Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

okaner

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    25
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Profil Bilgileri

  • Cinsiyet
    Erkek
  • Yer
    Kütahya
  • İlgi Alanları
    Çizgi Roman, Bilgisayar Programlama, çocuk kitapları, matematik, bilim

okaner - Başarıları

Yazar

Yazar (5/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

1

İçerik İtibarınız

  1. Kübra'nın Günlüğü İçimdeki İyilik Kitabı yazarı Mehmet serdar ATEŞ ile Çocuk Edebiyatı üzerine yapılan röportaj Keşmekeş TV
  2. Azmet Başar KAVCİN'den dört adet teknik kitap. Orman Mühendisi Başar KAVCİN mesleği ile ilgili alanında ilk olarak gösterilen teknik içerikli kitaplar yazdı. Kitaplar: 1) İş Sağlığı ve Güvenliği Uygulama Klavuzu 2) Orman Yangınları 3) Yangın Kriminolojisi 4) Orman Yangınlarında Olay Yeri İnceleme ve Kriminal Yaklaşım Keşmekeş TV ropörtajı
  3. Mekân Aynı Ziyaretçiler Farklı Mehmet Serdar Ateş 04 Eylül 2012 Bugün Ağabeyim Mustafa, Anne ve babama “Bugün çok mutluyum. Öğretmenimiz bir ödev vermişti. Gözleme dayalı bir araştırma yapmamızı istemişti. Dün ödevimi yaptım. Ödev yaptığım konuyu duyunca çok şaşıracaksınız.” dedi. Annem “Merak ettim doğrusu. Hangi konuda gözlem ve araştırma yaptın?” Mustafa, “Evimizin hemen önündeki çocuk parkını 24 saat gözlemledim. Gördüklerimi yazdım. Okumamı ister misiniz?” Hepimiz çok meraklandık. Ağabeyim elindeki dosyadan iki adet kâğıt çıkardı ve okumaya başladı. Gözlem yapılan yer: Yaklaşık 1000 metrekare alana sahip çocuk parkı Metod: Parkı 24 saat izleyen bir kamera koydum. Her iki saatte bir parka gelen giden ve parkta yaşananları yazıya aktardım. Saat: 12.00 Öğlen sıcağı parka hakim. Parkta kimseler yok. Oyun aletleri ve banklar boş. Saat 14.00 Çocuk parkına liseli gençler geldi. Bir süre banklarda oturdular. Gazoz içtiler ve sonra gittiler. Saat 16.00 Çocuk parkına kadınlardan oluşan bir kalabalık geldi. Banklarda oturdular. Çekirdek çitlediler. Uzun uzun muhabbet ettiler. Daha sonra gittiler. Saat 18.00 Güneş ışıkları artık parkı çok ısıtmıyor. Hava serinledi. Çocuklar parka gelmeye başladılar. Küçük çocukları anne ya da babaları oyun parkına getirmeye başladılar. Park dolmaya başladı. Saat 20.00 Oyun parkı tıklım tıklım dolu. Çocukların bir kısmı kaykayla kayıyor, bir kısmı salıncaklara biniyor, bir kısmı demir merdivenlere asılıyor. Bazıları ise evlerinden getirdikleri plastik kamyonların kasalarına kum doldurup farklı alanlara taşıyor, bazıları ise kumdan kaleler yapıyor. Park gerçek sahiplerini ağırlıyor. Aileler çocuklarının oynamasını banklarda oturup izliyor. Bu güzel manzara hava kararana kadar devam etti. Havanın kararması ile park bir anda boşaldı. Saat 22.00 Parkta çocuk kalmadı. Bazı gençler ve aileler kısa süreli parka girip banklarda oturuyorlar ve daha sonra gidiyorlar. Saat 24.00 Park sessiz ve ziyaretçisi yok. Bir sokak köpeği parka girdi. Yiyecek bir şeyler aradı. Köpeğin habitat alanı olan parkta bir müddet çöpleri karıştırdı sonra gitti.(Habitat:canlıların yaşam alanı/adresi anlamına gelir.) Saat 02.00 Artık sokaklar sessiz. Parkta insan yok. Üç adet kedi parka geldi. Ağaçlara tırmanmaya başladılar. O kadar hızlı tırmanıyorlardı ki tırnaklarının çıkardığı ses çok ilginçti. Kediler bir süre parkta oynadıktan sonra parktan ayrıldılar. Saat 04.00 Parkta ziyaretçi yok. Saat 06.00 Hava aydınlanmaya başladı. Parkın bulunduğu alanda kulakları tırmalayan bir ses var. Evlerin çatılarından, ağaçlardan onlarca, belki de yüzlerce kuş parka inmeye başladı. Karga, güvercin, guguk kuşu ve serçeler havanın aydınlanması ile yer yüzünde rızıklarını toplamaya başladılar. İnsanların henüz sokağa inmemesi kuşların rahat yiyecek aramasına yardım ediyor. Saat 08.00 Bir görevli el arabası, kürek ve süpürge ile parka geldi. Çocukların dağıttığı kumları düzeltti. Bisiklet yolunu temizledi. Ağaçların ve çiçeklerin bakımını yaptı. Bu sırada işe ve okula giden insanlar parkın yanından geçiyorlardı. Park boştu. Saat 10.00 Ara ara parkın bankları ziyaretçileri ağırlıyor. Sonuç: Bir gün süren gözlemimde 1000 metrekarelik küçük bir alanın ne kadar farklı ve çok ziyaretçisi olduğunu gözlemledim. Yaşamın var olduğundan bugüne ve bugünden sonra şuan bizim kullandığımız mekânların birçok sahiplerinin olduğunu ve olacağını düşünmemi sağlayan bu gözlem sayesinde hayata dair çok şey öğrendim.” Ağabeyimin araştırması benim beynimde de çok farklı düşüncelere sebep olmuştu. Şuan bizim tarafımızdan kullanılan bu ev, bahçe, yol ve bu şehir şimdiye kadar birçok insan tarafından kullanılmıştı. Bizim dediğimiz bu mekânlar yarın başkalarının olacaktı. Beynimde fırtınalar estiren bu araştırmayı ben de günlüğüme taşıdım.
  4. Bizim Köydeki Yardımlaşma Okullar kapanınca kardeşimle beraber Âlim Dedemi ziyarete gittik. Bizi görünce çok sevindi. Karnemizin iyi olduğunu söyledim. Çalışkanlığımızı takdir etti. Hasat zamanıydı. Buğday biçmişlerdi. Arpaları ise daha önce biçmişler. Biz onları harman yerinde çalışırken gördük. Onlar harman yeri dedikleri bütün ekinleri topladılar. Biz de yardım ettik. Harman yerinde çuvalların bir kısmı ayrı bir yere koyulup üzeri kapatıldı. Dedem “Bunlar ölçüldü ayrıldı, ona göre…” dedi. Sebebini sorduğumuzda, her şeyi toprakta bizim için bitiren Allah için bunları hayır olarak dağıtacağını söyledi. Bu buğdaylar Kuran-ı Kerim’le meşgul olanlara ve hayır sahiplerine verilecekmiş. “Bereket olur” dedi dedem. Dedem gölgede çalışıyordu ve terlemişti. Ağacın altına oturup bizi de yanına çağırdı. Ayrılan buğdaylarla alakalı bize şu hikâyeyi anlattı: “Zamanında şirin bir köyde çok zengin biri varmış. Malı mülkü çok olan bu adam cimriliği ile meşhurmuş. Bulunduğu yörenin en büyük toprak sahibiymiş. Evlerinin, hanlarının, hamamlarının sayısı belli değilmiş. Aylık kazancını saymakla bitiremez, ambarları mahsulle dolar taşar, ucundan kıyısından hiç kimseye bir zerre miktarı da vermezmiş. Hiç kimseye bir şey vermediği gibi bir de utanmaz sıkılmaz kimde ne varsa almaya çalışırmış. Hiç dost edinmez, evine misafir kabul etmezmiş. Zira eş, dost misafir edinirsem onlar benden yemeye, istifade etmeye çalışırlar, diye yakınına yaklaştırmazmış. Hatta selam vermeyi bile kıskanır, kendisine selam vereni de dostluk oluşmasın, diye azarlarmış. Gel zaman git zaman, herkes gibi o da yaşlanmış. Hastalanmış… Çok para gider diye doktora da gitmiyormuş. Hastalığı çok ilerleyince, bakmış olacak gibi değil, en azından ucuzundan tedavi olayım diye Sıhhiyeci Osman Efendi’yi iğne yapsın diye çağırmış. Cimri Adam: “Osman Efendi, çok hastayım. Hastalığıma iyi gelecek, bana sıhhat verecek bir iğne yap. Ancak fazla masraflı olmasın.” Osman Efendi adamın cimrilik hastalığını bildiğinden şu cevabı ilaç niyetine vermiş: “Bu sana Yaradan Rabbimizden bir mesaj, anlamıyor musun? Ölüm kapına yaklaşmış hatta ölüm meleği gelmiş kapı tokmağını çalıyor. Bu kadar malı mülkü nereye götüreceksin? Bu malın öbür dünyada bir de hesabı var. Sen hiç âlim, bilge insanlardan nasihat almadın mı?” Cimri adam; “Nasıl yani zengin olmak suç mu?” Osman Efendi; “Zengin olmak tabii ki suç değil. Ancak helalinden kazanmamak ve helalinden vermemek suç. Zekattan bahsederken Cenab-ı Hak, ‘Fakirlerin hakkını verin’ diye emrediyor. Sen hiç hayatında zekât verdin mi?” Cimri Adam; “Ben bu dünyada zenginsem, ölünce de zengin olurum. Haydi, sen iğneni yap ve hemen git!” diye celallenmiş. Sıhhiyeci Osman Efendi gittikten sonra; “Ne yani, ben ömrüm boyunca çalıştım, yemedim, içmedim, zengin oldum. Öbür dünyada da bu kazandıklarımla fakirlerden üstün tutulmam gerekir.” diye geceyi düşünerek geçirmiş. Sabah uyandığında beldenin fakirlerinden İhsan Bey’in vefat ettiğini öğrenmiş. İhsan Bey’in hayrına akşam yemek verilecekmiş. Akşam herkesten önce yemek verilen yere gelmiş. Ancak gördüğü manzara karşısında çok şaşırmış. İnsanlar İhsan Bey’in evinin önünde ellerinde yemekler kuyruğa geçmişler. İhsan Amca’nın hayrına dağıtılsın diye evlerinde pişen yemeklerden getirmişler. Cimri adam; “Bu adamın ne özelliği var da siz bu fakir adama bu kadar değer veriyorsunuz?” demiş. Kalabalıktan birisi; “Yanılıyorsun! O fakir değildi. O bizim gördüğümüz en zengin insandı.” Cimri adam; “Ne demek zengindi? Hani nerde malı mülkü?” Diğer adam, “O cömert bir insandı. Onun gönlü zengindi. Elindeki ekmeğin diğer yarısını muhtaç insanlarla paylaşırdı. Biri aç açıkta ise evindekini getirir, o insana verirdi. Gerçek zenginlik gönülle olur, vermekle olur, paylaşmakla olur.” Cimri adam çok kızmış; lakin kızdığını belli etmemiş. O gün bedava dağıtılan yemekten bile yememiş. Eve gitmiş ve sinirli bir şekilde, “Ben daha üstünüm. Çünkü zenginim. Malım, mülküm var.” diye evin içinde bir oraya bir buraya gezinmeye başlamış. O gece rüyasında kendisini görmüş. İnsanlara dünyadaki durumlarına göre muamele ediyorlarmış. Bir gün önce ölen İhsan Bey önünden geçiyormuş. Melekler ona çok itibar göstermekte, kendisine ise kimse itibar göstermemekteymiş. İhsan Bey’e sormuş. “Sen ne yaptın da bu itibara layık oldun. Sen benden nasıl üstün olursun?” demiş. İhsan Bey, “Sen ‘hep bana, hep bana’ dedin ve hiç vermedin. Ben ise sadece Allah’ın verdiği malı Allah için ihtiyaç sahiplerine dağıttım. ‘Veren el, alan elden üstündür’ sözünü hiç duymadın mı sen?” demiş. O gece uykudan kan ter içinde uyanan cimri adam, bu rüyadan etkilenip, malından hayli miktarı ihtiyaç sahiplerine dağıtmış, tövbe etmiş. Dünyadan fakir olarak gidip, zengin olarak karşılananlar arasına karışmış.” Âlim Dedem, bu hikâyeyi anlattıktan sonra güzel bir söz söyledi. Cömert olan insanları anlatıyordu. O sözü iyice ezberledim. Cömert insanları ağaca benzetiyordu: “İnsanlar ağaçlardan ders almalıdır. Ağaçlar, ne üzerinde barınan kuşların ne gölgesinde yatan insanların ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar!”
  5. En Güzel Miras Mehmet Serdar Ateş 02 Ağustos 2012 Hafta sonu köydeydim. Akrabalarımızla beraber çok güzel günler geçiriyorduk. Sabahın erken saatinde kalkıp insanlar tarlalarına, bahçelerine gidiyorlardı. Günün geç saatlerinde ise yorgun bir şekilde evlerine dönüyorlardı. Akranlarımızla beraber akşamları oyun oynuyorduk. En çok oynadığımız oyun ise saklambaç. Üzüm bağlarının içerisine saklanıyor, ay ışığında birbirimizi bulmaya çalışıyorduk. Babam da bizi seyrediyordu. Mola verdik. Babamın yanına geldik. Babam: “Çocuklar, bu oyunlar insanı bilgisayar oyunlarından daha çok geliştirir, arkadaşlık duygularını sağlamlaştırır.” dedi. Ben bayağı yorulmuştum. Arkadaşlarım da yorgun görünüyordu. Babam “Dedenizin gizli bir hazine odası var. Bu odayı sizin için yapmış. Oradaki hazineyi torunları için biriktiriyormuş. Gidip görelim mi?’’ dedi. Biz de merak etmeye başladık. Doğruca Âlim Dede’nin yanına vardık.“Bizim için hazine biriktiriyormuşsun. Babam söyledi, çok merak ettik. Hazineyi bize gösterebilir misin?” dedik. Dedem yerinden doğruldu. Bastonuna dayandı. Yavaş yavaş ayağa kalktı. “Zamanı geldi demek ki!” dedi. Elimizden tutarak bizi evin arka tarafındaki gizli odasına götürdü. Odanın kapısını açtı. İçeride hiç bir şey gözükmüyordu. Odanın lambasını yaktığında, odanın hemen ortasında oyma desenli büyük bir sandık gözüme çarptı. Abimle ben doğruca sandığa yöneldik. Dedem ise duvardaki rafları göstererek “İşte çocuklar hazineniz, bakın bakalım?” dedi. Oda kitap kokuyordu. Raflarda cildi eski kitaplar vardı. Bunların hepsi itinayla korunmuş kitaplardı. Sonra babamdan öğrendiğime göre bunlar Siyer-i Nebi, Akaid, Fıkıh gibi kitaplarmış… “Peki dede bu sandıkta ne var?” diye sorduk. Dedem sandığın kapağını açtı. Sandıkta itinayla yerleştirilmiş çok eski el yazması kitaplar vardı. Dedem: “Çocuklar, bu kitaplar bana da dedemden miras kalmıştı. Yıllarca bu kitaplarla kürsülerde vaaz ettim. İnsanlara bu kitaplardan islamiyeti ve Peygamber Efendimiz’i anlattım. Sizin bu kitaplara gerekli kıymeti vereceğinize ve bunları okuyacağınıza, muhafaza edeceğinize eminim. Bu dünyadan dar-ı bekaya göç edince bu hazine sizin olacak. Bu benim en önemli ve en değerli mirasım, hazinenize sahip çıkın.” dedi. Sonra dedem sandıktan üzerinde Siret-i Nebevi yazan bir kitap aldı. “Evlatlarım ilim öğrenmemiz için kitap okumak çok önemlidir. Burada dikkat etmemiz gereken önemli bir husus var. O da ilmi ve dini doğru kaynaklardan öğrenmektir. Mademki hazinenin kapısını açtık, biraz okuyalım ki kitaplar bize küsmesin, onları sevindirelim, onlardan istifade etmiş olalım.” Dedem odadaki yerine geçmişti. Sohbet dinlemek için köyün diğer çocukları da gelmişti. Dedem: “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ümmetine ve siz çocuklara karşı çok büyük merhamet sahibiydi. Çocukları çok severdi. Bazen sokakta oynayan çocukları görür onlarla sohbet eder, saçlarını okşardı. O yüce insan çocuklara büyükler gibi değer verirdi. Peygamberimiz (s.a.v) için çocuklar, cennetten yeryüzüne inen birer rahmet damlalarıydı. Onlara selam verir, hal ve hatırlarını sorardı. Enes (r.a.)’ın anlattıklarına göre “Rasulullah (s.a.v.) oynamakta olan çocukların yanlarına geldi, onlara selam verdi.” Peygamber Efendimiz oğlu İbrahim’i süt annesinde iken sürekli ziyaret ederdi. Çocuklarla oyun oynar, “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın.” buyururlardı. Peyfamber Efendimiz namaz kılarken torunları Hazreti Hasan ve Hüseyin sırtına çıkar, onlar sırtından inene kadar namazını uzatırdı. Ebu Hureyre’nin rivayetine göre Peygamberimiz, Hazreti Hasan’ı öptü. Akra bin Habis bu sırada Peygamberimiz’in yanında oturuyordu. Rasulullah’ın torunu Hasan’ı öptüğünü görünce, Akra şöyle dedi: “Benim on çocuğum var, ben onlardan hiçbirini öpmedim.” Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) ona bakarak şöyle buyurdular. “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.” Çocuklar arasında adaleti gözetir, ayrım yapmazdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sadece kendi çocuklarını, torunlarını değil, diğer çocukları da sever, onlarla ilgilenirdi. Çocuklar, gördüğünüz gibi âlemlere rahmet olarak Allahü Teala tarafından gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.) bizim en büyük önderimiz ve model almamız gereken rehberimizdir. “İçinde bulunduğumuz mübarek günlerin hatırına Rabbimiz, Peygamber Efendimizi (s.a.v.) layıkıyla anlamayı ve yolundan gitmeyi bize nasip etsin.” diye sonunda dua etti, hepimiz birden “Amin!” dedik. Dedem sohbeti bitirdi. Elindeki kitabı aldım ve hazine odasında yerine koydum. Odadan çıkmadan önce kitaplara hayranlıkla uzun uzun baktım. En değerli ve güzel mirasın sahibi olmuştuk.
  6. Bizim Köydeki Yardımlaşma Mehmet Serdar Ateş 11 Temmuz 2012 Okullar kapanınca kardeşimle beraber Âlim Dedemi ziyarete gittik. Bizi görünce çok sevindi. Karnemizin iyi olduğunu söyledim. Çalışkanlığımızı takdir etti. Hasat zamanıydı. Buğday biçmişlerdi. Arpaları ise daha önce biçmişler. Biz onları harman yerinde çalışırken gördük. Onlar harman yeri dedikleri bütün ekinleri topladılar. Biz de yardım ettik. Harman yerinde çuvalların bir kısmı ayrı bir yere koyulup üzeri kapatıldı. Dedem “Bunlar ölçüldü ayrıldı, ona göre…” dedi. Sebebini sorduğumuzda, her şeyi toprakta bizim için bitiren Allah için bunları hayır olarak dağıtacağını söyledi. Bu buğdaylar Kuran-ı Kerim’le meşgul olanlara ve hayır sahiplerine verilecekmiş. “Bereket olur” dedi dedem. Dedem gölgede çalışıyordu ve terlemişti. Ağacın altına oturup bizi de yanına çağırdı. Ayrılan buğdaylarla alakalı bize şu hikâyeyi anlattı: “Zamanında şirin bir köyde çok zengin biri varmış. Malı mülkü çok olan bu adam cimriliği ile meşhurmuş. Bulunduğu yörenin en büyük toprak sahibiymiş. Evlerinin, hanlarının, hamamlarının sayısı belli değilmiş. Aylık kazancını saymakla bitiremez, ambarları mahsulle dolar taşar, ucundan kıyısından hiç kimseye bir zerre miktarı da vermezmiş. Hiç kimseye bir şey vermediği gibi bir de utanmaz sıkılmaz kimde ne varsa almaya çalışırmış. Hiç dost edinmez, evine misafir kabul etmezmiş. Zira eş, dost misafir edinirsem onlar benden yemeye, istifade etmeye çalışırlar, diye yakınına yaklaştırmazmış. Hatta selam vermeyi bile kıskanır, kendisine selam vereni de dostluk oluşmasın, diye azarlarmış. Gel zaman git zaman, herkes gibi o da yaşlanmış. Hastalanmış… Çok para gider diye doktora da gitmiyormuş. Hastalığı çok ilerleyince, bakmış olacak gibi değil, en azından ucuzundan tedavi olayım diye Sıhhiyeci Osman Efendi’yi iğne yapsın diye çağırmış. Cimri Adam: “Osman Efendi, çok hastayım. Hastalığıma iyi gelecek, bana sıhhat verecek bir iğne yap. Ancak fazla masraflı olmasın.” Osman Efendi adamın cimrilik hastalığını bildiğinden şu cevabı ilaç niyetine vermiş: “Bu sana Yaradan Rabbimizden bir mesaj, anlamıyor musun? Ölüm kapına yaklaşmış hatta ölüm meleği gelmiş kapı tokmağını çalıyor. Bu kadar malı mülkü nereye götüreceksin? Bu malın öbür dünyada bir de hesabı var. Sen hiç âlim, bilge insanlardan nasihat almadın mı?” Cimri adam; “Nasıl yani zengin olmak suç mu?” Osman Efendi; “Zengin olmak tabii ki suç değil. Ancak helalinden kazanmamak ve helalinden vermemek suç. Zekattan bahsederken Cenab-ı Hak, ‘Fakirlerin hakkını verin’ diye emrediyor. Sen hiç hayatında zekât verdin mi?” Cimri Adam; “Ben bu dünyada zenginsem, ölünce de zengin olurum. Haydi, sen iğneni yap ve hemen git!” diye celallenmiş. Sıhhiyeci Osman Efendi gittikten sonra; “Ne yani, ben ömrüm boyunca çalıştım, yemedim, içmedim, zengin oldum. Öbür dünyada da bu kazandıklarımla fakirlerden üstün tutulmam gerekir.” diye geceyi düşünerek geçirmiş. Sabah uyandığında beldenin fakirlerinden İhsan Bey’in vefat ettiğini öğrenmiş. İhsan Bey’in hayrına akşam yemek verilecekmiş. Akşam herkesten önce yemek verilen yere gelmiş. Ancak gördüğü manzara karşısında çok şaşırmış. İnsanlar İhsan Bey’in evinin önünde ellerinde yemekler kuyruğa geçmişler. İhsan Amca’nın hayrına dağıtılsın diye evlerinde pişen yemeklerden getirmişler. Cimri adam; “Bu adamın ne özelliği var da siz bu fakir adama bu kadar değer veriyorsunuz?” demiş. Kalabalıktan birisi; “Yanılıyorsun! O fakir değildi. O bizim gördüğümüz en zengin insandı.” Cimri adam; “Ne demek zengindi? Hani nerde malı mülkü?” Diğer adam, “O cömert bir insandı. Onun gönlü zengindi. Elindeki ekmeğin diğer yarısını muhtaç insanlarla paylaşırdı. Biri aç açıkta ise evindekini getirir, o insana verirdi. Gerçek zenginlik gönülle olur, vermekle olur, paylaşmakla olur.” Cimri adam çok kızmış; lakin kızdığını belli etmemiş. O gün bedava dağıtılan yemekten bile yememiş. Eve gitmiş ve sinirli bir şekilde, “Ben daha üstünüm. Çünkü zenginim. Malım, mülküm var.” diye evin içinde bir oraya bir buraya gezinmeye başlamış. O gece rüyasında kendisini görmüş. İnsanlara dünyadaki durumlarına göre muamele ediyorlarmış. Bir gün önce ölen İhsan Bey önünden geçiyormuş. Melekler ona çok itibar göstermekte, kendisine ise kimse itibar göstermemekteymiş. İhsan Bey’e sormuş. “Sen ne yaptın da bu itibara layık oldun. Sen benden nasıl üstün olursun?” demiş. İhsan Bey, “Sen ‘hep bana, hep bana’ dedin ve hiç vermedin. Ben ise sadece Allah’ın verdiği malı Allah için ihtiyaç sahiplerine dağıttım. ‘Veren el, alan elden üstündür’ sözünü hiç duymadın mı sen?” demiş. O gece uykudan kan ter içinde uyanan cimri adam, bu rüyadan etkilenip, malından hayli miktarı ihtiyaç sahiplerine dağıtmış, tövbe etmiş. Dünyadan fakir olarak gidip, zengin olarak karşılananlar arasına karışmış.” Âlim Dedem, bu hikâyeyi anlattıktan sonra güzel bir söz söyledi. Cömert olan insanları anlatıyordu. O sözü iyice ezberledim. Cömert insanları ağaca benzetiyordu: “İnsanlar ağaçlardan ders almalıdır. Ağaçlar, ne üzerinde barınan kuşların ne gölgesinde yatan insanların ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar!”
  7. Kübranın Günlüğünden: Büyük Ninemin Oyuncakları Bugün annem ile beraber anneannemin annesini, yani büyük ninemi ziyarete gittik. Büyük ninem köyde yaşıyor. Çocukluğunu yaşadığı ve hatıralarının olduğu topraklardan ayrılmak istemiyor. Kendisi 90 yaşında, nur yüzlü, ağzı dualı, ibadet sevdalısı, vücudu yaşlı ama kalbi Allah sevgisi ile dopdolu, ibadet genci bir insan. Kapıdan girer girmez elini öptüm. Tebessüm ederek: “Kızım gelmiş,” dedi. Tebessümle yüzüme baktı. Dua etti. “Seni görünce aklıma çocukluk yıllarım geldi.” dedi. Ben de kendisine: “Nine sizin zamanınızda çocukların nasıl oyuncakları vardı?” diye sordum. Büyük ninemin çocukluğu 1918’li yıllarda geçmişti. Osmanlı’nın son yılları yani. Bu yıllara ait hatıralarını anlatmaya başladı. “O zamanlar ülke büyük bir savaştan çıkmış ve Osmanlı Devleti yıkılmıştı. Yoksulluk hâkimdi. Kimsenin hazır oyuncak alacak imkânı yoktu. Oyuncaklarımızı kendimiz yapıyorduk.” dedi. Şaşırmıştım. “Kendi başına oyuncak nasıl yapılabilir ki?” diye sordum hayretle. Ninem gülümseyerek anlattı: “Annem bez bebek yapmıştı, babam da ağaçtan beşik. Ağacın oymaları çok güzeldi. Ben ise çeşit çeşit, parça kumaşlardan elbiseler, yastıklar yapmıştım. Ne güzel günlerdi o günler.” Özlemle iç geçirdi. Ben: “Peki, erkek çocuklar ne ile oynuyordu?” dedim. Ninem, “Onlar tahtadan kılıçlar, silahlar, atlar yapıyorlardı. Dedelerimizden duydukları gibi, Fatih Sultan Mehmet olup İstanbul’u fethediyorlar, sonra Çanakkale’den İngilizleri kovuyorlar ve en son da Yunanlılarla amansız bir harbe tutuşuyorlardı. Bu oyunlar gece yarılarına kadar devam edip gidiyordu.” dedi. Çok duygulanmıştım. Ninemle vedalaştıktan sonra, büyük babamı aradım. Çünkü büyük ninemin çocukluğundaki oyuncak hikâyeleri beni etkilemişti. Ona da aynı soruyu sordum. Büyükbabam çocukluğunu 1930’lu yıllarda yaşamıştı. Onun da hayatında hiç hazır oyuncağı olmamıştı. Tellerden araba yaptığını, at yaptığını, killi toprağı çamur haline getirip, çamurdan kaleler, eşyalar yaptığını ve bunlarla oynadığını anlattı. Babaanneme de aynı soruyu sordum. 1940’larda onun da kendi yaptığı bebekleri varmış, kirmen eğirme (elde yün eğirme) yarışı yaptıklarından bahsetti. Anlatırken o kadar mutluydu ki… “Her zaman ben birinci olurdum. Köyde kimse beni kirmen eğirme yarışında geçemezdi.” dedi. Aynı soruyu sorduğum anneannem, 1950’lerde kemiklerden oyuncak yaptıklarından bahsetti. Çok şaşırdım. İnce toprağı koni gibi yapıp, su döküp, kap kaçak yaptıklarını, köyde yaşıtlarıyla çok güzel oyunlar oynadıklarını anlattı. Ve babama sordum. “Baba, çocukluğunda sen hangi oyuncaklarla oynardın?” dedim. Babam: “1970’lerde benim kullanılmış ilaç şişelerinden ordularım vardı. En küçük ilaç şişesi kahramanımdı. O başı dara düşenlere yardıma koşar, kötülerden onları kurtarırdı. Bir gün kahramanım olan şişe aldığı darbelerden dolayı kırıldı. Çok üzülmüştüm. Sonra o şişeye benzeyen yeni bir kahraman buldum ve oynamaya devam ettim. Ayrıca gazoz kapakları ile oynardım. Birkaç tane plastikten arabam oldu.” dedi. 1980’lerin başında çocukluk dönemini yaşamış anneme de aynı soruyu sordum. Annem: “Biz yüzük saklama oyunu oynardık. Benim yeşil bir bez torbam vardı. İçi yarım ceviz kabuğu doluydu. Ceviz kabuklarından bir tanesinin içine yüzük saklardık. Çok güzeldi bu oyun.” dedi. Annemin hazır oyuncakları da olmuş. Dedesi ona Hac dönüşü çok güzel kurmalı bir araba getirmiş, annem yıllarca onu sandığında saklamış ve ağabeyim doğunca ona vermiş. Abim de bir güzel kırmış. Annem ve arkadaşları mahallede geç saatlere kadar yakan top oynarlarmış. Ve ağabeyimle ben, yani 2000’li yılların çocukları… İkimizin de ayrı ayrı odası oldu. Odalarımız bizim zevklerimize göre döşendi. Her yer oyuncak dolu. Uzaktan kumandalı arabalar, helikopterler, ağlayan, gülen, şarkı söyleyen bebekler… Ne ararsan var. Biz hiç kendi oyuncağımızı yapmadık, her zaman hazır aldık. Buraya kadar çocukluğunu konuştuğum herkesin ortak bir yönü vardı: Herkes çocukluğunu anlatırken çok mutlu oluyor ve o günlere büyük bir özlem duyuyordu. İmkânsızlıklar içinde mutlu bir çocukluk dönemi yaşamışlardı. Ağabeyim ve ben, onların yaşına gelince, çocukluk hatıralarımızı onlar gibi kâh gözlerimiz duygulu, kâh sevinçle parıltılı anlatabilecek miyiz acaba, doğrusu çok merak ediyorum. Kaynak:-http://insanvehayat.com/buyuk-ninemin-oyuncaklari/-
  8. Kübra'nın Günlüğünden: Hayatı Görmek İnsan ve Hayat Dergisi Aralık 2011 sayı:22 Mahallemizde, bizim evin yaklaşık 50 metre ilerisinde, bir ağacın üst dallarına yuva yapmış, bir de yavruları olan alaca bir karga çifti vardı. Yavru karga biraz büyünce yuvadan uçmak istemiş ancak kanatları yeteri kadar gelişmediği için uçamamıştı. Bizim evin bulunduğu bahçeye düşmüştü. Yavru karga tekrar uçmak için çabalıyor, bir oraya bir buraya koşuşturuyordu. Fakat uçamıyordu. İlginç olan, bundan sonra anne ve babasının yavru kargayı korumak için gösterdikleri mücadeleydi. Bütün mahalle, kargaların takırtısından inliyordu. Anne karga ağzıyla yiyecek getirerek yavrusunu duvarın dibinde besliyor. Yavru karga adeta anne ve baba karga tarafından koruma altına alınmıştı. Ne bir kedi, ne de bir köpek, yavru kargaya yaklaşamıyordu. Bahçeye bir kedi veya bir köpek girse, anne ve baba karga derhal üstüne üstüne uçarak rahatsız etmeye başlıyor ve onları yavrularından uzağa kovalıyorlardı. Kargaları anlayamayan kedi ve köpeklerin şaşkın bakışları görülmeye değerdi. Evimizin hemen önünde canlı olarak belgesel izliyor gibiydim. Canlıların yavrularını korumak için yaptıkları fedakârlıkları bir film gibi izliyordum. Kargaların takırtısı hava kararana kadar devam ediyordu. Bir köşeye sığınan yavru karga, sabaha kadar bulunduğu yerden çıkmadı. Sabahın ilk ışıklarıyla yine mahalle anne ve baba karganın sesleriyle şenlenmişti. Bende bir ön balkona, bir arka balkona koşuyordum. Anne ve baba karganın yavrularını bulup beslemeleri ve koruma kalkanı oluşturmaları günlerce sürdü. Şehir hayatı içerisinde yavru kargayı sadece kedi ve köpekler tehdit etmiyordu. Bir de parkta oynayan 3-4 yaşındaki yaramaz çocuklar vardı. Bir defasında karga yavrusu, meraklı çocukların hışmına uğramıştı, neyse ki yaşlı bir amcanın uyarısıyla bu kovalamaca da mutlu sonlandı. Ancak, böyle hengameli bir mücadeleyle büyütülen yavru kargacığın, uçmayı öğrenemeden bahçenin hemen yanındaki yoldan geçen bir aracın altında kalarak hayatını yitirmesi çok üzücü bir sondu… Bu olay beni çok etkilemişti. İnsanoğlu olarak bizler, hayat mücadelesinde etrafımızdaki diğer canlıları düşünmeden her yeri betonlarla kaplamıştık. Bu umursamaz halimiz birçok canlının yaşam alanını olumsuz yönde etkiliyordu. Bu hadiseyi babama anlattığımda babam da çok üzüldü ve: “Daha önce haberim olsaydı belki onu balkonumuzda büyütebilirdik” dedi. Bu benim aklıma gelmemişti. Daha sonra babama kargaların çok ilginç bir şekilde hareket ettiklerini, yavrusunu korumak için neler yaptıklarını anlattım. Babam bunları dinledikten sonra beni bir köye götürdü. Köyde ördekler bir sürü halinde önümüzden geçiyorlardı. Babam, “Kızım, küçük kuşlar yerde nasıl hareket ederler?” diye sordu. Şu ana kadar hiç düşünmemiştim. Ancak arabamızın önünden geçen ördeklerin adım atarak yürüdüklerini görünce, “Adım atarak” dedim. Babam, hemen ilerideki serçeleri gösterdi: “Bak bakalım, adım mı atıyorlar?” Çalıkuşu ve serçelere baktığımda, onların aynı kargalar gibi adım atamadığını, yerde sekerek hareket ettiklerini gördüm. “Çok ilginç” Babam, “Küçük kuşlar adım atmadan sekerek hareket ederler, büyük cüsseli kuşlar ise adım atarak hareket ederler. Düşünsene, dünyanın en yırtıcı ve heybetli kuşu kartal sekerek hareket etse karizması ne olurdu?” dedi. Hep beraber gülüştük. Babam, “Kızım şuradaki ağaçlara bak bakalım, ne görüyorsun?” diye sordu. Ağaçlara baktım ve farklı hiçbir şey göremedim. Babam, “Tamamen odaklan ve tekrar tekrar bak” dedi. Bunun üzerine ağaçlara daha dikkatle bakmaya, dallarını, yapraklarını ayrıntılı olarak izlemeye başladım. Kuşlar bir dala sürekli konup, uçuyorlardı. Sonra orada yavrularının olduğunu gördüm. Daha sonra da ağacın dallarında hareket eden bir sincap gördüm ve çok mutlu oldum. Babam, “Biraz önce sadece bakmıştın, şimdi ise gördün. Görmek ile bakmak arasındaki farkı anlamış oldun. Ben üç-dört gündür eve gelirken kargaların sesini duyuyor, hareketlerinde bir anormallik olduğunu fark ediyordum. Ancak bunun neden olduğunu anlayamamıştım. Yani bakmış geçmiş, ancak sebebini görememiştim. Sen en ayrıntısına kadar onların yaşadıklarını görmüşsün. Hayatta birçok şeye biz sadece bakarız, ama ayrıntıları göremeyiz. Oysaki görmek, dolayısıyla farketmek çok daha önemlidir. Ağaçlara odaklandığın gibi her zaman bu detayları görmelisin. Bu şekilde yaparsan hayat senin için daha büyük bir anlam kazanır” dedi. Geri dönerken bir hayli mutlu hissettim kendimi…
  9. Kübra'nın Günlüğünden: Çocukların Suçu Ne? Begüm benim hem mahalleden, hem de okuldan arkadaşım. İlköğretim birinci sınıftan bu güne kadar hep beraberiz. Hayat dolu birisidir. Anne ve babası çalıştığı için maddi yönden sınıftaki birçok arkadaşımdan daha çok para harcar. Biraz da gösterişi sever. Bu huyu sınıftaki arkadaşlarımızın hoşuna gitmese de candan ve sevimli hareketleri sebebiyle sınıfta sevilir. Son günlerde arkadaşım Begüm’ü sürekli üzgün görüyordum. Begüm’de alışık olmadığımız bir durgunluk dikkatimi çekti. Üstelik birkaç gün üst üste okula gelmeyince iyice endişe etmeye başladım. Geldiğinde ise sırasından hiç kalkmıyor, teneffüslere çıkmıyordu. Bir ara gizli gizli lavaboda ağladığını fark ettim. Yanına gittim ve kendisi ile konuşmak istedim. Ancak benimle konuşmayı reddetti. Küskün gibi bir hali vardı. Bu durumu okuldaki öğretmenler de fark etmiş olacak ki, rehberlik öğretmenimiz Begüm’ü odasına çağırdı. O hayat dolu arkadaşım, her geçen gün dalından koparılmış bir gül gibi soluyordu sanki. Birkaç gün sonra rehberlik öğretmeni beni de odasına çağırdı. Bana, “Begüm senin arkadaşın değil mi?” “Evet” “Begüm bugünlerde zor günler geçiriyor. Ona arkadaşı olarak yardım etmek ister misin?” “Tabi ki öğretmenim, çok isterim.” “O zaman Begüm’le eskisinden daha çok ilgilenmeni istiyorum, teneffüslerde onu dışarıya çıkarmalı, çeşitli konularda konuşmalı ve dikkatini başka yönlere çekmeye çalışmalısın.” Hâlâ bir şey anlamamıştım. Begüm’ü bu kadar üzen konu neydi? Neden hayata kendisini kapatmıştı? “Öğretmenim, Begüm’e bir şey mi olmuş? Nesi var?” “Sana söylemedi mi? Begüm sana anlatmıştır diye düşünmüştüm. Çünkü Begüm en samimi arkadaşının sen olduğunu söylemişti. Kübracığım, nasıl söylenir bilmiyorum ama, Begüm’ün anne ve babası boşanma kararı almışlar. Begüm bu yüzden çok üzgün.” Çok şaşırmıştım. Begüm’ün anlattığına göre, anne ve babası üniversite yıllarında uzun bir arkadaşlıktan sonra evlenmişlerdi. Maddi durumları çok iyiydi. Begüm’ü çok seviyorlardı. İlkokulun ilk yıllarında anne ve babası sabah akşam özel arabaları ile Begüm’ü okula getirmiş ve okul çıkışında ise almışlardı. Hatta bazen ben de onların arabası ile eve gitmiştim. Çok mutlu bir aile havası vardı. “Öğretmenim siz anne ve babası ile görüşseniz, boşanmaktan vaz geçmezler mi?” “Denedim. Ancak sevgi bitti dediler. Onlar yetişkin insan. Yanlış da olsa bir karar vermişler ve bu kararlarından dönmüyorlar.” “Desenize büyüklerin hatalarının cezalarını çocuklar çekiyor.” Öğretmenim benden böyle bir cevap beklemiyordu anlaşılan. Üzgün bir şekilde bana baktı, başını sallayarak onayladı. Ben o günden sonra Begüm’le daha çok ilgilenmeye çalıştım. İlk zamanlar reddetse de sonra yanında olmamı kabul etti. Anne ve babasının neden ayrılmak istedikleri konusunu o anlatana kadar ben hiç açmadım. O kadar üzgündü ki, anlatırken gözlerinden yaşlar akıyor, kendisini kaybediyordu. Begüm, “İlk öğrendiğimde önce anneme koştum. Ellerinden tuttum. ‘Anne, babamı sevmiyorsan beni de mi sevmiyorsun?’ dedim. ‘Tabii ki, seni seviyorum’ dedi. ‘İnsan sevdiği için fedakârlık yapamaz mı?’ dedim. Sustu. Aynı şeyi babama sordum. Cevap bile vermedi. Sonra geldi, ‘Kızım ben seni çok seviyorum’ dedi. ‘Sevmek bu mu?’ dedim. O da sustu.” diye anlattı. O kadar üzülmüştüm ki, eve gittiğimde çok bitkindim. Çok etkilenmiştim. Annem “Kızım ne oldu? Hasta mısın?” dedi. Anneme “Hayır anne, hasta değilim. Anne sana bir şey sormak istiyorum. Söyler misin, evlilikte sevgi nedir?” dedim. Annem bir an durakladı. Sonra, “Sevgi ailenin mayasıdır.” dedi. Anneme “Peki sevgi nasıl bitmez?” Annem, “Sevgi insanların birbirine saygısı, hoşgörüsü, anlayışı ve fedakârlığı ile beslenir ve hiçbir zaman bitmez.” dedi. Aradığım cevap işte buydu, “Sevgi; saygı ve fedakârlık.” Biz annemle bu konular konuşurken Begüm’ün ailesinde de güzel gelişmeler olmuştu. Çünkü sabah okula gittiğimde Begüm’de bir faklılık hissettim. Yanıma oturduğunda ben sormadan büyük heyecanla “Dedem ve ninem bize geldi. Büyük olarak, annem ve babama nasihat ettiler. Faydası olduğunu düşünüyorum. Uzun süre sonra ilk defa beraber sabah kahvaltısını ailece birlikte yaptık.” Begüm çok mutluydu. Anne ve babasının barışması için umut ışığı belirmişti. Ben de bu gelişmeden çok mutlu olmuştum. Aile büyüklerinin devreye girmesi Begüm’ün anne ve babası üzerinde dolaşan kara bulutları dağıtmış olacaktı ki, Begüm yine eski günlerde olduğu gibi birkaç gün sonra anne ve babası tarafından okula getirilmişti. Begüm o kadar mutluydu ki, gerçekten çok güzeldi. Anlaşılan Begüm’ün anne ve babası aile olmanın sorumluluğu ile aralarındaki küçük problemleri büyüklerin bilgeliğinden faydalanarak çözmüşlerdi. Begüm müjdeyi ilk olarak bana verdi, “Annem ve babam barıştı. Artık ayrılmayacaklar.” Çok güzel değil mi? Darısı diğer Begümlere…
  10. Konya Ereğlideki Eski Sümerbank Taş evler Lojmanları yetkililerden ilgi bekliyor Tarih: 30.10.2011 Henüz çözüm yok.... Konyanın en büyük ilçesi olan ve tabela nüfusu 95.700 olan Ereğli'nin en güzel mahallesi Gülbahçe Mahallesinde Sümerbank Dokuma Fabrikasının işçi lojmanları bakımsızlıktan harabe halini almıştır. Sümerbank Dokuma Fabrikası tarafından Ereğlinin merkezine hem memur hem de işçiler için sosyo-kültürel gelişime katkı sağlamak amacıyla bu lojmanlar yapılmıştır. Bu kamu fabrikasının özelleştirilmesi esnasında bu lojmanların arazilerinin çok değerli olması sebebiyle alakasız bir şekilde SİT ALANI kapsamına alındığı söyleniyor. Şuan yaklaşık 52.000 metrekare alan atıl durumdadır. Bu işten kim zararlı çıkmıştır? Maalesef kamu yani halk zaralı çıkmıştır. Ereğlinin sosyo-kültürel kalkınmasına fayda amacıyla yapılan bu yatırım şimdilerde sosyo-kültürel erezyona katkı sağlamaktadır. Nasıl mı? Zira bu binaların çatıları, ağaç malzemeleri, camları çerçeveleri sökülmüş ve sadece kötülerin barınabileceği bir barınak olmuştur. Tinerciler, uyuşturucu satıcıları, kadın satıcıları, hırsızlar, yolsuzlar mekanı olmuştur. Halkımız bunu hak etmiyor. "İhmal Felakettir." diyoruz ve acilen bu konuya yetkililerden ilgi bekliyoruz.
  11. Kübranın günlüğünden: Babalar Ne Zaman Duyar? Yazan: Mehmet Serdar Ateş Bugün günlerden Pazar. Evde ağabeyim ve annem var. Ağabeyim bana “Haydi gel, seni arabayla biraz gezdireyim” dedi ve arabanın anahtarını aldı. Araba sürmesini bilmeyen ağabeyimin bu kadar rahat olması beni çok şaşırtmıştı. - Sen araba sürmesini bilmiyorsun ki! dedim şaşkınlıkla. - Evet, ama ben bilgisayardaki oyunlardan araba sürmesini öğrendim. Araba kullanmak çocuk oyuncağı… Bana güven, dedi. İçim pek rahat etmedi ama beraber arabaya bindik. - Bak şimdi! Arabayı çalıştırırken önce debriyaja basacaksın, sonra vitesi boşa alacaksın. Şimdi de anahtarı çevirelim. İşte oldu. Evet, araba çalışmıştı. Görünen o ki, ağabeyimin kendine güveni çok yüksekti. Biraz uğraştıktan sonra vitesi geri vitese taktı ve ne olduğunu anlayamadan büyük bir gürültü ile arabanın arkasını garajın duvarına çarptı. Ağabeyimin yüzü korkudan sapsarı olmuştu. O da benim kadar korkmuştu. Şok içerisinde araçtan indik. Arabanın arka sağ tarafı tamamen hasar görmüştü. Ağabeyim korku dolu bir telaş içinde: -Eyvah babam! Şimdi babama ne söyleyeceğim, diyebildi. Onun bu durumu beni çok üzdü. Ne yapabilirdim ki! Olan olmuştu. Bir süre şaşkınlığımız devam etti. Sonra eve gittik. Olanları anneme anlattı. Annem kızarak, - Oğlum sen araba sürmesini bilmiyorsun ki! Neden böyle bir hata yaptın?” dedi. Ağabeyim “Çok pişmanım.” diyebildi. Annem de çok üzülmüştü. Salona girdik ve koltuklara oturduk. Oturduk oturmasına ancak ağabeyim yerinde duramıyordu. Sürekli, ayağa kalkıyor, bir oraya bir buraya geziniyor ve “Babama ne söyleyeceğiz?” diye mırıldanıyordu. Bir çare yani çıkış yolu arıyordu. Ağabeyim yerinden hopladı ve: - Anne, tamam, buldum! Dayımı arayalım. Benim biriktirdiğim harçlıklarım ile arabayı tamire verelim. Araba tamirde iken geçen zaman süresince babama “araba dayıma lazım olmuş, iki, üç gün sonra getirecekmiş” diyelim. Bu zaman zarfında arabayı yaptırıp getirelim.” dedi. Annem şaşırarak, “Babana yalan mı söyleyelim?” Ağabeyim, “Anne ne olur, benim hatırım için.” Annem doğrularak, - Oğlum! Ben babana bugüne kadar hiç yalan söylemedim. Şimdi de bunu yapabileceğimi sanmıyorum. Bir aileyi aile yapan en büyük özellik, aile fertlerinin birbirine karşı dürüst olmalarıdır. Eğer ben şu an senin dediğini yapar ve babana yalan söylersem, öyle görünmese bile hem babana, hem de sana çok büyük kötülük yapmış olurum. Bence babana olanları dürüst bir şekilde anlatalım. Hepimiz insanız ve hata yaparız. Zaten dünyanın sonu değil ya. dedi. Ağabeyim konuşmadı. Bir süre sessiz kaldı. - O zaman ben arkadaşım Melih’e ders çalışmaya diye gideyim. Babam gelince sen ona olanları anlat. Benim çok üzgün olduğumu söyle. Sakinleşince beni çağır, dedi. Bu fikir güzeldi. Annem başını salladı ve onayladı. Ağabeyim matematik kitabını aldı ve evden çıktı. Bir süre sonra babam eve geldi. Arabanın durumunu gelirken görmüştü. Anneme: - Arabaya ne oldu? Bunu kim yaptı? diye sordu. Annem sakin bir ses tonu ile olanları babama anlattı. Babam çok kızmış, sinirlenmişti. - Araba sürmesini bilmiyor ki! Bu ne cesaret! Buna nasıl cüret eder? Canını sokakta mı bulmuş bu çocuk? Hem kızı da tehlikeye atıyor! Kızgın ifadeler kullanıyor, odadan odaya geziyordu Annem de arkasında onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Babam “Nerede o?” dedi. Çok korkuyordum. Ben zar zor bir ifadeyle: - Arkadaşına ders çalışmaya gitti.” dedim. Neredeyse ağlayacaktım. Babam cevabı annemden beklerken, benim ağlamaklı ve korkuyla verdiğim cevap karşısında şaşırmıştı. Döndü ve bana baktı. Yüzünde asık suratında gülümseme oluştu. Yaklaşarak: - Korkmana gerek yok kızım. Zaten korkacağın kadar korkmuşsun. Gel bakalım buraya, dedi ve bana sarıldı. Bir süre sonra babam sakinleşmişti. Anneme, - Mustafa’yı çağır da gelsin, dedi. Annem ağabeyimi telefon ile aradı. Fazla geçmeden kapının zili çaldı. Ağabeyim biraz korku dolu, biraz da pişman bir yüz ifadesi ile içeri girdi. Babam kızmamaya çalıştığı her halinden belli olan bir ifadeyle ona dönerek, - Oğlum sen araba sürmesini bilmediğin halde neden böyle bir şey yapıyorsun? Canına kastın mı var? Bununla kalmamış, bir de kardeşini tehlikeye atmışsın! Ya size bir şey olsaydı? Bunun sorumluluğunu nasıl üstlenecektin?” dedi. Ağabeyim çekingen bir ifadeyle, - Baba! Yolda gelirken benim şu anki hatamı anlatan bir hikâye aklıma geldi. Müsaade edersen önce onu anlatayım.” dedi ve başladı anlatmaya. “Bir karga ve eşek beraber uçakta seyahat ediyorlarmış. Karga yolculuk esnasında sıkılmış. Gereksiz yere acil durum düğmesine basmış. Hostes gelmiş ve “Ne oldu beyefendi?” demiş. Karga “Hiç şaka olsun diye bastım.” demiş. Karga bunu birkaç defa yapmış ve her defasında da “Hiç şaka yapmak istedim.” demiş. Eşek bir de ben basayım demiş. Eşek de düğmeye basmış. Hostes gelmiş, “Ne oldu beyefendi?” demiş. Eşek “Hiç şaka olsun diye bastım.” demiş. Bunun üzerine sinirlenen hostes kargayla eşeği uçaktan atmış. Uçaktan atılan eşek ve karga hızla yere doğru düşüyormuş. Bir süre sonra karga kanatlarını kullanarak uçmaya başlamış. Karga düşen eşeğin yanına yaklaşmış. Eşek kargaya “Yardım et, düşüyorum” demiş. Karga “Sen de hiç akıl yok mu be eşek! Madem uçmasını bilmiyorsun neden şaka yapıyorsun” demiş. Bu hikâye karşısında babam öyle bir gülmeye başlamıştı ki. O an benim için belki de dünyanın en güzel anıydı. Ben de çok rahatlamıştım. Babam ağabeyime dönüp ciddi bir ifadeyle: - Aferin, dedi. Güzel bir hikâye ile hata yaptığının bize anlatmış oldun. Öncelikle dürüst davrandığın için bu kez kızmıyorum. İnsan hata yapar. Önemli olan yapılan hatayı saklamadan, büyüklerine anlatmak. Ama bu durum, bundan sonra bu kadar toleranslı olacağım anlamına gelmez. Yine ucuz atlatmışsınız. Allah’tan sana bir şey olmamış. Hani bir söz vardır ya, “Cana geleceğine mala gelsin.” derler. Benim derdim araba değil, senin kendini ve kardeşini bu kadar dikkatsizce tehlike atman. Araba için yarın kasko firması ile konuşur, nasıl olsa bir yolunu buluruz. Bundan sonra daha dikkatli ol, kimseyi tehlikeye atma, dedi ve ağabeyimin saçını okşadı. YORUMLARINIZI AŞAĞI EKLEYİNİZ
  12. İnsan ve Hayat Dergisini öneriyorum. Her sayısı bir öncekinden daha güzel. Ailece okunabilecek bir dergi. Ev hanımları için güzel bilgiler de var.
  13. Kübra'nın Günlüğünden: Her Şeyde Bir Hayır Vardır İnsan ve Hayat Dergisi Eylül 2011 Sayı: 19 Bugün babamın arkadaşı Osman Amca ve ailesi ile pikniğe gittik. Salıncaklara bindik, top oynadık. Hava kararınca da yakan top oynadık. Kısacası biz çocuklar çok eğlendik. Yazın sıcağında betonlarla çevrili mahallemizden uzaklaşmak bize çok iyi geldi. Özellikle toprakta oynamak beni çok rahatlattı. Sanırım öğretmenimizin statik enerji dediği, benim ise kötü enerji dediğim şey; “Toprakla temas ettiğimizde vücudumuzdan çıkar.” sözü doğruymuş. Babam da zaten sık sık anlatırdı. İnsan özellikle yün kumaştan yapılmış elbiseler giyerse ve ayağında da plastik ayakkabı olursa vücudunda kötü elektrik oluşurmuş. Hatta babam bununla ilgili şöyle bir hatırasını anlatmıştı: Babam doğmadan önce dedemin bir arabası varmış. Arabadan inerken elinde biriken kötü enerjiyi önce toprağa dokunarak boşaltır, kapı koluna filan elini öyle uzatırmış. Aksi halde parmaklarından ateş çıngısı çıkarmış. Osman Amca’nın oğlu Murat Ortaöğretime Giriş Sınavı’nda umduğu puanı alamamış, istediği okulu kazanmamıştı. Bu yüzden çok üzgün görünüyordu. Osman Amca anlaşılan üzülen oğlunu biraz olsun rahatlatmak için pikniğe gelmişti. Bir ara bizi yanına çağırıp: “Çocuklar, size bir hatıramı anlatacağım.” dedi. “Hayatta çok çok istediğiniz bir şey gerçekleşmezse sakın üzülmeyin. Belki sizin için daha hayırlı şeyler vardır.” “Nasıl yani?” diye sordum ben meraklı bir şekilde. Bunun üzerine gülümsedi ve anlatmaya başladı. “Ben ortaokulu bitirdiğimde, Eskişehir’de Devlet Demir Yollarının Parasız Yatılı Okulu’nun sınavına girdim. O zamanlar Konya Ereğli’den Eskişehir’e altı arkadaş sınava gelmiştik. Babam da benimle geldi. Babamın beni sınava getirmesi beni çok memnun etmişti. Tren seyahatimiz çok güzel geçti. Eskişehir’de bir otelde bir gece kaldık ve sabah sınava girdim. İnanmayacaksınız ama, ben ilk defa test usulü sınava giriyordum. 100 dakikada 120 soru çözmemiz gerekiyordu. Sınav sistemini bilmediğim için 100 dakikada ancak 60 soruyu yapabildim. Moralim çok bozulmuştu. Oysaki trende gelirken kazanma şansı en yüksek olarak herkes beni göstermişti. Babama ne söyleyecektim? Çok utanmış ve mahcup olmuştum. Babam benim bu üzgün halimi gördü ve “Oğlum sınavın nasıl geçti?” diye sordu. Ben neredeyse ağlayacak bir şekilde, “Babacığım, sınavım çok kötü geçti. Test sistemini bilmediğim için süreyi yetiştiremedim. Lütfen kusuruma bakma. Benim için çok masraf yaptın ama ben karşılığını veremedim.” dediğimi hatırlıyorum. Babam saçımı okşadı ve: “Hayırlısı olsun be oğlum. Sen üzülme. Paranın bir önemi yok. Önemli olan senin kendini denemendi.” dedi ve gönlümü aldı. Şimdi ise bir uzman doktorum, belki o gün o okulu kazanmış olsaydım, şu an bulunduğum konumda olmayabilirdim. Hem kendi şehrimde okudum, hem de Tıp Fakültesini kazandım. Evet çocuklar, hayatta bazen bizim istediklerimiz olmaz. Hâlbuki biz onu çok olsun isteriz, hayırlı olacak zannederiz, diretir de diretiriz. Belki de bizim için hayırlı olan başka bir şey vardır. Önemli olan bizim istediğimiz hedefe yönelik olarak azimle, sabırla vazgeçmeden çalışmamız ve Allah’tan hakkımızda hayırlı olanı istememizdir.” diye sözlerini tamamladı ve Murat’a baktı. O zaman Doktor Osman Amca’nın aslında bu hikâyeyi bize anlatıyor gibi yapıp gerçekte oğlu Murat’a teselli vermeye çalıştığını anladım. Babasının yıllar önce kendisine yaptığı o güzel nasihatleri şimdi o, bizim üzerimizden oğluna anlatıyordu. Zaten güzel olan da bizim büyüklerimizin anlattıklarından ders almamız. Dönüşte dikkat ettim, Murat sanki biraz daha kendine gelmiş gibi görünüyordu. Sanırım o da artık böylesinin hakkında daha hayırlı olduğunu düşünüyordu. Kaynak: Her Şeyde Bir Hayır Vardır | İnsan ve Hayat Dergisi
  14. Kübra'nın Günlüğünden: Evliya Çelebi'nin İzinde İnsan ve Hayat Dergisi Ağustos 2011 Sayı 18 Yazar: Mehmet Serdar ATEŞ Okullar tatil olur olmaz annem, babam ve ben Türkiye’yi kısmen batıdan doğuya doğru gezmeye çıktık. Kütahya’dan hareket ettikten sonra Afyon’a geldik. Babamın söylediğine göre Afyon, daha çok kaplıcaları, termal tesisleri, kaymak ve şekerlemeleri ile meşhur bir şehirmiş. Cevizli lokumları ve cezeryeleri bol olan bir dükkâna girdik. Biraz alışveriş yaptık. Yine Afyon’da et ürünleri ve sucuk da çok üretilirmiş. Babam bizi gezdirirken bir yandan da sürekli rehberlik yapıyordu: “Afyon ülkemizin en önemli mermer üretim merkezidir. Özellikle İşçehisar Bölgesi blok ve levha, yani işlenmiş mermer üretiminde dünya ölçeğinde bir üretim merkezimizdir. Ayrıca Afyon denince akla haşhaş üretimi de gelir.” Soru dolu gözlerle babama bakınca bizi Afyon’da bir mermer satış mağazasına götürdü. Mağazaya girince çok şaşırdım. O zaman anladım durumu. Taşa şekil vermek için çok uğraşmışlar gerçekten. Ne kadar güzel eserler ortaya koyduklarını görünce hayran kaldım. Afyon’dan sonra Çay isimli bir yere uğradık. Afyon’un ilçesiymiş. Annem Çay’ın çıkışında köprünün hemen sol tarafındaki sanayiyi göstererek 2002 yılında Afyon’da yaşanan depremde bu dükkânların tamamının yıkıldığını söyledi. Ama sonradan yeniden yapılmış. Babam da bunun üzerine 1999 yılındaki Gölcük depremi sonrası kanun ve yönetmeliklerin değiştiğini ve depreme daha dayanıklı binalar yapılmasını şart koşan maddeler çıktığını söyledi. Bir daha bu binalar eskisi gibi hemen yıkılmayacakmış ve insanlar daha güvende olacakmış. Tekrar yola koyulduk. Sonraki durağımız Konya’nın Akşehir ilçesiymiş. Yol kenarında bahçeden yeni toplandığı belli olan kiraz, kayısı, erik gibi meyveler satıyorlardı. Ben ısrar edince durduk ve bir kilo kadar kiraz aldık. Yıkadık ve yolda yemeye başladık. Babam araçtan dışarı çöp atılmasına müsaade etmediği için çekirdekleri bir poşette topladık ve daha sonra bir çöp kutusuna attık. Sonra babam Ladik diye bir kasabaya geldiğimizi söyledi. “Burada Konya halkı tarafından kırklardan olduğu bilinen Ladikli Ahmet Efendi yatıyor. Kendisine bir Fatiha, üç İhlas-ı Şerif okuyup hediye edelim.” “Kırklar kim?” diye sorunca babam, “Belirli görevleri olan büyük Allah dostu insanlar” diye açıkladı. Belki eve dönünce bu konuda bir araştırma yapsam iyi olacak. Konya’nın girişine geldik. Babamın Selçuk Üniversitesi diye gösterdiği büyük binaları geçtikten sonra yolun orta yerinde çeşit çeşit renklerde gül dikilmiş olduğunu gördüm. Yollar o kadar güzel ve modern bir şekilde yapılmıştı ki, araba sanki yolda kendiliğinden gidiyor gibiydi. Selçuk Üniversitesini geçtikten sonra yolun orta refüjünde çeşit çeşit renklerde gül dikilmişti. Sağ tarafta toplu taşımacılığa hizmet eden tramvay hattı vardı. Büyük ve modern binaları seyretmekten zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyordu. Yolda yeşil dalga adı verilen bir ışıklandırma sistemi varmış. Babam bu sistemi bildiği için arabayı belli bir hızla kullanıyordu. Bu sebeple hiç kırmızı ışığa yakalanmadık. Alt geçide geldiğimizde, babam, “Kızım Konya’da alt geçidin adı yöresel olarak ‘battı çıktı’ dır.” dedi. Bana çok ilginç geldi. Türkçe öğretmenimiz “Dil yaşayan bir canlı gibidir. Halkımız yeni ihtiyaçlara göre kendince en mantıklı bulduğu isimlendirmeyi yapar.” derken haklıymış. Konyalılar anlaşılan alt-geçit yerine battı-çıktıyı daha uygun bulmuş olmalıydı. Konya deyince aklıma hep Mevlana gelirdi. Hep öyle anlattılar çünkü. Çünkü Hz. Mevlana bu şehirde yaşamış. Hz. Mevlana’nın ünü, ülke sınırlarını aşmış, dünyanın birçok ülkesi ve insanı tarafından bilinir, kabul görürmüş. Büyük bir âlimmiş. Hz. Mevlana zikir merasimlerindeki figürde sağ eli ile Hak’tan alıp halka dağıtmayı simgelendirmiş. Babam hem araba sürüyor, hem de bunları yolda anlayabileceğimiz şekilde anlatıyordu. Yolun her iki tarafı da alabildiğince düzlüktü. İnsan bu kadar düz ve etrafı boş bir yolda seyahat ederken sıkılıyor ve uykusu geliyor. Ben de bu durumdan istifade bir miktar uyudum. Annem, “Uygun bir yer bulup duralım da, öğle yemeğimizi yiyelim.”dedi ama yemek yiyebileceğimiz bir ağaç gölgesi veya bir çeşme ya da akarsu kenarı bulamadık. Biz yer bakarken babam Konya’nın Karapınar İlçesine geldiğimizi söyledi. Babam, “Kızım Karapınar, ülkemizin erezyon ve çölleşme ile mücadele konusunda örnek bir yöresidir. Eskiler anlatırdı, “Burada rüzgar estiği zaman insanların kapılarının önü 20-25 cm kum dolarmış. Şimdi gördüğün gibi bölgeyi ağaçlandırmışlar ve çok güzel olmuş.” Karapınar’ı geçtikten bir süre sonra babam arabayı Meke Tuzlası dediği bir göle doğru sürdü. Büyük bir tepe ve tepenin etrafında yuvarlak bir göl vardı, etrafta hiç ağaç yoktu. Otların bulunduğu bir yer bulup öğle yemeğimizi yedik. Bulutlar bize yardım etti. Gölge yaptılar. Gölün sağ tarafında iki adet yaban ördeği gördüm. Önce ıslak zeminde bir miktar yürüdüler, sonra gölde yüzdüler ve beraberce havalanıp gittiler. Çok güzel bir manzaraydı. Ailece “Bu hayvanların korunması gerekli” diye biraz sohbet ettik. Meke Tuzlası denilen bu tuhaf yerden sonra hemen yolun solunda Acı Göl varmış. Bir çok araştırmaya konu olmuş bir krater gölüymüş. Tekrar yola koyulup bir süre sonra Konya’nın en büyük ilçesi olan Ereğli’ye ulaştık. Ereğli’de Konya’nın meşhur etli ekmeğinden yedik. Bizim Kütahya’da kıymalı pide diye bildiğimiz bu pide türü, burada daha ince açılıyormuş ve gerçekten çok lezzetliydi. Ereğli’deki misafirliğimiz son bulduktan sonra Kayseri’ye doğru yola çıktık. Yollar yer yer çift yol, bazen ise tek yoldu. Niğde üzerinden Kayseri’ye vardık. Babam, “Kayseri çok güzel bir şehir, şehirleşmede üst yapı güzel planlanırken en önemlisi alt yapı bizim ülkemizde hep ihmal ediliyor.” dedi. “Alt yapı da ne ola ki?” diye düşünürken meraklı bakışlarımı gören babam, “Kızım, alt yapı dediğimiz şey, kanalizasyon, temiz su hatları (şebeke suyu hatları), yağmur suyu hatları, elektrik ve telefon hatlarını içine alan şehrin altından geçen yollar. Eğer bunlar düzgün yapılandırılmazsa, en ufak bir yağmurda binaları su basar, kanalizasyon yağmur suyunu taşımaz ve su arıtma sistemleri devre dışı kalır. Buna teknik anlamda ayrık düzen deniyor. Bir şehrin kanalizasyon hattının hemen yanında bir de yağmur sularını alıp taşıyacak sisteminin olması gerekir. Günümüzde her yer beton, asfalt ve çatı halini aldığından yağmur suları emiciliği yüksek olan toprak ile buluşamıyor. Bunun yerine suyu emmeyen ve hemen akıtan beton, asfalt ve çatı kaplaması ile buluşuyor. Sonuç her yağışta evleri su basıyor.” Babam anlaşılan bu konuda epey dertliydi. Ben çok anlamasam da anlattıklarını dinledim ve bazı notlar aldım yine. Kayseri’den sonra Yozgat’ın Boğazlıyan denilen ilçesine gittik ve burada bir tanıdığımızın düğününe katıldık. Düğün devam ederken bir ara babamla ilçe merkezini gezmeye çıktık. Merkez Camii adında muhteşem bir cami vardı. Babam burada namazını kıldı. “Ne kadar büyük ve muhteşem bir camii, çok güzel bir cami yapmışlar.” dedim. Babam “Sen asıl caminin içerisindeki muhteşem camileri görmeliydin.” dediğinde şaşırmıştım. Babam şaşkınlığıma bakıp gülümsedi. “Kızım içeride 8-9 yaşında bir çocuk namaz kılmış ve tesbih çekiyordu, sol tarafta yaşlı bir insan, sağ tarafta ise genç bir delikanlı namaz kılıyordu. Gerçek muhteşem cami işte bu insanlar. Namaz kılan insanlar olmasa bu büyük camiler ne işe yarar?” Düşündüm, gerçekten öyleydi. İçi boşsa bu güzel camilerin bir anlamı olmazdı. Düğün bitince Kayseri’ye geri döndük. Birkaç gün de babamın Kayseri’deki arkadaşlarında misafir olduktan sonra tekrar yola çıktık. Nevşehir’in Kapodokya bölgesinde Ürgüp, Göreme ve Avanos’u gezdik. Kütahya’ya döndüğümüzde babamın söylediğine göre yaklaşık 2000 kilometre seyahat yapmıştık. Kendimi Evliya Çelebi gibi hissettim. Ama Evliya Çelebi bütün dünyayı gezmiş nerdeyse ve hepsini yazmış. Ben de bu seyahat sonunda faydalı bilgilere sahip oldum ve hatırladığım kadarıyla bunları yazmaya çalıştım. Belki bir gün bana da Kübra Çelebi diyebilirler. LÜTFEN YORUM YAPINIZ
  15. Kübra'nın Günlüğünden : Paylaşmanın Mutluluğu Mehmet Serdar ATEŞ İnsan ve Hayat Dergisi 17. Sayıdan Birkaç haftadır bizim evde bir hareketlilik var. Annem dantel ipliğinin en kalitelisini satın aldı. Bu iplikle bazen gece saat 01.00’lere kadar uğraştı, iplik iplik emek harcadı. El işi nadir bulunan çok güzel bir masa örtüsü ördü. Beklenilen gün geldi, o gün sabah erkenden kalktık,annem birkaç farklı pasta yaptı. Sabah saat 09.00 gibi Kütahya’nın Perşembe Pazarı’na bu yaptıklarını birlikte satmak için götürdük. Gördüğüm manzara inanılmazdı. Hemen girişte “Hayır çarşısına Hoş geldiniz” pankartı asılmıştı.Neler yoktu ki… Giriş kısmının yanında çocuklar için hava ile şişirilmiş merdiven ve kayma platformu, yine bir görevli tarafından çocukların gezdirildiği mini bir at, zıplama platformu ve her biri farklı güzellikte çocuk eşyaları… Pazaryerinin üst katında erkek reyonu vardı. Sebze meyve reyonları, deve, deve kuşu, dana ve tavuk etinden yapılmış dönerler, tantuni, köfte, sucuk, yörük ayranı… aklınıza ne geliyorsa hepsi vardı. Çini, seramik reyonları, isminizi seramik tabaklara yazan hattatlar ve daha niceleri… Aşağı katta ise bayanlar reyonu açılmıştı. Onların da göz nuru ve bin bir emek dolu masa örtüleri, danteller, yazmalar, mekik örgüler, paha biçilemez Kütahya’ya özel düğün kıyafetleri, el işlemesi üç etekler… Pastalar, kurabiyeler, gözlemeler gibi yiyecekler ise her iki katta da bol bol vardı. Annem ve ben alt katta satış reyonunda gün boyu çalıştık. Ben pasta ve kurabiye gibi yiyecekleri sattım. Annem ise hayır çarşısı için kendi ördüğü ve örülen el işi dantelleri,nakış işlemeleri sattı. İlginçti; yoğun çalışıyorduk;ama hiç yorgunluk hissetmiyorduk… Sattığımız ürünlerin parasını,kendi paramızla karışmaması için ayrı bir kasada biriktirdik. Çünkü bunlar bizim hayrımız olacakmış, hayır için çalışan insanın bu paralardan harcaması doğru olmazmış. Etrafımızdaki diğer çalışanlar da aynı şekilde yemek paralarını kendilerinden verdiler. İsmini bilmediğim bir hayırsever amca reyonlarda çalışan, maddi imkânı kısıtlı kişileri düşünerek, yemek fişi dağıttı. Biz yemek fişlerinin karşılığını ödedik. Bir ara babam da geldi. Beni aldı ve yukarıda ekmek arası döner ikram etti. O sırada bulunduğumuz yerde kumaş pantolonları babamın dikkatini çekmişti. Reyon görevlisine “Bunları nasıl temin ettiniz,hepsi de ülkemizin en kaliteli markaları?” Reyon görevlisi, “Konya’ya gitmiştik. Bir esnafa, ‘Kütahya’da kermes düzenleyeceğiz, hayrınız için ne verebilirsiniz?’ diye sorduk. O da mağazasından bunları bize satmamız için verdi. Neden bu kaliteli markaları verdiğini sorduğumuzda; “Allah yolunda bir şey verilecekse en iyisi verilmeli…” dedi. Babam, “Akıllı bir tüccarmış,iyi bir yatırım yapmış.”dedi. Yemeğimizi yedikten sonra biraz daha dolaştık. Sebze reyonlarında en güzel domatesler, biberler, patlıcanlar, yeşil yeşil salatalıklar ve sarı sarı muzlar vardı. Bunları da Antalya’daki hayırseverler göndermişti. Karşımda Türkiye’nin birçok yöresinden kalbinde inanç parıltıları olan, hafızaları kirlenmemiş insanların bir araya geldiği mükemmel bir topluluk vardı … İnsanın duygulanmaması, gözlerinin yaşarmaması mümkün değildi. Babam da çok mutluydu. Hanımı, oğlu ve kızı bu güzel organizasyonda görev almış çalışıyorduk. Babam, “Kızım! İnsanlar, birbirlerine sahip çıktıkları ve yardım ellerini karşılıksız olarak uzattıkları zaman orada manevi bir hava oluşur. Bolluk olur, bereket, huzur olur. Bizi her türlü zorluktan , belalardan ve düşmanlardan koruyan işte bu yardımlaşma gayretimizdir.” dedi. Akşam eve döndüğümüzde hepimiz yorulmuştuk. Ancak çok mutluyduk. Gerçek bir sosyal projede görev almıştık. Bu sosyal projeye, kısaca “kermes” denilse de içi yardımlaşma, saygı, sevgi, özveri, gibi birçok kutsal güzelliği taşıyan bir paylaşma ve kaynaşma organizasyonu idi… Okuduktan sonra yorumlarınızı İnsan ve Hayat Dergisinin ana sayfasına yaparsanız memnun olurum. LÜTFEN YORUM YAPINIZ.: -http://insanvehayat.com/author/serdarates/- ...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.