Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Kenan Ata

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    18
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Kenan Ata - Başarıları

Araştırmacı

Araştırmacı (4/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. CANLILIK İÇİN KARBON ŞART Canlılığın var olması için karbon şarttır. Dünyamızdaki karbon oranı, okyanuslar ve bitkilerce sürekli dengelenmektedir. •Eğer karbon oranında bir bozulma olsaydı, karşılaşacağımız senaryolar şunlar olurdu: Küresel ısınmaya bağlı olarak, iklimde kavurucu sıcaklar, şiddetli fırtınalar, düzensiz yağışlar gibi değişiklikler olabilirdi. •Çöller genişleyebilir, mercan resifleri yok olabilir, dünyanın bir bölümü ısınırken, bir bölümü hiçbir canlının yaşayamayacağı oranda dondurucu soğuklara maruz kalabilirdi. Her iki durumda da canlıların yaşaması güçleşirdi. •Küresel ısınmaya bağlı olarak, okyanus sularının ısınması daha az karbondioksitin çözülmesine neden olurdu. Bu, okyanus bitkilerinin büyüyememesi ve balinalardan küçük deniz canlılarına kadar bitkilerle beslenen pek çok canlının yaşamının tehdit altına girmesi demektir. •Dünya ısınırsa bitkiler emdikleri karbondan daha fazlasını atmosfere geri gönderir. Bu durumda atmosferdeki karbondioksit oranı artar, oksijen oranı azalır, yaşam sona ererdi. Karbon Kaynakları Karbon hava, toprak ve su arasında dolaşır. •Gaz halindeki karbon, karbondioksit olarak atmosferde ve sularda erimiş haldedir. •Su içeriğinde bulunan karbon, mercan resifleri ve suda yaşayan canlıların iç veya midye gibi kabuklu canlıların dış iskeletlerinde depo edilir. •Karadaki karbon, kireçtaşları, dolamitler gibi kayalar ve kalkerli kabuklar, turba toprakları (kuzey ve güney kutbu ve yakın çevresinde yaklaşık olarak 60 m’lik kısmı donmuş topraklar) petrol, doğal gaz ve kömür gibi fosil yakıtlarda bulunur. •Canlı organizmaların kimyasal yapısının vazgeçilmez bir bileşeni olduğundan canlılar da bir karbon deposu durumundadır. Kaynak: Doğa Bilimleri Derneği
  2. ALTIN KAPLUMBAĞA BÖCEĞİ Pek çok canlının bir kamuflaj taktiği olarak renk değiştirdiği bilinir. Bukalemun ve mürekkep balığı gibi canlılar, pigment adı verilen, renkli kimyasallar taşıyan bazı özel hücrelerin boyutunu değiştirerek renk tonlarını değiştirirken; Panama altın kaplumbağa böceğinin başvurduğu yöntem ise farklıdır. Böcek, pigment hücrelerini kullanmak yerine, renk değiştirmek için oldukça farklı bir strateji kullanır. Charidotella egregia olarak da bilinen bu renk değiştiren böcek, 8 milimetreye kadar büyür. Şeffaf bir kabuğa sahiptir. Bu kabuk, genellikle metalik altın rengini yansıtır. Ancak; böcek rahatsız olduğu zaman altın rengi kaybolur ve kırmızıya dönüşür. Belçika Numar Üniversite araştırmacıları, elektron mikroskop yardımıyla böceğin kabuğunu yakından incelemiş; ve kabuğun 3 katmandan oluştuğunu bulmuştur. En kalın tabaka alttaki, en ince tabaka ise üsttekidir. Her bir katman, daha küçük katmanların paketlenmesinden oluşmaktadır. Her katman, farklı bir renkte ışığı yansıtır. Bir araya geldiğinde, tüm bu yansımalar altın rengini üretir. Bu 3 katmanın altında, kırmızı pigment tabakası bulunur. Her bir katmanı oluşturan tabakaların arasında kanallar vardır. Böceğin vücut sıvısı bu kanalları doldurduğunda, katmanlar pürüssüz olur ve Belçikalı bilimadamı Jean Pol Vigneron’un tabiriyle “mükemmel aynalar” ortaya çıkar. Bu sayede, böcek parlak ve metalik görünür. Kanallarda sıvı olmadığında ise, katmanlar aynadan ziyade pencere görevini görürler, kabuk parlaklığını kaybeder ve alttaki kırmızı pigment görülür. Oxford Üniversitesi’nden Andrew Parker, bu “sıvıya dayalı mekanizma” ile ilgili “ daha önce doğada eşine rastlanılmamış yeni bir mekanizma” olarak bahsetmektedir. Bilim adamları, altın kaplumbağa böceğindeki bu teknolojiye dayanarak, farklı durumlarda sıvı durumunu ışık ve renk yoluyla gösterebilecek cihazlar geliştirmeyi ummaktadır. New York GE Global Araştırma Merkezi analitik kimyageri Radislav Potyrailo altın kaplumbağa böceğindeki bu eşsiz teknoloji ile ilgili “ Doğa, günlük problemlere elegant çözümler sunarak bizi şaşırtmayı asla bırakmayacak” demekte…
  3. KANARYA BITKISI Ekvator bölgesinde binlerce metre yükseklikteki Kenya dağı yıllardır, oldukça büyük ve gösterişli bir görünüme sahip olan kanarya bitkilerine (senecio vulgaris) ev sahipliği yapmaktadır. Geceleri dondurucu rüzgarların hakim olduğu ve toprağın üzerinde ince bir buz tabakasının görüldüğü bölgede, Kenya dağının etekleri bu kanarya bitkileriyle kaplıdır. Gündüzleri kavurucu bir sıcağın, geceleri ise şiddetli bir soğuğun hakim olduğu ekvator iklimi nedeniyle, bu bölgede yaşam pek çok bitki için söz konusu değildir. Bu nedenle geceleri üzerlerini büyük bir hızla kaplayan kırağıya rağmen canlılığını devam ettiren kanarya bitkileri, bilim adamları için uzun süre önemli bir araştırma konusu olmuştur. Kanarya Bitkisinin Govdesindeki Antifriz Sistemi Gece vakti üzerini kaplamış olan buz tabakasının altından kurtulmayı başararak toprakta boy atan kanarya bitkisi, hiçbir bitkinin kolay kolay dayanamayacağı zorlu şartlarda yaşamını sürdürebilmektedir ve bunun için antifriz sistemini andıran çok ilginç bir yöntem kullanır. Kanarya bitkisinin soğuğa karşı verdiği mücadelede kullandığı ilk yöntem, yapraklarında geliştirdiği özel bir savunma şeklidir. Kanarya bitkisinin yapraklarında, dokuların kırağıdan zarar görmesini engelleyen özel bir madde üretilmektedir. Bu koruyucu madde sayesinde bitkinin üzerinde oluşan ince buz tabakasının Güneş'in altında eridiği, sonra gövdesinin yeniden eski canlılığına kavuştuğu görülmüştür. Ancak kırağının kanarya bitkisine vereceği zararların, sadece bu madde ile önlenemeyeceğini bilen araştırmacılar, bu düşük ısılarda bitkinin nasıl olup da donmadığı konusunda son derece ayrıntılı bir inceleme yapmışlardır. Kuruma Tehlikesine Karsi Alınan Onlem Son derece güzel bir görünüme sahip olan kanarya bitkisi, soğuğun etkisiyle donmaya başlayan gövdesini ısıtmak için, bir yöntem daha kullanır. Gün ışığıyla birlikte bitkinin üzerinde oluşan buzlar erimeye başlar. Bu sırada yaprak gözeneklerinde bulunan su da buharlaşır. Fakat kanarya bitkisinin yaşamını sürdürebilmek için, boşalan gözeneklere suyu geri göndermesi ve kuruma tehlikesi ile karşı karşıya kalan yapraklarını kurtarması gerekmektedir. Yapraklara, ihtiyacı olan suyu gönderebilmek için gövdesindeki su kanallarını kullanmak zorunda kalan bu bitkiyi bekleyen hayati bir tehlike daha vardır: Havanın soğumasıyla birlikte su kanallarının da yavaş yavaş donmaya başlaması. Donmanın etkisiyle kısa sürede kuruyup ölmesi beklenen kanarya bitkisi, tam aksine oldukça sağlıklı bir şekilde yaşamına devam eder. Bunun sebebi bu bitkilerin diğer bitkilerde oldukça nadir rastlanan son derece ilginç bir yol kullanarak, su kanallarını kaplayan buzlardan kurtulmayı başarmasıdır. Kanarya bitkisinin yuvarlak gövdesini saran yaprakların en alt halkası, her yıl belirli bir dönemde kurumaya başlar. Ancak yapraklarının bir kısmı kuruyan kanaryalar, diğer bitkilerin aksine bu yaprakların toprağa düşmesine izin vermez ve gövdelerinde tutmaya devam ederler. Böylece kuru yapraklar kanarya bitkisinin gövdesinin en alt kısmında kalın bir zırh oluşturarak dışarıdaki şiddetli soğuğa karşı bitkiyi korumuş olur. Bu yöntem ile gövdesindeki kanalların buz tutmasını engelleyen kuzey kanarya bitkileri, geriye kalan yapraklarının hayatına devam edebilmesi için gerekli olan suyu da onlara rahatça göndermeyi başarırlar. Kanarya Bitkisinin Karsilastigi Bir Diger Tehlike Gövdeyi zırh gibi sararak bitkiyi soğuktan koruyan kuru yapraklar aynı zamanda, hiç hesapta olmayan bir tehlikenin daha ortaya çıkmasına sebep olurlar. Bu tehlike, yaprakların kuruduğu halde aşağıya düşmemesi ve toprağa karışmaması sonucunda bitkinin köklerine yeterli besinin ulaşamamasıdır. Ölü yaprakların sayesinde toprağa karışacak olan maddelerin eksikliği nedeniyle kanarya bitkileri, köklerinin emebileceği yeterli miktarda besini bulamazlar. Buna rağmen bu buzlu toprakların üzerinde nasıl olup da canlı kalabildiği bilim adamları tarafından uzun bir süre araştırılmıştır. Çünkü köklerin bağlı olduğu toprak hiçbir şekilde bitkiyi yaşatabilecek bir besin zenginliğine sahip değildir. Ölü yapraklara yönelen yedek kökler, bu yapraklara ulaştıklarında, buradaki besini emerek kendilerini güçlendirmeye başlarlar. Ölü yaprakların toprağa karışmaması nedeniyle gerekli besini sağlayamayan bitki, bunun yerine gövdesinden çıkardığı bu ek kökler yardımıyla zorlu şartlara rağmen yaşamını sürdürmeyi başarır.
  4. GENLİSİA BİTKİSİ Genlisianın tuzağı, hayvan bağırsağına benzer. Toprak altında dallanmış olan yaprakları, içi boş borular şeklindedir. Topraktan çekilen su bu borularda ilerler. Boruların uçlarındaki yarıklarda, bitkinin içine doğru yönelmiş bir akıntı vardır. Bu akıntı, bitkinin içinde su pompalayan tüycüklerden kaynaklanır. Su içindeki böcekler ve diğer organizmalar, akıntı nedeniyle boruların uçlarındaki yarıklardan içeri doğru sürüklenir. Bu sürüklenme boyunca geçtikleri her yer uçları aşağıya bakan kalın ve sert tüylerle kaplıdır. Tüycükler de birer sübap gibi iş görerek, böceği bitkinin içine doğru iten ikinci bir etki meydana getirirler. Kurban içerilere doğru ilerledikçe bir dizi öldürücü sindirim beziyle karşı karşıya gelir. Sonunda da Genlisianın besini olmaktan kurtulamaz.
  5. VENÜS SÜNGERİ Venüs süngerinin yapısında göze çarpan ilk özellik silindirik olması ve bu silindirin duvarlarındaki ızgara benzeri yatay ve düşey kirişlerdir. Kirişlerin kesiştiği yerler ise cam çimentoyla sertleştirilmiştir. Bu ızgaranın ikinci karesi iki çapraz kiriş içerir. Çapraz kirişlerin oldukça kalın olan üçüncü sırası ise ızgara düzlemine saplanır. Bu üç boyutlu yapı, silindiri bir darbe aldığında ezilmekten korur. Süngeri Okyanus Zeminine Bağlayan Cam Teller: Venüs süngerinin yapısındaki diğer detay, süngerin deniz tabanındaki yumuşak kumullara çok sıkı bir şekilde bağlanmış olmasıdır. Bu sayede Venüs süngeri okyanus akıntıları ve etkilerine karşı koyar ve asla kopmaz. Çünkü onu okyanus tabanına bağlayan esnek ve son derece ince silindirik yapılar vardır. Bu muhteşem tasarım elektron mikroskobunda incelendiğinde, mikrometre ölçeğindeki her kirişin daha fazla camla birleşmiş daha ince silindirlerden oluştuğu görülür. Bu paralel silindir desteleri silindirin tek başına kendisinden daha kuvvetlidirler ve her silindir organik bir maddeyle camı yapıştıran halkalardan oluşur. Bu halkalar tıpkı bir ağacı kestiğiniz zaman ortaya çıkan eşmerkezli ağaç halkalarına benzer. Halkalar silindirin merkezine doğru daha kalınlaşır. Nitekim dış halkalar kabaca 0,2 mikrometreyken iç halkalar yaklaşık 1,5 mikrometre kalınlığa ulaşır. Bu yapı ise süngeri neredeyse kırılmaz hale getirir. Normal bir cam çubuğu kolaylıkla çatlar, çünkü darbe diğer cam çubuklara iletilir. Fakat Venüs süngerinin tabakalı cam çubuğuna uygulanan herhangi bir darbe, tabakalar arasındaki organik zamk içinde yok edilir. Bu biçimde silindirin ince dış tabakalarından bir tanesindeki bir çatlağın diğer tabakalara doğru ilerlemesi ve camsı yapının kırılması engellenir. Venüs süngerinin oluşturduğu bu yapı, büküp kıvırsanız bile büyük bir olasılıkla kırılmayacak ve bozulmayacaktır; çünkü uyguladığınız kuvvet zamkın içinde dağılarak yok edilecektir. Derin sularda yaşayan canlılar için tek ışık kaynağı ışık saçan organizmalardır. Venüs süngeri de bu canlılar için bir deniz altı lambası rolü üstlenmiştir. Venüs süngeri fiber optik kablolara benzeyen cam ipliklere sahiptir. Bu cam iplikler sayesinde Venüs süngerinin sahip olduğu fiber optik kablolar insan yapımı olanlarla karşılaştırıldığında çok daha üstün kalitededir. •Venüs süngerinin lens benzeri uzantıları vardır. Bunlar ışık toplama verimliliğini artırır. Bu da silindirik kafes şeklindeki iskeleti çevreleyen taç benzeri cam liflerden oluşan fiber optik yapıyı ışıklandırmada daha etkili hale getirir. •Venüs süngerinin fiber kabloları organizmanın DNA’sında şifreli olan proteinler tarafından düşük sıcaklıkta ve okyanus basıncında üretilir. Bu çevre koşulları altında süngerler sodyumu bünyelerine katarlar. Sodyum ise süngerin fiberlerine müthiş bir esneklik verir ve kırılmalarını engeller. Yüksek sıcaklıklarda üretilen insan yapısı fiber kablolar ise sodyum iyonlarını bünyelerine katamadıklarından kırılgandırlar ve dolayısı ile daha az kullanışlıdırlar. Doga Bilimleri Derneği
  6. YARDIM ÇAĞIRAN TÜTÜN BİTKİSİ Çoğu bitki türü, tırtıl saldırısına uğradığında, korunmak amacıyla uçucu organik kimyasal maddeler salgılar. Bu kimyasallar sayesinde saldırgan tırtılların düşmanı olan avcı böcekler bölgeye gelir ve tırtılları yiyerek bitkiyi korurlar. Örneğin, ABD‘nin Utah eyaletinde yetişen bir tütün bitkisinin yaprakları, manduca güvesinin tırtılı tarafından sıklıkla saldırıya uğrar. Tütün bitkisi yapraklarını yiyen tırtılın salyasını adeta “analiz eder” ve zarar gördüğünü “anlar”. Hemen savunma sistemini “devreye sokar” ve uçucu organik kimyasallar salgılamaya başlar. Tütün bitkisinin salgıladığı uçucu kimyasallar sayesinde Geocoris böceği hemen yardıma gelir ve tırtıl yumurtalarını yiyerek zararlıların sayısının artmasını engeller. Böylece ekine zarar veren tırtıllar dolaylı bir strateji ve üstün bir akıl sayesinde imha edilmiş olur. Peki ama, bitki kendisine yardım edecek olan Geocoris böceğinin ilgisini çekmek için uçucu özellikte kimyasal maddeyi nasıl üretebilmektedir? Şüphesiz bir bitkinin kendisini düşmanlarından korumak için böyle bir salgıyı üretebilmesi mümkün değildir. Bitkiyi kusursuz özelliklerle yaratan ve kendisini korumak için neler yapması gerektiğini bitkiye ilham eden alemlerin Yaratıcısı olan Allah’tır. Kaynak: Doga Bilim Dernegi
  7. ÇÖL SICAĞINDAN ETKİLENMEYEN YAPRAKLAR Çölün kurak ortamına yakından baktığımızda çeşitli özelliklere sahip bitkiler dikkatimizi çeker. Bu bitkiler, çok zor koşullarda rahatça yaşayabilmektedirler. Çöl bitkileri, aşırı sıcakla ve susuzlukla başa çıkmak için iki yola başvururlar. Birincisi, sahip oldukları dayanıklı yapıyı kullanmak, ikincisi de uykuda kalmaktır. İlginç yapıları sayesinde kurak iklimlerden zarar görmeyen bu bitkilerde yaprak; hem gövde, hem fotosentez organı, hem bir besin ve su deposu hem de kalın yapısıyla bir savunma organıdır. Yapraklardaki Su Deposu Çöl bitkilerinin su ve besin maddelerini depo edecek yaprakları, dam koruğu (Sedum) bitkisinde olduğu gibi silindir şeklinde veya makas otunda (Carpobrotus) olduğu gibi prizma şeklinde olabilir. Kurak bölgelerde yaşayan bu bitkiler su depolama özelliklerinden dolayı taze bir görünüme sahiptirler. Su, gövde ya da yapraklarda geniş, ince duvarlı hücrelerde korunmaktadır. Bu yaprakların kalın üst tabakası su kaybını azaltır. Çöl bitkilerinin bir başka özelliği ise küre şeklinde olmalarıdır. Çünkü küre, en küçük yüzey alanına sahip olması nedeniyle en etkili su depolama şeklidir. Çöl bitkilerinin kalın gövdeleri, küre şekilleri ve gündüzleri kapalı, geceleri açık olan gözenekleri, buharlaşma ile su kaybını azaltan bir yapı meydana getirir. Her bitki suyu farklı bölümlerinde depo eder. Örneğin, Yüzyıl bitkileri yapraklarında, gece açan Cereus bitkisi yeraltındaki soğanında, kaktüs ise tombul gövdesinde su depolar. Sabır otu gibi bitkiler ise nadir olarak yağan yağmurları yakalamak için oluk şekilli yapraklarını açık tutarlar. Bunun tam tersine Sarracenia minor gibi yağışlı bölgelerde bulunan bitkilerin yaprakları, aşırı yağmurdan korunmak için şemsiye gibidir. Kaynak: Doga Bilim Dernegi
  8. VENÜS BİTKİSİ En az hayvanlar kadar iyi "avlanan" bitkiler de vardır. Bunlardan "Venüs" isimli bitki üzerinde dolaşan böcekleri yakalar ve bunlarla beslenir. Bu bitkinin avlanma sistemi şöyle çalışır: Bitkiler etrafından gezerek kendine yiyecek arayan bir sinek, birden bire oldukça cazip bir bitki ile, yani Venüs'le karşılaşır. Bir çanağı kavramış ellere benzeyen bitkiyi cazip kılan şey, yapraklarının dikkat çekici kırmızı rengi ve daha da önemlisi, bu yaprakların çevresindeki bezlerden salgılanan şeker kokulu salgıdır. Kokunun dayanılmaz cazibesine kapılan sinek fazla terreddüt etmeden bu ilginç bitkinin üzerine konar. Yiyecek kaynağına doğru ilerlerken bitki üzerindeki zararsız görünümlü tüylere de ister istemez dokunur. Kısa süre sonra bitki aniden kapanıverir. Sinek, ansızın üzerine sımsıkı kapanan bir çift yaprağın arasında sıkışıp kalır. Venüs bitkisi biraz sonra "et eritici" sıvısını salgılamaya başlayacak ve kısa süre içinde sineği bir tür pelteye dönüştürecek, sonra da emerek tüketecektir. Bitkinin sineği yakalamaktaki hızı son derece etkileyicidir. Bitkinin kapanma hızı, insan elinin maksimum kapanma hızından daha fazladır (eliniz açıkken ortasına konan bir sineği yakalamayı denerseniz, büyük olasılıkla başaramazsınız, ama bitki bu işi başarabilmektedir). peki kasları, kemikleri olmayan bir bitki nasıl olup da böyle ani bir hareket yapabilmektedir? Araştırmalar venüs bitkisinin içinde elektriksel bir sistem olduğunu ortaya koymuştur. Sistem şöyle çalışır: Bitkinin tüycüklerinde sineğin çarpmasıyla oluşan mekanik etki, tüycüklerin altındaki alıcılara iletilir. Eğer mekanik itme yeterince güçlüyse, alıcılardan tıpkı bir havuzdaki dalgalar gibi tüm yaprak boyunca elektriksel sinyaller yollanacaktır. Sinyaller yaprakları ani bir biçimde hareket ettiren motor hücrelere ulaşır ve sineği yutacak mekanizma harekete geçmiştir. Bitki içindeki hücreler elektriksel uyarı alır almaz bünyelerindeki su dengelerini değiştirirler. Yaprakların oluşturduğu kapanın iç tarafındaki hücreler bünyelerindeki suyu bırakıp çökerler. Bu olay havası alınmış bir balonun sönmesine benzer. Kapanın hemen dışındaki hücreler ise aşırı su alarak şişer. Böylece insanın kolunu hareket ettirmesi için bir kasın gevşerken ötekinin kasılmasına benzer şekilde, kapan kapanır. İçerde hapsolan sinek ise her çırpınmasında tüylere tekrar tekrar değerek, elektriksel itmenin tekrar oluşumuna ve dolayısıyla da yaprağın daha sıkı kapanmasına neden olmaktadır. Bu arada kapanın yüzeyindeki hazım bezleri de uyarılmaktadır. Uyarı sonucunda bezler sineği yavaşça eritecek sıvıyı salgılamaya başlarlar. Böylece bitki, protein bakımından hayli zengin bir çorba haline gelen sineğin peltesini kullanarak beslenir. Sindirimin sonunda ise, tuzağın kapanmasını sağlayan mekanizma tersine işleyerek kapanın açılması sağlanır. Ayrıca sistemin bir ilginç özelliği daha vardır: Tuzağın harekete geçmesi için tüylere üst üste iki kez dokunulması şarttır. İlk dokunma elektrik potansiyelini oluşturmakta fakat tuzak kapanmamaktadır. Tuzak ancak ikinci bir dokunmayla elektrik potansiyelinin belirli bir boşalma düzeyine ulaşması sonucu kapanmaktadır. Sinek tuzağı bu çift hareketli mekanizma sayesinde gereksiz yere kapanmaz. Örneğin bitkinin içine bir yağmur damlasının düşmesi durumunda kapan harekete geçmez. Kaynak: Doga Bilim Dernegi
  9. •Bilimsel adı “pilobium glaberrinum” olan bitkinin tohumlarının, rüzgar estiğinde havada uçmalarını sağlayan püskülleri vardır. •Çam kozalakları, havada uçuşan çam polenlerini kendilerine çekecek bir yapıya sahiptir •Kayın ağacı, milimetrenin 500’de biri büyüklüğünde bir polen tanesinden gelişir. •Bazı tohumlar toprakta yüzyıllarca bekledikten sonra, uygun koşullar gerçekleşince yeşerebilir. •Akdeniz salatalıkları, olgunlaşırken içlerinde oluşan sıvının basıncını kullanarak, tohumlarını bir roket gibi fırlatırlar. •Boyları 100m.yi bulan sekoya ağaçları, bir pompa ya da enerji kullanmadan suyu yerden en tepelerine kadar taşırlar. •Akçaağaç tohumlarının, havada uçmalarını sağlayan helikopterdeki gibi pervaneleri vardır. •Erodium bitkisinin tohumları burgu gibidir ve toprağa bir vida gibi döne döne girer. •Bir kurbağayı yakalayarak sindirebilen etobur bitkiler vardır. •Sundew bitkisinin üzerindeki tüylerde bulunan bir salgının kokusu böcekleri kendine çeker ve böcek üzerine konar konmaz kapan gibi kapanır ve avını yakalar. •Polenin dış kısmında bulunan ekzin organik maddeler içerisinde en dayanıklı malzemedir, hatta asit ve enzim bozulmalarına karşı bile dayanıklıdır. •Kozalaklar her türlü hava akımında bile hedeflerine kilitlenir ve hedeflerine mutlaka ulaşırlar. •Bitkilerde renkler, kuşlara ve diğer hayvanlara hangi bitkinin içinde ne kadar ve ne türlü nektar bulunduğunu bildirir. •Lantana bitkisi üremeyi tamamlamak için 3 gün boyunca renk değiştirererk hayvanların dikkatini çeker ve polen taşınımını sağlar. •Gece yaşayan canlılardan olan yarasa, gece açan çiçeklerin döllenmesini sağlar. •Avize ağacı çiçeğinin polenleri çok derinlerde olduğu için polen taşınımı hortumunun boyu kendi boyunun iki katı olan bir güve tarafından yapılır. •Thalassia bitkisi ömrünü su içinde geçirir. Su altında çiçek açar ve döllenmesini su akıntılarını kullanarak gerçekleştirir. •Hura ağacı tohumlarını yayma vakti geldiğinde kendini kurutur ve bu sırada oluşan basıncı kullanarak tohumlarını 12 metre uzağa fırlatır. •Lupin bitkisinin tohumları sıcaklık yeterli olmadığında gerekirse yıllarca toprak filizlenmeden bekleyebilir. •Hindistan cevizi palmiyesi tohumu dayanıklı dış kabuğu ve özel yapısı sayesinde 80 gün boyunca su ile taşınır ve karaya çıkar çıkmaz filizlenir. •Erişkin bir akçaağaç yaz günü öğlen sıcağında her saat 265 lt. su kaybeder, ancak buna rağmen yaşayabilir. •1000 metrelik bir alanda bulunan ağaçlar 7,5 ton suyu buharlaşıp atmosfere taşırlar. •Aynı toprakta, aynı suyla yetişen bitkilerin her biri farklı tatlarda ve kokulara sahiptir •Aynı topraktan 5000.000’den fazla bitki çeşidinin yetişir ve günlük konuşmalarda “ot” olarak tanımladığımız bitkiler fotosentez gibi son derece karmaşık bir işlem gerçekleştirirler. •Kum otu tohumları, havada hızla uçmalarını sağlayan paraşüt benzeri bir yapıya sahiptirler. •Karıncalar her yıl toprak altındaki yuvalarına binlerce tohum taşırlar ve bu tohumların sadece dış kabuğunu yiyerek tohum için ideal bir filizlenme ortamı sağlarlar. •Yüzmelerini veya uçmalarını sağlayacak mekanizmaları olmayan bir çok tohum, kuşlar ve sincaplar tarafından çok sevilir ve bu sayede kolaylıkla yeryüzünde dağılır. •Tohumların üst kaplamaları, çeşitli hayvanların azı dişlerine mide asitlerine ve sindirim enzimlerine, oksijensiz atmosfere direnecek kadar dayanıklıdır. •Bazı tohumlar gelişimlerinin son aşamasında, dış yüzlerinde dayanıklı mumlu bir yapı biriktirirler, bu yapı tohumu, suyun ve bazı gazların olumsuz etkilerinden korur. •Hura ağacı tohumlarını bir patlama ile 12 m.uzağa fırlatabilir. •Çam polenleri gibi bazı polenlerin havada uçma özelliklerini artıran hava keseleri vardır. •Bembeyaz nilüfer çiçekleri döllenmek için beyaza ilgi duyan böcekleri kullanır, döllenmeden hemen sonra çiçeklerinin rengi beyazdan kırmızıya dönüştürür. •Bazı tohumların dış zarları çürümeyi yavaşlatıcı etkiye sahip “tanen” adlı kimyasal bir madde içerir.
  10. Kenan Ata

    Dokumacı Kuşlar

    Dokumacı kuşların yuvaları, bugün kuş bilimciler ve diğer doğa bilimciler tarafından, kuşların yaptığı en ilginç yapılar olarak gösterilmektedir. Bu kuşlar, doğada buldukları bitki liflerini ve ip olarak kullanabilecekleri her türlü uzun bitki sapını "dokuma" şeklinde örerek kendilerine çok sağlam yuvalar inşa ederler. Dokumacı kuşlar, önce kendilerine yapraklardan ince uzun şeritler yapar. Sonra bir ayağı ile şeritin ucunu dalın üzerinde tutarken, diğer ucunu gagasıyla idare ederek yuva inşasına başlar. Resimlerde görüldüğü gibi, gagasını mekik gibi kullanarak yaprak liflerini diğer liflerin üzerinden ve altından sırayla geçirir. Dokumacı kuş ilk iş olarak kullanacağı malzemeyi toplar. Yeşil ve taze yapraklardan kendine ince uzun şeritler keser veya yaprakların orta damarlarını alır. Özellikle taze yaprakları seçmesinin ise bir nedeni vardır: kuru yapraklardan alacağı malzemeyi kontrol edebilmesi ve bunları dokumada kullanması çok zordur, ancak taze yaprak lifleri ile bu işlemler çok kolay gerçekleşir. Kuş öncelikle çatallı bir dala, bir yapraktan kopardığı uzun birlifin ucunu sararak işe başlar. Bir ayağı ile lifin ucunu dalın üzerinde tutarken, diğer ucunu gagasıyla idare eder. Liflerin düşmelerini engellemek için onları düğüm atarak birbirlerine bağlar. İlk olarak bir çember oluşturur; bu yuvasının girişidir. Daha sonra ise gagasını mekik gibi kullanarak yaprak liflerini diğer liflerin üzerinden ve altından sırayla geçirir. Girişi dokuduktan sonra yuvanın duvarlarını dokumaya başlar. Bunun için baş aşağı durur ve içeriden çalışmaya devam eder. Gagasıyla bir lifi diğerinin altına sokar ve sonra hassas bir şekilde dışarıda kalan ucunu tutar ve sıkıca çeker. Böylece düzgün bir dokuma oluşturur. Dokumacı kuşların başka bir türü ise, yağmurun etkisini göz önünde bulundurarak "tavanı akmayan" çok sağlam bir yuva inşa eder. Bu kuş, çevreden topladığı bitki liflerini, ağzında bulunan bir salgıyla karıştırarak özel bir harç imal eder. Bu salgı bitki liflerine esneklik ve su geçirmeme özelliği kazandırır ve böylece yuva için mükemmel bir sıva malzemesi oluşur. İlginç yuvalar inşa eden kuşların başka bir örneği de Afrika'da yaşayan dokumacı kuş türlerinden biridir. Bu kuşlar, apartman gibi bölmelere ayrılmış, çok karmaşık yuvalar yaparlar. Bu yuvaların yüksekliği 3 m'yi, genişliği ise 4,5 m.'yi bulur ve içinde yaklaşık 200 çift kuşu barındırabilir.
  11. Darwinistlerin uzun zamandır dile getirdikleri “maymunların 48 olan kromozom sayısı, iki kromozomun birleşmesi sonucunda zamanla 46’ya düştü ve sonunda insan oluştu” şeklindeki izahları bazı kişiler için oldukça aldatıcı olabilir. Çünkü anlatım bilimsel açıdan her ne kadar olağanüstü mantıksız olsa da son derece basittir ve konu hakkında bilgisi olmayan kişiler için yeterli derecede ikna edici olabilmektedir. Çünkü bu gibi kişiler, tek bir genin olağanüstü kompleksliğinden ve tesadüfi hiçbir değişime, dönüşüme izin vermeyecek kadar hassas olduğundan habersizdirler. Asıl önemlisi bu kişiler, DARWİNİSTLERİN TEK BİR PROTEİNİN OLUŞUMUNU BİLE AÇIKLAYAMADIKLARI gerçeğini bilmemektedirler. Değil genler, hücrenin içindeki yalnızca bir tek protein bile kendi kendine, tesadüfen oluşamaz. Bir proteinin oluşması için başka proteinlere ve hücrenin kendisine ihtiyaç vardır. Genler ise proteinlerden çok daha komplekstirler. Genlerin varlığı için hem proteinlere hem de hücrenin tüm organellerine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla daha bir tek proteini açıklayamayan Darwinistlerin genler üzerinde spekülasyon yapmaları, hikayeler anlatmaları ancak çocukları kandıracak davranışlardır. Fakat günümüzde çocuklar bile bu sahtekarlıklara inanmamaktadırlar. Darwinistlerin ne kadar büyük bir acz içinde olduklarının bir delili daha Darwinistler, maymunlardaki 48 kromozomun, iki kromozomun birleşmesiyle zamanla 46’ya indiği iddiasını, insanlarda gerçekleşen bir hastalıktan yola çıkarak geliştirmişlerdir. İnsanlarda kromozom 2 (iki kromozomun birleşmesiyle oluşan füzyon), ancak 1000’de bir oranında gerçekleşen genetik bir bozukluktur. Şempanzede 48, insanda ise 46 kromozom vardır. Bu dev farklılığa evrime göre bir açıklama getirmek için Darwinistler, insanlardaki kromozom 2’nin, hayali ortak atanın bir delili olduğu iddiasıyla ortaya çıkarlar. Oysa burada bir evrimleşme yoktur. İnsan kromozomunda meydana gelen füzyon (iki kromozomun birleşmesi) bir evrimleşme değil, bireyin sakat yaşamasına hatta ölmesine neden olan bir hastalıktır. Bunun en bilinen örneği Down sendromudur. Şimdiye kadar yapılan bilimsel deneylere göre bu füzyon hiçbir avantaj sağlamamakta, tam tersine sağlıklı olmayan mutant ya da kısır bireyler oluşmasına neden olmaktadır. Bir hastalığın evrime delil olarak sunulmaya çalışması ise Darwinistlerin ne büyük acz içinde olduklarının göstergesidir.
  12. Kenan Ata

    En Uzun Atlamacı:Pire

    Sadece 3 mm. uzunluğunda olan Pulex irritans'lar (insan pireleri) 19.7 cm.'ye ulaşan yatay atlayışlar yapabillirler. Yani pireler kendi uzunluklarının 100 katından daha uzun mesafelere atlayabilmektedirler. Pireler bu sıçrama güçlerini, "rezilin" denilen lastiksi bir proteinden elde ederler. Rezilin gövdeyi sarıp destekleyen ve kasların hareket için dayanak yaptığı yapıları oluşturan dış iskelette öbekler halinde yer alır. Pire sıçramak istediğinde arka bacaklarındaki kaslarını gerer. Bu da, kasların bağlı olduğu üst derideki bir rezilin öbeğini sıkıştırır. Daha sonra bu enerji, bir anda tümüyle boşalarak arka bacaklara büyük bir yaylanma gücü sağlar ve pireyi havaya fırlatır.
  13. BM verilerine göre dünya nüfusunun % 49,7’si kadın, ne var ki çoğu ülkede varlıkları sadece maruz kaldıkları şiddet ve baskıyla hatırlanıyor. İş, siyaset, eğitim gibi hayatın farklı alanlarında kadınların hemen her toplumda gizli veya açık bir ayrımcılıkla karşı karşıya kaldıkları biliniyor. Dünyanın 500 büyük firmasının sadece 13 kadın yöneticisi var. Politikada da durum pek farklı değil, ulusal meclislerdeki kadın oranı sadece 23 ülkede %30’a ulaşmış durumda. Öte yandan dünya genelindeki 2 milyon yoksulun %70’ini kadınlar oluşturuyor, okuma yazma bilmeyenlerin 2/3’si de kadınlar. Müslüman ülkelere baktığımızda ise, tüm bu sorunların çok daha ciddi boyutlarda olduğunu görüyoruz. Bunun da sebebi çoğu İslam ülkesinde kadının ikinci sınıf görülmesine çeşitli İslami kaynaklarda yer alan hurafelerin delil gösterilmesi. Diğer bir deyişle kadına baskının din adına yapılması, kadınların özgürlüğünü savunanların da dini değerlere karşı geliyorlarmış gibi gösterilmesi. Ancak gerek Peygamberimiz (sav)’in uygulamaları incelendiğinde, gerek Kuran’a ayetlerine bakıldığında İslam’a göre kadının şimdiki Müslüman ülkelerinde olduğu durumdan çok farklı olması gerektiğini görürüz. Kuran’da kadın ve erkek her açıdan eşittir. Peygamberimiz (sav) döneminde de kadınlar erkeklerle birlikte hayatın her alanında yer almıştır. Resulullah’ın eşi Hz. Hatice’nin bölgenin en önemli iş kadınlarından biri olması kadının sosyal hayatta nasıl bir aktiflik içinde olabileceğini gösteren çok önemli bir bilgidir. Kaldı ki o dönemde, hem İslam’la yeni tanışanların eğitiminde, hem toplum düzenin sağlanmasında ve hem de mücadelelerde kadın ve erkek sahabe eşit sorumluluk üstlenmiştir. Bağnazlığın kadına bakışının temelinde ise- ki bu sadece Müslüman dünyasındaki bağnazlara has bir bakış açısı değildir- kadını dinen ve aklen eksik gören bir anlayış vardır. O yüzden de kadının idare edilmesi, yönetilmesi ve yönlendirilmesi gerektiği düşüncesi hakimdir. Hatta çoğu zaman kadın o kadar –kendilerince- akılsız görülür ki, sadece varlığı bile tehlike unsuru olarak algılanır ve kontrol edilmesi zor bir tehlike olarak görüldüğü için de evde kapalı tutulmasının en iyi çözüm olduğu düşünülür. Kimileri için kadının evde kapalı olması dahi yeterli değildir, evin pencerelerinin çarşıya bakmaması, kadının dışarıyı görebileceği deliklerin dahi kapatılması savunulur. Kadının vazifesi kocasına ve çocuklarına hizmet etmektir. Kadını öylesine aşağıda gören bir çirkinliktir ki bu, namazı bozanlar arasında hayvanlarla birlikte kadınlar da sayılır. Kadına zulüm sistemine dönüşen bu çarpık bakış açısının değişmesi için İslam dünyasının ortak hareket etmesi, İslam’ın ruhuyla çelişen tüm bu hurafelerin temizlenmesi, dinin böyle bir ahlaksızlığı emretmediğinin Müslümanlara kapsamlı eğitim programlarıyla öğretilmesi şarttır. Farklı İslami kaynaklarda bu hurafeler durduğu müddetçe, Müslüman ülkelerde kadının hak ettiği yerde olması için yapılan her girişim eksik kalacaktır. İslam dünyasında acil ihtiyaç olan bu değişimin yanı sıra dünyanın da kadına bakış açısının değişmesi gerektiği açıktır. Kadın erkeğin denetiminde olmak için yaratılmamıştır. Hayatını erkeğe göre yönlendirmesi gereken bir varlık da değildir. Her kadın, her erkek gibi, hayatından kendi aklı ve vicdanıyla verdiği kararlardan kendisi sorumludur. Kadının kıyafeti, eğitimi, mesleği, sosyal hayattaki yeri erkekler tarafından erkeklerin ihtiyaçlarına göre belirlemek durumunda değildir. Eğer bir kadın dekolte giyinmek istiyorsa dilediği gibi giyinmeli, ne giyeceğinin standartları onun adına belirlenmemelidir. Eğer bir kadın başörtüsü takmak istiyorsa, başörtüsünü istediği stilde kullanabilmeli ve örtüsüyle hayatın içinde olabilmelidir. Eğer bir kadın çalışmak istiyorsa karşısına binlerce engel çıkarılmamalı, siyasette olmak istiyorsa sınırlandırmamalı, sanatla ilgilenmek istiyorsa önü açılmalıdır. Kısaca, kadınlar dünyanın her yerinde alabildiğine özgür, alabildiğine rahat olmalıdır ki dünya özlediği güzelliklere kavuşabilsin. Unutmayalım dünyanın adını bilmediğimiz uzak bir noktasında dahi olsa, bir kadın baskı altına alınıyorsa bu tüm dünyanın vicdanını yaralaması gereken bir durumdur. Kadınların özgür olmadığı, hayatın içinde yer almadığı dünyada huzurdan, barıştan, güvenlikten söz etmek de mümkün değildir. Bu sebeple, tüm insanların artık “kadınların dünyanın süsü” olduğunu anlaması vakti gelmiştir. Gelin hep birlikte, önce kadınlara çektirilen acıları telafi edelim ve daha güzel, daha aydınlık, daha sevinçli bir dünya için bu süsün kıymetini bilelim. Dünya kadınlar özgür olduğunda güzel olacak...
  14. "Aslında canlı bir dinozor bulunmuş olsaydı, bu çok daha az şaşırtıcı olurdu. Çünkü fosiller Coelacanth"ın, dinozorların sahneye çıkmasından 150-200 milyon yıl önce var olduklarını gösteriyor. Birçok bilim insanının kara omurgalılarının atası olarak gösterdiği, en az 70 milyon yıl önce yok olduğu sanılan balık, canlı bulunmuştu!" Focus dergisinin Nisan 2003 sayısında yer alan bu ifadeler, yıllarca bir ara form olarak tanıtılmış olan Coelacanth"ın (Latimera chalumnae) canlı örneğinin günümüz denizlerinde bulunması karşısındaki şaşkınlığı, Darwinist bir ağızdan ifade etmektedir. Darwinistler, 1938 yılından önce Coelacanth fosili üzerinde sayısız iddiada bulunmuşlar, canlının yüzgeçlerini "yürümek üzere olan ayaklar", fosilleşmiş bir yağ kesesini de "ilkel bir akciğer" olarak yorumlamışlardı. Fosil üzerinde yaptıkları türlü spekülasyonlarla kayıp bir halkayı bulduklarını öne sürüyorlardı. İşte böyle bir anda canlı örneği ele geçen Coelacanth, Darwinistler için büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Bu ve -en sonuncusu 2007 Mayıs ayı olmak üzere sonrasında- günümüz denizlerinde ele geçen 200"den fazla canlı Coelacanth, fosiller üzerinde yapılan Darwinist spekülasyonları tamamen ortadan kaldırdı. Anlaşıldı ki Coelacanth, yaklaşık 150 cm boyunda, oldukça gelişmiş bir yapıya sahip son derece kompleks bir dip balığıydı. Üstelik canlı, 450 milyon yıllık tarihinde hiçbir değişim izi göstermemişti. Bir başka deyişle, bugün mevcut olan komplekslik 450 milyon yıl önce de aynen vardı. Tüm bunların bilimsel olarak anlaşılmasının ardından Coelacanth, yaşayan fosil örnekleri arasında yerini aldı ve ara form olduğuna dair tüm iddialar geri çekildi. Darwinistler, üzerinde spekülasyon yapmakta oldukları bir fosili daha ellerinden kaybetmişlerdi. Eğer bu canlı günümüz denizlerinde bulunmamış olsaydı, tıpkı Archaeopteryx"de olduğu gibi bu fosil üzerindeki Darwinist spekülasyonlar son bulmayacaktı. Canlı, sudan karaya geçişin en büyük temsilcisi gibi tanıtılmaya devam edecek ve tartışmasız en iyi ara formmuş gibi üzerinde binlerce spekülasyon yapılacaktı. Bu canlının bir ara form değil, mükemmel bir deniz canlısı olduğuna dair gerçekleri ifade edenler ise Darwinistler tarafından canla başla susturulmaya çalışılacaklardı. Tıpkı şu anda diğer ara form iddialarında olduğu gibi. Oysa, hiçbir delile dayanmadan insanları aldatmak isteyenler, hiçbir sonuca varamayacaklardır. Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurur: Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah"ındır. Allah"tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak "zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler." (Yunus Suresi, 66)
  15. Kenan Ata

    Yarasaların Kökeni

    Yarasaların fosil kayıtları, erken Eosen Devri'ne kadar uzanır ve beş ayrı kıtada birden tespit edilmiştir.. Memeliler sınıflaması içinde yer alan en ilginç canlılardan biri, kuşkusuz yegane uçan memeli cinsi olan yarasalardır. Yarasaları ilginç kılan özelliklerinin başında, bu canlıların sahip olduğu kompleks "sonar" sistemi gelir. Bu sonar sistemi sayesinde yarasalar zifiri karanlıkta, hiçbir şey görmeden son derece kıvrak ve kusursuz manevralarla uçar. Karanlık bir odanın zeminindeki küçücük bir tırtılı bile algılar ve avlar. Bu sonar, hayvanın sürekli olarak yüksek frekanslı sesler yayması, bu seslerin yankılarını analiz etmesi ve sonucunda etrafının detaylı bir analizini yapmasıyla çalışmaktadır. Hem de canlı bu işi olağanüstü bir süratle, havada uçtuğu saniyeler boyunca kesintisiz ve kusursuz biçimde başarmaktadır. Yarasaların sonar sistemi üzerinde yapılan araştırmalar, daha da şaşırtıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Hayvanın algılayabildiği frekans aralığı çok dardır, yani ancak belli frekanstaki sesleri algılayabilir. Ancak işte bu noktada çok önemli bir sorun ortaya çıkmaktadır. Doppler etkisi denen fizik kuralına göre, hareket halindeki bir cisme çarpan sesin frekansı değişir. Bu yüzden, yarasa kendisinden uzaklaşmakta olan bir sineğe doğru ses dalgalarını yaydığında, dönen ses dalgaları yarasanın duyamayacağı bir aralığa düşecektir. Bu nedenle yarasanın hareketli cisimleri algılamada büyük zorluklar yaşaması gerekir. Ama böyle olmaz. Yarasa her türlü cismi kusursuzca algılamaya devam eder. Çünkü yarasa, Doppler etkisini bilirmişcesine, hareketli cisimlere doğru yolladığı ses dalgalarını değiştirir. Örneğin kendisinden uzaklaşan sineğe en yüksek frekanslı ses dalgasını yollar ki, ses geri döndüğünde duyamayacağı kadar düşük bir frekansa inmesin. Bu ayarlama nasıl gerçekleşir? Yarasanın beyninde, sonar sistemini denetleyen iki farklı tipte nöron (sinir hücresi) bulunmaktadır; bunlardan biri yansıyan ultrasonu algılar, diğeri bazı kaslara komut vererek yarasanın çığlığını oluşturur. Bu iki nöron beyinde eş güdümlü çalışır; öyle ki yankının frekansı değişince, birinci nöron bunu algılar ve ikinci nöronu baskılayarak veya uyararak, çığlığın frekansının yankının frekansına uymasını sağlar. Sonuçta yarasanın çığlığı ortamın durumuna göre frekans değiştirir ve en verimli şekilde kullanılır. Tüm bu sistemin evrim teorisinin "rastgele mutasyonlarla kademeli evrim" açıklamasına indirdiği darbeyi görmemek ise mümkün değildir. Yarasadaki sonar sistemi son derece kompleks bir yapıdır ve asla rastgele mutasyonlarla açıklanamaz. Sistemin çalışabilmesi için, tüm ayrıntılarıyla kusursuz olarak var olması zorunludur. Yarasa hem yüksek frekanslarda ses yayacak yapıya, hem bu sesleri algılayıp analiz edecek organlara, hem de hareket değişikliklerine göre frekans ayarlaması yapan sisteme sahip olmalıdır ki, sahip olduğu sonar işe yarasın. Elbette ki tüm bunlar rastlantılarla açıklanamaz ve yarasanın kusursuz bir biçimde yaratıldığını gösterir. Nitekim fosil kayıtları da, yarasanın yeryüzünde aniden ve bugünkü kompleks yapısıyla ortaya çıktığını göstermektedir. Evrimci paleontologlar John E. Hill ve James D. Smith, Bats: A Natural History adlı kitaplarında bu gerçeği "itiraf" niteliğinde açıklarlar: Yarasaların fosil kayıtları, erken Eosen Devri'ne kadar uzanır... ve beş ayrı kıtada birden tespit edilmiştir. Tüm fosil yarasalar, hatta en eskileri bile, son derece gelişmiş yarasalardır ve dolayısıyla karada yaşayan atalarından nasıl bir ara geçişle geldikleri konusuna hiçbir ışık tutmazlar. (John E. Hill, James D Smith, Bats: A Natural History, London: British Museum of Natural History, 1984, s. 33.) Evrimci paleontolog L. R. Godfrey ise aynı konuda şöyle yazmaktadır: Erken Tertiryen Devri'ne ait çok sayıda iyi korunmuş yarasa fosili vardır, örneğin Icaronycteris gibi. Ama Icaronycteris bizlere yarasalarda uçuşun evrimleşmesi hakkında hiçbir şey söylememektedir, çünkü bu zaten kusursuz bir biçimde uçan bir yarasadır. (L. R. Godfrey, "Creationism and Gaps in the Fossil Record", Scientists Confront Creationism, W. W. Norton and Company, 1983, s. 199 ) Evrimci bilim adamı Jeff Hecht de aynı sorunu 1998 tarihli bir New Scientist makalesinde şöyle itiraf etmektedir: Yarasaların kökenleri bir bilmece olmuştur. En eski yarasa fosilleri dahi, 50 milyon yıl önce, bugünkü yarasaların kanatlarına benzeyen kanatlara sahiptirler. (Jeff Hecht, "Branching Out", New Scientist, 10 Oct 1998, cilt 160, sayı 2155, s. 14.) Kısacası, ne yarasaların kompleks vücut sistemlerinin evrimle ortaya çıkması mümkündür, ne de fosil kayıtları böyle bir evrim yaşandığını göstermektedir. Aksine, yeryüzünde ilk kez ortaya çıkan yarasalar ile bugün yaşayan örnekleri aynıdır. Yasalar, hep yarasa olarak var olmuştur.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.