Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

birazacele

Φ Yeni Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3
  • Katılım

  • Son Ziyaret

birazacele - Başarıları

Çaylak

Çaylak (2/14)

  • İlk İleti
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. İnsanda -ama yalnız insanda- varoluş özden önce gelir. Bu demektir ki insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır… (sf.8) Bazı düşünürler –örneğin Tillich- bu çıkışın köklerini makinecilikte buluyorlar. Makinenin üretimde kullanılması birtakım ters sonuçlar doğuruyor: Bir yandan, insan gitgide işlettiği makinenin egemenliği altına giriyor. Özünü, benliğini, bilincini, kişiliğini günden güne yitiriyor. Neredeyse, dönen bir çarkın vidası haline geliyor, nesneleşiyor. Öbür yandan –sosyalistlerin söylediğine göre- makinenin getirdiği toplumsal üretim düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki çelişme kişiyi tedirgin ediyor. İki düzen arasında bir uyarlık sağlanamaması insanı gittikçe kendine yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir ortamda –hiçlikle karşı karşıya- yaşamak zorunda bırakıyor. Bu aykırı durum bireyin yavaş yavaş kişiliğinden olmasına, toplumda yabancılaşmasına, yalnızlaşmasına, bunalmasına yol açıyor. Giderek insan, Sartre’ın deyişiyle “nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık” haline giriyor. “Geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız bir varlık.” “Tarih denen arabaya hayvanca koşulmuş, savaşı ve ölümü bekleyen bir varlık… İşte, Marksçılık ve Freudculuk gibi varoluşçuluk da bu “durum”un yarattığı bir akımdır. Ne var ki bu akımların çıkakları(mahreçleri) aynı olmasına karşın, kullandıkları yöntemler ve vardıkları sonuçlar birbirlerinden ayrıdır. Varoluşçuluk, adı geçen durumu yerine göre hem yansıtan hem de ona tepki gösteren bir felsefedir. Bundan ötürü, varoluşçu yazarlar çağımız kişisinin (kimine göre bu kişi büyük burjuva, kimine göre işçi, kimine göre küçük burjuva, kimine göreyse bütün insanlıktır) bırakılmışlığını, yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle yetinmezler. Bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. İnsanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse başkaldırırlar. Bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe büyük önem verirler. Öznellikten kalkarak bireyciliğe varırlar. Sözgelimi, Kierkegaard bireyi ana gerçek sayar, toplumu hor görür. Ona göre, bireyin varlığını koruması için toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. Bireycilik ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir. Jaspers, bireylerin her işine karışan devlet makinesinin kişiyi yutmasından yakınır. Marcel, hayatın toplumsallaştırılmasına öfkelenir. Wahl, bugünkü düzende “bireyin varoluşunun büyük bir kumarda öne sürülen para gibi tehlikede” olduğuna inanır. Tehlikeden kurtulması, Sartre’a göre sorumluluğunu yüklemesine, durumunu kavramasına bağlıdır. Madem ki kişi dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur. Nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. Tasarılarına, seçmelerine, eylemlerine göre varlığına bir öz kazandıracaktır. Edimleriyle kendini gerçekleştirecektir, gerçekleştirmelidir… (sf. 10-12) Kavganın sonucunda varoluşçuluk bir Avrupa sorunu ve bir bilgiçlik konusu olmaktan çıkarak bir dünya sorunu ve uluslararası bir ilgi konusu haline geliyor. Bunda Sartre’ın büyük payı var. Çünkü o, yalnızca bir felsefeci ya da sanatçı, yalnızca bir denemeci ya da eleştirmen değildir. Çağımızın ana sorunlarını çözümleyen ve tartışan bir düşünür, günümüz insanının durumunu ortaya koyan bir yazar ve bu durumun değişmesini isteyen bir politikacıdır da... “İnsanın toplumsal ve kişisel durumunu değiştirmek isteyenlerin yanındayız” diyen ve çağına sımsıkı bağlanan bir eylemci... Özgürlüğü her şeyin üstünde tutan bir savaşçı... (sf.14) Burada kullanılacak bir yığın beylik söz var ki hepsi de aynı kapıya çıkıyor: Sakın kurulu düzene karşı gelmeyin, iktidara kafa tutmayın, çizmeden yukarı çıkmayın, uslu olun! Çünkü bir geleneğe yaslanmayan her eylem romantikliktir. Doğruluğu anlaşılmış bir denemeye dayanmayan her girişim (teşebbüs) başarısızlığa uğramak zorundadır! Yaşantılarımız da gösteriyor ki kötüye eğilimlidir insanlar! Onları bundan alıkoymak için önlerine sağlam engeller dikmek gerek; yoksa, bir kargaşadır sarar ortalığı! Bu adamlar buna benzer can sıkıcı özdeyişleri (hikmetleri) ısıtıp ısıtıp önümüze sürerler. Dillerinden gerçekçi türküler eksik olmaz. Öyleyken, bir edimin ********* yanını az buçuk gösterdiniz mi, hemen kalkar varoluşçuluğu karamsar, üzünçlü, karanlık olmakla suçlarlar. Kendi kendime sorarım hep: Bu baylar varoluşçuluğun kötümserliğinden mi, yoksa aşırı iyimserliğinden mi yakınıyorlar? Açıklamaya çalıştığım öğretide onları korkutan, varoluşçuluğun insana bir seçme olanağı tanımış olması mı yoksa? Bunu anlamak için tüm felsefe alanında gözden geçirmek gerekiyor soruyu. (sf. 35-36) Gelgelelim gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan sorumludur öyleyse. İşte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu da omzuna yüklemektir. Ne var ki biz, “insan sorumludur” derken yalnızca kendinden sorumludur demek istemiyoruz. “Bütün insanlardan sorumludur” demek istiyoruz. Görülüyor ki iki ayrı anlamı var “öznelcilik” sözcüğünün. Bakıyorum da düşmanlarımız hep bu çifte anlamlılık üzerinde oynayıp duruyorlar. Oysa öznelcilik, bir yandan bireysel öznenin (sujet) kendi kendini seçmesi, öbür yandan da insancıl öznelliği aşmanın kişinin kendi elinde olması demektir. Varoluşçuluğun derin anlamı bunlardan ikincisinde gizlidir. (sf. 40-41) Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. (sf. 41) Ayrıca, varoluş özden önce gelince ve biz tasarımıza göre varlaşmak isteyince bu tasarı herkes için, bütün çağımız için bir değer ve geçerlilik kazanır. Böylece sorumluluğumuz düşünemeyeceğimiz kadar büyümüş olur; giderek bütün insanlığı kucaklar. Bir işçiysem, sosyalist olmayı değil de bir Hıristiyan sendikasına girmeyi seçersem, bununla şunu belirtmiş olurum: “İnsana düşen, alın yazısına katlanmaktır; tevekküldür, boyun eğmektir. Çünkü bu dünyada saltanat yok insan için!” Gelgelelim bu hareketimle, bu seçişimle yalnızca kendimi bağlamış olmakla kalmam, herkes adına tevekkülü salık vermekle bütün insanlığı da bağlamış olurum. (sf.41-42) Daha bireysel bir örnek alalım: Diyelim ki evlenmek, çoluk çocuk yetiştirmek istiyorum. Bu evlenme yalnızca benim durumumdan, tutkumdan (ihtirasımdan) ya da isteğimden doğsa bile, yine de ben bununla yalnızca kendimi bağlamış olmuyorum, bütün insanlığı da tekli-evlenme(monogamie) yoluna sokmaya, bağlamaya çalışmış oluyorum. Demek ki yalnızca kendimden değil, herkesten sorumluyum. Kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşıda sorumlu oluyorum. Seçtiğim belirli bir insan tasarısı kuruyorum, yani kendimi seçerken gerçekte ‘insan’ı seçiyorum. Bu durum bunaltı, bırakılmışlık, umutsuzluk gibi görkemli sözcüklerin örttüğü şeyi anlamamızı sağlar. Üstelik göreceğimiz üzere öyle zor falan da değildir bunu anlamak; hatta hayli kolaydır. (sf.42) Onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar. Nitekim çoğu kimse yaptığının yalnızca kendini bağladığına, yalnızca kendini sorumlu kıldığına inanır. Bu yüzden, “Her koyun, kendi bacağından asılır,” derler. Kalkıp da onlara, “Ya herkes de sizin gibi yaparsa, o zaman ne olur?” diye sorarsanız, omuzlarını silkerek cevap verirler: “Herkes de böyle yapmaz ki!” Ne olursa olsun, biz yine de sormalıyız kendi kendimize. “Ya herkes de bizim gibi yaparsa sonu nice olur?” (sf.43) “İnsan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur!” sözüyle anlatıyorum. Zorunludur, çünkü yaratılmamıştır. Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur. (sf. 47) Delikanlı iki türlü ahlak arasında bocalayacaktır aynı zamanda: Bir yanda bireysel sevgi, duygudaşlık ve bağlılık ahlakı var; öbür yandaysa daha geniş ama etkisi ve yararı daha kuşkulu bir ahlak var. Bunlardan birini seçmesi gerek. Ama bu seçişi yapması için kim yardım edecek ona? Hıristiyanlık öğretisi mi yardım edecek? Hayır! Çünkü Hıristiyanlık, ona “Taş yürekli olmayın, acıyın, yakınlarınızı sevin, kendinizi düşünmeyin, yolların en çetinini seçin” der. İyi ama en çetin yol hangisidir? Nedir en çok yararlı olan? Bir savaş birliğinde dövüşmek mi, yoksa bir varlığın yaşamasına yardım etmek mi? Yani sonu belirsiz bir davranış mı, yoksa belirli bir davranış mı? Kim önceden bildirebilir bunu? Hiçbir ahlak! Kent ahlakı, “Başkalarını sakın araç saymayın, araç gibi kullanmayın, amaç sayın onları!” der. Doğrusu güzel söz! Nitekim, annemin yanında kalırsam araç gibi değil, amaç gibi davranmış olurum ona; ama o zaman da çevremde savaşanları araç saymak sakıncasıyla karşılaşırım. Tersine, savaşanlara katılırsam, amaç saymış olurum onları, ama bu sefer de anneme araç gibi davranmak sakıncasıyla yüz yüze gelirim. (sf. 49-50) Peki, ama bir duygunun değeri nasıl anlaşılır, neyle belirlenir? Söz gelimi delikanlının annesine gösterdiği duyguyu nedir değerli kılan? Cevap verelim: Annesinin yanında kalmış olması! Bunun gibi; ancak uğruna şunca para harcarsam falan dostumu, yoluna bu denli para dökecek kadar sevdiğimi söyleyebilirim. Ancak yanında kalırsam, annemi dizinin dibinden ayrılmayacak kadar sevdiğimi söyleyebilirim. Demek ki bir duygunun değerini, ancak onu doğrulayan bir edimle gerçekleştirebiliyorum, belirleyen bir hareketle tanımlayabiliyorum. Gelgelelim hareketimi doğrulayacak bir duyguyu istemekle de kendimi bir kısırdöngüye (fasit daireye) sokmuş oluyorum. (sf. 50) Başka bir deyişle duygu, yapılan hareketlerle oluşur. Duygunun değeri edimlerden sonra ortaya çıkar. Öyleyse duygunun kılavuzluğunda yürümek doğru olmaz. Duygu bana doğru yolu gösteremez çünkü. Bu demektir ki kendimde ne beni harekete getirecek durumu arayabilirim ne de hareketimi sağlayacak kuralları bir ahlaktan bekleyebilirim. Buna karşı siz “Gitsin öğretmenine danışsın” diyeceksiniz. Ama bir keşişten öğüt istemek, o keşişi seçmek demektir. Çünkü üç aşağı beş yukarı, o keşişin neler söyleyeceğini önceden kestirebilir insan, vereceği öğütleri önceden tasarlayabilir. Başka türlü konuşalım: Öğüt verecek kimseyi seçmekle insan kendini seçer. Nitekim Hıristiyansanız şöyle dersiniz: “Varın bir keşişe danışın!” Güzel, ama hangi keşişe? Türlü türlü keşiş var: İşbirlikçi keşişler var, eli böğründe bekleyen keşişler var, kurtuluş kavgasına katılan keşişler var… Bunların hangisini seçeceğiz? Eğer delikanlı işbirlikçi ya da kurtuluşçu bir keşişi seçmişse, alacağı öğüdü de önceden seçmiş, kararlaştırmış demektir. Bu duruma göre, delikanlı da bana gelirken vereceğim cevabı biliyordu. Bu cevap ancak şu olabilirdi: “Özgürsünüz, onun için kendiniz seçin, yolunuzu kendiniz bulun! Hiçbir genel ahlak size yapacağınız şeyi söyleyemez. Buna ancak siz karar verebilirsiniz!” (sf.51) İnsanlar özgürdür, çünkü yarın ne yapacaklarına özgürce kendileri karar verirler. Olur ya, bakarsınız ben göçüp gittikten sonra faşizmi kurmaya bile kalkışırlar! Üstelik birtakım ödlek ve gevşek kimseler de buna göz yumarlar. Bizim için bunca ********* olan faşizm, o zaman insancıl bir gerçeklik haline gelir. (sf.54) Bu koşullar içinde, eleştirilen bizim kötümserliğimiz değil, iyimser sertliğimiz oluyor gerçekte. Romanlarımızda insanları zayıf, gevşek, korkak, hatta kötü olarak gösterdiğimiz için çullanıyorlarsa bize; o insanların yalnızca zayıf, gevşek, korkak ya da kötü olmasından gelmiyor bu: Nitekim, Emile Zola gibi biz de onlara, “İnsanların böyle oluşu soyaçekimden (irsiyetten), çevreden yahut toplumdandır, insanlar şöyle olmuşlarsa ruhsal ya da bedensel bir gerekircilikten (‘determinisme’den) ötürü olmuşlardır,” deseydik hemen inanırlardı sözümüze. Sevinçle ,”Bakın, işte biz de onun için böyleyiz. Ne yapalım, başka türlü olamayız ki!” derlerdi. Böylece kendilerini güya temize çıkarırlardı. Oysa varoluşçu, bir korkağı anlatırken, “Bu adam korkaklığından sorumludur!” der. Bilir ki ciğeri, yüreği, beyni korkak olduğu için korkak değildir o; beden yapısından gelmez onun korkaklığı, kendini o duruma düşürmesinden gelir. Edimleriyle kendini bir korkak olarak kurmasından gelir. (sf. 57) Biz, Auguste Comte gibi kendisine bir mezhep sunabileceğimiz bir insancılığın varlığına inanmıyoruz; inanmamak zorundayız. İnsanlık mezhebi, sonunda Comte’un kendine kapanık insancılığına varır; daha açık konuşursak faşizme varır. Bu da bizim hiç istemediğimiz bir insancılıktır. (sf. 73) Öte yandan siz, arada bir ‘önkoşul’ dediğiniz bir insanlık koşulundan, bir ‘önbelirlenme’den, öndurumdan söz açıyorsunuz. Öyleyken şunu gözden kaçırıyorsunuz. Biz, Marksçılığın birçok tanımına katılıyoruz. Onun için 18. yüzyılın sorunlarını bilmeyen aydınlarını eleştirdiğiniz gibi eleştiremezsiniz bizi. Sizin önceden belirlenme üstüne söylediklerinizi biz çoktan biliyoruz. Bizim için asıl sorun, evrenselliğin hangi koşullar altında var olduğunu ortaya çıkarmaktır. (sf. 94) Kaynak: kitaptandizgeler.blogspot
  2. Şimdilerdeyse yalnızca çiseleyen, sicim gibi yağan yağmurları değil, onu donuna kadar sırılsıklam eden, dahası afeti andıran yağışları da çok sevilesi buluyordu. Sele dönüşen o etkili yağmurlar hiç tembel değillerdi. Silip süpürücü oluşlarıyla çalışkan, işinin aşığı temizlik işçilerini andırıyorlardı adeta. Üstelik insanlar gibi ayrımcılık da yapmıyorlardı. Cadde ve sokakların tümünü; anayol, çıkmaz sokak ayrımı yapmaksızın, oralarda oturanların son seçimlerdeki oy tercihine bakmaksızın temizliyor, pislikten arınmaya burun kıvıran insanların ve yerel yönetimlerin eksiklerini gönüllü olarak gideriyorlardı. Utandırmak istercesine… (sf. 8-9) Ülkeyi kaldırımlardan izlemenin farklılığını keşfetmeye başlamıştı artık. Dükkanlara, bürolara, servis araçlarına tıkılmış olanların göremediklerini görüyor, düşünemediklerini düşünüyor, hissedemediklerini hissediyordu. (sf. 14) “Hani uzaydan görünebilen tek yapı olarak bilinen Çin Seddi var ya abi, yalanın ikincisi de bu işte. Bizim sürekli yapılıp yıkılan kaldırımlarımızı birbirine ekleyip üst üste koyarsak onlarca Çin Seddi’nden çok daha fazlası eder,” diyerek, garip bir iddianın da sahibi olmuştu. (sf. 24) Şehri güzelleştirmekten başka amaçlarının olmadığını söyleyenler bu pahalı makyajın bedelinden, kimlere haksız kazanç sağladığından kimselere söz etmiyorlardı. (sf. 30) Yetişebilmek, ne de olsa kentli insanların temel kaygısıydı. Gözleri kör eden, ruhları sığlaştıran, yalnızlaştıran, bunaltan, farkına varış yetisini baltalayan, ölümcül olmasa da, sürüm sürüm süründürücü bir kaygı… Serhat daha önceleri hiç olmadığı kadar farkındaydı; bu illete tutulanlar hedefledikleri bir çok şeye yetiştiklerini sansalar bile çoğu kez kendilerine yetişemiyorlardı. İç dünyalarında hep bir eksiklik hissetmeleri, hep bir arayış içinde olmaları bu nedenden ötürüydü sanki. (sf. 39) “Eskisinin hükmü kalmadı, yenisine bakalım…” düşüncesi hayatın her kıvrımına sinmişti adeta. Arkadaşlar, sevgililer, giysiler, filmler, kitaplar, şarkılar ne de çabuk tüketiliyordu. “Vefa” duygusunun adı bile anılmıyordu artık. Eskiler kaldırılıyor, yerlerine yenileri konuyordu; onların yerlerine de daha yenileri. Tıpkı kaldırım taşları gibi… (sf. 40) Çevresindekileri kabaca ikiye ayırmıştı, borç alınabilecekler ve alınamayacaklar diye. En yakın dostlarını bile bu içimde kategorize etmek onu yaralayan bir hal almıştı. Arabasını satıp borçlarını ödeyince kurtulabilmişti o berbat ruh halinden. Parasının arta kalanını da daha kötü günler için, batma olasılığının az olduğuna inandığı bir bankaya yatırmıştı. (sf. 41) Oğuz öteden beri kalkık burunlu, yeşil gözlü, sarışın, çok güzel bir kadınla evleneceğini söyler dururdu. En sonunda da öyle birisini buldu. Onun kafeslenmiş hali hepimizin gözleri önünde işte. O, anaerkil bir ailenin gösterişli ve iddialı kızıyla evlendiği gün hayatının hatasını yaptı bizce. O kadın da onu kısa sürede maymuna çevirdi. Ne zaman muz, fıstık yesek aklımıza bizim Oğuz gelir oldu bu yüzden. (sf. 51) Haftada bir-iki akşam eğlenceye gitmeden yaşanan hayata hayat mı denirdi? Elit mekanlarda içip dans etmeli, kurtlarını dökmeliydi. O, iş hayatının yoruculuğuna rağmen sefası bol bir hayat yaşıyor sayılırdı. Eğlenmek, bağımlılığa dönüşmüştü sanki. (sf. 62) Serhat kavgayla sonlanan o telefon görüşmesi sayesinde anlamıştı aşkın tek başına yetmediğini, duyguların gereksinimlerle birlikte ifade edildiğini. Belki de artık insanların çoğu yalnızca gereksinimlerine âşıktı, gerçek aşkın adını araç olarak kullanıyorlardı. Katışıksız, sevgiye inanan kaç kişi kalmıştı ki bu maddi dünyada? Son yıllarda aşktan bunca söz edilmesi ancak bir türlü bulunamaması bu nedenle miydi? (sf. 65) Kaldırımlara ilişkin en ayrıntılı ve doyurucu bilgilere özürlüler derneğinin hazırladığı sayfada ulaşabilmesi garip olduğu kadar acıydı da. O sayfa bu konuda hayata geçirilen tüm uygulama özürlerini yüze vuracak nitelikteydi. Ayrıntılı, net, mimari, aynı zamanda insani… Ama yüzleşmek isteyene tabi ki… Bir de bazı mimarların bu konudaki makaleleri vardı. Belediyelerse ihale koşulları dışında bilgi vermekten yana görünmüyorlardı. (sf. 87) …Hele bir mısrası vardı ki her okuduğunda irkiliyordu. “Ben bu kaldırımların istediği çocuğum…” diyordu şair orada. (sf. 87) …İnsanların sevdiklerine karşı daha acımasız olmaları nedendi acaba? Onların iyiliğini düşünmekten mi, yoksa kendilerine layık bulmadıkları için kızgınlık duymalarından mı? (sf. 94) Hayat kurtaranlar bir süre sonra kendilerini Tanrı yerine koyarlarmış. Bir insan üzerinde hak sahibi olmak gibi bir şey. Nasıl ki kimi doktorlar bu yüzden hastalarından rayicinin çok üzerinden ücret istemeyi hak görüyorlarsa, korumaların içinde peydahlanan kurtardıkları canı alma isteği de aynı nedenden dolayıymış… (sf. 116) Masumiyetin ilerleyen yaşla birlikte eriyip giden, kimi sütü bozuklardaysa çocukluktan sonra hiç rastlanılmayan bir değer olduğunu düşünüyordu şimdilerde. Tıpkı gözünü kırpmadan onu harcayan patronunda olduğu gibi… Serhat da eskisi kadar masum sayılmazdı, gün geçtikçe daha çok rol yapar olmuştu. Belki de bu yüzden şüpheciliği artmıştı. Kemikleşmiş dürüstlük anlayışının dışına taşmaktan rahatsızdı, ama yine de sapmalar oluyordu. (sf. 167) “İnsan tanımadıklarına daha kem bakar Serhat kardeşim… Bence sen de kaldırımları yeterince tanımadığın için hoşgörü göstermiyorsun. Onlar sana gel de kucağımıza düş demediler ki. Seni kimlerin ve nelerin oraya düşürdüğünü gayet iyi biliyorsundur. Beli de tek sorumlu sensin! Ben kaldırımlara baktığımda daha çok umudu görürüm…” (sf. 173) Cevaplaması zor soruları kimi zaman yol kesen eşkıyalardan farksız buluyorum. İçinden çıkılmazlık silahını dayadılar mı gırtlağımıza, eğer baş edemezsek bir anda iflahımızı kesiveriyorlar. O tip soruların birkaçıyla şu sıralar başım belada sayılır. Sorgulamadan edemiyorum. Doğru olduğuna inandıklarımızın birçoğu önyargılarımızın bize oynadığı bir oyun mu yoksa? Eğer kemikleşmiş düşüncelerimizden ve alışkanlıklarımızdan arınabilsek, gerçeğe teğet geçmeyen bir hükme varabilmek her zamankinden daha mı dertsiz olur? Serhat’la ne zaman görüşsem böyle arapsaçı gibi düşüncelere dalıyorum. Kendi kafasını karıştırdığı gibi benimkini de altüst ediyor. Tarafımdan tescilli mikserliğinin yanına ezber bozuculuğunu da ekledi sayılır. Hiç umulmadık anlarda, daha önceleri aklımın köşesinden geçmemiş konuları sorgulamama neden oluyor. Öyle olunca da, “Bunca yıldır yanlış şeylere mi takılıp kalmışım?” diye düşünüyorum. Beni bu duruma düşüren yalnızca Serhat mı? Tabii ki de değil. Günümüzde yaşananların iyiden iyiye garipleşmesinin hiç mi etkisi yok? Böyle düşünürken bir de bakıyorum hayatın her alanını altüst eden “hızlı değişim” zeytinyağı gibi üste çıkıvermiş. Ama nasıl değişim! … Bu nedenle, hızla değişen hayatın, tüm hızıyla yavanlaşan insanları olup çıkıveriyoruz sahneye. (sf. 270) Önce müzik sesi, ardından haberler… Cari açığın rekor seviyeye ulaşması, trafik kazaları, tecavüz, gasp ve benzer kötü olayların haberleri ardı ardına sıralanıyordu. Dinlediği radyo istasyonunun adı Felaket FM olmalıydı herhalde. (sf. 289) Kaynak: kitaptandizgeler.blogspot
  3. Evde bulunan politik içerikli, Padişah II. Abdülhamid aleyhine yazılardan dolayı resmi makamlarla başı yeniden derde girdi. Onu kurtarmak için, delirdiği söylenerek bir süre için akıl hastanesine yatırdılar. Peder hiddetli dâdâr-ı hale hayran valide ma’tüh Bu esbâbı cûnûnu seyreden divane olmaz mı? -Baba öfkeli, şimdiki hükümdara(II.Abdülhamid) hayran, anne bunamış. Bu delirme nedenlerini seyreden, çıldırmaz mı? - (Önsöz, Ahmet Rasim’in anısından) Bu aile, dünyanın tüm hazinelerine sahip olsaydı, Fahriye’nin o belirsiz gülümseyişinden aldıkları tadı alamazdı. Bu gülümseyiş çok etkiliydi. Bu gülümseyişte baharın tazeliği, gökyüzünün güzelliği, bir annenin öpücük izi, bir babanın koruyucu bakışı vardı. Bu gülümseyişte bir kalbi ağlatacak, bir taşı eritecek güç vardı. Bu gülümseyiş, kalplere egemen olan bir gülümseyişti. Melek gibi bir çocuğun gül gibi dudaklarını bu gülümseyiş öpüyordu. Çocuk! Ömrün baharının masum kuşu. Hayalin bahçesinin gülümseyen goncası! (sf. 27) “Hırsız” dediğimiz herif bir kaplan olmak üzere doğmamıştı; o da masumdu, elbet de düşünür. (sf. 27) Ey Dertli-yi biçâre bu esrârda ne hal var? (sf.34) (Ey zavallı dertli, sırlarla dolu ruhunda ne haller var.) Bu kız, bir Ermeni kızı idi. Adı Adel’di. Adel… Adel…(sf.48) Hayatı iki mavi göze karşı açılan bu delikanlı, artık özlemin ilk darbesiyle yaralanmıştır. (sf.48) “Sizden rica edeceğim ki, bu sabah kendisini asan o delikanlı ile böyle akşam vakti, tabiatın hüznü içinde ölümü ilan olunan o zavallı kızcağızı bir mezara, delikanlının başını (da) kızın göğsüne koyunuz. Bu farklı mezarın üstüne atacağınız çiçekleri de gözyaşlarıyla ıslatınız.” “Ne diyorsunuz? Böyle bir şey…” “Ma sör! Sizden red cevabı beklemiyorum. Yaşlılık bulutlarının saçlarınıza döktüğü karları, senelerin alnınıza bıraktığı çizgileri, zamanın yüzünüzde oluşturduğu buruşuklukları, belinizin eğriliğini, dişlerinizin ağzınızı onurlandırmadığını; kısacası, her adım attıkça mezara yaklaştığınızı, bir dakika için artık unutunuz. Ma sör” Sizden bunu istiyorum. Alçak pencerelerin önünde otururken dalların arasından girmekte olan rüzgârın, lavantalarla kokulandırmış olduğunuz hoş, perişan saçlarınızı dağıtarak, onların arasından henüz doğmaya başlayan güneşi seyre dalan aşığınızı, güzel alnınızı, aşığınız tarafından kâh güllere, kâh şafak çiçeklerine benzetilen yanaklarınızı, bir az gülümseyiş gösterdiğiniz zaman yeni açılmış goncaların içindeki çiy taneleri gibi parlayan temiz, berrak dişlerinizi yine bir dakika için hatırlayınız.” “Lakin” “Lakin dediniz. Bu sözlerimi dinlediniz ya? Şimdi elinizi kalbinizin üstüne koyup, istediğiniz kadar düşünebilirsiniz.” “O kızı…” “İşte o kızı aşığının yanına koyunuz ma sör! Böyle ölenlere, böyle yakışır.” Cemal, bu aşk yuvasında pek çok çekti. Bir ay sonra babasıyla kardeşi bu aşk delisini çıkarmaya geldiler. Cemal’in artık Adel’i unuttuğunu düşünüyorlardı. Eve gelince, odasına çıktı. Uzaktan denizin bir kısmı görünüyordu. Oraya baktı; bakışları bir noktaya takıldı. Annesi çekine çekine bakarak, “Yine ne var?” dedi. Cemal şiddetle başını çevirdi. Kirpiklerinden iki damla yaş düştü; “Adel’i gördünüz mü?” dedi. (sf. 53) Arada bir manevi bir bağ, bir yöneliş, tedavisi edilemez sanılan bir yarayı bir saniyede unutturur. Ruhla ilgili olan bu konu, bir gerçektir. (sf. 59) Yürekten acılı olmak, bir bardak zehir içmekten daha güçtür. (sf. 70) Kendisi bir bağcı kızı olmakla, uygarlığa karşı gösterdiği ufacık bir kusurdan dolayı gösterilmesi gereken hoşgörüden bütün bütün yoksun kalması mı gerekirdi? Bir ailenin yaşamakta olan son evlâdının geleceğiyle karışan bu bağcı kızının hayatı, niçin bu hayata ortak edildi? Kalbi saf, kabahatsiz, masum bir bağcı kızının, soylu beylere, soylu hanımlara karşı ne eksikliği vardı. Hayatı mı?(sf. 70) Bu havuzdan ne olur? Sonsuz kederleri örtmek için derin denizler gereklidir. (sf. 82) Dayanmak! Bu sözün insan duygularını süsleyen sözcüklerden olduğuna eminim. Ne yazık ki dayanmayı öğrenmek, felaketi öğrenmekle olur. (sf. 83) Beni onun yanına gitmeye bırakmadılar Anın için bugün işte garip ü nâlânım (Beni onun yanına gitmeye bırakmadılar Bunun için bugün böyle garibim ve inliyorum) Uruldum âh uruldum fakat ceriham yok Cerihamı aradım anladım perişanım (Vuruldum; ama yaram yok. Yaramı aradım, anladım ki ben perişanım.) Zalâm-ı leylin içinde ne aks-i müdhiş idi Harâbe-zârda etti tekerrür efgânım. (Gece karanlığında ne müthiş yansımaydı o; Çığlıklarım yıkıntılar içinde yinelendi.) Ne zahm-ı kalbimi bildim ne derd ü mihnetimi Ne yolda zahmdir ve nedir nasıl musibettir (Ne kalbimin yarasını bildim ne dertlerimi, Nasıl bir yaradır bu? Nasıl bir belâdır bu?) Ölümün darbesi bir saniyede geçer; kalp acısı bir yüzyıl sürer. Ölen yalnız gözlerini kapar. (sf. 94) Kaynak: kitaptandizgeler.blogspot
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.