-
İçerik Sayısı
70 -
Katılım
-
Son Ziyaret
Diğer Bilgiler
- MSN
-
Website URL
http://www.yeniasya.com
Profil Bilgileri
-
Yer
fatsa
ahrar - Başarıları
-
NUR CEMAATİ LİDERİ SAİD-İ KÜRDİ NİN BLİNMEYEN YÖNLERİ
ahrar şurada cevap verdi: TGT ci KEMAL başlık Dini Konular - Din - Dinler
esselam aleykum yıllar sonra foruma döndüm eskilere baktım yok fazla kişi ama yinede bazı yazıları okuyorum ve bazı arkadaşlar halaa okumadan ve ön yargıda bulunarak bazı ifadaler kullanmakta ya görevli yada körü körüne iddalı soruyorum gerçek bir din alimi değil derken kıstasınız ney ve (atatürk düşmanı) derken de kişiler değil temsil ettikleri yada düşünceleridir önemli olan kişiler kişiler küçük hesaplar önemli olan fikir düşünce mao lenin HZ MUHAMMED MUSTAFA SAV( BURADA PEYGAMBER EFENDİMİZİ DİĞERLERİNE DENK TUTMUYORUM VURGULAYAYIM) say istediğini bak bakalım fikrin devamı ................ İKRA- 23 cevap
-
- Nur Cemaati
- Said-i Kürdi
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
esselam aleykum SU iZiMLERi oldum olasIya sevmem vesselam "ikra"
-
ESSELAM ALEYKUM güzel bir konu basarIlar sIkI takipcisi olurum bu konunun " iKRA "iKRA" iKRA" VESSELAM
-
BİR parca düşünün bir parça hayalgücü
ahrar şurada cevap verdi: antitez başlık Dini Konular - Din - Dinler
esselam aleykum biz" Bir saat TEFEKKÜR birsaat nafile ibadetten yegdir" hadisini kendimize siar edinmisiz Birinci Mesele Senin munsıf olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına, muhakkikîn-i İslâm-eğerçi ittifak-ı sükûtuyla olsa-ittifak etmişlerdir. Eğer bir şüphen varsa, Makasıd ve Mevafık'a git. Maksada vukuf ve ıttıla peyda edeceksin ve göreceksin: Sa'd ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar. Eğer o kapı sana açılamadı; Mefatîhü'l-Gayb olan, İmam-ı Râzî'nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle. Eğer onunla mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın. İbrahim Hakkı'nın arkasına düş, Hüccetü'l-İslâm olan İmam-ı Gazâlî'nin yanına git, fetva iste. De ki: "Küreviyette müşâhhat var mıdır?" Elbette diyecek: "Kabul etmezsen müşâhhat vardır." Zira, tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: "Kim küreviyet-i arz gibi burhan-ı kat'iyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse, dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu sadakat değil, hıyanettir." Eğer ümmîsin, fetvayı okuyamıyorsun; bizim hem asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî'nin sözünü dinle. Zira, yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdit ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: "Kim dine istinadla, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr ederse, sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur." Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatin uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbn-i Hümam ve Fahrü'l-İslâm gibi zatların ellerini tut, İmam-ı Şafiî'ye git, istiftâ et. De ki: "Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim vardır, güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû etmez. Nasıl oruç tutacaklar?" Hem de istifsar et ki: "Şartın târif-i şer'îsi olan, sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder? Halbuki, yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır." Emin ol, İmam-ı Şafiî mesele-i ûlâyı şarktan ve garptan geçen dairenin müdevveriyetiyle tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü meseleyi dahi, cenuptan şimale mümted olan dairenin mukavvesiyetiyle tatbik edecektir. Burhan-ı aklî gibi cevap verecektir. Hem de kıble meselesinde diyecek: "Kıble ve Kâbe öyle bir amud-u nurânîdir ki, semavatı Arşa kadar takmış ve nazm edip, küre-i arzın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nurânîsi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa, hatt-ı şâkul ile senin gözünün şuâsı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıbleyle temas ve musafaha edecektir." Ey birader! Eğer sen zannettiğim adamlardansan, acip hülyaların âlem-i hayalden başka bir yer bulamadığından, bir kıymeti yoktur, tâ girebilsin. Sen de inanmıyorsun, nefsini kandıramıyorsun; fakat sapmışsın. Eğer o hayalâta açık ve hakikate kapalı olan kalbinizde pek çok defa mütehayyilenizden daha küçük olan küre-i arz yerleşmezse, tevsi-i zihin için nazarın ufkunu genişlettir. Bir meclis hükmünde geçinen arzın sakinlerini gör, sual et. Zira, ev sahibi evini bilir. Onlar umumen müşahede ve tevatürle bir lisanla sana söyleyecekler: "Yahu! Bizim beşiğimiz ve feza-yı âlemde şimendiferimiz olan küremiz o kadar divane değildir. Ecram-ı ulviyede cârî olan kaide ve kanun-u İlâhîde şüzuz ve serkeşlik etsin." Hem de delâil-i mücesseme-i musattaha olarak haritaları ibraz edecektir. İşaret Nizam-ı hilkat-i âlem denilen şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye; mevlevî gibi cezbe tutan meczup ve misafir olan küre-i arza, güneşe iktida eden safbeste yıldızların safında durup itaat etmesini farz ve vacip kılmıştır. Zira zemin, zevciyle beraber 5 demişlerdir. Taat ise, cemaatle daha efdal ve daha ahsendir. Elhasıl: Sâni-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır. Sizin, ey ehl-i hayal, teşehhî ile istediğiniz gibi yaratmamıştır, akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir. -------------------------------------------------------------------------------- Muhakemat - s.2002 Tenbih Zaaf-ı akideye veyahut sofestaî mezhebine olan meyle; veyahut daha almamış, yeni müşteri olmasına işaret eden umurun biri de, "Bu hakikat dine münafidir" olan kelime-i hamkadır. Zira burhan-ı kat'î ile sabit olan birşeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından havf eden adam, hâlî değil, ya dimağında bir sofestai gizlenmiş, karıştırıyor; veyahut kalbini delerek bir müvesvis saklanmış, ihtilâl ediyor; veyahut yeniden dine müşteri olmuş, tenkitle almak istiyor. İkinci Mesele Pûşide olmasın, Sevr ve Hûtun kısas-ı meşhuresi, İslâmiyetin dahil ve tufeylîsidir. Râvisiyle beraber Müslüman olmuştur. İstersen, Mukaddeme-i Saliseye git, göreceksin, hangi kapıdan daire-i İslâmiyete dahil olmuştur. Amma, İbn-i Abbas'a olan nispetin ittisali ise: Dördüncü Mukaddemenin aynasına bak; o ilhakın sırrını göreceksin. Bundan sonra mervîdir: "Arz, Sevr ve Hût üzerindedir." Hadis olarak rivayet ediliyor. Evvelâ: Teslim etmiyoruz ki, hadistir. Zira, İsrailiyatın nişanı vardır. Saniyen: Hadis olsa da zaaf-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dahil olmaz. Zira yakîn şarttır. Salisen: Mütevatir ve kat'iyyü'l-metin olsa da, kat'iyyü'd-delâlet değildir. Eğer istersen, Beşinci Mukaddemeye müracaatla, On Birinci Mukaddemeyle müşavere et! Göreceksin, nasıl hayalât, zahirperestleri havalandırmış, bu hadisi, mahamil-i sahihadan çevirmişlerdir. İşte vücuh-u sahiha üçtür: Nasıl Sevr ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemmâ olan Hamele-i Arş, melâikedir. Bu Sevr ve Hût dahi, öyle iki melâikedir. Yoksa, Arş-ı Âzamı melâikeye; küreyi, küre gibi himmete muhtaç olan bir öküze tahmil etmek, nizam-ı âleme münafidir. Hem de lisan-ı şeriatte işitiliyor: Herbir nev'e mahsus ve o nev'e münasip bir melek-i müekkel vardır. Bu münasebete binaen o melek o nev'in ismiyle müsemmâ, belki âlem-i melâikede onun suretiyle mütemessil oluyor. Hadis olarak işitiliyor: "Her akşamda güneş Arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor." Evet, şemse müekkel olan melek; ismi Şems, misali de şemstir. Odur, gider, gelir. Hem de hükema-i İlâhiyun nezdinde, herbir nevi için hayy ve nâtık ve efrada imdad verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta "melekü'l-cibal" ve "melekü'l-bihar" ve "melekü'l-emtar" gibi isimlerle tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri yoktur. Müessir-i Hakikî, yalnız Zat-ı Akdestir. 6 Esbab-ı zahiriyenin vaz'ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan dest-i kudret, perdesiz daire-i esbaba mün'atıf olan nazara karşı, zahiren umur-u hasiseyle mübaşeret ve mülâbeseti görülmemektedir. Fakat daire-i akide denilen hak ve melekûtiyette herşey ulvîdir. Dest-i kudretin perdesiz mübaşereti izzete münasiptir. 7 İkinci mahmil: Sevr, imaret ve ziraat-i arzın en büyük vasıtası olan öküzdür. Hût ise, ehl-i sevahilin, belki pek çok nev-i beşerin medar-ı maişeti olan balıktır. Nasıl biri sual ederse, "Devlet ne şey üstündedir?" Cevap verilir: "Kılıçla kalem üstündedir." Veyahut "Medeniyet neyle kaimdir?" "Mârifet ve san'at ve ticaretle" cevap verilir. Veyahut "Nev-i beşer, ne şey üzerinde beka bulur?" Cevap ise: "İlim ve amel üstünde beka bulur." Kezalik, vallahu a'lem, Fahr-i Kâinat buna binaen cevap vermiş. Şöyle sual eden zat, İkinci Mukaddemenin sırrıyla, böyle hakaike zihni istidat kesb etmediğinden vazifesi olmayan birşeyden sual ettiği gibi, Peygamberimiz de asıl lâzım olan şöyle cevap buyurdu ki: "Yer, sevr üstündedir." Zira, yerin imareti nev-i beşer iledir. Nev-i beşerden olan ehl-i kurâ'nın menba-ı hayatları, ziraat iledir. Ziraat ise, öküzün omuzu üstündedir ve zimmetindedir. Kısm-ı diğeri olan ehl-i sevahilin âzam-ı maişetleri, belki ehl-i medeniyetin büyük bir maden-i ticaretleri, balığın cevfinde ve hûtun üstündedir. 8 meselesine mâsadaktır. Bu lâtif bir cevaptır. Mizah da olsa haktır. Zira mizah etse de yalnız hak söyler. Faraza, sâil keyfiyet-i hilkatten sual etmişse, fenn-i beyanda olan 9 kaidesinin üslûb-u hakîmanesiyle, lâzım ve istediği cevabı vermiştir. Yoksa, hasta olan sail, iştiha-i kâzibiyle istediği cevabı vermemiştir. -------------------------------------------------------------------------------- Muhakemat - s.2003 10 bu hakikate bir beraatü'l-istihlâldir. Üçüncü mahmil: Sevr ve Hût, arzın mahrek-i senevîsinde mukadder olan iki burçtur. O burçlar, eğer çendan farazî ve mevhumedirler. Asıl ecramı nazm ve rapt ile yüklenmiş olan âlemde cârî ve lâfzen ve ıstılahen "câzibe-i umumîye" ile müsemmâ olan âdâtullahın kanunu o burçlarda temerküz ve tahassul ettiğinden, "Arz burçlar üstündedir" olan tâbir-i hakîmâne caizdir. Bu mahmil, hikmet-i cedide nokta-i nazarındadır. Zira, hikmet-i atika, burçları semada; hikmet-i cedide ise, medâr-ı arzda farz etmişlerdir. Bu tevil, yeni hikmetin nazarında büyük bir kıymeti tazammun eder. Hem de mervîdir: Sual taaddüd etmiş. Bir kere "Hût üstündedir"; demek bir aydan sonra "Sevr üstündedir" denilmiştir. Yani, feza-yı gayr-ı mahdudenin her tarafında münteşir olan mezbur kanunun huyût ve eşi'alarının nokta-i mihrakiyesi olan Hût burcunda temerküz ettiğinden, küre-i arz Delv burcundan koşup Hûttaki tedellî eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı. Veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını burc-u Sevr üstünde yapmış demektir. Bunu bildikten sonra, insafla dikkat et. Beşinci Mukaddemenin sırrıyla ehl-i hayalin ihtirâ-kerdesi olan kıssa-i acîbe-i meşhurede acaba hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet ve san'at-ı İlâhiyede ispat-ı israf ve burhan-ı Sâni olan nizam-ı bedîi ihlâl etmekten başka neyle tevil olunacaktır? Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne! vesselam "iKRA" iKRA" iKRA" -
BELGELER GERÇEKLERİ KONUŞUYOR V Ahmed Akgündüz /198 s/ 14x19/1992 Arşiv belgeleri ışığında Cumhuriyet döneminde Osmanlı Devletine yapılan iftiralar, Bediüzzaman’ın I. Dünya Harbinde yaptığı hizmetler ve eğitim tarihimiz gibi değişik ve bilinmeyen konular, incelenmektedir.
-
Şekerci Hanı'nın Şeker İnsanları Dursun Gürlek Ne mutlu o kimselere ki hem aydınlanırlar, hem aydınlatırlar. .. Dünyanın en güzel en şirin şehirlerinden biri olan “Aziz İstanbul” aynı zamanda mektepler, medreseler, camîler, çeşmeler, hanlar, hamamlar kentidir. İşte bu hanlardan biri de Fatih Malta Çarşısı'nda arz-ı endam eden meşhur Şekerci Hanı'dır. Adına efsâneler uydurulan, fakat kim tarafından ne zaman yaptırıldığı bilinmeyen yüz odalı Şekerci Hanı, bir zamanlar kültür dünyamızın seçkin şahsiyetlerine ev sahipliği yapmıştır Geçen gün önünden geçerken tarihi duvarlarında yankılanan mâziye ait sesleri kulaklarım duyar gibi oldu, gözlerim yaşla doldu; aman Allah'ım, görmesini bilenler için dünyada ibret tabloları ne kadar boldu. Âsım Sönmez’in 6 Nisan 1972 tarihli Hayat dergisinin 15. sayısında yayımlanan hâtıralarından öğrendiğimize göre, Şekerci Hanı’nın müdavimlerinden biri de Osman Kemâlî Efendi idi. Âmâlar şeyhi olan bu zâtın, maddî gözleri doğuştan kapalı, iç gözü ise sonuna kadar açıktı. Necip Fâzıl, Cemil Meriç’ten bahsederken “Allah'ın, iç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapadığı gerçek ve sahici münevver” diyor. İşte, Osman Kemâlî Efendi de gerçek ve sahici münevverdi. Üstelik bu münevverliği kendine münhasır kalmıyor, etrafındakileri de tenvîr ediyordu. Ne mutlu o kimselere ki hem aydınlanırlar, hem aydınlatırlar. Ali Kemâlî Efendi'nin en belirgin özelliği Hanedan-ı Ehl-i Beyte duyduğu büyük, çok büyük sevgi ve muhabbetti. O, ehl-i beyt halkının mücessem bir temsilcisiydi. Başta “Aşk Sızıntıları” ve “İrfan Sızıntıları” olmak üzere diğer bürün kitapları; Hazreti Ali Efendimize O’nun pâk ve nezih duygu ve muhabbetin çarpıcı rablolarıyla doludur. Ali Kemâlî merhum 1901 yılında İstanbul 'a geldi. Bir süre Rami’de bostan bekçiliği ve Bayezid Camii'nin avlusunda arzuhalcilik yaptıktan sonra kendisini Erzurum’dan tanıyan Fatih müderrislerinden Hacı Hazmi Efendi’nin ısrarıyla Fatih Camii’nde mesnevî dersleri vermeye başladı. İsmail Hakkı gibi büyük bir âlimin rahle-i tedrisinde bulundu. Ondan da icazet aldı. Mecelle şârihliğinden mesnevî hocalığına kadar her sahada yoğun bir faaliyet gösteren, ziyaretine gelenleri mutlaka güler yüzle Karşılayan ve onlara Ehl-i Beyt sevgisini aşılayan Ali Kemâlî Efendi, 10 Ocak 1954’te Hakk'a yürüdü. Eyüp Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra, Edirnekapı mezarlığında Rahmet-i Rahman’a tevdî edildi. Kabir taşındaki kitabe şöyledir: Cismim ruha döndü elhamdülillah Her şey fenâ bulur, Bâkîdir Allah Hak’dır, Muhammed'dir, hem Resûlüllah Ben Âl-i Âbâ’nın Kıtmiyr’i idim. Eskiden Şehzâde Camii’nin bitişiğinde “Âmâlar Medresesi” vardı. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında vakfedilen bu medresede âmâlar ikamet ediyorlar, yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını gideriyorlar, yatıp kalkıyorlardı. Daha sonraki yıllarda, vakıf şartlarına riayet edilmediği için zavallılar oldukça zor durumda kalmışlardı. Ali Kemâlî Efendi, Sultan Abdülhamid Han'a müracaat etmiş, amaların içinde bulunduğu perişan hali dile getirmişti. Padişah bir fermanla vakfı yeniden ihya etmiş, Efendi’yi de âmâlar şeyhi olarak görevlendirmişti. Ne yazık ki Talat Paşa’nın içişleri bakanlığı, Mustafa Efendi’nin şeyhülislamlığı zamanında Âmâlar Medresesi lağvedildi. Ali Kemâlî Efendi diyor ki: “İstanbul'da kendi kendime dolaştığım günlerdi. Rahmi köyünde Ahmet Efendi isminde birisiyle tanıştım. Bu adamın köye yakın bir tarlası vardı. Kendisi oldukça hayırsever bir kimseydi. Yerim yurdum olmadığını öğrenince beni tarlasındaki kulübesinde misafireten yatırdı. Ben de onun bu iyiliğine karşı boş durmadım. Yirmi dönüme yakın tarlayı baştan başa kirişme ettim. (Toprağı derince kazarak altını üstüne getirdim.) İlk zamanlar gündüzleri çalışıyordum. Fakat oradan gelip geçen halkın; “âmâ adama bakın, tarlada nasıl çalışıyor” diye birbirlerine göstermelerinden ve başıma toplanmalarından usandığımdan geceleri çalışmaya başladım. Gündüzleri de kulübede istirahat ediyordum. Nihayet felek onu da çok gördü. Oradan da ayrıldım. Şehzâdebaşı'nda âmâlara mahsus imaret vardı, oraya gittim. Orada padişahın iradesi gereği, yüz âmâ bulunuyor, bunlara her gün fodla ve çorba veriliyordu. Bu yüz kişiden geriye kalanlar da mülâzım[1] kaydediliyordu. Yüz kişiden biri vefat edince mülâzımlardan biri onun yerine alınıyordu. Ben de evvelâ mülâzım olarak yazıldım. Fakat müessesedeki yolsuzlukları gördükçe duramıyordum. Bir selâmlık resminde padişaha arzettiğim istidâ (dilekçe) üzerine “Mâbeyn” vasıtasıyla saraya dâvet edildim. Ve Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıktım. Âmâların senelerdir nasıl haksızlığa uğradığını ve cedd-i âlileri cennetmekan Sultan Süleyman Han hazretlerinin âmâlara duyduğu şefkatten ve merhametten dolayı kurdurduğu bu büyük tesisin ve vakfın zamanla ihmale uğrayarak perişan olduğunu ve acınacak bir hale geldiğini anlattım. Verdiğim bu izahtan dolayı memnun olan ve vakfın bu hale gelişinden üzülen padişah, imaretin tamir ve ihyâ edilmesini, benim de âmâlar şeyhliğine tayinimi irade buyurdu. Şam'da ceza reisi olarak bulunduğu sıralarda tanıdığım Hayri Bey, ve Selânik'te bulunduğum sıralarda kâtip diye tanıdığım Talat Bey (paşa) Meşrûtiyet'ten sonra biri Şeyhülislâm, diğeri de dahiliye nazırı olmuşlardı. Her ikisiyle de çok sevişirdik. O kadar ki Talat Bey bana “Baba” diye hitap ederdi. Bunların içinde bulundukları hükümet, âmâlara mahsus bir müesseseyi lağvetmeye karar verir. Fakat her ikisi de beni çok sevdiklerinden, bu işi ben burada olmadığım bir sırada yapılmasının uygun olacağı hususunda mutabakata vardıklarından bir bahaneyle beni Erzurum’a gönderdiler. Ve ben oradayken bu büyük ve önemli vakfı lağvettiler.”[2] İşte bu Osman Kemâlî Efendi o devrin bir nevi kültür akademisi olan Şekerci Han'ına gelir, elindeki âsâ ile esnafı selâmlardı. Ayrıca hanın tam karşısında bulunan Darüşşafakalı mûsıkî üstadı Sakallı Kazım Bey'in topluluğuna katılırdı. Kandilli Rasathanesi’nin kurucusu ve müdürü Fatih Hoca da Şekerci Hanı’nın müdavimleri arasında bulunuyordu. Yıllarca medrese tahsili gören; sarığıyla, cübbesiyle dârülfünuna (üniversiteye) devam eden Fatih Hoca son derece sempatik bir insandı. Ve o zamanlar büyük bir şöhret kazanmıştı. Hava durumundan, yağmurdan kardan hep o sorumlu tutuluyordu. Ünlü karikatürist Cemal Nadir bir karikatür çizmişti. Yağmurdan sırılsıklam olan bir vatandaş, yumruğunu Kandilli Rasathanesine doğru sallıyor: “İlahi Fatih Hoca! Allah'ından bul e mi? Hani hava güllük güneşlik olacaktı?'' diye bağırıyordu. Yine Asım Sönmez'in hatıralarında okuduğumuza göre Fatih Hoca Şekerci Hanı’na devam ettiği sırada bir gün “Bir feza hadisesi olacak” der, aradan bir kaç hafta geçtikten sonra Yıldız Camii’nden çıkarken Sultan Abdülhamid'e bomba atılır. Tabii ki Hoca hemen yakalanır, aylarca tutuklu bırakılır. Neden sonra Malta Çarşısı esnafının şahitliği ve kefaleti sayesinde kurtulur. Şekerci Hanı'nın mecburi misafirlerinden biri de Neyzen Tevfik.'tir. Neyzen'in içkiyi iyice kaçırdığı bir sırada Mehmet Akif bir tedbir düşünür; -belki ıslah olur diye- kendisini adı geçen hanın bir odasına yerleştirir. Neyzen bir ara içkiye tövbe eder, ama aradan çok geçmeden tövbesini bozar, “huylu huyundan vazgeçmez” sözüne uygun olarak tekrar işrete başlar. Akif bu olaya Safahat'ında yer verir ve şu mısraları söyler: Bir ömürdür içiyorsun, bırak artık şunu der Derviş Ahmet bu celâletle hemen tövbe eder Böyle bir tövbe ki, binlikleri çarpar duvara Tas, çanak, testi perişan serilir tahtalara... 1907 yılının bir kış mevsiminde Van'dan İstanbul'a gelen Bediüzzaman Said Nursî hazretleri de Şekerci Hanı'nın bir odasına yerleşir. Ve kapısına şöyle bir levha asar: “Burada her soruya cevap verilir, her müşkil halledilir, fakat soru sorulmaz!” Bu ilan o zamanlar Şekerci Hanı'na devam eden herkesin dikkatini çeker. İlim adamlarını, medrese mensuplarını büyük bir hayrete düşürür. Bediüzzaman'ı merak edenlerin sayısı gittikçe çoğalmaya başlar. İşte bunlardan biri de, daha sonraki yıl1arda Diyanet İşleri Müşavere Kurulu üyeliği yapan Hasan Fehmi Başoğlu'dur. Adı geçen zat olayı şöyle anlatır: “Ben Meşrutiyet devrinde Fatih medresesinde okurken Bediüzzaman adında bir gencin İstanbul'a gelip bir handa yerleştiğini, hatta odasının kapısına 'Burada her müşkil hal1edilir. Her meseleye cevap verilir. Fakat sual sorulmaz' diye levha astığını işittim. Böyle bir iddia sahibinin ancak mecnun olabileceğini düşündüm. Bediüzzaman hazretleri hakkında tevaî edilegelen sitayişkâr tavsiyeler, cemaatlerle ulema ve talebe gruplarının kendisini ziyaretlerini ve hayranlıklarını işittikçe, bende de bir ziyaret arzusu uyandı. Ve kat'î karar verdim ki, en güç ve ince mes'elelerden sual1er tertip edip sorayım. Ben de o zamanlar medresenin ileri gelenlerinden sayılıyordum. Nihayet bir gece ilahiyat ilimlerinden bahseden gayet derin ve birkaç kitapta ifade edilebilen bazı mevzular seçerek sual halinde hazırladım. Ertesi gün kendisini ziyarete gittim. Suallerimi tevcih ettim. Aldığım cevaplar çok acayip ve harika olmuştu. Sanki o akşam beraber imişiz ve kitaba beraber bakıyormuşuz gibi suallerimin cevaplarını tam olarak verdi. Ben tamamen mutmaîn oldum ve yakînen anladım ki, onun ilmi bizim gibi kesbî değil, vehbîdir. Sonra bir harita çıkararak Şark'ta darülfünun açılması icabettiğini ve bunun ehemmiyetini izah etti. O zaman Şark'ta Hamidiye Alayları vardı. O suretle idare ediliyordu. Şarkın bu şekilde idare tarzının noksaniyetlerini ifade ile maarif, sanat ve fen noktasından Şark'ın uyandırılması lazım geldiğini muknî olarak bize izah ile bu gayesinin tahakkuku için İstanbul’a geldiğini anlattı. Diyordu ki: “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nûru fünun-u medeniyedir. ''3 Şekerci Hanı’nın kitabı yazılmalıdır! .. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Bir işe girmek için önce parasız olarak o işe devam eden kimse [2] Aşk Sızıntıları, Toplayan Baha DOĞRAMACI. İst. 1997 s 18-19
-
o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve ispat olunmayan menfî meselelerde inat ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.vesselam "iKRA"
-
ŞERİ’AT «Kur'anın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.» (Sözler sh: 408) Evet, «Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî'den geldiğinden ebede gidecektir. Zira şecere-i meyl-ül istikmal-i âlemin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telahuk-u efkârla hasıl olan netaicinin teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra aynen maddî zîhayat gibi tevessü' ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir.» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 76) Yani beşer, fünün-ü müsbete denilen kâinat ilimlerinde, teknik keşfiyatta ve fikrî inkişaflarda ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur’anın bitmez ince mânâları, istikbale bakan işaretleri, cemiyet hayatının ahvaline bakan ahkâm-ı ictihadiyesi, beşeriyet alemine gereken dersleri daima verecek ve irşadatı yapacak ve gayelerini ve hedeflerini gösterecektir. Evet, Kur’anın mâna câmiiyeti küllîdir, bütün zaman ve mekânları kaplar. Zira Kur’an, kâinatı yani, alem-i şehadet ve alem-i ebediyi hikmetlerine göre yaratan zâtın, yarattığı kâinatı bütün gaye ve hususiyetleriyle anlatan kelâmıdır. Onun sözleri, kâinat hakikatlarına, olmuş ve olacak bütün hadisat ve vakiata tamtamına mutabıktır ve mutabık olacak ve ebede doğru gidecektir. Şeri’atı inkâr etmek, kâinat hakikatlarını ve onda keşfolunan fıtrat kanunlarını, yani müsbet fen ve ilimleri inkâr etmek manasını taşır. Kâinatı, hikmetinin iktizası üzere yaratıp tanzim eden Zâtın gönderdiği şeri’at, insanı fıtrat kanunlarına uygun istikamet ve selâmet yoluna sevk eder. Şeri’atı, dinlemeyip muhalefet edenler ise, fıtrat kanunlarına ters düşerler. Bu hakikatı en güzel tarif eden Bediüzzaman, Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın getirdiği şeri’at hakkında diyor ki: «Öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihanın saadetini temin edecek desatiri câmi'dir. Ve câmi' olmakla beraber, kâinatın hakaikını ve vezaifini ve Hâlık-ı Kâinat'ın esmasını ve sıfâtını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir. İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve şeriat-ı Muhammediyede (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.» (Mektubat sh: 193) Evet, Resul-u Ekrem (a.s.m) «İnsanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü' ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev'-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i'cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz Kelâm-ı Ezelî'den ayrıldık, nev'-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev'-i beşer dünyadan kat'-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev'-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.» (İşarat-ül İ’caz sh: 114) Evet, Muhammed (a.s.m.) «Küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev'-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki: o şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlahiyenin zübdesi olarak istidad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü' edip iki âlemde semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev'-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir.» (Muhakemat sh: 137) Bediüzzaman Hazretleri önce Osmanlı siyaset adamlarına ve dolayısıyla bütün gelmiş ve gelecek iyi niyetli idarecilerin nazarlarına ve insanlığa, şeriatın 33 meziyet ve faidelerini veciz ifadelerle şöylece arz ediyor; «Ey meb'usan! Uzunluğu ile beraber gayet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnabında îcaz var. Şöyle ki: Meşrutiyet ve Kanun-u Esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem'-i kuvvet, bu ünvan ile beraber asıl mâlik-i hakikî ve sahib-i ünvan-ı muhteşem(1) ve müessir ve adalet-i mahzayı mutazammın (2) ve nokta-i istinadımızı temin eden (3) ve meşrutiyeti bir esas-ı metine istinad ettiren (4) ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran(5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menafi'-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7) ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden (8) ve umum ezhanı manyetizmalandıran (9) ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10) ve sizi muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran(11) ve maksad ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden(12) ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden(13) ve çürük mesavi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15) ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkide -sırr-ı i'caza binaen- bir zaman-ı kasîrede tayyettiren (16) ve Arab ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18) ve kanun-u esasînin ruhunu ve Onbirinci Madde'yi muhafaza ile ve sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19) ve Avrupa'nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i enbiya ve şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken (22) ve zulmet-i tebayün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran (23) ve umum ülema ve vaizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşruta-i meşruaya hâdim eden (24) ve adalet-i mahzası merhametli olduğundan anasır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade te'lif ve rabteden (25) ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakki ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26) ve hâdim-i medeniyet (*) olan sefahet ve israfat ve havaic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden (27) ve muhafaza-i âhiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa'ye neşat veren (28) ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29) ve herbirinizi ey meb'uslar ellibin kişinin takazasını yani haklarını sizden dava etmelerini hakkınızda tebrie eden(30) ve sizi icma-i ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren (31) ve hüsn-ü niyete binaen a'malinizi ibadet gibi ettiren(32) ve üçyüz milyon Müslümanın hayat-ı maneviyesine sû'-i kasd ve cinayetten sizi tahlis eden (33) ol Şeriat-ı Garra ünvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaidi ile beraber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm. Yaşasın Şeriat-ı Garra!..» (Hutbe-i Şamiye sh: 81-84) İşte yukarıdan buraya kadar kısmen naklolunan parçalarda tarif edilen İslâm şeri’atı bütün beşeriyete hakikî istikameti göstermekte mümtazdır. Nitekim Kur’an, (3:19, 73, 83, 85) (5:3) (39:3) gibi âyetler, mezkür hakikatı nazara verir. Bu şeri’ata hakkıyla bağlı olan İslâm ümmetinin Kur’an (3:110) ve emsali âyetleriyle bütün insanlığa örnek bir ümmet olduğu bildiriliyor. Böyle bir millet İslâmın dışındaki milletleri örnek alamaz, onlarla anlayış ve yaşayış ortaklığına giremez.
-
"TÜRKÇE EZAN" ve TÜRKÇE EZAN okunmasına en çok KİMLER KARŞI GELİR...
ahrar şurada cevap verdi: OBJEKTİVİST başlık Dini Konular - Din - Dinler
Bediüzzaman Hazretleri Barla Nahiyesinde gözaltında tutulduğu devrede (1926-1934) Türkçe ezan ve kamet okumadığından kendisine yapılan zulümlere karşı müdafaasında diyor ki: «İSTİKBALDE GELECEK NEFRET VE TAHKİRDEN SAKINMAK İÇİN, ŞU MAHREM ZEYİL YAZILMIŞTIR. YANİ, “TUH O ASRIN GAYRETSİZ ADAMLARINA!” DENİLDİĞİ ZAMAN YÜZÜMÜZE TÜKÜRÜKLERİ GELMEMEK İÇİN VEYAHUT SİLMEK İÇİN YAZILMIŞTIR. AVRUPA’NIN İNSANİYETPERVER MASKESİ ALTINDA VAHŞÎ REİSLERİNİN SAĞIR KULAKLARI ÇINLASIN! VE BU VİCDANSIZ GADDARLARI BİZE MUSALLAT EDEN O İNSAFSIZ ZALİMLERİN GÖRMEYEN GÖZLERİNE SOKULSUN! VE BU ASIRDA, YÜZ BİN CİHETTE “YAŞASIN CEHENNEM” DEDİRTEN MİM’SİZ MEDENİYETPERESTLERİN BAŞLARINA VURULMAK İÇİN YAZILMIŞ BİR ARZIHALDİR. BU YAKINLARDA ehl-i ilhâdın[53] perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nev’inden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde[54] hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. “Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan[55] öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bid’a ve ilhad![56] Altı sualime cevap isterim. BİRİNCİSİ: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususî ibâdâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz. İKİNCİSİ: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ[57] hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek[58] ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek[59] ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne[60] kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz? ÜÇÜNCÜSÜ: Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü’s-sû’un[61] yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!» (Mektubat sh: 429) "iKRA" ELBAKi HÜVEL BAKi=BAKi OLAN ANCAK ALLAH'TIR VESSELAM -
ASKER- SİYASET İLİŞKİLERİ VE SON DURUM
ahrar şurada cevap verdi: alamet-i farika başlık Politika Bilimi
İSTİBDAD ÇEŞİTLERİ Deccallerin istinad noktaları olan gizli masonluk ve dinsizlik komiteleri, hakim oldukları devletlerde çok büyük bir güç gibi görüntü ve halka dehşet verirler. «Evet, öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler.» (Şualar sh: 594p.4) -
M. KEMAL PAŞA’YA VERİLEN BİR İKAZ DERSİ (1923) 1922 Senesinde M. Kemal Paşanın ve bazı milletvekillerinin ısrar ve tekrarlı davetleri üzerine Bediüzzaman Hazretleri Ankara’ya geldi. Ankara’da M. Kemal Paşanın riyaset odasında, şifahen yaptıkları görüşmede Bediüzzaman Hazretleri, hubb-u cah, makam ve mevki sevgisi ve şöhretperestlik damarları ile hareket ederek ecnebilere kendini beğendirmenin ve İslâmiyete zıt inkilap yapmanın bu milleti ve alem-i İslâmı küstürmeye sebep olacağını ihtar eder. İnkilaplar ve terakki için yapılacak kanunların Kur’ana ve İslâmiyete uygun olması gerektiğini, yoksa milletin ekseriyetinden muhabbet değil nefret kazanılacağını, bir İslâm âlimi olarak M. Kemal Paşa’ya ders verir, ikaz ve ihtar eder. Bediüzzaman Hazretleri, o zaman verdiği şifahî dersi, yıllar sonra Mektubat adlı eserin 29. Mektup 6. Kısım’da neşretmiştir. Bu bahis Mektubat kitabında yayınlanmasıyla daha sonraki zamanlara da bir ders niteliğinde bilhassa idareye talip olanlara bir düstur olmuştur. Ayrıca bu ders Tarihçe-i Hayatı kitabının 144. sahifesinde de neşredilmiştir. Şimdi Tarihçe-i Hayatı kitabından bu ikaz ve ihtarı içine alan bölümü bir kez daha sunuyoruz. Şöyle ki: «Bediüzzaman, küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiği "Âlem-i İslâmda büyük bir intibah ve inkişaf" emeliyle Ankaraya gelmişti. Daha meşrutiyetin ilânından evvel, İstanbul'a gelmeden, Şarkî Anadoluda, yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ı fazilet kimselerle mübaheseleri; ve İstanbul'da birdenbire meydana çıkarak, ulemayı hayrete sevketmesi; ve ehl-i siyaseti telâşa düşürmesi; ruhunda büyük bir İslâmî inkılâbın müessisi halinin mevcud olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi; daha eskiden ruhunda bu vazifenin mes'uliyetini, hem şevk ve sürurunu hissetmişti. Hürriyetin ilânını müteakip; gazetelerde meşrutiyeti şeriata hâdim yapmakla, Anadolu ve Âlem-i İslâm kıt'asında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkûr niyet ve tasavvurunun neticesi idi. "El-Hutbet-üş-Şamiye", "Sünuhat" ve "Lemeat" gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi, "Şu istikbal zulümatı ve inkılâbları içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur'anın sadâsı olacaktır!" diye beyanatı vardı. Abbasileri müteakiben, Âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilâfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umumî meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz bulmuş, İslâmın ebedî düşmanları, merkez-i hükûmeti istilâ ederek, müslümanlığın mahvolduğu kanaatına varmışlardı!. İşte, Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsaniyle, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısiyle, ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankaraya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mu'cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını defeden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur'ana istinad eden ve Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyetin hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere meclisde çalışıyordu. Fakat, pek kuvvetli maniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen Kur'anın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders verir. (Mektubat Sahife: 413) "Meselâ: Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup, camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında, ecnebilerin eğlenceperest seyircileri bulunsa; bir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahil olsa eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur'andan bir aşir okusa; o vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner. Hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit; süflî, edebsizcesine fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek; ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin, istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat, umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safiline sukut derecesinde, nazarlarında alçak görünecektir. İşte aynen bu misâl gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenk-meşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecileridir. Her bir müslüman -hususan ehl-i fazl ve kemal ise- bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür; nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve Rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur'an-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-ı kudsiyeye dair harekât ve a'mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali, manen Âyat-ı Kur'aniyeyi okusa; o vakit -manen- Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebanı olan (Allahümmeğfir lil mü’minine vel mü’minat) duasında dahil olup hissedar olur; ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnız, hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Salihînin cadde-i nuranîlerini terkedip; heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid'akârane işlerde ve harekâtda bulunsa; manen, bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. (İtteku firasetel mü’mini feinnehü yenzuru binurillahi) ([3]) sırrına göre ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları soğuk görür; manen nefret eder. İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe mübtelâ adam, ikinci adam hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safiline düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır; (el ehıllaü yevmeizin ba’duhüm liba’dın adüvvün illel müttekîn) ([4]) sırrına göre; dünyada zarar, berzahda azab, Âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur. Birinci suretteki adam; faraza, hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâs ve rıza-yı İlâhiyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek şartiyle bir nevi meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki; o hubb-u cah damarını tamamiyle tatmin eder. Bu adam, az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil çok, hem pek çok kıymetdar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır. Ona bedel, çok mübarek mahlûkları arkadaş bulur; onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki; daima dualariyle âb-ı kevser gibi feyizler, Âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a'mâline geçirilir." M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman'a; meb'usluk, hem Darülhikmetteki eski vazifesini, hem Şarkda Şeyh Sünûsi'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar. Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, Siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'anın Nurlariyle mukabele edilebilir" tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar...» (Tarihçe-I Hayatı sh: 144)
-
İSLAM'da İbadetin Şekli Yoktur
ahrar şurada cevap verdi: Baba İshak başlık Dini Konular - Din - Dinler
esselam aleykum bakInIz sözlerinizde biraz olsun islamI elestirirken bari elestirdidiginiz konuda arastIrma yapIn bari daha seviyeli olur....bakInIz bütün teferuatIyla hersey anlat1lan kitaplar var fakat hala anlasIlmIyor (okullardaki ders kitablarI) peki o zaman ne olacak bIraKIn bu çocuklarI kendi baslarIna mI ögrensin diyeceksiniz peki o zaman ne olacak cevabI siz verin isterseniz "iKRA"VESSELAM -
SÜFYAN : (İSLÂM DECCALI) Kamus-u Okyanus, bu kelime için “esami-i ricalden([108]) bir isimdir” der, yani mânâ aranmayacağına işaret eder. Âhirzamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına sebeb olacağı sahih hadîslerle bildirilen ve şeair-i İslâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve münafık bir şahıs. “Süfyanîler” ise Süfyan cereyanıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîlerle alâkalı rivayetleri Cami-ül Beyan’da (Sebe’ Suresi 34:51) âyeti altında cem’etmiştir. Bir hadîste bildirilen Ahlas, Serra, Duhayma fitneleri için bak: Tac Tercemesi 5.cilt 927.hadîs: (Uzun süren ve insanların müsbet ve menfî iki gruba ayrıldığı mezkûr üçüncü fitne, Süfyanî fitneye işaret olsa gerektir.) «Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiaze etmiş.([109]) ‘La ya’lemül ğaybe illallah’ Bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır.([110]) Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.» (Şualar sh: 585) «1350 sene evvel Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir şakirdi ve esrar-ı Kur’aniyenin dersini bizzat Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alan Hazret-i Ali (R.A.).A.); meşhur ve matbu’ kasidesinde demiş ki: ‘ehrufü ucmin süttırat testîran....ilh.’ (Hâşiye) İşte bu kasidede Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı derse binaen diyor ki: “Huruf-u Arabiye acemî yani frengî([113]) hurufuna tebdil edildiği zaman, Deccal’ı intizar ediniz.”» (Rumuzat-ı Semaniye 4. Remiz) (Hz. Ali Efendimizin kasidesi matbu’ Mecmuat-ül Ahzab 1.cilt sh: 595) Diğer bir hadîs-i şerifte de şöyle buyuruluyor: «Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitneden sakınmaya davet ederim: Medine’den çıkacak bir fitne, Mekke’den çıkacak bir fitne, Yemen’den çıkacak bir fitne, Şam’dan çıkacak bir fitne, şarktan çıkacak bir fitne, garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam’ın merkezinden zuhur eder ki, işte bu Süfyanî’nin fitnesidir.» ([114]) Evet «Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş.([115]) Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, raviler kendi içtihadlarıyla -daimi öyle kalacak gibi, mânâ verip “merkez-i hükûmet-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel([116]) haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.» (Şualar sh: 585) Kitab-ül Feteva-yı Hadîsiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-il Heytemî adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenz-ül Ummal, 14. cild 272. sahifede ve 39639, 39677. hadîslerinde ve diğer bazı hadîs kitablarında “Süfyan”dan bahsedilir. Diğer «Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” denilmiş.([117]) ‘La ya’lemül ğaybe illallah’ Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder. Garibdir hem çok garibdir. Yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar,([118]) barika-asa([119]) bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeairine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.» (Şualar sh: 596) Bediüzzaman Hazretleri, 1948 senesinde Afyon Mahkemesinde “İnkılaplar aleyhindedir” tarzında ithamlarla mahkûm edilmek istenilmiş, fakat karar Temyiz’ce bozulmuştu. Mahkûmiyet kararı yolunda ısrar eden iddia makamına verilen cevapta aynen şöyle deniliyor: «Acibdir ki; savcı müddeî iftiralı ittihamnamesinde en ziyade iliştiği ve Said’in ittihamına medar yaptığı, Siracünnur’un âhirindeki Beşinci Şua’ın mes’elelerinde Said demiş ki: “Başa şapka koymağa cebreden Süfyan öyle dehşetli istibdadla hareket eder ki, bir cani yüzünden yüz köyü harab eder.. bir asi yüzünden binler masumu mahveder.” dediği fıkra için Said’in mahkûmiyetine pek musırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip, inkılâblar aleyhindedir.” Cevab: Yine o cevab veren Nur şakirdlerinden Abdürrezzak namında birisi diyor ki: İşte o davanın doğruluğuna delâlet eden yüzer emareden tek bir emaresi: 1938’deki Dersim Faciasında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öldürtüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması; bu Beşinci Şua’ın o hükmünü kat’î hakikat olarak gözlerine sokuyor. Acaba bin seneden beri bir milyar şühedayı hakikat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şehid veren ve bütün mefahiri([120]) İslâmiyetle tahakkuk eden ve âlem-i İslâmın en büyük ordusu ve kahraman milleti olan Türk’e bütün bütün mahiyetlerine zıd ve bütün ecdadlarını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münasebeti olmayan bir adama, Türklerin ceddi ve büyük babası namını vermek; ne derece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anlaşılmıyor mu? Abdürrezzak Vesaire”
-
KÜTÜB-Ü SİTTE’DE MEHDİ Mehdi hakkında gelen rivayetler, temel hadis kitablarında yer alır. Mesala: Ebu Davud. Mehdi,1 ve Sünnet, 5 İbn-i Mâce. Fiten, 34 ve Mukaddeme, 6 Tirmizi. Fiten, 52-53 ve İlim, 16 Ahmed bin Hanbel, 1-84 ve 2-411 ve 3-21-27, 5. 277. Ve daha pek çok büyük hadis imamlarının Mehdiye ait hadisleri toplayan eserleri vardır. Böyle sağlam hadisler muvahecesinde tesbitli olan Mehdi mevzuunu kabul etmemek, mezkür sahih hadislere dokunur ve manevî mesuliyeti mucip olur. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki: «Müteşabih hadisleri aklına sığıştıramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadisleri dahi inkâra yol açar.» (Mektubat sh: 351) MEHDİ HAKKINDAKİ HADİSLERDEN KISACA BİRKAÇ ÖRNEK 1..Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mehdi bizden, ehl-i Beyt'imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder (yani tevbesini kabul eder, hizmetini yapacak hale getirir. Doğruyu ilham eder ve muvaffak kılar)". 2..Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Biz Abdulmuttalib'in oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi." 3..Abdullah İbnu'l Haris İbni Cez'iz-Zübeydi radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün): "Doğudan birtakım insanlar çıkacak ve Mehdi için zemin hazırlayacak" buyurdular. O Mehdi'nin hakimiyetini kastediyor." (Kütüb-ü Sitte c. 17, sh: 558) 4..Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma'nın evladlarındandır." Ebu Davud, Mehdi 1, (4284). 5.."Ümmetim içinde Mehdi olacaktır. (Aranızda kalması) kısa tutulursa (kalacağı süre) 7 (yıl) dır. Kısa tutulmazsa (kalacağı süre) 9. yıldır. Benim ümmetim o devirde öyle bir refah bulacak ki, o güne dek onun misli kesinlikle bulmamıştır. Yer yemişini (gıda ürünleri) verecek ve insanlardan hiçbir şey saklamayacak (vermemezlik etmeyecek) tir. Mal da o gün çok birikmiş olacaktır. Adam kalkıp : Ya Mehdi! Bana (mal) ver, diyecek, Mehdi de al, diyecektir." (İbn-i Mâce Hadis no: 408) KAYNAK ESERLER Emirdağ Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992 Kastamonu Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993 Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992 Lem’alar (Osm.), Bediüzzaman Said Nursî, 879 sahifelik Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülkadir Badıllı, İstanbul 1980 Nur’un İlk Kapısı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1987 Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdülkadir Badıllı, İstanbul 1994 Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993 Şualar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993 Şualar (Osm.), B.Said Nursî, 847 sahifelik Tarihçe-i Hayatı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992 ÂHİRZAMAN ALÂMETLERİ HAKKINDAKİ HADİSLERİN MÜTEŞABİH OLMASININ BİR HİKMETİ Zamanımızda Mehdi meselesinden çokca bahsedilmekte ve bu mevzu merak ve dikkatleri celbetmektedir. Bu sahada yaygınlaşan farklı fikirler hakikatin öğrenilmesini ve gösterilmesi ihtiyacını doğurmaktadır. Bu ihtiyaca dinî ve ilmî bir cevap olmak üzere Risale-i Nur eserlerinden yaptığımız bir kısım tespitleri efkâr-ı ammeye arzetmekle yanlış anlayışlara düşülmeyeceğini ümit etmekteyiz. Gerçi bu Mehdi meselesi hakkında hayli rivayetler ve izahlar vardır.Ve bu mesele âhirzaman alâmetlerinden olduğundan hakkındaki rivayetlerin çoğu müteşabih olup te'vil ve izahı gerekmektedir. Bediüzzaman Hazretleri bu mesele ile alâkalı olarak Beşinci Şua'yı ve diğer bazı bahisleri yazmış ve müteşabih rivayetlerin istikametli mânâlarını nazara vermiştir. Beşinci Şuanın başlarında şöyle bir izah yer almaktadır: «[1] âyetinin bir nüktesi, bu zamanda akîde-i avâm-ı mü’minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisâta dair hadislerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’âniye gibi, derin mânâları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler. [2] sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murat ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar [3] deyip o gizli hakikatleri izhar ederler.» (Şualar sh: 578) Kıyamet alâmetleri hakkındaki hadisleri müteşabih (yani: maksadı açık ifade etmeyip mecazen ifade eden) hadisler olmasının bir hikmetini Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar: «İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki, Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mucizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrât-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, güneşin mağripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünkü, Ebu Bekir’ler Ebu Cehil’ler ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan[4] gibi eşhâs-ı müthişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.» (Şualar sh: 579) Yine aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: «Âhirzamanda Hazret-i İsa (a.s.) nüzulüne ve Deccalı öldürmesine ait ehâdis-i sahihanın mânâ-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahir ulemalar, o rivayet ve hadislerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler; veya sıhhatini inkâr edip, veya hurafevâri bir mânâ verip, âdetâ muhal bir sureti bekler bir tarzda avâm-ı Müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârâne bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehâdis-i müteşâbihenin hakiki tevillerini Kur’ân feyziyle göstermiş. » (Kastamonu Lâhikası sh: 80)
-
esselam aleykum evet inananlar vebalde teblig ile yükümlü bütün inananlar ancak peki yaaa siz inanmayanlar bu sorular neden yoksa dualarImIz kabülmü oldu iNSALLAH çünkü sorularInIzIn ardI büyük ihtimal ile iman iNSALLAH tabi bunun dIsInda olanlarda var onlar inanmadIklarI islamla bukadar neden ilgililer acaba "iKRA"