamı ve politika felsefecisi (*7)Fransa topraklarında karolanya adı ile kurulan devletin ilk feodal başarı ile merkezi örgüt oluşturup ilimsel yapıyı kurması, dönem karlus-magnus dönemi. (*8) QUADRİVİUM matematik, teoloji, müzik, sanat eksenli dört bilim TRİVİUM mantık, retorik, lisan eksenli üç bilim (*9) Mehmet Fatih Doğrucan
  5. SOSYAL BİLİMLERDE METODOLOJİK İLKELER Mehmet Fatih DOĞRUCAN Sosyal bilimlerde temel bir varlık anlayışı arayacak olursak, bu anlayış hiç şüphesiz Anthropos ile sonuçlanacaktır. Yani sosyal bilimsel metodolojinin temel nesnesi açık bir biçimde insan olacaktır. Doğal olarak insan merkezli tüm faaliyetler sosyal bilimlerin araştırma alanında olacağından dolayı, insanı ve insan merkezli sistematikleri de çözümleme çabası, sosyal bilimsel faaliyetlerde, kesin ve doğru bilgiyi elde etme amaçlı olarak bir metodoloji vücuda getirecektir. Elbette ki, sosyal bilimsel çalışmalar insanı konu edinirken aynı biçimde ve aynı metodla ele almamaktadır. Çünkü sosyal bilimsel çalışmalar insanı, farklı perspektiflerden konu edinmektedir. Mesela Psikoloji bilimi, insanı bir birey olarak değerlendirmekle beraber onun ortaya koyduğu davranışları çözümlemeye çalışacak, sosyoloji ilmi ise, insanı toplumsal yönü deşifre etme çabası güdecektir. Burada kesin olan şudur ki sosyal bilimlere ontolojik bir yaklaşım sergileyecek olursak, Arkhe’si kesinlikle insandır. Sosyal bilimsel metodolojinin günümüzdeki yansımalarına değinmeden önce onu biraz daha deşifre edebilmek için şunu söylemek yerinde olacaktır. SOSYAL BİLİMLER de aynı FEN BİLİMLERİ gibi, ontolojik bir takım görüşlerden elde edilen epistemolojik veriler üzerinde yükselecektir ki, zaten sosyal bilimleri varlık olarak ele aldığı ve incelediği konular üzerine elde ettiği bilgilerin niteliklerinden ayrı düşünmek, açık ve kesin bilginin hak ettiği tutarlılık ilkesini gözden çıkarmak demek olacaktır. Yani bilimsel düşüncenin ontolojik dünya görüşü onunla tutarlı bir epistemolojiyi verecektir. Mesela ortaçağın üzerinde, yükseldiği epistemolojinin salt mantıksal tasımlar üzerinde kurulu olması, sonucu görünenin veya fizik dünyanın bilimsel açıdan yetersizliği ile sonuçlanmış, böylece fizik dünya ve metafizik arasındaki ilişki açık ve seçik olarak ifade edilememiştir. Bu sebeple Rene Descartes, açık ve seçik bir bilginin yani değişimsiz bilginin peşine düşmüştür. Günümüzde bilimsel bilginin metodolojik olarak elde edilme amacını, 7 madde belirlemektedir. Bu maddeler, Descartes’ın dört temel maddesine eklenmiş üç madde ile son şeklini almış olarak düşünülebilir. *Sosyal bilimler’de ilk etapta eksik bilginin tutarsızlığından hareketle, daha önce yapılmamış bir şeyi yapma yolunu seçecek, ve yapılmamış olan üzerinden elde ettiği bilgilerle önceki bilgilerin denetlemesi gerçekleşecektir ki, böylece bilimin progresif doğası ortaya çıkacaktır. *Eksik olanı tamamlamak ise verilerimizin, sağlıklı ve tutarlı bir bilgi ile ilişkisini denetlenebilir hale getirir, ve elimizin altında bulunan eksiksiz tam bir bilgi kontrol mekanizmasının temeli haline dönüşür *Elbette ki bunun için kapalı olanı açmak önemlidir. Çünkü eldeki verilerin açık ve seçik hale gelmesi ile ancak açık ve kesin bir bilgi arayışına yönelebiliriz. *Descartes felsefesinin üstünde yükseldiği açıklık ve kesinlik ilkesinin temeli, şüphesiz ki, Ockhamlı William’ın Usturası ile açıklanabilir. Bu durum gereksiz olan herhangi bir mesele ile ilgilenmeksizin mümkün olan en sade ve en kısa ifade ile, gerçeği dolaysız yoldan açıklama çabasıdır. İşte bu sebeple ilkelerimizden bir tanesi de, uzun olanı kısaltmaktır. *tabii ki uzun olanı kısaltmak için, aynı zamanda karışık olanı tertip etmek de önemlidir. Yoksa bilimsel değeri olabilecek bir fallacy (safsata) durumu ile karşı karşıya kalır ki, Pupırıous’un izagore isimli eseri, Aristoteles’in karışık gibi duran ‘’türler ve cinsler’’ meselesini tertip edememiş bu sebeple, ortaçağ boyunca bu mesele ile ilgili açık bir kaos vücuda gelmişti. *elbette ki, karmaşık olanın da, düzene konulması ile tutarlı bir bilgi yapısı karşımıza çıkacaktır, fakat tutarlılıkla doğruluk açısından felsefi ve mantıki farklar mevcuttur. bunun ortadan kaldırılabilmesi ise, denetlenebilirlik açısından hataları göstermekle mümkündür ki, bu ilkeye popper’in yanlışlanabilirlik ilkesi de diyebiliriz. *Son olarak elde edilen tutarlı ve doğru bilgilerin birbirleri ile ilişkisi irdelenmeli ve sistematik olarak birbirleri tutarlılığı denetlenmelidir. Bunun için ise temel ilke dağınık olanı toplamaktır. DESCARTES METODOLOJİSİ Descartes metodolojisinin, bütün derinlikler, yazmış ‘’Metod Üzerine Konuşmalar’’ isimli eserinde ortaya çıkar. Bir bakıma Descartes metodolojisi demek, yazmış olduğu bu kitabın açık bir tahlili olacaktır. Descartes’in kendi sözcüklerinden okuduğumuz bu kitapta hakikati arayış felsefesinin metodu üzerine tartışması yer alıyor. Descartes bu kitabı 6 bölüme ayırmıştır: 1.Bilimlerle ilgili çeşitli düşünceler 2.Descartes’in aradığı metodun başlıca kuralları 3.Descartes’in bu metottan çıkardığı ahlak kuralları 4.Metafiziğin temelleri 5.Descartes’in araştırdığı fizik sorularının sırası 6.Descartes’in, doğa araştırmasında ileri gitmek için gerekli saydığı şeyler. 1.BÖLÜM Akıl ya da sağduyu birbirine eş kavramlar olarak alınmış. Buna göre aklın bizi hayvanlardan ayrıt eden ve üstün kılan tek şey olduğunu ve herkeste tam olarak bulunduğunu varsayıyor; ancak yine de aldanabileceğini kabul ediyor. Bu durumda amacı herkesin aklını iyi kullanması için gereken metodu öğrenmek değil; kendi aklını ne şekilde kullanmaya çalıştığını göstermek. İzlediği yolları açıklamaktan yana; çünkü böylece insanların kendi hakkındaki kanıları öğrenecek ve bu da kendisi için yeni bir bilgi edinme aracı haline gelecek. Descartes henüz çocukken edebiyat ve bilim içinde yetişmiş ve onlarla hayata yararlı her şeyin açık ve sağlam bilgisinin edinilebileceğine inandırılmış. Bu sebeple bunları öğrenmeye hep istek duymuş. Bir süre sonra okudukça aslında ne kadar bilgisiz olduğunu görmeye başlamış. Okullarda okutulan dersleri de beğeniyormuş. Her dersin belirli bir faydası olduğuna inanıyor. Eski yazarları okumayı ise seyahat etmekle eş olarak görüyor. İnsanın kendi kültürünü başkalarından üstün görmemesi için diğer kültürleri bilmek lazımdır. Bu da eski yazarların kitaplarından geçer; ancak eğer ki eski yazarlara çok kaptırırsa insan kendini, kendi zamanı ve ülkesine yabancı olur. (sf.11) Descartes din bilime saygılı bir yaklaşım içersinde. Cennet arzusu da her insan kadar var. Hayata dair incelemesi için olağan üstü bir Tanrı yardımına ve insandan fazla bir şey olmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor. Felsefe konusunda oldukça mütevazı olmayı tercih ediyor. hiç kimseden daha fazla şey katacağı iddiasıyla yola çıkmamış. Bilgin kimselerin desteklediği sadece doğru gibi gözüken şeylerin hepsini yanlış sayıp reddediyor. Diğer bilimler ise ilkelerini felsefeden aldıkları sürece, bu kadar az sağlam temeller üzerine sağlam hiçbir şey kurulamayacağına inanıyor. Servetini çoğaltmak için bilimi kendine sanat edinmek zorunda olmadığına inanıyor. Tüm bunları düşünerek kitapları incelemeyi tümüyle bırakmış; çünkü masa başında muhakeme yürütülemeyeceğine inanmış. (sf.13) 2.BÖLÜM Bu bölümde Descartes, ayrı ayrı ustaların elinden çıkmış bir eserin, bir tek ustanın meydana getirdiği eserden çoğunlukla daha mükemmel olmadığını söylüyor. Bunun gibi bir devletin tek bir kişi tarafından meydana getirilen ve bu sayede hepsinin aynı amaca yönelik olan yasalarının, başka bir çok kişilerce meydana getirilen yasalardan çok daha geçerli olacağına inanıyor. Buradan çıkan bir başka fikir ise, bir insanın, pek çok kişinin düşünceleriyle bir araya gelen kitaplarla bilgi sahibi olmasındansa, sağduyu sahibi bir kimse olarak, karşılaştığı olaylarda doğal bir muhakeme yürüterek çok daha fazla gerçeğe yaklaşacağıdır. Yargılarımızın, doğduğumuz günden beri tamamen aklımızı kullanmak alışkanlığında olduğumuz ve daima sadece onun tarafından yönlendirildiğimiz takdirde vereceğimiz yargılar kadar katıksız ve sağlam olmasına imkan yoktur. (sf.17) Descartes’in niyeti, hiçbir zaman, kendi düşüncelerini düzeltmekten ve tümüyle kendinin olan bir toprak üzerinde yapı kurmaktan öteye geçmemiş. Kendinin fazla atılgan bulunmasından korkuyor. Dünyanın da bu konuda hiç yatkın olmayan 2 tür insanla dolu olduğunu söylüyor. Bir bölümü kendilerini olduklarından daha becerikli sanarak acele yargılara varan, bundan dolayı da bir defa ilkelerinden şüphe ettiği zaman asla doğru yolu bulmayanlar. İkinci bölümü ise doğruyu yanlıştan ayırt etmekte kendilerine ders verenlerden daha az becerikli oldukları yargısına vardıklarından, başkalarının görüşleri ile yetinmek zorunda olanlar. (sf.19) Yola çıkarken görüşleri başkalarının görüşlerine tercih edilebilecek tek bir kimse bile seçemediği için kendine ancak kendinin yol gösterebileceğine inanmış Descartes gençliğinde felsefe disiplinleri arasından mantığı, matematik bilimleri arasından da geometricilerin analizi ile cebiri biraz incelemiş. Bunların tasarısının gerçekleşmesinde işine yarayabilecek sanat veya bilimler olduğunu düşünüyor. Bilinmeyen şeyler hakkında bilgi verecek yerde, muhakeme yürütmeksizin söz söylemekten başka bir işe yaramadığını söylüyor. Ona göre eskilerin analizi, şekilleri incelemeyle kendini öylesine sınırlandırmıştır ki hayal gücünü zorlamadan anlayışı işletilip geliştiremez. Yeni cebirciler ise zihni işleten bir bilim olacak yerde karışık ve karanlık bir sanat haline gelmiştir. Sayısı az olan ancak katı bir şekilde uygulanan yasaların bulunduğu bir devletin daha düzenli olduğunu göze alarak kendine 4 kesin kural koyuyor Descartes (sf.22): 1)Doğruluğunu apaçık bilmediği hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek. Böylece önyargılara saplanmamak 2)İncelenecek olan güçlükleri daha iyi çözümleyebilmek için her birini mümkün olan ve gerektiği kadar bölümlere ayırmak 3)En basit ve anlaşılması en kolay şeylerden başlayarak en bileşik şeylerin bilgisine yavaş yavaş yükselmek için; hatta sıralanamayan şeylerin bile bir sırası bulunduğunu varsayarak düşüncelerini bir sıraya koymak 4)Hiçbir şey atlamadığıma emin olmak için her yanda eksiksiz aysımlar ve genel kontroller yapmak. Descartes ilerleyen cümlelerinde bu kurallardan nasıl faydalandığını anlatıyor ve her şeyde ancak tek bit hakikat bulunduğunu ve onu bulan kimsenin o şeyi bilinebileceği kadar bildiğini fark etmemiş. Bu metoda kendini en çok memnun eden şey ise aklını kullandığından emin olmasıymış. 3.BÖLÜM Descartes bu bölümde, bu metoduyla yapacağı yeni araştırmalar süresince kullanmak üzere geçici bir ahlak oluşturmaya karar veriyor. Bu ahlakın düsturları şu şekilde: Birincisi, Tanrı’nın çocukluğundan beri içinde yetişmesine lütuf buyurduğu dine sağlamca bağlanmak , ülkenin yasalarına ve adetlerine boyun eğmek. Bunun için de en ölçülü görüşleri seçiyor. Aşırılıkları kötü olarak nitelendiriyor ve aşırılıklar arasına da özellikle insanın özgürlüğünden bir şeyler koparan tüm vaatleri koyuyor. Böylece doğru yoldan en az miktarda sapmış olacak. (sf.25) İkincisi davranışlarında elinden geldiği kadar sağlam ve kararlı olmak ve en şüpheli görüşleri bile bir defa benimsemeye karar verdikten sonra, şaşmaz olduklarına inanarak değişmezcesine onları takip etmek. (sf.26) Üçüncü düsturu, her zaman talihten çok kendini yenmeye ve dünyanın düzeninden çok kendi isteklerini değiştirmeye; ve genlikle düşüncelerimizden başka hiçbir şeyin tamamıyla elimizde olmadığına; dolayısıyla dışımızda olan şeyler hakkında elimizden geleni yaptıktan sonra gücümüzün yetmediği bütün şeylerin bizim için kesinlikle imkansız olduğuna inanmayı alışkanlık haline getirmek. (sf.27) Sonuç olarak insanların bu hayatta yaptıkları türlü işleri, içlerinden en iyisini seçebilmek için gözden geçirmek istemiş. Başkalarının yaptıkları işler hakkında söz söylemek istememiş ancak kendine gelince bütün hayatını aklını işletmekte ve kabul ettiği metodu izleyerek gücünün yettiği kadar hakikatin bilgisinde ilerlemekte kullanmaya devam etmekten daha iyi bir iş yapamayacağına inanmış. (sf.28) İrademiz ancak zihnimiz ona kendisine iyi ya da kötü gösterdiğine göre bir şeyi istemeye ya da istememeye karar verdiğinden, iyi hareket etmek için iyi hüküm vermek; ve elden geldiğince bütün erdemlerle bütün öbür nimetleri elde edebilmek için de mümkün olduğunca iyi hüküm vermek yeter. Descartes bundan sonra sadece, 9 yıl boyunca dünyanın farklı yerlerinde seyahat etmiş. Seyahatleri boyunca aklında yanlış olduğuna inandığı fikirleri öylece zihninden söküp atmış. Bunun kesinlikle sadece şüphe etmek için şüphe eden ve hep kararsız görünen şüphecilerden farklı bir şey olduğunu da vurguluyor. 4.BÖLÜM Bu bölümde Descartes, uyanıkken zihnimizde bulunan fikirlerin, aynen uyurken de aklımıza gelebileceğini düşünerek o ana kadar zihnimize girmiş olan bütün şeylerin, kendi düşlerine giren hayallerden daha gerçek olmadığını farz eder. Ardından, bunu düşünen kendinin zorunlu olarak mevcut olan bir şey olması gerektiğini fark eder ve “Düşünüyorum öyleyse varım” hakikatinde karar kılar. Bu yargıyı da hakikati arama felsefesinin ilk ilkesi olarak kabul eder. (sf.33) Buradan kendi benliğini, tüm özü ve doğası düşünmek olan ve var olmak için hiçbir yere ihtiyaç duymayan ve maddi hiçbir şeye bağlı olmayan bir cevher olarak tanımlar. Ruhunsa bedenden tamamen farklı olduğunu ekler. Descartes, kendi dışındaki şeylerin (gök, ışık, sıcaklık vs.) kendi varlığından geldiğine inanır; ancak en mükemmelin daha az mükemmelden çıkması, bir şeyin yoktan var olmasından daha aykırı bir fikir olduğuna göre bu fikir çürütülmüş olur. Demek ki olduğundan daha mükemmel bir varlık tarafından yani Tanrı tarafından bu fikir kendine verilmiştir. Buna bir de şu yargıyı ekler: sahip olmadığı bir mükemmelliği biliyorsa kendisi var olan biricik varlık değildir. Eğer yalnız ve her şeyden bağımsız olsaydı, kendinde eksik bildiği mükemmellikleri kendine verebilir, böylece bir nevi Tanrı niteliğine sahip olabilirdi. (sf.35) Bundan sonra Descartes başka hakikatler aramak isteğiyle geometricilerin konusunu ele alarak en basit ispatların bazılarını gözden geçirmiş. Bunların sonucunda, hayal edilmeyen bütün şeyler, insanların çoğuna (zihinlerini asla duyulur şeylerin ötesine yükseltemeyen kimselere) anlaşılmaz görünür. Nitekim filozoflar da Descartes’e göre aynı fikirdedir; duyuda bulunmayan hiçbir şey zihinde bulunamaz. Halbuki Tanrı ve ruh fikirleri duyuda asla bulunmaz. En iyi zihinler bile, istedikleri kadar incelensinler, daha önce Tanrı’nın varlığını farz etmedikçe bu şüpheyi giderecek bir kanıt ileri süremezler. (sf.37) Nihayet ister uyanık ister uykuda olalım, bizi ikna edecek olan şey yalnızca aklımızın apaçıklığı olmalıdır. Aklımız bize tam mükemmel olmadığımız için düşüncelerimiz de tam doğru olamayacağından, içinde hakikat bulunan düşüncelerimizin uykuda edindiğimiz düşünceler arasında değil; mutlaka uyanıkken edindiğimiz düşünceler arasında bulunması gerektiğini buyuruyor. 5.BÖLÜM Bu bölümde Descartes Tanrı’nın yeni bir dünya yarattığını tasarlıyor: Tanrı bu yeni dünyanın oluşmasını sağlayacak tüm maddeyi yaratmış olacak ve dünyanın çeşitli kısımlarını değişik biçimlerde hareket ettirecek. Tahmin edilemez bir kaos meydana gelecek ve ardından koyduğu yasalarla her şey kendi başına işlemeye bırakılacak. Descartes, bu maddeyi tasvir etmekle başlıyor. Suretlerin ya da niteliklerin var olmadığını farz ediyor. Sonra doğa yasalarının neler olduğunu gösteriyor. Daha sonra özellikle yer yüzünden söz ediyor: Onu meydana getiren maddeye Tanrı’nın hiçbir ağırlık koymadığını kabul ediyor. Doğal olayların ve tüm cisimlerin nasıl meydana geldiğini anlatıyor. Bu arada bu dünyada yıldızlardan sonra ışık meydana getiren tek şeyin ateş olduğunu bildiğinden ateşin doğasına ait her şeyi anlatmaya çalışmış. Teologlar arasında kabul gören görüş de bu merkezdedir. (sf.43) Buradan insanların anlatılmasına geçiş yapılıyor. Tanrı’nın insan vücudunu, anlatılan maddelerden başka bir şeyle meydana getirmediğini, bir ruh veya benzerini koymadığını, sadece yüreğine ışıksız bir ateş yaktığını düşünüyor. Bu tasarıya dayanarak insan vücudunun en temel hareketi olarak saydığı yürek ve atardamarın hareketlerini ayrıntılı olarak açıklıyor. Tanrı’nın elinden çıkmış olan bedenin insan elinden çıkan makinelerden kıyas kabul etmez derecede mükemmel olduğundan bahsediliyor. Descartes’in bir başka tasarısına göre bedenleri insan bedenleriyle aynı görünen ve ahlak davranışlarımıza kadar taklit eden makinelerin dünyasında insanlarla aralarındaki farkı 2 keskin araçla anlarız: Birincisi, onların bizim düşüncelerimizi başkalarına bildirirken yaptığımız gibi söz ve işaretleri bir araya getirerek kullanmaları mümkün değildir; çünkü sözleri türlü şekillerde düzene sokan bir makine tasavvur edilemez. İkincisi ise birçok şeyleri bizim kadar, hatta bizden daha iyi yapsalar bile bazılarını mutlaka yapamazlar; çünkü akıl her durumda işe yarayabilen evrensel bir alet olduğu halde bu organlar her özel iş için belli bir özel düzene sokulmuş olmak zorundadırlar. Onun için makinede, onu hayatın bütün durumlarında aklımızın bizi hareket ettirdiği gibi hareket ettirecek kadar değişiklikler bulunması moral bakımından imkansızdır. Bu iki ölçüt sayesinde insanla hayvan arasındaki ayrılığı da görürüz. (sf.53) Bundan sonra akıllı ruhu ele alır Descartes. Hiçbir suretle maddenin kudretinden çıkarılamayacağını fakat ayrıca yaratılması gerektiğini söyler. Tanrı’yı inkar edenlerin hayvanların ruhlarının insanlarla aynı yaratılışta olduğunu iddia eden görüşlerine katılmaz. İnsan ruhunun bedenden tamamen bağımsız bir doğası olduğunu dolayısıyla asla onunla birlikte ölmek zorunda bulunmadığını (ölümsüz ruh yargısı) belirtir. (sf.55) 6.BÖLÜM Çok kesin ispatlarına sahip olmadığı yeni görüşlere asla inanmamak ve her hangi bir kimsenin zararına dönebilecek görüşleri yazmamak konusunda büyük titizlik gösteren Descartes, yanıldığı bir nokta bulmaktan tedirgin bir şekilde bu kitabı yazmıştır. Ahlakla ilgili konularda herkesin kendi görüşü önemlidir; ama fizik üzerine bazı genel nosyonlar edinince ve bunları bazı özel güçlüklerde denemeye başlayınca Descartes, fayda görmeye başlayarak bunu paylaşmak ister. Felsefenin bir pratiğinin bulunması gerektiğini vurgulayarak böylece doğanın efendisi ve sahibi olabileceğimiz yargısına varır. Bu aynı zamanda insan sağlığı ve tıp bilimi için de arzu eldir bir şeydir. (sf.57) Deneylerin bilgide ilerlendiği ölçüde daha gerekli olduğuna inanır ve bu işte izlediği basamaklar şu şekildedir: 1)Genel olarak dünyada var olan tüm şeylerin ilkelerini ya da ilk nedenlerini bulmaya çalışır. Bunu yaparken de ancak Tanrı tarafından yaratılmış olduğunu varsayar. 2)Bu nedenlerden çıkarılabilecek ilk ve en alelade sonuçları araştırır. 3)Daha özel şeylere inmek istediğinde, cisim şekillerini ve türlerini başka cisimlerden ayırt etmenin insan zihni için mümkün olmadığı; ancak sonuçlardan nedenlere inmek ve birçok özel deneylerden yararlanmak yoluyla bunun başarılabileceği inancına varır. 4)Duyularına dokunmuş olan tüm şeyleri zihninden geçirdiğinde, bulmuş olduğu ilkelerle kolayca açıklayamayacağı hiçbir şeye rastlamadığını cesaretle söyler; çünkü doğanın gücü o kadar büyük ve kapsamlı iken bu ilkeler o kadar basit ve geneldir. (sf.59) Descartes’e göre bugüne kadar öğrendiği pek az şey, bilmediği ama öğrenebileceği şeylerin yanında hemen hemen hiçtir. Hakikatin bilgisine ulaşmamıza engel olan bütün güçlükleri ve yanlışları yenmeye uğraşmak gerçek savaşlara benzer; yanlış bir görüş edinmek bir savaş kaybetmektir. Bu yanlış görüşü edinmeden önceki hale dönebilmek için, sağlam ilkelere dayanarak büyük ilerlemeler kaydetmek gerektiğinden çok daha fazla ustalığa gerek vardır. (sf.61) Başkalarının kendi düşüncelerini öğrenmekten elde edecekleri yarara gelince Descartes, bu konuda çok ileri gitmediğini ve daha çok şeyler eklemeye ihtiyaç duyduğunu söyler. Bunu da yapabilecek kimse kendinden başkası olamaz; çünkü insan başkasından öğrendiği bir şeyi kendi icat ettiği şey kadar iyi benimseyemez. Yeryüzünde, başlayıcısından başka hiç kimsenin daha iyi tamamlayamayacağı bir iş varsa, o da Descartes’in kendi üzerinde çalıştığı iştir. (sf.63) Çeşitli engeller rağmen Descartes, 2 nedenden ötürü yaptığı ve tasarladığı şeyleri açıklamak ihtiyacı duymuş. Birincisi eğer bunları yazmazsa, kendini alıkoyan nedenlerin gerçekte olduğundan daha fazla aleyhinde olduğu düşünülebilir. İkincisi ise başkalarının yardımı olmadan yapmasına imkan olmayan, çok fazla deneye ihtiyaç duyduğu için, kendinden sonra yaşayacaklara, daha fazlasını yapabilirmiş izlenimi vererek suçlamalara maruz kalmak istememiş. (sf.67) Kitabın geri kalan bölümünde bundan önceki yazılarına bazı cevaplamalarda bulunarak bu yazısına da eleştirileri kabul edeceğini halka bildiriyor. Son olarak ise bir itirafta bulunmuş. Sayelerinde hiç tedirgin olmadan boş vakitlerinden yararlanabildiği kişilere, kendisine dünyanın en şerefli mevkiini verecek kimselerden daha çok şükran borcu olduğunu söylüyor. Mehmet Fatih Doğrucan
  6. Demişsinizki El Cezeri El Kurdi, burada temel bir itirazım var, bu adamı kendi çağdaşları el cazırî bin Artuki olarak tanıyor. dünya mekaniğinde iskenderiyeli heron kadar büyük ve yetkin olan el cazırî, nedense son 35-40 yıldır kürt olarak tanımlanmaya çalışılıyor. bu bilginin bir zamanlar tasarladığı bir saat, dubai şehrinde imar edildi ve tasarımın sahibi olarak el cazırî bin artuki denildi. çünkü nizamiye medreseleri bu büyük bilgini bu isimle tanıyordu. artuklular ise selçuklu imparatorluğu içinde dodurga salur ve çepni boylarından müteşekkil bir türkmen beyliğidir. ha diyeceksiniz ki, adam diyarbakırlı bu adam nasıl kürt olamaz. söyleyeyim hemen. diyarbakır 1900 lü yıllara kadar bir türkmen kentidir. batıya verdiği ağır göç dalgaları ve bölge coğrafyasının dinamik yapısı yüzünden bugün kürt kimliği ile tanınmaktadır. al cazırî bin artuki ise kürt değil türkmendir. bu konuda, yine trt belgesel yazarlarından MEHMET FATİH DOĞRUCAN ismindeki bir şahısın belgesel çalışması vardı, orada şöyle ifade ediyor. bir adamın yaşadığı coğrafya milliyetini vermez, kültürel tarihselliği verir. eğer bugünkü coğrafyadan hareketle geçmişteki realiteyi isimlendirirsek, bugünün yargısı ile geçmişi ortaya koyma telaşında oluruz ki, bu durum açıkçası bizi tarih yanılgısına götürür. bu durumun adı ise apaçık bir biçimde ANAKRONİZMDİR. bilmem yeterlimidir.
  7. evvet, pozitivizmin tavan yaptığı bir arkadaş ile, bilimi din ile bağfdaştırma çabasına düşmüş iki arkadaş var. Larsie, ilk önce sana ileteyim, neden-sonuç ilşikisi bilgi gerektirir. Tanrı ise şüphesiz ki, bilgi konusu değil iman konusudur. maazallah Tanrının bilimsel ispatlara indirgenmesi demek, onun mahiyetinin de bilinebileceği demektir ki, yaratık şüphesiz ki, yaratılan hakkında herhangi bir bilgiye sahip olamaz, hatta kanıta bile sadece sezgisel bir imanla vakıftır. evet ilim dediğimiz şeyde senin dediğin mevcuttur. fakat bilimin temeli bilgi ise Tanrı Bilginin Nesnesi olamaz. Bu sebeple bilim apaçık olan şeylerden hareketle tesis edilir. yersoy kardeşimize de şunu sormak isterim: evet bilim ve Tanrı konusunda dediklerinin tamamı doğru, fakat Sosyal Bilimler efsaneler destanlar mitoolojilerin arkasındaki mantığı reddetiğinde bunun sonucu olarak ortaya çıkan değer yargılarını nasıl açıklayacağız. değer yargılarını bilimden koparmak zorunda kalmıyormuyuz. o halde insan bilimin konusu ise değer yargıları da insani tabiat ise o halde bu çelişkiyi nasıl açıklayacağız Bknz. Mehmet Fatih Doğrucan ''18. yy. Fransız Materyalizminde Baron D'Hollbach'ın yeri ve önemi'' Yök Tez Merkezi
  8. zamansızvemekansız

    İlim

    evet zedan, ilim ve din arasında açık bağlantı var fakat bilim ve din modern dalgalanmalar sonucu birbirinin zıt kutuplarında yer alıyor. hatta ortaçağın en değerli ve bilimsel bilgi türü, günümüz için bilim-dışı, modernler yeryüzünden Tanrı'yı kovmak isterlerken farkında olmadan ona ait ve tek olarak gelişen tarihselliğide yeryüzünden kovdular, erdem, ahlak yaşam hatta aklın sınırları... fakat kovamadıkları bir şey var. o da yeryüzünde hali hazırda kullanılan lisan... (mesela bilim, yasalarla hareket eder ve yasaların kaynağı ise NORMAL olandır. yani DOĞAL olan, o halde Meşru olan doğaya uygun olan olacaktır ki bu ise normal olandır. en azından günümüz bilimi, bunu böyle anlamlandırıyor. halbuki MEŞRU kelimesi arapçada ki ''şr'' kökünden türer ve şeriatla aynı kelime kökünden gelir. o halde meşru kelimesinin anlamı, ''TANRIYA UYGUN OLAN'' gibi bir anlam kazanır. bu durum esasında batı dillerinde de böyledir. mesela günümüz modern dünyasının yücelttiği ve uğruna ideolojiler geliştirdiği TATMİN KELİMESİ ingilizcede ''SATİSFACTİON'' dur. SATİS eski dillerde ŞEYTANİ faction ise ETMEN anlamına gelir ki, kelime anlamı ŞEYTANİ ETMEN'DİR. işte modern dünyanın bilimsel çuvallaması buradadır. yeni b,ir ahlak, yeni bir akıl, yeni bir bilim, yeni bir sistem, yeni bir politika önerirken, yeni bir lisan önerememiştir. Görülüyor ya Bilimin icra edilebileceği biricik arena LİSAN hala dinsel tarihselliğin kontrolünde...) o yüzden haklısın Parantez içi alıntı: Mehmet Fatih Doğrucan
  9. Esasen toplumsal değişim gibi bir kavram, söz konusu olduğunda, fikrî temeller sosyolojinin yasaları üzerinde şekillenir ve değişim fikri sosyolojik bir olgu olarak ele alınır. Böylece değişim kavramı, sosyolojinin temel konusu haline dönüşür. Hâlbuki söz konusu yasa olduğu andan itibaren, her ne kadar değişimin yasası aranacaksa da, değişimsizlik ve sabit olanın merkeze yerleştiği bir sistematik ortaya çıkacaktır. Genelde yasa kelimesi değişimsiz kalıcı ve ebedi olanın kendisi olarak algılanır. Bu durum ise, değişen her şeyin altında bir değişimsizlik arama çabasını açık bir biçimde ortaya koyacak, böylece tüm düşünsel ve entelektüel faaliyetler, değişimi sabitlemek adına felsefelerini ortaya koyacaklardır. Zaten felsefe, tarihî gelişimine tam da, bu sebeple başlamıştı. Her değişenin altında değişmeyen bir şey olduğuna ve bu değişmeyen şeyin ise varlığın özü olduğuna inanmıştı ki bu açıkça ontolojik olarak bir varlık tasarımıydı. Sosyoloji bilimi de, varlık tasarımını temel nesnesi olan antropolojik bütünlüklerden hareketle tesis edecek ve bu antropolojik bütünlüklerin temelinde doğal olarak toplumu görecekti. Demek oluyor ki, sosyoloji için incelenmeye değer ontolojik temel, açıkçası toplum idi ve değişimli toplumun değişimsizliği ise doğal olarak evrensel bir yasa anlayışını zorunlu kılacak ve değişimsizlik genelde, eski literatür tarafından kültürle, gelenekle özdeşleştirilecek, böylece kültür, toplumun temel arkhesi haline dönüşecekti. Ve toplumsal yasalar böylece, kültür çerçevesinde şekillenecekti. Böylece August Comte’cu bir bakış açısı ile pozitivist yasa, kendisine değişimsizliğin ve sabit olanın doğasını tesis edecekti. Talcott Parsons’da ise değişimliliğin altında bir değişimsizliğin olduğu ilkesinin yıkıldığını görüyoruz. Çünkü değişimliliğin kendisinde ontolojik bir yasa arama çabası, toplumu ontolojik nesne olarak görmesi gereken bir sosyoloji tesis etmişti, fakat Parsons’un sosyolojisinde, temel ontolojik metafor, toplum olmaktan öte, toplumun temel ontolojik metaforu önem kazanır, bu da, açıkçası, Derida ve Foucault’la beraber açık bir görünüşe çıkan yapı-söküm ilkelerine uygun olarak bireydir. Yani açıkçası, Parsons, toplumu bir bütün olarak ele almaktansa her modern gibi, toplumu analitik süreçlere uğratıyor ve böylece bireyler ve onların davranışları ile ilgilenen psikolojiyi toplum biliminde aktif kılıyor, sonuç olarak sosyolojinin arkhesi toplum yerine, toplumun arkhesi bireyi etkin kılıyordu. Gerçi farklı manada ve farklı biçimde ortaya çıkan çeşitli sosyolojik açıklamalar mevcut. Mesela klasik sosyolojinin başvurduğu rasyonellik ilkesi, sosyolojiyi mantıkî bir tutarlılık dairesine hapsederken, sosyolojinin inceleme alanı olan toplumda mantıkî tutarlılığa mahkûm ediliyor, bunun dışında gelişebilecek herhangi bir zıtlık hesaplanmak dahi istenmiyordu. Elbette ki, bu durumun çıkmazlarının red edilemez bir boyut kazanması, pozitivist determinist biyoloji kanunlarını sosyolojiye uygulama çabasına düşüyor, bu sefer de toplumun temel dinamiğinin değer yargıları olduğu gerçeği göz ardı ediliyordu. Sonuç itibarı toplumun temel metasının meta olamayacak kadar ulvi bişey olduğuna hükmeden idealist açıklamaların kültürcülüğü ön plana çıkıyordu. Fakat açıktır ki, kültürcülüğün ve ananevi teoremlerin lükse dayalı hayat tarzına veya maddeye üstün geldiği teorik olarak iddia edilse de, pratikte gelişen globalizm bunu gözler önüne serer niteliktedir. İşte bu sebeple, modern kültürün analitizminin ardından ortaya çıkan tüm başat akımlar POST-MODERN söylemlerini analiz edilmişlerin sentezinde arayacaktır. Parsons, kuramını, klasik ekonomistlerin rasyonellik ilkesine, pozitivistlerin determinist biyoloji kanunlarına ve idealistlerin kültürel değerlerine dayanarak kurmuştur. Parsons bu üç modelin de gerçeğin bir kısmını yansıttığına ve bu nedenle uzlaştırılmaları gerektiğine inanır. Amerikan sosyolojisinin anlaşılması en zor kişisi diye ün yapmış olan Parsons’un çalışmalarını anlayabilmek için önce onun terminolojisini bilmek gerekir. Toplumsal yapı, toplumsal sistem ve aktör onun en çok kullandığı terimlerdir. Parsons toplumsal bir pozisyon ve dolayısıyla bir rol sahibi olan kişiye aktör diyor. Toplumsal sistemi ise Parsons’a göre aktörler arasındaki etkileşim süreçlerinin sistemidir. Yapı, Parsons’a göre birimlerin nispeten istikrarlı bir kalıp gösteren ilişkileridir. Toplumsal sistemin birimi aktör olduğuna göre de, toplumsal yapı aktörlerin toplumsal ilişkilerinin kalıplaşmış sistemidir. “Sosyolojiyi çok iyi bilmek sosyolojik kavramları iyi bilmekle olasıdır” anlayışından hareketle Parsons’ı da anlayabilmek Parsons’ın kullandığı temel kavramları iyi bilmemiz gerekmektedir. Bu yüzden öncelikle Parsons’ın kullandığı temel kavramları açıklayalım: Eylem: Parsons’a göre eylem, tek tek bireylerin oluşturduğu bir birliktelik durumunda ortaya çıkan bir süreçtir. İnsan eylemi, evrensel insan toplumları, dil çevresinde odaklaşan sembolik sistemler yönünden kültüreldir. Tüm eylem insanların eylemidir. Aktör: Parsons’a göre aktör toplumsal bir pozisyon ve dolayısıyla rol sahibi olan bireydir. Aktör sosyal bir varlıktır, toplum tarafından belirlenen rolleri yerine getirmekle yükümlüdür. Statü-rol aktörün sosyal sistem içinde diğer aktörlere göre pozisyonunu belirler. Aktörün içinde bulunduğu pozisyon statüsüne göre belirlenir.”Rol”aktörün diğerleriyle ilişkisinde yaptıklarının sosyal sistem için işlevsel önemi bağlamında görülmesidir. Sosyal davranış: Parsons’a göre sosyal davranış sosyal sistemin en temel birimidir, aktör ve diğer aktörler arasındaki etkileşim işleminin kısımlarından biridir. Sosyal yapı: Parsons’a göre sosyal yapı, aktörlerin sosyal etkileşimlerinin kalıplaşmış sistemidir, davranışı yönlendiren karşılıklı ilişkili roller, birliktelikler, normlar ve değerlerin bir kümesidir. Sistem: Parsons’a göre sistem aynı tip eylem içinde birleşmiş karşılıklı ilişkili birimlerin kümesidir. Sistem, öğeleri ve dış çevreden istenen görevleri yapmak ve karşılaştığı gerilimlerle uğraşmak için işlemler kümesine ve içyapıya sahiptir. Bu terimlere dayalı olarak, Parsons’ın çalışmaları şu esaslar üzerine kurulmuştur. 1-Amaç olarak tek bir kuram peşinde koşar. 2- Parsons’a göre uygun bir genel sosyoloji kuramı, bir eylem kuramı olmak zorundadır. Yani kuramın temel mekanizmasını, belli amaçlar, değerler ve normatif standartlar çerçevesinde davranarak, kendilerini belli durumlara ayarlayan aktörler meydana getirir. 3-Anlamlı bir eylem kuramı, gönüllülük esasına dayanmalıdır. 4-Gönüllülük esasına dayalı bir eylem kuramı, fikirlere ideallere amaçlara ve normatif standartlara, değişkenler olarak bakar. Parsons’a göre karmaşık örgütsel ilişkilerin çeşitli düzeylerinde yeni sistemler ortaya çıkar. Bunlar, kendilerini meydana getiren parçaların ya da öğelerin işleyişlerine bakılarak anlaşılamazlar ve kuram içinde nedensel ilişki sahibi değişkenler olarak ele alınmalıdırlar. Parsons’ın değişme modeli farklılaşma fikrine dayanır. Farklılaşma, toplumdaki yeri iyi-tanımlanan bir birimin veya alt sistemin daha geniş bir sistem için hem yapı ve hem de işlevsel önem bakımından farklı birimlere bölünmesi sürecidir. Farklılaşma süreci içersinde çeşitli fonksiyonlar kendi yapısal birimlerine sahip olurlar. Örneğin, bir zamanlar aile içersinde yerine getirilen üretim ve sosyalizasyon süreçleri artık fabrikalarda ya da okullarda yerine getirilmektedir. Bu farklılaşma Parsons’a göre, aynı zamanda yeniden bir bütünleşme gerekliliği ortaya koyar. Bu ise köprü görevi yapan kurumlar aracılığıyla çeşitli fonksiyonları yerine getiren toplumsal üniteler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir normatif sistemin varlığını gerektirir. Parsons’ın Toplum Modeli: Parsons’un bu farklılaşmaya dayanan yapısal-fonksiyonel çözümlemesini daha iyi anlayabilmemiz için onun toplum modelini sosyal, kültürel ve kişilik sistemleri açısından ele almamız gerekir. Parsons, bir toplumda 3 sistem tanımlar: 1-Kişilik sistemi 2-Sosyal sistem, 3-Kültürel sistem. 1-Kişilik Sistemi: Parsons’a göre her birey (aktör) hedefe yöneliktir, belli güdüler ve kültür tarafından belirlenen gereksinimleri vardır. Birey benliğini (ego) bütünleştirmek ve hazlarını yükseltmek için güdülenir. Parsons’a göre, kişilik aksiyon teorisi içinde incelendiği zaman her bireyin güdüsel ve değer yönelimli (value-oriented) bir birleşme yoluyla aksiyon içinde kendi durumuna yöneldiği görülür. 2-Sosyal Sistem: Parsons’a göre, sosyal sistem bireylerin aksiyonundan oluşmuştur. Sosyal sitemi oluşturan aksiyonlar, aynı zamanda bireysel aktörlerin kişilik sistemlerini oluşturan aksiyonlardır. Bu bağlamda aktörlerin çoğunluğunun etkileşiminin bir sistemi olan sosyal sistem genellikle kurumsallaşmış değer sistemine göre karakterize edilir. Bu yüzden sosyal sistemlerin ilk fonksiyonel zorunluluğu, sistemlerin kurumsallaşması ve değer sistemlerinin bütünlüğünü korumaktır. Yine sosyal sistem, aktörlerin gereksinimlerinin önemli bir kısmını karşılamak zorundadır. Ve aynı zamanda sosyal sisten varlığını sürdürmek için diğer sistemlerden zorunlu olarak destek almak zorundadır. 3-Kültürel Sistem: Parsons kültürel sistemi, kendi diğer sistemlerini tanımlarken yaptığı gibi, diğer aksiyon sistemleriyle olan ilişkisine göre tanımlar. Bundan dolayı kültür, sosyal sistem içindeki kurumsallaşmış örüntüleri (institutionalized patterns), kişilik sisteminin içselleşmiş yönlerini ve objelerin aktörlere yönelimini içeren sembollerin düzenlenmiş ve bir sistemi olarak Parsons tarafından ele alınır.” Parsons, yukarıda bahsettiği üç sistemi birbirleri için vazgeçilmez nitelikte bulur. Bu sistemleri meydana getiren ‘eylem’e gelince, bu, özel bir “stimuli”ye yapılan ad hoc tepkilerden değil, aktörün bir durum içinde çeşitli konularla ilgili olarak geliştirdiği beklentiler sistemine göre yaptığı tepkilerden meydana gelir. Parsons, üç toplumsal sistem belirler: Grup, örgüt ve toplum. Grup ve örgüt, toplum için temel fonksiyonları yerine getirmekle kalmaz, aynı zamanda topluma benzer şekilde örgütlenmişlerdir. Bütün bu toplumsal sistemlerin bir değer sistemi, bir uyum mekanizması, işleyiş kuralları ve bütünleştirici bir mekanizması vardır. “Parsons’ın evrimci toplum kuramının hedefi sistemlerin kendi çevrelerini kontrol etme yeteneklerinin artmasına doğrudur. Toplumların işlevsel ön gerekliliklerin kuramsal bir çözümlenmesi ve arkeolojik, antropolojik ve tarihsel bulguların incelenmesiyle Parsons evrimsel gelişmede kontrolü mümkün kılan önemli atılımları belirlemiştir. Bunlardan biride çevreyi kontrol etmek için gerekli en uygun olan becerili liderlerin ortaya çıkmasını sağlayan, eşitsizlikleri tanıyan tabaklaşma sisteminin doğmasıdır. Parsons, aktörlerin toplumsal eylemlerinin toplumsal kurumlar tarafından belirlendiğini söyler. Toplumsal kurumlar, ya da kurumsal kalıplar, belli bir toplumda hangi toplumsal eylemlerin ya da toplumsal ilişkilerin meşru yada beklenen eylem ve ilişkiler olduğunu belirler. Buradaki meşruluk terimi, bir yaptırımı kapsar ve belli bir eylemin yapılmasının hiç olmazsa kuvvetli bir şekilde eleştirileceğini belirler. Bir başka deyişle toplumsal kurumlar (din, ahlak, ekonomi gibi), bireylerin belli toplumsal kişiliklerinde sahip oldukları rollerin yerine getirilmesini düzenler. Kuramsal olarak Parsons yapıların değiştiğini kabul etmektedir. Parsons değişim olasılığına karşı bir ilgi duymaktadır. Bir toplum, uzmanlaşmış sistemlerden ve bunların alt sistemlerinden oluşur, her birisinin diğeriyle ve toplumsal sistemin kendisinin dışında kalan çevrelerle (yani, kültürel sistem ve kişilik sistemi) sınır alışverişi vardır. Parsons’a göre her toplum varlığını sürdürmek, hedeflerine ulaşmak, uyumlu olmak ve bütünleşmek için karşılaştığı problemlere çözümler bulmak zorundadır. Toplumda bu çözümler dört kurumsal yapı veya kurumsal alt sistemle sağlanabilir. Şimdi bu alt sistemleri kısaca açıklayalım: a-Ekonomi Uyumu sağlamak için) Parsons’a göre ekonomi, toplumun üyelerince gereksinim duyu lan maddi kaynakları üreten ve dağıtan bir kurumdur. Toplumun fonksiyonel zorunluluklarından uyuma hizmet eder. b-Politika Hedeflere ulaşma) Parsons’a göre politika, toplumun ortak hedeflerini seçmek ve bu hedeflere ulaşmak için toplumun üyelerini güdüleme hizmet eder. c-Akrabalık Örüntü sürdürme) Parsons’a göre akrabalık sosyal etkileşimin kabul edilen ve beklenen örüntülerini sürdürme işlevine hizmet eder. Sosyalleştirme mekanizması yoluyla bireyler arası gerilimi denetleme işlevini yüklenmiştir. d-Topluluk ve örgütlenmiş din Bütünleşme) Parsons’cı anlamda topluluk ve örgütlenmiş din, eğitim ve kitle iletişim gibi kültürel kurumlar sosyal sistemin bütünleşme işlevine hizmet ederler. e-Kültür: Parsons’a göre kültür, sosyal etkileşimin kabul edilen ve beklenen örüntülerini sürdürme fonksiyonuna hizmet eder. Parsons, gerek daha önce belirttiğimiz farklılaşma modeli ile, gerekse daha sonra kavramsal gelişimini incelemeye çalıştığımız kişilik sistemi özellikleri ile toplumsal değişmeyi bir denge içersinde basitten karmaşığa doğru giden bir toplumun normal bir evrimi olarak görür. Fonksiyonların bölünmesi sonunda ortaya çıkan bütünleşme ihtiyacı Parsons’un kişilik sistemleri ve toplumsal sistemler kadar, kültürel sistemlere de önem verdiğini göstermektedir. Bir diğer deyişle toplumsal sistemde fonksiyonların ayrımı sonunda meydana gelen yapısal farklılaşma kültürel sistemlerin yardımıyla bütünleşmeye gidecektir. Eleştiriler: Parsons kuramsal kavramsal düzeyini işlevselciliğin toplumsal düzen probleminde odaklaşan konsensüs yaklaşımına göre geliştirmiştir. Teorik incelemeler toplumların dayanıklı, durağan, birleştirici, bütünleşmiş tümler, kültürel ve sosyal-yapısal düzenlemelerde farklılaşmış tümler olarak görülebildiği varsayımına dayanır. C.Wright Mills Parsons’ın teorisini çok soyut düzeyde ortaya koymasına “soyutlanmış empirisizm” diyor ve böyle genel ve soyut düşünme bir düzeyini seçmenin gözlem yapmada yararlı olmayacağını iddia eder. Zaten Parsons’a 1950’lerde yöneltilen düşmanca tavır en sert ifadesini C.Wright Mills’te bulmuştur. C.W.Mills’e göre; Parsons’ın esrinin %50’si laf salatası, %40’ı sosyoloji el kitabı, geriye kalan %10’u ise tutucu bir ideolojiden ibarettir. Parsons’a gelen en sert eleştirilerden biride Ralph Dahrendorf ‘dandır. Dahrendorf’a göre Parsons’ın teorisi bir ütopya gibidir. Çünkü değişme dinamiği yoktur. Ona göre Parsons iki şey yapmıştır: Toplumsal dengeyi vurgulamış ve sürekli normlara önem vermiştir. Toplum nasıl sürekli kılınır ve bu sürekliliği sağlamak için normlar nasıl değerlendirilir? Sorularını açıklamıştır. Fakat bir toplumsal süreç, hem düzen hem de değişmeden oluşur. Sosyolojik bir teorinin hem toplumsal düzeni hem de toplumsal değişmeyi açıklayabilecek yeterlilikte olması gerekir. Sosyal düzen nasıl mümkün olur, konusuyla ilgilenen ve sosyal düzeni sosyal sistemin önemli kısımlarından biri olarak gören Parsons’ın, genellikle son derecede karışık ve bu yüzdende anlaşılması gereken zor olan kuramı, yapısal-işlevsel çözümlemenin genel niteliği olan denge kuramıyla belirlendiği için, toplusal değişmeyi yeterince açıklayamaz. E. Kongar’a göre Weber ve Durkheim’in temel kavramlarını yabancı bir terminoloji icat ederek uzlaştırmaya ve bir genel kuram bulmaya çalışan Parsons, Freud’un temel yaklaşımından da etkilenerek, kişilik üzerinde odaklaşır. Böylesi bir yaklaşım doğal olarak, karışıklığa ve çeşitli çıkmazlara yol açar. Yapılan tüm bu eleştirilere karşın Parsons’ın çalışmaları ve oluşturduğu teorisi, çağdaş sosyoloji teorileri arasında önemini hala kaybetmiş değildir, hatta giderekte önem kazanmaktadır. Özellikle günümüz Amerikan sosyolojisinin ampirik çalışmalar içinde adete boğulmaya başlaması ve teoriden uzaklaşması bu önemi artıran en büyük etkendir. Sonuç itibarı ile günümüz eğitim sistemini şekillendiren anlayışa bakacak olursak Parsons’ın kazandırdığı tüm kavramsallar yine iş başındadır. Çünkü post-modern dönem, pragmatizmin, son merhalesi olan fonksiyonalizmin temel kalesi olarak günümüzü nitelemektedir ve Sosyolojideki yapısal-fonksiyoncu görüşün en başta gelen temsilcileri Amerikalı sosyologlar olan Talcott Parsons ve Robert K. Merton’dur. Parsons’a göre toplumsal sistem, belirli statülerdeki kişilerin rollerine uygun karşılıklı etkileşimleri sayesinde kurulmakta; bu ilişkiler kalıplaşınca toplumsal yapı oluşmaktadır. Parsons’da toplumsal olaylar kişiler arası ilişkilere indirgenmektedir. Bireyler, birbirlerine zıt gibi görünen karşıt ikililer (diktomi) içinden özgür seçim yaparak toplumsal sistemi oluştururlar. Ancak fert, bu özgür davranışları’ seçerken, toplumsal açıdan bunun hoş görülüp görülmeyeceğini; değerlere, kurallara, ahlâka ve diğer sosyal kurumlara uyup uymayacağını ve -uymaması halinde- tehlikeleri göz önüne almalıdır. Her toplumun kendine has bir değerler tipolojisi ve amaçlar dizgesi vardır; her toplum kendi kültürel modelini devam ettirmek ister. Parsons’ın sosyolojisinde genellikle sosyalleşme, benimseme (internalizasyon), kişileri belli görev ve sosyal statülere yerleştirme (allokasyon), kişileri farklı rol, davranış kalıpları, sosyal sınıf, yerleşim yerlerinde vs. farklılaştırma (differentiation), şahsiyet, sosyal ve kültürel sistemler gibi konular üzerinde durulur. Kişinin toplum içindeki hedeflerini, onun rolleri, ihtiyaçları ve toplumsal değerler organizasyonları belirler. Burada okul, bir sosyal sistem olarak ele alınır. Okul, aktörler arasındaki, yani öğretmen-öğrenci ve öğrencilerin kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimlerinin bir sonucudur. Okul, sosyalleşmeyi sağlayan yerlerden biridir. Hatta giderek çocukların ve gençlerin sosyalleşmesi tamamen okulların görevi haline gelmektedir. Okullar, hem toplum kültürünü çocuklara ve gençlere öğretmek, benimsetmek hem de fertleri ilgi ve yeteneklerine göre belli görevlere yerleştirmekle görevlidirler. Okul, hem kişilere kendi şahsiyetlerini kazandıracak hem toplumsal rolleri öğretecek, bireylerin şahsi ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Sosyolojideki fonksiyonalist görüşün eksikliklerini tamamlamak isteyen R.K. Merton, özellikle fonksiyon kavramı üzerinde durmaktadır. Fonksiyonlar her zaman toplumsal bütünlüğü sağlamıyor; bazen da bozuyor, sarsıyor. Bireylerin birbirleriyle uyumlu davranışlar göstermelerine yarayan kültürel yapı (değerler, normlar, amaçlar) ile davranışlar arasındaki ilişkileri gösteren toplumsal yapı, uyumsuzluk içine düştüğünde, bir gerilim ve kopma hali (anomi) ortaya çıkar. Bu durumda kişiler sahipsiz, amaçsız kalır; hiçlik duygusuna kapılır, boşluğa düşer. Toplumsal yapı değişmeleri sırasında kültürel yapının değişmesi, böyle anomi durumları yaratır. Bu durumlarda eğitim sistemine ve kurumlarına büyük rol ve ağır bir görev düşmektedir. Okulların kültürel ve toplumsal değişmeye karşı takınacakları tavır, yetiştirdikleri kişiler ve toplum açısından çok önemlidir. Gerçi Parsons’un bu görüşleri ile şekillenen sosyolojik görüşler, Batı Dünyasında belli metaforlar vücuda getirmiş ve bu metaforlar, eğitim kavramının şekillendiriciliği, biçimlendiriciliği üzerinde yükselmiştir. İşte bu tarz bir sosyolojinin ortaya koyduğu şekillendirme ve biçimlendirme ilkesine karşılık, 1968 yılında, farklı bir anarşist tavır gelişmiş, bu tavır determine edici bütün toplumsal ilkeleri redde gitmiştir. Mesela o yılların en önemli müzik gruplarından Pink Floyd, öğretmenin ve öğreticinin belli başlı kalıplar ve sistem inşa ettiğini, yetiştirdiği bireyleri ise sisteme bir tuğla olarak eklediğini ‘’teacher’’ isimli şarkısında deşifre etmiş, böylece bu sistematiğe karşı sadece entelektüel değil gündelik yaşantıdan da itirazlar ve eleştiriler gelmeye başlamıştı. Elbette ki, bu itirazlar, Parsons sistematiğinin muhasebesini zorunlu kılmıştı. Bu sebeple onun ortaya koyduğu aktör modeli, Richard Rorty tarafından, daha kapsamlı irdelenecek ve onun ortaya koyduğu sistem onun etkisi ile daha farklı tahayyül edilecektir. MEHMET FATİH DOĞRUCAN
  10. bu harun yahyadan alıntı makale veya cümleler açık bir biçimde bilimsel eleştirilerin anlamsızlaşması demek oluyor. Çünkü HY bilmediği meseleleri araştırma mantalitesinden yoksun olarak ve istediği gibi neşrediyor. Mesela bu adamın D'Holbach hakkında ve onun materyalist ateizmi ile yazdıklarını okumuştum, anlattığı D'Holbach tam bir komünistti, fakat gazi Üniversitesinde Mehmet Fatih Doğrucan isminde bir şahıs D'Hollbach'ı çalışmış, master tezi haline getirmiş danışmanı da Prof.dr. Süleyman Hayri Bolay, anladım ki D'Hollbach'ın ateist olmaktan başka komünizmle hiç işi yok, hatta adam faşizmin ve nazizmin pozitivizmine sebeb olacak derecede ulusalcı ve batı medeniyeti savunucusu, en azından Mehmet Fatih Doğrucan adamı kendi eserlerinden ve onun alanında uzman olanlardan deşifre etmiş. bu yüzden bu HY yani adnan hoca aldatmacası bitse iyi olur. alın size adamın tezinden bir kaç alıntı *D'Hollbach bir maddeci olarak madde-değer ilişkisini doğal olarak madde açısından ele alır, ve maddenin üstün niteliğinin değeri vereceğini savunur, İşte bu sebeple Marks'ın atası saydığı D'Hollbach açıkçası kapitalist nitelikli bir düşünce içindedir. *batı dünyasının madde ve öz olarak üstünlüğüne inanan D'Hollbach medeniyet gelişiminin sadece batıda olacağına inanır. *D'Hollbach halkçı bir perspektifin materyalize olmuş ilk sistematiğini ortaya koyan bir ihtilalci olmasına karşılık, temel töz'ü Marks gibi sınıf değil Avrupalı uluslardır. *Marks, D'Holbach'ı fikri atası sayarken onun sadece varlık üzerine görüşlerini benimsemiştir. esasen bu durum da çelişiktir. çünkü D'Holbach'ın varlık anlayışı Mekanist Marx'ın ise diyalektik bir materyalizmdir. bknz. Mehmet Fatih Doğrucan 18. yy. Fransız Materyalizminde Baron D'Hollbach'ın Yeri ve önemi Ağzına sağlık Mehmet Fatih Hoca
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.