Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

DeepBlue

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    277
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

DeepBlue son kazandığı tarih 28 Aralık 2012

DeepBlue en çok beğeni kazanandı!

Diğer Bilgiler

  • Website URL
    http://www.turkish-media.com
  • ICQ
    0

Profil Bilgileri

  • Cinsiyet
    Kadın
  • Yer
    Uzaklarda
  • İlgi Alanları
    Sinema
    Kitap
    Müzik
    Antika
    Spor
    Doğa

En Son Profil Ziyaretçileri

25.649 profil görüntüsü

DeepBlue - Başarıları

Yükselen Yıldız

Yükselen Yıldız (9/14)

  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde
  • İlk İleti
  • Ortak Nadir

Son Rozetler

45

İçerik İtibarınız

  1. İsim: OTORİTEYE BOYUN EĞME Dizin: Bilim-Teknik-Teknoloji Videoları Ekleme Tarihi: 12 Eylül 2014 - 05:11 Gönderen: DeepBlue Kısa Açıklama: OTORİTEYE BOYUN EĞME Geniş Açıklama: OTORİTEYE BOYUN EĞME Video Linki: Videoyu Görüntüle
  2. İsim: EDEKA - Supergeil Dizin: Reklam ve Film Müzik Videoları Ekleme Tarihi: 27 Ağustos 2014 - 04:41 Gönderen: DeepBlue Kısa Açıklama: EDEKA - Supergeil Geniş Açıklama: EDEKA - Supergeil Video Linki: Videoyu Görüntüle
  3. çok uzun zaman olmuş glorya seninle yazışmayalı.... günaydın canım.. özlemişim ya hu...
  4. İsim: Sezen Aksu - Dört Günlük Bir Şey Dizin: Reklam ve Film Müzik Videoları Ekleme Tarihi: 26 Ağustos 2014 - 13:05 Gönderen: DeepBlue Kısa Açıklama: Sezen Aksu - Dört Günlük Bir Şey Geniş Açıklama: Sezen Aksu - Dört Günlük Bir Şey Video Linki: Videoyu Görüntüle
  5. Sibel Yerdeniz Ne takunya, ne postal!.. Yaşasın çıplak ayaklar! Bugün kendinize bir ‘güzellik’ yapın ve Charlie Chaplin’in 1940 yapımı ilk sesli filmi olan The Great Dictator (Büyük Diktatör) filmini izleyin. Aranızda daha önce izlemiş olanlar çoktur. Olsun. Yarınki Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde oturup bir kez daha izleyin. Bu vesileyle, bize son zamanlarda, neresinden bakarsak bakalım trajedi gibi görünen -aslında maalesef öyle de olan- gündelik hayatımıza küçük bir mola vererek Chaplin’in “hayat, uzaktan bakınca trajedi ama yakından bakınca komedidir”sözünü bir kez daha hatırlayın. Onun, Hitler’i ve Hitler’e tıpatıp benzeyen bir Yahudi berberi canlandırdığı filminin sonunda, herkesin Hitler sandığı berber olarak ‘insanlığa’ seslendiği o muhteşem tiradı ile bir kez daha sarsılın: "Üzgünüm ama bir imparator olmak istemiyorum... Bu benim işim değil. Kimseyi yönetmek veya fethetmek istemiyorum. Elimden gelse herkese, ister Yahudi, ister siyah, ister beyaz... tüm insanlara yardım etmek isterim. Hepimiz, birbirimize yardım etmek isteriz. İnsanın doğası aslen böyledir. Birbirimizin mutluluklarıyla yaşamak isteriz, acılarıyla değil. Diğer insanlardan nefret etmek veya onları hor görmek istemeyiz. Bu dünyada hepimiz için yer var. Bu muhteşem gezegen herkesin ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar zengin. Hayatın bize çizdiği yol, özgür ve güzel bir yoldu ama biz o yolu kaybettik. Açgözlülük insanlığın ruhunu zehirledi, dünyayı nefretle kuşattı. Bizi sefalete, acıya ve kan dökmeye sürükledi. İlerledik, hız kazandık ama kendimizi tutsak ettik. Zenginliğimizin kaynağı olan makineleşme, bizi fakirleştirdi. Bilgilerimiz bizi kibirli, zekâmız sert ve kaba yaptı. Çok fazla düşünüyor, çok fazla konuşuyor ama çok az hissediyoruz. Makinelerden çok insanlığa, zekâdan çok inceliğe, iyiliğe ve şefkate ihtiyacımız var. Bu nitelikler olmadan, hayatımız şiddetle sarsılıyor ve her şeyi kaybediyoruz. Uçak ve radyo bizi birbirimize yakınlaştırdı. Bu icatlar, doğaları gereği insanlardaki iyiliği açığa çıkarmak, evrensel kardeşliği yaymak için çalışıyor ve hepimizi birlik olmaya çağırıyorlar. Şu anda bile sesim, dünya üzerinde milyonlara ulaşıyor; milyonlarca umutsuz adam, kadın ve küçük çocuğa... Masum insanlara işkence eden ve onları cezalandıran bir sistemin kurbanlarına... Beni duyabilenlere söylüyorum: Umutsuzluğa kapılmayın!.. Bugün üzerimize çöken bela, tepemizde dolaşan bu kara bulutlar, vahşi bir hırsın, açgözlülüğün ve insanlığın gelişmesinden korkan adamların öfkesinden başka bir şey değil. Ama bu öfke ve nefret de geçecek, diktatörler -bir gün- ölecek, halkların ellerinden aldıkları güç, yeniden halklara dönecek. İnsanlar özgürlük için ölümüne mücadele ettikleri sürece, özgürlük asla yok olmayacak... İnsanlar! Sizleri aldatan, hor gören, köleleştiren; ne yapacağınızı, nasıl düşüneceğinizi, ne hissedeceğinizi ve nasıl ölmeniz gerektiğini söyleyen bu zalimlere boyun eğmeyin. Sizleri hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp, canlı kalkan olarak kullanmak isteyen; size istediğini yaptırabileceğini düşünen bu adamlara boyun eğmeyin... Kalpleri ve kafaları makineleşmiş bu adamlara asla boyun eğmeyin!.. Sizler birer makine değilsiniz. Sizler insansınız! Kalbinizde insanlık sevgisiyle doğdunuz. Nefretle değil. Nefret etmek doğal değildir! Sadece sevilmeyenler ve korkaklar nefret eder. İnsanlar! Kölelik uğruna savaşmayın! Özgürlük için savaşın!.. Tanrı'nın cenneti insanın içindedir. Tek bir insanın ya da bir grup insanın içinde değil; tüm insanlığın, her birinizin! Sizlerin! Bizlerin! Hepimizin! Siz insanlar, güçlüsünüz! Makineleri yaratabilecek güce sahipsiniz. Mutluluk yaratabilecek güç de sizde var'! Siz insanlar, bu hayatı özgür ve güzel kılabilecek, muhteşem bir maceraya dönüştürebilecek güce sahipsiniz. Öyleyse demokrasi adına, gelin bu gücü kullanalım! Gelin birleşelim! Yeni bir dünya için mücadele edelim... İnsanlara bir arada var olma şansı; gençlere özgür ve güzel bir gelecek, yaşlılara sağlık ve güvence verebilecek bir dünya için mücadele edelim. Bu zalimler, bu vaatlerle iktidara geldiler ama bize yalan söylediler! Söylemeye de devam ediyorlar. Sözlerini tutmuyorlar ve tutmayacaklar. Diktatörler kendilerini özgürleştirirken, halkları köleleştiriyorlar! Gelin şimdi biz, o sözleri yerine getirmek için birlikte mücadele edelim! Gelin, dünyayı özgürleştirmek için, bizi ayıran tüm sınırları kaldırmak için, açgözlülüğü, nefreti ve hoşgörüsüzlüğü yok etmek için mücadele edelim! Gelin, sağ duyulu bir dünya için, bilimin ve ilerlemenin insanı mutluluğa götürebileceği bir dünya hayali için, mücadele edelim! İnsanlar! Demokrasi adına birleşelim..." Chaplin, tiradında ‘Askerler!’ diye hitap ediyordu çünkü iki dünya savaşı arasına sıkışmış insanlığı, faşizmin ve militarizmin zulmüne-yıkıcılığına karşı uyarmaya çalışıyordu. Bugün bulunduğumuz noktada ben ‘İnsanlar!’ diye aktarmayı tercih ettim. Ülkemizde -ve aslında tüm dünyada- birbirleri hakkında önyargılarından başka fikirleri olmayan, hayatları kin ve yalan duvarlarıyla bölünmüş, milyonlarca insan yaşıyor. Bizler, bu coğrafyanın halkları, devletin elinde zaman zaman çığırından çıkmış militarizmden de; etnik kimliklerimizin ve dini inançlarımızın iktidar sahiplerinin çıkarlarına alet edilmesinden de; bir insanı diğeri karşısında ezen, değersizleştiren, ötekileştiren ataerkil gelenek ve kültürümüzden de çok çektik... Bu ülkenin ırkçı, faşist, yıkıcı, ayrıştırıcı, ezici, yozlaştırıcı politikalarından yorulduk. Nefes alamaz olduk... Tüm bunları hepimiz yaşadık. Bedelini ödedik. Biliyoruz... Oysa, şu ‘ölümlü’ dünyada tek yapmamız gereken, doğarken seçemediğimiz ama sonradan üstümüze yapışan tüm kimliklerimiz ve aidiyetlerimizin ötesinde akıl sağlığımızı ve yaşama sevincimizi koruyarak insanlığın mirasını sürdürebilmekti. Bugün geldiğimiz -ya da getirildiğimiz- yerde; asker-sivil, üniformalı-üniformasız, siyasetçi, öğretmen, öğrenci, gazeteci, hekim, hakim, mühendis, bilim insanı, işçi, Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Ermeni, Ezidi, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Alevi, Sünni, kadın, erkek, eşcinsel.... ve dahi üstümüze yapışan diğer tüm kimliklerden arınarak en çok ve bir tek ‘insan’ olmaya ihtiyacımız var. Çırılçıplak soyunup, sadece ‘insan’ kalmaya... Ayaklarımıza zorla giydirilen, bizi sakat bırakan, kötürüm eden; el ele, dostça, neşe içinde yürümemize engel olan tüm o postalları, takunyaları -bizi sınıflandırmak için kullandıkları bütün o diğer klişeleri- çıkarıp atmaya, zincirleri, prangaları söküp, kurtulmaya ihtiyacımız var. Bizim el ele, kol kola, çırılçıplak ayaklarla dans etmeyi öğrenmeye ihtiyacımız var. O yüzden ‘Ne takunya, ne postal... Yaşasın çıplak ayaklar!’demenin vakti çoktan geldi. Yarın Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Kendinize, ülkenize, insanlığa, barışa, demokrasiye, çocuklarınızın geleceğine bir ‘şans’ verin. Her kim ki bizi, bu kadim coğrafyanın, bu güzelim insanlarını, el ele, kol kola, çıplak ayaklarla dans etmeye çağırıyorsa ona bir şans verin. Bu güzelim coğrafyada ‘normalleşmeye’ bir şans verin. Bizi kucaklayan doğaya; ağaca, dereye, kuşa, sokaktaki kediye, köpeğe bir şans verin. Hep birlikte bir sabah, bambaşka bir hayata, aydınlık, sıcacık, pırıl pırıl bir umuda uyanma şansımız olsun. Çünkü bugün -farkında olsanız da olmasanız da; sesini duyuyor olsanız da olmasanız da- sahip olduğunuz tek sahici umut, o! Şöyle sesleniyor filmin sonunda Chaplin, sevgilisine: “Hannah beni duyuyor musun? Neredeysen gözlerini aç, başını kaldırıp bak! Bak, Hannah, bulutlar dağılıyor! Güneş çıkıyor! Karanlıktan aydınlığa çıkıyoruz! Yeni bir dünyanın eşiğindeyiz. Dost bir dünyanın! İnsanların nefretten ve gaddarlıktan arındığı, yepyeni bir dünyaya yaklaşıyoruz. Başını kaldırıp bak. Hannah! İnsan ruhu kanatlandı ve uçmaya öğrendi... Gökkuşağına doğru uçuyor, umut ışığına doğru uçuyor. Artık aydınlık yarınlar hepimizin olacak...” Başını kaldırıp bir bak Hannah! Bir bak!.. @SibelYerdeniz
  6. DeepBlue

    Savaş Ay "ı kaybettik

    Usta gazeteci, televizyoncu Savaş Ay"ı kaybettik.. Onu özleyeceğiz.
  7. "Ne yapsın kadın, korkmuş, adeta hipnoz olmuş" demeyin. O kadar masum değil! Bu ülkedeki linç histerisinin en mikro çekirdeği işte böyle çalışıyor. Haber: SIRRI SÜREYYA ÖNDER / Arşivi Yaşadığı dönemde ‘Dolandırıcıların Şahı’ diye anılan bir mahpus arkadaşım vardı. Rivayet olunur ki Selçuk Parsadan’ın da ustasıymış. Yıllarca yapıp her seferinde de başarılı olduğu dolandırma yöntemi dergi çıkarmaktı. Dergilerinin şaşmaz iki adı vardı. Birincisi ‘Vergi Müfettişleri’ diye başlardı, ikincisi de ‘Emniyet Mensupları’. Bu isimlerle başlar ve ‘dayanışma, denetleme vb.’ uzantılarla devam ederdi. ‘Ordu Mensupları’ diye başlayan dergi isimleri de varmış ama onları yalnızca darbe ve sıkıyönetim dönemlerinde tedavüle sürermiş. “Hiç kimse farkına varmaz mı?” diye sorduğumda, “Bu memleketin alayı ya vergi kaçırır ya da polisin hoşuna gitmeyecek bir fiili mutlaka işler” diye cevaplamıştı. Uzun uzun ceza yasası kapsamına girmeden bu ülkede yaşamanın güçlüğünü ve gerçek bir vergilendirmede hiçbir esnafın ayakta kalamayacağını izah ederdi. Dolandırıldığını anlayanlar bile ‘keriz’ yaftası yememek için şikâyetçi olmazlarmış. Bu yöntemler halen kullanılıyor mu bilmiyorum ama daha güncel ‘zaaf’lar keşfedilmiş gözüküyor. Prof. Dr. Canan Karatay’ın dolandırılması vakasında bir türlü sorulamayan sorular var. Bu ‘sorulamama’ hali aslında bir ‘söyleyememe’ temkinliliğinden kaynaklanıyor. Gelin sorulamayan sorulardan bir tanesini sorarak başlayalım. Muhterem hocamız acaba ‘devletle birlikte operasyon yapma’ fikrine niçin bu kadar arzulu? Üstelik bu ‘operasyon’u yaparken ne kadar heyecanlı olduğunu ve herkeslerden nasıl sakladığını da hünermiş gibi bir mazeret tonuyla aktarıyor. Medeni ve demokratik bir ülkede mesela polis ya da savcı bir diyet uzmanından uzmanlığı dışında bir yardım istese ne cevap alır sizce? “Terör örgütü hesabımı ele geçirmişse bunu yakalamak benim işim mi kardeşim!” diye sormaz mı? Ya da “Eh madem gerçeği de biliyorsunuz, o halde parama ve diğer kişilik haklarıma sahip çıkın” diye söylemez mi? “Ne yapsın kadın , korkmuş, adeta hipnoz olmuş” demeyin. O kadar masum değil! Bu ülkedeki linç histerisinin en mikro çekirdeği işte böyle çalışıyor. İçinde ‘Kürt’ lafı bir kere geçmeyegörsün, birçok ‘makul insan’ın taşı cebinde. İçinde ‘Ermeni’ geçtiğinde silahı elinde. İçinde ‘Alevi’ geçtiğinde de küfrü dilindedir. Son 30 yılda artarak devam eden hukuksuzluk da işin görülemeyen ve sorulmayan bir başka boyutuna işaret etmekte. Hatırlarsanız sivil polis görünümlü birkaç kişi bir gazinoyu basarak orada çalışan bir kadını saçlarından sürüklemiş ve götürmüştü de bir tek kişi bile “Kimsiniz?” diye sormamıştı. Bunda polisin baskınlardaki hoyrat tutumunun etkisi ne kadardır sizce? “Hiç yoktur kardeşim!” diyecek olan var mı mesela aranızda? KCK davalarında BDP ’lilerle bir telefon konuşmasına takıldığı için ya da onlarla bir ‘ortam’da bulunduğu için yargılananların sayısı hakkında bir fikriniz var mı? Neredeyse yarıdan fazlası desem acaba abartmış olur muyum? Sorulamayanı sorduk, söylenmeyeni de söyleyelim artık. Yıllardır uygulanan ‘Düşman Hukuku’ herkesin kendini bir gün sürmekte olan politik davalardan birinde bulma tehlikesini toplumun bütün hücrelerine yaymış durumda. Selam verdiğiniz bir eski dost, muayene ettiğiniz bir hasta, ders verdiğiniz bir öğrenci ve daha birçok beşeri münasebetten dolayı suçlanma ihtimaliniz artık olağan bir hale gelmiştir. En ironik, bir o kadar da trajik olanı eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’de tecelli etti. Bakan olduğu günlerde, suçu olmayanların telefonlarının dinlenmesinden rahatsız olmaması gerektiğini söylerken yüzünde manalı ve alaycı bir gülümseme vardı. Geçenlerde okudum, her nereye giderse izlendiğinden yakınıyordu. “Beter ol” dememek için derviş olmak lazım ama ben henüz o mertebede değilim sanırım. Polis de şakınlık içinde! Haklarını yemeyelim. Bu hususta oldukça önleyici tedbirler alıyorlar. Mesela bir yüksek bürokrat emeklisini son anda bankadan havale yaparken durdurup “Sakın ha para göndermeyin, sizi dolandırıyorlar!” dediğinde bürokratın onları dinlemeyip havale yapma çabası da video sitelerine düşmüştü. Dolandırıcılar yüksek bürokrata, “Biz polisiz” diyerek engel olmaya çalışanlara kanmamasını söylemişler. E peki dolandırıcının bu kendinden eminliği sosyolojik bir gerçekliğe dayanmıyorsa bir nedir? Ben cevaplayayım da sizin başınız derde girmesin; polisin önleyiciliği ve tuzağa düşürücülüğü arasındaki ters istatistiktir. “Polis kurumu ne zaman demokratik olur?”un cevabı yalnızca demokrasi mücadelesini değil, dilbilim alanını da ilgilendiriyor. Başka dillerde var mıdır bilmem ama bizde karakola gidilmez, karakola düşülür. Başka nerelere ‘düşüldüğü’nü sizlerin ferasetine bırakıyorum. Hadi ben de sorumlu bir vekil olarak polisimize yardımcı olayım. Dolandırıcılar, “Bu memleketin denizi biter, kerizi bitmez!” derken hem bu istatistiğe hem de karakolların ‘dil’deki, dolayısıyla zihinlerdeki karşılığına güveniyorlar, bu kesin. Bütün bu olanları izlerken, itiraf edeyim, yüzüme İdris Naim’in zamanındaki alaycı gülümsemesi geliyor. Başkalarının üzüntülerinden sevinç çıkarmış olmaktan utanıyorum doğrusu ama kendime hâkim olamıyorum. “Niye gülüyorsun ki, ayıp değil mi?” diyebilirsiniz. Cevabım bu dolandırıcı yurttaşların ağırlıklı kısmının nüfusta kayıtlı olduğu yerle ilgili. Orada hem lahmacunu hem de kadayıfı ekmeğe sarıp yerler, bu birincisi. Orada KCK operasyonlarından nasibini almamış pek az insan vardır, bu da sonuncusu. Sevgili yurttaşlar, muhterem hocamız bu olanlardan ben yandım siz yanmayın diyerek ders çıkarmamızı istiyor. Sizden önce olanlardan siz ne ders çıkardınız ki başkalarından bunu bekliyorsunuz sorusunu es geçip çıkardığımız dersleri sıralayalım. Bir: İçinde PKK , Kürt, örgüt vb. kavramlar geçen her konuşmanın ardından devletimize uyup ‘operasyon’ histerisine düşmemeliyiz. İki: Polis de insandır, bazen yasal görevlerini yerine getirebilir, şaşırmamalıyız. Üç: Ekmek yemek o kadar da sakınılacak bir şey değildir.
  8. DeepBlue

    GÜNAYDIN

    Herkese günaydınlar
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.