Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

biryuduminsan

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    10
  • Katılım

  • Son Ziyaret

biryuduminsan - Başarıları

Çaylak

Çaylak (2/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. sevgili arkadaşımız örnek istemiş kimlerin kızları gömüldü diye birtane ben vereyim diğerlerinide bi zahmet araştırıverirsin:Alûsî, Bezzar, Hâkim "Kûnâ"da ve Beyhakî "Sünen"de Hz. Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Temim kabilesinden Kays b. Asım Resulullah (s.a.v)'a geldi ve: "Ben, dedi, cahiliye döneminde sekiz kızımı diri diri toprağa gömdüm. Bununla beraber Araplar içinde kız çocuğunu bu şekilde toprağa gömmeyi çirkin görenler de vardı. Ferezdak'ın dedesi Sa'sa'a b. Naciye el-Mücaşi kendi kavmi olan Beni Temim'den toprağa gömülecek kız çocuklarını fidye ile kurtarırdı. Ferezdak şu beytinde: "Çocuklarını diri diri gömen kadınları yasaklayan dedem hakkı için! Dedem bu şekilde gömülecek olanın yaşamasını sağladı da gömülmez oldular." diye dedesiyle iftihar etmiştir. diğer yazdıklarına mevlananın güzel bir sözüyle cevap veriyorum. Gülen nar, bağı bahceyi de güldürür; Erlerle sohbet seni de erlere katar. Katı taş olsan, mermer kesilsen bile bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun. MEVLANA (R.A) KENDİNİ, hayatı ve kâinatı anlamayı kendine dert edinen her insan, içinde yaşadığı evrene dikkatle baktığında, iki ayrı yaratma biçimiyle karşılaşır. En başta keşfettiği, yaratılışın adım adım, aşama aşama gerçekleşen biçimidir. Bir tohum önce nemlenir, sonra çatlar, sonra köklenip boy vermeye başlar. Bir ağacın dalı önce tomurcuklanır, sonra çiçeklenir, sonra meyveye durur; meyve de, hamlıktan olgunluğa doğru bir süreçten sonra kıvamını bulur. Bir bebeğin dünyaya gelişi, bir civcivin yumurtadan çıkışı, bir tırtılın kelebeğe dönüşümü adım adım olur. Aynı şekilde, bir kelebeğin ölmesi, bir meyvenin çürümesi, bir çiçeğin solması, bir ağacın kuruması.. bir süreç içerisinde gerçekleşir. Biraz daha derinlemesine baktığında ise, insan, bu ‘adım adım yaratma’nın ardında, ‘yoktan yaratma’ gerçeğiyle tanışır. Madde ezelî değildir çünkü. Yaşadığımız çağa kadar, düşünen pek çok dimağ, mantık ve düşünce planında ortaya konulan delillerle maddenin ezelî olmadığına şahitlik edegelmiştir. Yaşadığımız yüzyılda ise, Big Bang’den entropiye uzanan bir dizi bilimsel keşif, maddenin ezelî olmadığını, kâinatın bir başlangıcı olduğunu, bir ex nihilo (hiçten, yoktan varoluş) faslının muhakkak olduğunu haykırmaktadır. Öte yandan, adı üstünde ‘bölünemez’ sanılan atomun da sabit ve yekpare olmadığı anlaşıldıktan sonra, yani atomaltı âlemlerin keşfinden, özellikle de kuantum fiziğinde yaşanan gelişmelerden sonra, ‘yoktan yaratılış’a dair bir başka gerçek de net biçimde ortaya çıkmış durumdadır: daimî yaratılış. Buna göre, kâinat bir kere, yalnızca en başta ‘yoktan’ yaratılmış değildir; kâinat sürekli yoktan yaratılmaktadır! Bu iki yaratma biçimi, İslâmî tefekkürde, ‘ibda’ ve ‘inşa’ kavramlarında karşılığını bulur. İbda, hiçten ve bir anda yaratmayı ifade eder. İnşa ise, isminin hemen çağrıştırdığı üzere, bir ‘inşaat’ misali adım adım, aşama aşama yaratmanın ifadesidir. İbdada bir ‘def’îlik,’ yani anidenlik, birdenbirelik sözkonusudur; inşada ise, bir süreç... Kendimizi en az iki katlı bir bina karşısında düşünürsek, ibda sıçrayarak üst kata çıkmayı andırır; inşa ise, merdivenlerden çıkmayı... İbdadaki ani sıçramalara karşılık, inşada bir aşamayı bir diğer aşama izler, bir parçaya bir başka parça eklenir, bir olayın ardından bir diğeri gelir ve sonuç öylece gerçekleşir. Kâinata bakıldığında yaşanan en ciddi düşünce zaafı, her iki yaratma biçimini de ‘yaratma’ olarak görmeyip, madde planında kendi kendine veya tesadüfî ‘oluşum’lar gibi algılayıp bir Yaratıcının varlığını görmezden gelmektir muhakkak... Buna karşılık, insanın ‘yaratma’yı ‘yaratma’ olarak gördüğü halde düşmesi muhtemel bazı düşünce zaafları da vardır. İbdayı kâinatın ilk yaratılışına mahsus kılıp ondan sonrasını yalnızca inşa suretinde algılamak, bu zaafların belki de en önemlisidir. Nitekim, bu yaklaşım, gözümüz önünde sürekli sergilenen ‘yaratılış’ gerçeğine eksik bir bakışı temsil ediyor olduğu halde, birçok zihne hakim durumdadır. Bu eksik bakışla, kâinatın ‘yapıtaşları’nı, yani atom adlı ‘tuğla’larını en başta yoktan yaratan Kadîr-i Zülcelâl’in, o ilk birkaç dakikadan bugüne yalnızca bu sabit tuğlalardan farklı binalar yapıyor olduğu düşünülmektedir. Bu tuğlalardan yapılan her bir şey gibi, tuğlaların kendisinin de an be an yeniden yeniye yaratıldığı değil! Oysa, Allah kâinatı yalnızca bir kere ibda ile, yani yoktan yaratmış da ondan sonra yalnızca inşa suretinde yaratıyor değildir. İbda suretinde yaratma da, inşa gibi, şu an devam etmektedir. Yani, kâinat, sürekli yeniden yeniye yaratılmakta; her daim yoktan var kılınmaktadır. Diğer bir deyişle, her an bir kâinat varlık sahnesinden alınıp yerine yeni bir kâinat konmakta; ve bu işlem, kâinatın ilk yaratılış anından beri, sürekli tekrarlanmaktadır. Bir örnekle açmamız gerekirse; insanın kâinat karşısında yaşadığı, bir sinema salonunda bir film seyrederken yaşadığından çok farklı değildir. Sinemada gözümüz beyaz perdeye takılıp kaldığı sürece, bir ‘süreç’ görürüz yalnızca; bir konunun sürekli ve kesintisiz bir surette akıp gidişini görür, bir olayın sonucunda bir başka olayın gerçekleştiğini, bu olayın ise bir başka olaya sebep olduğunu görürüz. Gerçekte ise, izlenen filmin esası, ‘kesintisiz’ bir olaylar zinciri değildir. Tam aksine, bütün bir film, kesik kesik karelerden ibarettir. Aslolan bu kesik, birbirinden kopuk karelerdir; kesintisiz bir biçimde seyrettiğimiz filmdeki sürekliliğin temelinde bu kesik kareler vardır. Ama, bu karelerin ekrana yansıma hızı ve aralarındaki süreklilikten dolayı, işin aslını araştırmadığımız müddetçe, bunun farkına varmamız imkânsızdır. Aynı şekilde, kâinatta da, aslolan ibdadır. Kâinat, her an yoktan, hiçten, yeniden yeniye yaratılır. Atomaltı âlemlerde sürekli var-yok arası dalgalanmalar cereyan eder. Ancak, bu yaratma kesintisiz biçimde devam edegeldiği için, bizim öncelikle gördüğümüz bu yaratılışın ‘inşa’ boyutu olur. Bu bakımdan, öncelikle ‘inşa’yı görmek değildir problem; yalnızca inşayı görmektir. İnşada takılıp, onun da aslı olan ibdayı gözden kaçırmaktır. Maamafih, özellikle kuantum dünyasındaki keşiflerden sonra, kâinatın her an hiçten ve yoktan yaratıldığını; her an bir kâinatın varlık sahnesinden alınıp yerine yeni bir kâinatın konulduğunu anlamak giderek kolaylaşmaktadır. Yoktan yaratmayı yalnızca ilk yaratılış anına izafe edip ondan sonrasını yalnızca ‘inşa’ suretinde gören eksik bir bakışın içerdiği en büyük risk ise, determinizmdir. Gözlemlediği süreçlere bakıp o süreçlerde bir ortak yön, bir süreklilik, bir düzen gördüğünde, insanın buradan bazı ‘genellemeler’e ulaşması doğrudur ve doğaldır. Ancak bunda, dikkat edilmezse genellemeleri mutlaklaştırıp, herşeyi ‘determine’ etmek, yani belli tariflere ve kalıplara hapsetmek gibi bir tehlike ihtimali de vardır. Güneşin doğuşundan ayın hallerine, baharın gelişinden ağacın meyve verişine her bir oluşa yalnızca inşaya kilitlenerek bakan bir nazar, ‘geçmişe dönük’ bu gözlemlerden hareketle, ‘geleceğe dönük’ biçimde “Şu şu zamanda olur, şunun ardından bu gelir” gibi ‘kesinlik’ içeren hükümlere ulaşır. Oysa, en basit haliyle gözümüzü ibdaya karşı körleştiren bu yaklaşımda, Allah’ın gelecekte iradesini nasıl tecelli ettireceğini kulun önceden belirlemesi gibi, Allah’ı kendi iradesinin eseri olan süreçlerin ve düzenin esiri görmek gibi, hatta yalnızca süreçleri ve düzeni görüp Allah’ın kudret ve iradesini hiç görememek gibi ciddi tehlikeler vardır. Sözün özü, yalnızca inşaya odaklanmış bir yaklaşım, insanı ‘belli sebeplerin muhakkak belli sonuçları doğuracağı, zira şimdiye kadar doğurmuş olduğu’ gibi bir determinist şartlanmaya rahatlıkla götürür. Çünkü inşada ‘tedricîlik,’ yani aşama aşama belli bir süreçten geçerek varoluş sözkonusudur. İbdada görülen ise, ‘tedricîlik’ değil, def’îliktir. İbda hiçtendir, yoktandır, aniden ve birdenbiredir. (Nitekim, ‘inşa-eksenli’ bilim dallarına, meselâ kimyaya bakıldığında, herşeyin ‘belirlendiği’ni görürüz. Meselâ: “İki hidrojen atomu bir oksijen atomuyla birleşince su meydana gelir.” Buna karşılık, ‘belirlenemezlik,’ ‘ibda-eksenli’ bir bilim dalı olarak kuantum fiziğinin en önemli prensiplerinden biridir!) Gerçekte ise, kâinatta inşa ve ibda beraberce vardır. Kâinat, aynı anda bir açıdan ibda, bir diğer açıdan inşa olunmaktadır. Dolayısıyla, aslolan, kâinatta inşa ile ibdayı beraberce görebilmek;. kâinata bakışta, inşa-ibda dengesini kurabilmektir. Bu ise, kâinata baktığımızda gözümüze ilk çarpan ‘inşa’ gerçeği olduğuna göre, ibdaya karşı körleşmemek için özel bir dikkati gerektirmektedir. Dahası, bu ibda-inşa dengesini yalnızca kâinata bakışta değil, kâinat ağacının en seçkin meyvesi olarak insanlık âlemine bakışta da kurmak ve korumak gerekmektedir. Çünkü, insanlık tarihinde de, bütün bir kâinat gibi, ‘inşa’ ve ‘ibda’ beraberce gerçekleşir. Meselâ, insanlık âleminde de ‘süreç’ler vardır; olaylar belli bir akış içinde seyrettiğinde belli sonuçlar görülür. Ama öte yandan, önceden kestirilemeyen ‘sıçramalar’ vardır. Yani, geçmişte belli sebeplerin akabinde ortaya çıkan ‘sonuçlar’ın gelecekte de zuhuru kesin ve muhakkak değildir, zira umulmadık bir ‘sıçrama’ ile, meselâ yeni bir değişkenin devreye girmesi ile olayların akışı büsbütün değişmektedir. Kısacası, insanlık tarihi yalnızca ‘süreç’lerin tarihi değil, aynı zamanda ‘sıçrama’ların tarihidir. Dahası, toplumların tarihine, hatta bilim tarihine bakıldığında, ‘sıçramalar’ın ‘gidişat’a yön verme noktasında süreçlerden daha önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Bu çerçevede, ‘süreçler’i ve ‘sıçramalar’ı beraberce düşünür, bir inşa-ibda dengesi içinde insanlık tarihine bakmaya çalışırsak; bir kere, geçmişte varolmuş, sonra çöküp gitmiş devletlerin veya toplumların çöküş sürecini inceleyerek, bir devletin veya toplumun nasıl çökeceğine dair belli hükümlere ulaşmak, bu arada bugün varolan devletler veya toplumlardan hangisinin çökmeye aday olduğuna dair bir öngörüde bulunmak mümkündür. Ama, adı üzerinde, ‘mümkün’dür; mutlak ve muhakkak değil. Geçmişe dönük bu gözlemlerden geleceğe dair öngörüler üretmemiz mümkün de olsa, geleceğe dair mutlak ve kesin hükümler imkânsızdır. Çünkü, aynı insanlık tarihi, ibda suretinde ani sıçramaların da tarihidir. Umulmadık anda gerçekleşen umulmadık bir olay tarihin akışını ‘öngörülen’in tamamen tersine çevirebilmiştir. Nitekim, peygamberler, tabir yerindeyse, insanlık tarihinde birer ‘ibda’ örneğidirler. Çünkü, salt inşa-eksenli bir nazarla o sıralar toplumda görülen gidişata ve ortada gözüken ‘insan ve toplum’ malzemesine bakıp, bu gidişat içinde bu malzemeden böyle bir sonucun çıkacağını ummak mümkün değildir. Meselâ, yalnızca gidişata ve eldeki verilere gözünü dikmiş bir nazar, Nemrud’un ülkesine gittiğinde, olsa olsa, put yapıcı Azer’in çocuklarının putperest olacağını öngörürdü muhakkak. Put yapıcı Azer’in evinden tevhid bayraktarı İbrahim’in (a.s.) çıkacağını ise asla düşünemezdi. Ama, Azer’in evinde büyüyen çocuk putperest olmadı; bilakis, bizatihî Kur’ân’ın ifadesiyle, mü’minler için, ‘asla müşriklerden olmayan’ bir ‘güzel örnek’ oldu. ‘Tek başına bir ümmet’ oldu. Aynı şekilde, Firavun’un sarayından Musa çıkacağını kim düşünebilirdi? Ama, “Ben sizin en yüksek rabbinizim” diyen Firavun’un dizi dibinde büyüyen çocuk, Firavun’a da Rabbini hatırlatan bir kudsî peygamber oldu. Yine, ‘süreç’lere kilitlenmiş bir nazar Cahiliye döneminin şartlarında her çocuğun müstakbel bir Ebu Cehil olmasını umabilirdi ancak. Ama, o şartların meyvesi, ‘Habibullah’ olan ve Fahr-ı Kâinat ünvanıyla anılan Hz. Peygamber (a.s.m.) oldu. Öte yandan, Ebu Cehil’in elinde ve evinde büyüyen oğlu ve kızı, gün geldi, babalarının yolunun değil, babalarının ‘asla uymam’ dediği İslâm’ın yolunun yolcusu oldu. Keza, Hz. Peygamberi öldürmek üzere yola çıkan Ömer, birkaç saat sonra, Hz. Peygamberi öldürerek tam anlamıyla yoldan çıkmış biri olmadı. Bilakis, kimsenin ummadığı şekilde, hak yola girmiş ve bu yolda en zirvelere tırmanmış bir insan oldu. Hem yalnız Ömer, yalnız Ebu Cehil’in oğlu İkrime ve kızı Cemile değil; bütün bir Arabistan, kız çocuklarını diri diri gömer, putperestlikle sınır tanımaz bir vaziyetten çıkıp, ‘öngörülemez’ biçimde, az bir zaman içerisinde bütün dünya için tevhid, adalet, merhamet ve medeniyet timsali haline geldi. Kaldı ki, ‘umulmadık’ sonuçların, tarihin akışını değiştiren ‘sıçramalar’ın yaşandığı zamanlar, yalnızca, içinde bir peygamberin yaşadığı zamanlar da değildir. Tarih, ‘süreçler’e kilitlenmiş bir nazarın ummadığı, ama fiilen gerçekleşmiş nice olay, nice olguyu önümüze sermektedir. En zayıf zamanında bile İslâm’a direnen Avrupa’nın en güçlü zamanında milyonlarca evladını din olarak İslâm’ı seçer halde görmesi, meselâ, çok uzakların değil, bugünün gerçeğidir. ‘Zamanın eşsizi’ ünvanıyla anılan benzersiz bir alim, İslâm âleminin en şaşaalı zamanında müthiş ortamlar içerisinden değil; yıkılmış Osmanlının çökmüş medreseleri arasından, hem ücra bir köyün fakir bir evinden çıkmıştır. Öte yandan, neredeyse bütün dünya için yozlaşma ve suç timsali haline gelmiş Harlem’in sokakları arasından çıkan bir Malcolm X de zamanımızın bir gerçeğidir. O ki, kendisi de suça batmış bir hayatın içinde olduğu halde, umulmadık bir sıçrama, bir yükselme sergileyip İslâm’ı seçmesiyle, milyonların İslâm’a yönelişine rehberlik ve örneklik etmiştir. Kısacası, kâinat gibi, insanlık tarihi de, belli süreçleri gösterir ve belli sonuçların belli sebepleri takiben geldiğini öğretirken, bizi ‘muhakkak bu böyle olur’ demekten kesinlikle alıkoyması gereken ‘ani sıçramalar’ da içermektedir. Buna rağmen, bugün, sözlere, hallere, halet-i ruhiyelere kök salmış, her biri bir ‘gizli determinizm’i ele veren ümitsizlikler ve de ümitsizlik üreten gizli determinizmler kol geziyor ortalıkta... ‘Gidişat’a dönük nice nazar, velev ki bu nazarın sahibi bir mü’min olsun, geleceği hiç ama hiç iyi görmüyor. Ekonomi kötü; ‘bu gidişle düzeleceği de yok.’ Siyaset âlemi çepeçevre kuşatılmış halde; ‘bu memleket adam olmaz.’ Egemen güçler bütün dünyayı kuşatmış durumda; ‘her gelen gün, geçen günleri aratır hale gelecek.’ Eğitim berbat; ‘bu eğitimden düzgün çocuk yetişmesi imkânsız.’ Toplum çok yozlaşmış; ‘yetişen çocuklardan kimse boşuna hayır beklemesin.’ Televizyonların hali ortada; ‘bu insanların uyanması mümkün değil.’ Ailelerin durumu besbelli; ‘böyle bir aileden düzgün insan çıkmaz.’ Bu gibi analizlerin onlarcası, yüzlercesi duyuluyor her gün. Duyuluyor; çünkü konuşuluyor ve yazılıyor. Kâinatın esası ve temeli olan ibdadan da, insanlık tarihinde gerçekleşen ibda cinsinden sıçramalardan da bihaber bir ontolojik fukaralık içinde sarfedilen böylesi dikkatsiz sözler, yazık ki, imanlı ağızlardan bile kolaylıkla dökülüyor. Gerçekte determinizme tavır koymuş nice insan bile, bu sözlerin ardında örtülü, gizli bir determinizm sergiliyor ne yazık ki. Sonuçta, maddî manevî hemen her meselede “Herşey bitti” türünden bir karamsarlık kol geziyor. Birileri, gelecek O’nun kudret elinde olan Allah’ın geleceği nasıl getireceğini şimdiden açıklıyorlar: Herşey daha kötü olacak! Oysa, kâinatı ibda ve inşa ile yaratan O olduğu gibi, Kelamıyla ‘min haysu lâ yehtesib’ (ummadığınız, hesap etmediğiniz yerden) sizi nimetlendiririm diye bildiren ve bunun böyle olduğunu insanlık tarihi boyu sayısız örnekle belgeleyen de O’dur. Bütün sonuçlar O’nun elindedir, ne olacağını O bilir, kararı O verir, sonucu önceden belirlemek O’na mahsustur. Bizlerin Allah bu sonucu yaratacak diye O’nun adına hüküm vermesi ise, böyle yaparak “Nasıl olsa sonuç bu, boşuna çırpınma” halet-i ruhiyesi üreterek esasında bu olumsuz sonuç için ‘kaşınmak’tan öte birşey değildir. Halbuki, yoktan, hiçten ve def’aten yaratmanın, yenilenme ve tazelenmenin süregittiği bir kâinatta ve tek bir değişkenin değişmesiyle bütün bir gidişatın değişebildiği bir insanlık âleminde, ümitsizlik üretmeye gerek de, hakkımız da yoktur. Aslolan, ümittir. Aslolan, açık veya gizli bir determinizme düşüp, ‘olanlardan hareketle olacağı kestirmeye çalışmak’ değildir. Aslolan, ‘olması mümkün’ olana karşı dikkatli olmak, ama aynı zamanda, ‘mümkün’ olanı ‘muhakkak olacak’ diye algılama yanlışından uzak bir dikkat ve ümitle donanmaktır. Yaşasın ümit! Yonetim uyari: siirleri siir bolumune eklersen okunma oranini dusurmesin
  2. arkadaşımız demişki "Zira artık müslümanların, müslüman olmayanları zorla bu dini kabul etmek yada cizye talep edecek ne bir devletleri nede güçleri var" şurada haklısın müslümanların ne bir devleti kaldı nede bir gücü kaldı niye biliyormusunuz insanlar gerçek islamdan okadar uzaklaştılarki şimdi ne bir başları var nede güçlü olanı var tarih boyunca bana bir tane zorla müslüman yapılmış bir tek insanın ismini kaynağıyla birlikte verirmisin lütfen bunu bekliyorum gelelim cizye konusuna şu yüzyılda yaşadığın ülkede veya dünyanın herhangi bir yerinde içtiğin suyun bile vergisini devlete ödediğini düşünüyorum ki böyle yani bütün ödediğin vergileri canı gönüldenmi ödüyorsun helali hoş olsun diyormusun merak ediyorum eğer demiyorsan ozaman sen hala cizye ödüyorsun şimdi dersenki evet şimdi de zorla ödüyorum öylede böylede alıyorlar yani istesemde veriyorum istemesemde peki eğerdersen vermeyelim kardeşim niye veriyoruz ozaman şunu sorayım peki devlet nasıl ayakta durur ve parayı nereden hazinesine toplar ozamanın cizyesi şimdinin vergisi yani şimdi cizyeyi şöyle diyelim:Cizye, borcunu ödedi demek olan "cezâ deynûhu" fiilinden bir çeşit borç ödeyişi ifade eden bir isim olup, müahidin ahdi üzerine vereceği vergiye ıtlak olunur ki; can, mal ve özgürlüklerinin korunması karşılığında ödenmesi gerekir. Cizye İslâm'ın ilk defa ihdas ettiği bir vergi değildir. Cizye eski çağlardan beri vardır. Yunanlılar, Milat'tan önce beşinci yüzyıl sıralarında Fenikeliler'in saldırılarından korunmak karşılığında küçük Asya sahillerinde yaşayan halklardan cizye almaktaydılar. Romalılar da hâkimiyetleri altına aldıkları kavimlerden cizye almışlardır. İranlılar da yine hâkimiyetleri altında bulunan reayadan cizye alırlardı. Cizye yalnız Ehl-i Kitap denilen yahudiler ile hristiyanlardan ve kendilerinde Ehl-i Kitap şüphesi bulunan mecûsîlerden kabul edilir. Cizyenin bir kimseden tahsil edilebilmesi için bu kimsenin akıllı, hür, sağlıklı, erginlik çağına ulaşmış erkek olması şarttır. Bu nedenle akıl hastaları, bunaklar, çocuklar, kadınlar, köleler, kör ve topallar, çok yaşlılar, yıl içinde altı aydan fazla bir süreyle hasta olanlardan cizye alınmaz. Çünkü cizye, şer'an savaşmaya muktedir olan gayr-i müslimlere ait bir yükümlülüktür. Yukarıda sayılanların ise savaşmaya gücü olmadığından, bunlar cizye ödemekle yükümlü değillerdir. Kilise ve havralarda bulunan rahip ve papazlara cizye bağlanıp bağlanamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Cizyenin miktarı, yükümlülerin ekonomik durumları dikkate alınarak belirlenir. Geçmiş devirlerde devlet tarafından konulan cizyenin miktarı için yükümlüler üç sınıfa ayrılmıştır. Zengin sayılanlardan yıllık kırksekiz; orta hallilerden yirmidört; çalışmaya muktedir fakirlerden de oniki dirhem cizye alınmıştır. Nisap miktarına mâlik olanlar da zengin sayılmıştır. Bazı bilginlere göre ise, zengin, orta halli veya fakir sayılma konusunda ikâmet ettiği beldenin örfüne göre karar verilir. Sağlam ve geçerli olan görüş de budur. Cizye ödeyen mükellefler, İslâm devleti ile sadece inanç ve dini merasimlerine için verilmesi için değil; aynı zamanda can ve mallarının korunması ve. devlet garantisi altına alındığına dair bir anlaşma yapmış olurlar. Bu vergiden ziyade, devletin bu vatandaşlarına yaptığı harcamalara onların bir nevî katkılarıdır. Cizye, tahakkuk ettikten sonra şu üç sebepten biriyle düşer: a) Mükellefin müslüman olması. Cizye verecek kimse müslüman olursa kendisinden cizye kalkar. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): "Müslüman üzerine cizye yoktur. " buyurmuştur (Tirmizî, Zekât,11; Ahmed b. Hanbel, I, 223). Cizye tahsil edilmeden sürenin geçmiş olması. Bu durumda cizye zaman aşımına uğramış olur. c) Cizye tahsil edilmeden mükellefin ölmesi. Bu halde de cizye düşer: Mirasından tahsil edilmez demişsinizki: Tabiya. Müslümanların işgal ettiği ( size göre feth) tüm ülkeler can atıyorlardı müslüman vatandaşı olmak için, onun için ne olur bize savaş açın diye müslümanlara yalvarmışlardır herhalde. Mafyada, haraç topladığı insanlar için aynı argümanı öne sürüyor. Biz sizin can güvenliğni koruypruz diyorlar. Ne güzel değilmi ? Bu muhammedin mekke döneminde ve güçsüz olduğu zamanlarda taraftar toplamak için söylemek zorunda olduğu barışcıl bir söylemdir.Medineye gelip bir süre sonra yeterli taraftarı ve güçü bulduğunda artık kimsenin gözünün yaşına bile bakılmaz. bakın size nediyicem bize göre feth olan istanbulun fethini bir okuyun (tarafsız kaynaklardan) insanların nasıl karşıladıklarını nasıl sevindiklerini görün şimdide ee ölüm korkusu kafasına kılıç dayanmış diyeceksiniz işte bunu düşünürseniz gülerim islamın adaleti bütün insanlık içindir ki sultan fatihin şu sözünü bildiğinizi umarım "benim için hristiyanın yeri klisede, yahudinin yeri havrada, müslümanın yeride camide ayrıdır" bakın mesela ıraktada amerikalıları çiçeklerle karşıladılar welcome pankartlarıyla şimdi kurşunla cevap alıyorlar. işte islamın farkı göz önünde peki bana sultan fatihin böyle katliamlar böyle vahşetler yaptırığına dair bilgi belge verebilirmisiniz ben size belge olarak günümüzde yaşanan yaşanmaya devam eden acı bazı örnekler verdim umarım görüyorsunuzdur. hele birde islamla mafyayı kıyaslamışsınızya bu daha komik : Mafyada, haraç topladığı insanlar için aynı argümanı öne sürüyor. Biz sizin can güvenliğni koruypruz diyorlar. Ne güzel değilmi ? Bu muhammedin mekke döneminde ve güçsüz olduğu zamanlarda taraftar toplamak için söylemek zorunda olduğu barışcıl bir söylemdir.Medineye gelip bir süre sonra yeterli taraftarı ve güçü bulduğunda artık kimsenin gözünün yaşına bile bakılmaz. hz peygamberimiz bedir savaşında karşı orduda peygamer amcası abbas ve hz zeynebin kocası yani damadıda karşı orduda savaştan sonra ikiside esirler arasında hepsinin elleri bağlı amcasının ve damadının elleri sıkıca bağlı rahmet peygamberi gece uyuyamıyor amcasının sesini duyuyor ve çözün tüm esirlerin elini diye bildiriyor Hz. Peygamber onlara iyi muamele edilmesini istedi. Esirlerden elbisesiz kalmis olanlara giyecekler verildi. Bu esirler müslümanlarla birlikte ve onlarla esit sartlar altinda yemege oturuyorlardi. Esir alinanlardan sadece ikisi idama mahkûm edilmistir. Çünkü bunlar Mekke'de inananlara yapmis olduklari zulümden dolayi idami haketmislerdi. Rasûlullah'in, bu ilk askerî karsilasmada gösterdigi bu insânî tutum ve davranis daha sonraki olaylarda da degismemistir. işte göremediğiniz görmek istemediğiniz Allah ve onun peygamberi saygılar.
  3. Ey her duada bulunana icabet eden ululuk tahtının Sultanı! Şu anda binler, yüz binler Senin karşında divan durarak ellerimizi Sana açıyor ve külliyet kesbetmiş niyaz edalı soluklarımızla, kullarına her zaman açık bulunan, hiç olmazsa aralık duran rahmet desenli kapının tokmağına inleyerek dokunuyor ve "Biz geldik" diyoruz. Herkesi ve her şeyi görüp gözettiğine, her sese ve herkese merhamet ettiğine gönülden inanarak kaçkınlığımızı muvakkat dahi olsa görmüyor, günahlarımızı af çağlayanların içinde tasavvur ediyor, karıştırdığımız haltlara değil, Senin afv u safhına bakıyor ve ümitlerimizi ona bağlıyoruz; bağlıyor ve Sen varsan -ki aslında kendinden var olan sadece Sensin- bizim terk edilmemiz söz konusu olamaz. Enîsimiz Sen isen, çevrenin vahşetinden bize ne! Her yanda şeytan ve avenesi içten içe homurdanıp duruyorlarmış, Sen bizimle olduktan sonra ne ifade eder ki! Sen her şeyin biricik hâkimisin ve hükmünü engelleyecek bir güç de yoktur. Sen saltanat dairen içinde en küçük şeyleri görür, en cılız sesleri işitir, hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi cevapsız bırakmazsın. Şimdi biz de, bize verdiğin isteme duygusu ve istenenleri vereceğin inancıyla rahmetinin vüs'ati genişliğindeki kapına dayanıyor, son bir kere daha hâlimizi arz etmek istiyoruz. Hâlimiz Sana ayan, söyleyeceklerimiz bildiklerinin bir kısmını beyan. Beklediğimiz asırlardan beri bizi kıvrım kıvrım kıvrandıran dertlerimize derman.. icabet buyur ey Rahîm ü Rahmân! amin saygılar
  4. umuda türkü haklısın sana katılıyorum. ekonomik olarak özgür değilsen ve dışarıya belli güç odaklarına bağlı isen onların istediği gibi yönetilmeye mahkumsundur ekonomik özgürlük bu nedenle çok önemli bir konudur zamanında hileyle zorla ve savaşlarla yapamadıklarını şimdi maddi olarak yapmaya çalışıyorlar vede çoğu yeri satın alıyorlar bunlara ek olarak ta insanların ekonomk özgürlüklerinin önündeki engellerden gördüğüm dört ayrı konudan kısa olarak bahsetmek istiyorum bunlar tamamen kişisel düşüncelerimdir. bir siyasi parti çokluğu okadar siyasi parti varki genelde hepsinin tüzükleride aynıdır yönetim anlayışlarıda aynıdır ama ben bunu ne kadar çok parti o kadar bölünmüşlük o kadar iktidarsızlık ve istikrarsızlık olarak yorumluyorum demokrasiyle fazla bağdaştırmıyorum çünkü hangi demokrasi demkten kendimi alamıyorum birde dikkat ediyorum da belediye başkanlığı yapıyor veya nebiliyim vekillik bakanlık yada dışardan bir bakıyorsun iki haftada parti kurulmuş ya bu partileri hangi paralarla kuruyolar nereden geliyor bu kaynak yoksa dışarıdan birilerimi istiyor ve parayı aktarıyor size bu kadar yetmez ellitane olun siz demokrasi abidesisiniz kurun ikincisi futbolizm futbol güzel bir spor dalı ama ben oradada çok şeyler döndüğünü düşünüyorum birbirini döven hatta öldüren ve bunun adınıda fanatiklik koyan bir sistem oturtmuşlar yine tabiki birilerinin cepleri burada dolduruluyordur bunada eminim çünkü bu milletin fanatikliğe ihtiyacı var sizene uzaydan sizene ilimden bilimden üçüncüsü: ayrılıkçılık etnikçilik buda var yetmez bunları birde ayıralım yine tabi buarad birilerinin cepleri dolduruluyor bizde parasız iş yapılmaz ya obür taraftanda benim saf temiz ruhlu kardeşim zannediyorki vay be beni savunuyor bilmiyorki ne kadar acı bi şekilde kullanılıyor üç kuruşa satılıyor bakın amerika ıraka özgürlük vadediyordu demokrasi vaad ediyordu şimdi ne veriyor. bu bana rahmetli kemal sunal ın bir filmini hatırlattı hani ağa yı öldürüyor sonra da diyorya hakim bey duymuşum ki köye yeni bir ağa gelmiş köylü maho ağayı arar olmuş rahmetli ne kadar güzel anlatmış dördüncüsü ahlaki çöküntü : yetmedi birde bunları ahlaken çökertmek gerekir nasıl en güzel yolu yazılı ve görsel basın tabi oradada satılmış kalem bulmakta zorlanmazlar parayı ver gerisi mühim değil gazeteyi bir alıyorsunuz okumak için bi bakıyorsunuz gazetenin yarısından çoğu magazin şu şundan ayrıldı bu buna şöyle dedi birde olmazsa olmaz sayfa sayfa reklamlar.... görsel basın ise daha içler acısı gelinlerin programı kaynanalrın programı star arıyoruz acele ihtiyaçtan dolayı ve daha niceleri bir taneside çıkıp demezki bilimadamları arıyorum yeni projeler arıyorum üreten bir gençlik arıyorum ve yatırımlarına yardımcı olacağız demezler çünkü medya patronlarıda uyuyan bir milleti çok severler "zifiri karanlıkta ak sütün içerisindeki ak kılı seçebilecek kadar gözleri keskin bir gençlik" saygılar
  5. sevgili arkadaşım bir insanın inanıp inanmaması neden bu kadar önemli demişsiniz. benim için hiç önemli değil neye inandığı veya inanmadığı çünkü birey olarak herkes kendinden sorumludur konu iyi insan olmak yada değerlerde değil konu bir şey yazılıyorsa bu konudaki bilgilerini paylaşmak mesele bu olumlu olumsuz eleştirilerde olacaktır tabii saygılarla yaratılanı severiz yaratandan ötürü.
  6. siz o dönemdeki sahbelerden mi bahsediyorsunuz tuvalet ihtiyacını gidermek için dışarı çıkan kadınlara tacizde bulunuluyormuş çok komik ya cahiliye dönemininden bahsediyorsan birşey diyemem bir kere cahiliye döneminde yani peygamberimizden önce kadına ve kıza bir mal muamaelesi yapılır hatta insan yerine bile konmaz doğan kız çocukları diri diri toprağa gömülürdü. kadına değeri hz peygamber ve islam dini vermiştir biraz gerçek kaynaklara bakarsanız görürüsünüz. Kurandaki iyilikler sadece müminler içindir. Başkaları ise insan bile değildir.Onlar ancak öldürülmesi gereken pisliklerdir diye yazmışsınız kurandaki tüm yazılanlar bütün insanlık içindir kuran bütün insanlara gönderilmiştir onlar ancak öldürülmesi gereken pisliklerdir yazmışsınız ozaman şöyle bir şey çıkıyor ortaya peygamber hiç boşuna tebliğlere çıkmasaydı insanlara islamı anlatmasaydı o kadar eziyet ve cefayı çekmeseydi direk hepsini öldürseydi pislik muamelesi yapsaydı o zaman şu an yer yüzünde inançsız insan kalmazdı Öyleki bu uygulamdan faydalanmak ve tacizden korunmak için örtünen bir cariyenin başından O adalet timsali ömer başörtüsünü çeker ve Hür kadınalara mı benzemek istiyorsun der. diye yazmışsınız acaba hangi ömerden bahsediyorsunuz halifeliği döneminde yolda gezerken kan izine rastlıyor ve kanın kim veya nenedenle aktığını soruyor aldığı cevap kervan geçerken develrden birinin ayağına dikenlerin battığı ve kanadığı bildiriliyor hz ömer çok üzülüyor kervana adam yollatarak devenin ayayğını tedavi edilmesini istiyor neden bu kadar üzüldüğü sorulduğundada halife hz ömer korkum odur ki diyor bu devenin ayağının hesabıda benden sorulur ve hesabını veremem. ve daha niceleri bu halife hz ömerdenmi bahsediyorsunuz yanlış kaynaklardan araştırıyorsunuz.. saygılar
  7. merhaba arkadaşım bilim bütün insanlığa açıktır inanan inanmayan herkes bir şeyler bulup üretebilir ve gerçekten güzel hayırlı işlerdir kimin cennete girip girmeyeceğinide Allah bilir Allahın emrettiği farz olan görevler vardır aynı işhayatı gibi mesai saat 0:9 da başlıyor diyelim saat 17:00 da bitiyor olsun saat 17:00 dan sonra çalıştığın mesai fazla mesai olarak ücretlendirilip maaşına yansıtılır değilmi ha şimdi namaz gibi görevler farzdır bunlar mesaidir bunun dışında olanlar fazla mesaidir misal verdiğin yaşlı teyze örneği gibi bu sevaptır. gelelim Allahın ve Muhammedi kabul edenlerin cezalarını çektikten sonra cennete gireceği bunu kimse bilemez Allah dilemediği müddetçe kimse ne cennetine girebilir nede cehennemine dilerse inançsız birini yaptığı çok güzel bir şeyden dolayı ödüllendirip cennetine koyar diler ise ömrü secde halinde geçmiştir her türlü ibadetini yapmıştır ama bir hatası vardır Allahın hiç sevmediği hoşnut olmayacağı bir iş yapmıştır diler ise onuda ebedi cehennemine koyar şüphesiz o bağışlayandır affedendir merhammetlilerin en merhametlisidir o rahman ve rahimdir
  8. ALINTI : İstese idiler bilim sayesinde aydınlanır ve yükselirlerdi.Fakat onlar dogmalara saplandı ve masalların peşine düştüler.Onların durumu tıpkı çölde vapur bekleyen kişinin durumu gibidir.İşte gerçeklere sırtını dönenlerin trajedik durumu böyledir.Kıssayı anlat belki düşünürler Bu varlığa bizi gönderen Allah, bize göz vermiş. Bu gözümüzle bakarız ki, bu kâinat kimindir?.. İnsan bir eser görür de sormaz mı, "Bu eser kimin eseridir?" diyerekten? Elbette soracak... --Kimin eseri? --Filânın eseri... --E, bu koskoca eser kimin eseri? --Sahipsiz bu, tabiatın eseri... Tabiatın eseri dersek bütün eserlerin de tabiatın olması lâzım. Şimdi, gökte uçan tayyarelere, o gökte duran Rus ve Amerikan füzelerine de tabiatın eseridir dersek, ne dersiniz bana?.. Hepinizin diyeceği: ne yapıyorsun sen, şaşırdın mı? O filânların eserleri, bak ilimleri sayesinde bugün gökte duruyorlar." İnsan eseri duruyor da, ona sahip buluyorsun da, bu koskoca kâinata bir sahip bulamıyorsun, olur mu hiç?.. İnsan bir kere kendini düşünse kâfi... İki cihan serverinin bir halini duyurmak isteyeceğim. Kasîde-i Bür'e var ya, o Muhammed Busırî Hazretleri'nindir. Bu kasidesinde şöyle der: Zalemtü sünnete men ehyaz-zalâme ilâ, Enişteket kademâhüd-durra min verami. O Cenâb-ı Peygamber SAS, dünya nimetlerine iltifat etmediği gibi, âhiret nimetlerinin büyüklüğünü bize duyurmak için, geceleri sabahlara kadar ayakta durur, Allah-u Teàlâ'ya tazarr� ve niyaz ederdi. O sebepten mübarek ayakları şişerdi... Kaside-i Bür'e sahibi diyor ki: "--Ben kendime zulmettim." "--Neden zulmettin yahu?.." "--O Peygamber-i ahir zamanın sünnetine uyamadım da ondan zulmettim." diyor. Allah'ın emirlerine uymayanlar, Peygamber SAS'in emirlerine uymayan insanlar öyle bir zalimdir ki; o zalimin zulmü, o adamları asan Haccac-ı Zàlim'in zulmünden daha beterdir. O zulmetmiş, böyle zulmedenler çok. Asıl insanın zulmü kendi nefsine... ALINTI: BRAİN SLAPPER Her türlü inancın serbestçe yaşanabildiği bir kültüre son verip, başkalarının inançlarına saygısız davranan, saygısız davranmakla kalmayıp onları inançalarından dolayı özel haraca bağlayıp cezalandıran anlayıştır DİYOR BİR: Hz. Muhammed, çevresindeki komşu kabileler ile ilişkiler kurdu. Bu arada müslümanlar Mekke'de evlerini barklarını, mallarını mülklerini terkederek dinleri uğrunda yurtlarından ayrılmış olmalarına rağmen İslam'a kin ve husumetleri durmak bilmeyen Kureyş müşriklerinin düşmanca faaliyetleri, onlara yönelik bazı askerî seferler düzenlenmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra Kureyş ileri gelenleri Medine'deki Yahudi ve münafık reislerine mektuplar ve haberler göndererek onları İslam'a karşı kışkırtıyor, kendileriyle işbirliğine çağırıyor, ayrıca kendilerine yardımcı olmadıkları takdirde sadece Müslümanları yok etmekle kalmayacaktarı, onlara yataklık ettikleri için gayri müslim de olsa Medine'deki herkesi cezalandıracakları tehdidini savuruyorlardı. Bu düşmanlık ve tehditler, sadece sözde kalmadı ve zamanla uygulamaya konuldu. Hicretin üzerinden henüz yeni bir yıl geçmişti ki Kürz b. Cabir el-Fihrî adlı bir müşrik, yanındakilerle birlikte Medine'nin dış meralarında otlayan sürülere bir baskın yaptı ve bir miktar zarara yol açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Kürz b. Cabir'i takibe çıkmış, bu tür tecavüzlerin tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri de almıştır, işte bu tedbirlerden biri olarak çıkarılan Abdullah b. Cahş seriyyesinde ilk kez müslümanlarla müşrikler arasında çatışma çıktı ve kan döküldü . Bu çatışma sırasında müşrik ileri gelenlerinden Amr b. el-Hadramî öldürülmüştü: Harp için zaten fırsat kollayan Mekke müşrikleri bunun intikamı için derhal harekete geçtiler. Bu arada geliri ile harp masraflarını karşılamak üzere çıkarılan Ebû Süfyan kervanının Hz. Peygamber tarafından takip altına alınması, Kureyş'ir harp niyetini hızlandırdı ve Bedir Gazvesi vuku buldu Bedir harbi, müşriklerin tam bir hezimeti ile sonuçlanmış ve İslam devleti azılı bir çok düşmanından kurtulmuştu. Bu arada Hz. Peygamber'in İslam devleti'nin vatandaşları kabul ettiği, bu sebeple de kendiler ile anlaşma yaparak can ve mal güvenliklerini sağladığı din ve vicdan hürriyetlerini tanıdığı Yahudi kabilelerinden Kaynuka oğulları'nın serkeşlikleri ortaya çıktı. Bedir savaşının sonucu karşısında duydukları üzüntü, Kureyşlilere ulaştırdıkları taziyeler, ikaz ve nasihatlara karşı serkeş tavırları ve bütün bunlara ilave olarak müslümanların ırz ve namuslarına tasallut edip bir de müslümanı öldürmeleri, Medine'den onların sürülmeleri neticesini doğurdu 2 Peygamberimiz, doğruluk ve dürüstlüğün en güzel örneği idi. O, çocukluğundan itibaren doğruluktan ayrılmamış, hiç yalan söylememiştir. Peyganmberliğinden önceki gençlik döneminde doğruluğu ve güvenilir kişiliğinden dolayı kendisine, «Muhammedü'l-Emîn» yani, «Güvenilir Muhammed» denilirdi. Düşmanları bile O'nun doğruluğunu kabul etmiş, kendisine yalancı diyememişlerdi Saygıdeğer eşi Hz. Hatice ile amcası Ebu Talip Peygamberimize çok yardımcı olmuşlardı. Kısa aralıklarla her ikisi de vefat edince İslam düşmanları Peygamberimize eziyeti artırdılar. Bunun üzerine Peygamberimiz ilk müslümanlardan olan Zyed b. Harise ile birlikte Mekkeden ayrılarak Taif halkını İslâma dâvet etmeye gitti. Taifliler İslâmı kabul etmedikleri gibi Peygamberimizi taşa tuttular. Zeyd, atılan taşlardan Peygamberimizi korumak için vucudunu siper etti. Atılan taşlardan Peygamberimizin ayakları yaralandı, kan içinde kaldı, yürüyemiyecek duruma geldi ve yol kenarında bir üzüm bağına sığınmak zorunda kaldı. O'nun bu derece sıkıntıya düşmesi üzerine Yüce Allah Cebrail'i göndererek, dağlar meleğinin emrinde olduğunu ve ne dilerse onu bu meleğe emredebileceğini bildirdi. Bunun üzerine dağlara emreden Melek Peygamberimize seslenerek selâm verdi ve: - «Sen ne dilersen emrine hazırım, eğer şu iki dağın Mekkeliler üzerine çökerek birbirine kavuşmasını ve müşrikleri tamamiyle ezmesini istersen onu da emret» dedi. Peygamberimiz eğer isteseydi, kendisine acımasız bir şekilde saldıranlar ve O'nu kanlar içinde bırakanlar bir anda yok edilecekti. Fakat Peygamberimiz, çok üzüntülü olduğu durumda bile sevgi ve merhamet dolu kalbi onların cezalandırılmalarına razı olmamış ve Meleğe şöyle demişti: - Hayır ben onu istemem, ben isterimki Allah, bu müşriklerin soyundan yalnız Allah'a ibadet eden ve Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayan insanlar meydana çıkarsın.» 3 Peygamberimiz (sav)'in Hıristiyan, Yahudi ve müşrik topluluklarla imzaladığı Medine Vesikası da önemli bir adalet örneğidir. Farklı inançlara sahip topluluklar arasında adaletin sağlanması ve her topluluğun çıkarlarının gözetilmesi için hazırlanan bu vesika sayesinde yıllarca düşmanlık içinde yaşayan topluluklara barış getirilmiştir. Medine Vesikası'nın en belirgin özelliklerinden biri inanç özgürlüğü sağlamasıdır. Bu konu ile ilgili madde şöyledir: "Ben-i Avf Yahudileri, müminlerle beraber aynı ümmettirler, Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir." Medine Vesikasının 16. maddesinde ise, "Bize tabi olan Yahudiler, hiçbir haksızlığa uğramaksızın ve düşmanlarıyla da yardımlaşmaksızın, yardım ve desteğimize hak kazanacaklardır" diye bildirilmiştir. Peygamberimiz (sav)'den sonra da sahabeleri Peygamberimiz (sav)'in antlaşmaya koydurduğu bu hükme sadık kalmışlar ve aynı hükmü, Berberi, Budist, Brahman ve benzeri inançlara sahip kişiler için de uygulamışlardır. Asr-ı Saadet döneminin barış, huzur ve güvenlik içinde geçmesinin en önemli nedenlerinden biri, Kuran ahlakına uyan Peygamberimiz (sav)'in adaletli tutumudur. Peygamberimiz (sav)'in adaleti, Müslüman olmayan kişilerde de bir güven duygusu uyandırmıştır ve müşriklerden dahi Peygamberimiz (sav)'in himayesi altına girmek isteyenler olmuştur. Allah Kuran'da müşriklerin bu taleplerini bildirmiş ve aynı zamanda Peygamberimiz (sav)'e bu kişilere karşı nasıl davranması gerektiğini de vahyetmiştir: "Eğer müşriklerden biri, senden 'eman (himaye) isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır' Şu halde o (anlaşmalı olanlar), size karşı (doğru) bir tutum takındıkça, siz de onlara karşı doğru bir tutum takının. Şüphesiz Allah, muttaki olanları sever." (Tevbe Suresi, 6-7) osmanlıdaki adalet Osmanlı’da din (İslâm) bir yandan halk arasında hâkim bir ideolojinin oluşmasını sağlarken diğer yandan da Müslüman olmayan başka dinlere mensup halk kendi inanç ve ibadetlerinde serbest bırakılmıştır. ‘II. Mehmet, 1453’te İstanbul’u fethettiği zaman, Kur'andan ayetler okuyarak, halkı İslâm’a davet ediyor ve İslâmiyet’in dinden döndürmek uğruna zulmetmeyi yasakladığını bildiriyordu. Müslüman halka, diğer dinlere inanlara ve özellikle kitap ehline hoşgörü ile yaklaşmalarını emrediyordu’. Şüphesiz böyle bir dinî serbesti sadece İstanbul’daki gayr–i Müslimler için değil Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında bulunan bütün memleketler için geçerliydi. Padişah fermanıyla, (ki bugünkü kanun hükmündedir) dinî hak ve özgürlükleri korunarak devlet güvencesi altına alınan bir başka grup ise Kudüs Ermenileri’dir. Gerçi, devletin her yerinde Osmanlı’nın aynı güvenceyi Müslüman ya da gayr-i Müslim bütün vatandaşlarına sağladığı bilinmektedir ancak bariz örnekler olarak yazılı vesikalar ile sabitlenmiş olan bu meseleyi de burada zikretmenin faydalı olacağı kanaatindeyim. Kudüs Ermeni Patrikhanesi Hazine-i Evrak’ından, Ermeni patriği Serkiz Karakoç tarafından aslı esas alınarak istinsah edilmiş olan 1517 tarihli bir belgede, Ermeni patriği Serkiz’in, diğer papazlarla birlikte Yavuz Sultan Selim’e gelerek eskiden beri tasarruflarında bulunan kilise ve ma’bedleri yine kendilerinin tasarruf etmesi, Hz. Ömer ve Selâhaddin Eyyubî’nin kendilerine verdiği ahidnameyi Yavuz’un da yenilemesini istedikleri anlaşılmaktadır. Bunun üzerine, “eskiden beri tasarruf yetkisine sahip Ermeni râhiplerin, Kamme, Hz. İsa’nın doğduğu Beytullahım mağarası, kuzeydeki kapının anahtarı, içerde kamame kapısındaki iki şamdan ve kandilleri, Büyük Kiliseleri, Mar-Yakub, Deyr’üz zeytun, Habs’ül Mesih kiliseleri, bunlara ait vakıflar, bağlar, bahçeler aynı dine mensup Habeş, Kıbtî ve Süryâni milletleri, bunların terekeleri ve benzeri hususlarda yine tasarrufa yetkili olduklarına karar verilmiştir. Bunlara kimse müdahele edemeyecektir Hatta bununla da kalmayarak devlet İslamiyet’ten başka dinlere inananların şahsî haklarını kanunlarla da korumuştur. Kanun önünde hiçbir gruba iltimas geçilmemiş ve farklı etnik gruplara baskı uygulanmamıştır. Fatih Sultan Mehmet Galata zimmîlerine vermiş olduğu bir ahidname de özetle gayr-i Müslimlerin “ayin ve erkânlarını dinlerinin gerektirdiği gibi yapabilmeleri, malları, rızıkları, mülkleri ve ırzlarının devletin güvencesinde olduğu, Müslüman olmaları için hiç bir şekilde zorlanmamaları gerektiği gibi hükümleri içeriyordu Bu arada Osmanlı Devleti’nde de, diğer memleketlerde olduğu gibi, Sultan’ın geniş yetkiye sahip olduğunu ve buna dayanarak ölüm ile cezalandırmanın varolduğunu savunanlar Yavuz Sultan Selim ile Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî arasında geçmiş olan diyalogdan herhalde habersizdirler. “Padişah ipek alım satımını yasaklamasına rağmen, bazı kimseler, emre muhalefet ederek ipek ticaretine devam etmişti. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, bu kimseleri yakalatıp bağlatmış ve belki de bunların öldürülmelerini emretmişti. Bunu duyan Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî efendi ağır bir dille Sultanı eleştirerek suça göre ceza vermesi için onu uyarmış ve bu kimselerin katlinin caiz olmadığını belirtmişti”.[l] Demek ki, Osmanlı Devleti’nde Sultan her ne kadar bir takım yetkilere sahipse de gerçek bir adaletin sağlanması için onun kararlarının kontrol edilmesi ve gerekirse yargılanması dahi mümkündü. Osmanlı devleti, açıkça görüldüğü üzere, fertlerin hak ve hürriyetlerini koruyan ve adaleti şiar edinen gerçek bir hukuk devletiydi. Bu nedenledir ki Voltaire, Türklerin pek çok hasletlerini anlattıktan sonra Osmanlı Devleti’nden bahsederek “Türk devleti bir demokrasidir” demeyi ihmal etmez.[li] bu nedenle GÖRMEK İSTEMEYEN GÖZ GÖRMEK İSTEMEZMİŞ derler buda çok doğru olsa gerek herkese saygılar.
  9. öncelikle selamlar. Ben şunu sormak istiyorum neden imamhatipli yada meslek liseli birisi fen bilimleri ve diğer bilimleri öğrenmemelidir. eğer öğrenmelidir diyorsanız neden farklı uygulamalar tabiidir imam hatipli yada meslek liseli birisi bu bilimleri öğrenince ülkeye ne gibi zararları olur herkes istediği ilim ve bilimi öğrenmekte özgür değilmidir eğer şöyle düşünüyorsanız madem diğer bilimlerle igileniyor normal liselere gitsinler yani seçme hakkın tektir öğrenme hakkın da tektir fazla bir şey öğrenemezsin bence yanlış bir düşünce ilimin ve bilimin sonu yoktur buna insanları teşvik etmek daha iyi diye düşünüyorum tarihimizde bunun örnekleri çoktur ALİ KUŞÇU'lar İBNİ SİNA'lar vs bu arada bende meslek lisesi mezunuyum ve mesleğimi sadece staj döneminde yaptım birde o yaşlarda hayat genelde toz pembedir ve hayatınızla ilgili önemli kararlar alırken ailelerin etkiside büyük oluyor birde bakıyorsunuzki sevmediğiniz bir bölümde sevmediğiniz bir işle uğraşmanız gerektiği söyleniyor ne kadar başarılı olunabilir sorgulamak lazım daha sonrada önünüze engeller çıkıyor ve siz seçiminizi bir kere yaptınız başka bir bölümle ilgilenemezsin gibi komik şeyler
  10. biryuduminsan

    Cihad

    emeviler daha dünkü cocuk. Daha gerilere, güney asyaya saldirilara dogru gidin, Mave-ül nehirin ötesinde kendi hallerinde yasayan zavalli Türklerin basina gelenleri tabi ki size anlatmadilar, osmanli da bu tarihi yok saydi. Simdi biliyorsunuz, global dünyada kimsenin birbirinden saklayacak seyi kalmadi. Isteyen arap tarihinden bile artik bunlari ögrenebilir. Inanc konusu ise size ait oldugundan, kimse size neden inaniyorsunuz demedi, diyemez de. Kimse de beni, gecmisimi arastirmaktan, alikoyamaz???? Benim tarihime, benim kültürüme, gecmiste kimler namussuzluk yaptilarsa, ben onlarin hepsini bulup ortaya cikarmakla mükellefim!!! Daha önce de söyledim, ben ulusum icin dinleri ezer gecerim!!! Inanclar ise kisiyi baglar, herkes sakin sakin inancini sürdürsün, tarihi de saptirmasin. Ben islamin yayilma sirasinda, (kafir cekik gözlü Türklerin) -ki bunlar benim ulusumun aslidir-yurtlarina saldiran arap kuteybelerin oraya ne amacla cihad yaptiklarini ölünceye kadar soracagim. öncelikle selamlar . Daha önceye gidebiliriz. Hadis-i Şerif kaynakları tarandığı zaman, Sevgili Peygamberimizin, Ashabına bazı milletlerin yanısıra Türkler hakkında da tavsiyelerde bulunduğunu görürüz. Bunlar, asr-ı saadette Türklerin varlığının yakından bilindiğini gösterir. Hadis-i Şerifler detaylı incelendikleri zaman bu bilginin yüzeysel olmadığı, Türklerin çok yakından tanındığını göstermektedir. Ancak bu tanıma, ticaretle uğraşan Mekkelilerin Türkistan'a gitmeleri sonucu elde edilen bir tanıma değildir. Türklerin İslam öncesi Şamanist oldukları iddiasına gelince. Türkler, tarihi boyunca asla Şamanist olmamıştır. Şamanlık Moğolların dinidir. Ortaasyada yaşayan üç büyük milletin üçü de kültür bakımından birbirlerine taban tabana zıttır. Bunlar; Türkler, Moğollar ve Çinlilerdir. Hem ırk, hem de din bakımından birbirleriyle yakınlıkları yoktur. Çin'de, Türklerin mızmız dinler olarak vasıflandırdığı Konfüçyanizm, Budizm gibi inanışlar yaygın iken, Moğollar Şamanist idiler. Din adamlarına da Şaman adı verilirdi. Türkler, Şamanist olmadığı gibi aralarında Şaman adı verilen din adamları da yoktu. Çin ve Moğolistan'daki inançların çok daha saf olanına sahiptiler. Bir olan yaratıcıya, Ulu Tanrı anlamında Gök Tanrı adını kullanılıyordu. Kaşgarlı Mahmud'un Divân-ı Lüğâti't Türk'ünde; yalavaç, yalvaç gibi resul, peygamber anlamında türkçe kelimeler bulunması, Türklerin en eski devirlerinde bile peygamber kavramının bilindiğinin canlı şahitleridir. Eski Türk inancında görülen Yaratıcı inancının İslama çok yakın olmasının sebebi de peygamberlerdir. Bu inanca göre Tanrı'nın sıfatları şöyledir ki Kuranı Kerim'deki İhlas suresini hatırlatır. BİR/Tek olan, MENGÜ/sonsuz, BAYAT/Başsız, MUNGSUZ/Kendi kendine var olan (Doğmamış, doğurulmamış) ve sıkıntılardan uzak olan, DİRİ/Hayat sahibi, ERKİ/İrade sahibi, OGAN/Kudret sahibi, TÖRÜTGEN/Yaratıcı. Ayrıca Sevgili Peygamberimizin, Türklerle ilgili pek çok hadis-i şerif buyurdukları bilinse de bunların pek azı günümüze kadar gelmiştir. Efendimiz, gelecekle ilgili bazen genel bazen de kişisel ipuçlarını eshabına vermişlerdir. Bunlardan birisi de istikbalde Türklerle karşılaşılacağı ve onlara nasıl davranılması gerektiği konusudur. Bunlardan en bilineni, eshabın geneline buyurdukları; "Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın" hadisi şerifidir. Bunun yanısıra Türklerin fiziki özelliklerinden, yaşantılarından da haber vererek, eshabını istikbalde yaşanacak bir dizi hadiseye hazırlamışlardır. Bu hadis-i şeriflerin tümü, Alemlerin Efendisi'nin Türkleri çok yakından tanıdıklarını gösterir. Eshabı kiramın da Türklerin kim olduklarına dair bir soruları olmamıştır. Bu, eshabın da Türkleri yakından tanıdıklarını gösterir.Sevgili Peygamberimizin, Türklerle sıcak temasa geçilmemesini emrettiklerini bizzat eshabı kiramın uygulamasında da görebilmekteyiz. Hazreti Ömer döneminde yıkılan Sasanilerin de kışkırtmasıyla bazı Türk boyları İslam topraklarına hücum ederler. Bunlar, Göktürk Devletinin yıkılmasından sonra desteksiz kalan Batı Göktürk Devleti bünyesinde yaşayan küçük devletçiklerdir. Bunlara karşılık vermek için Türkistan içlerine akın yapan İslam orduları komutanı Ahnef b. Kays, zafer kazandıklarını ve harekata devam etmek istediklerini bildirir. Hazreti Ömer, bu isteği kesin bir dille reddeder ve "Keşke onlarla aramızda ateşten bir deniz olsaydı" diyerek ileri harekata izin vermez. Yerine eshabdan Büreyde b. Husayb'i komutan olarak tayin eder. İslamın, organize olarak en güçlü olduğu ve peşpeşe dünyanın iki süper gücüne bir arslan gibi atıldıkları bir dönemde, dağınık türklerden korktukları için böyle bir harekata izin verilmediğini düşünmek mümkün değildir. Hazreti Ömer gibi birisini ancak Efendimizin emri durdurabilirdi. Benzeri bir başka olay Hazret-i Muaviye döneminde yaşanmıştır. Horasan valisi Abdurrahman b. Semüre'ye bağlı İslam ordusunun bir kısmı, Türklerin hücumuna karşılık vermek için Ubeydullah b. Ziyad komutasında Türkistan içlerine akınlar yaparlar. Buhara ve çevresini ele geçirirler. Abdurrahman bunu hoş karşılamaz. Ubeydullah da direkt Halife'ye yazarak kazandığı zaferi bildirir. Övgü ve taltif beklerken, Hazret-i Muaviye'nin sert bir cevabıyla karşılaşır; "Anan sana matem tutsun. Harekatı derhal durdur. Onlara neden ilişiyorsun. Vallahi Rasulullah'tan işittim ki, Türkler yavsan otu biten yerlere kadar hakim olacaklardır." Ancak bugüne kadar Türk tarihçileri ve hadis-i şerif uzmanları bu konuda müşahhas çalışmalar yapmamışlardır. Bizim yaşadığımız şanlı bir tarihi maalesef başkaları kaleme almıştır. Bugün, özellikle İslam öncesi Türk tarihi hakkındaki bilgilerimiz Rus ve İsveçli bilim adamlarının yaptığı çalışmalara dayanmaktadır. Göktürk Devleti gibi pek çok muazzam devletler kurulmuştur. Ancak sorulduğu zaman bir iki balbal taşıyla birkaç kitabeden başka bir şey gösterilememektedir. Zira yabancı bilim adamları ancak bu kadarını ortaya koyabilmişlerdir. Ayrıca onların kaleminden çıkan tarihi bilgilerin gerçeği ne kadar yansıttığı, zaman geçtikçe daha iyi anlaşılacaktır. Kafanızı şişirdiysem affedin SAYGILAR.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.