Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

inci_nur

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    39
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Profil Bilgileri

  • Cinsiyet
    Kadın
  • Yer
    istanbul
  • İlgi Alanları
    edebiyat

inci_nur - Başarıları

Yazar

Yazar (5/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. sevgili @@pach of neo Hemen kalk yerinden bir takvim yaprağına bak. Orada senin de önceden bildiğin şeyler yazılı. Güneşin, meselâ üç ay sonra, oturduğun şehirde hangi dakikada doğacağını ve batacağını yazmış olmalılar. Artık sen de önceden biliyorsun. Acaba güneş, sen öyle bildiğin için mi o dakikada doğuyor? Yoksa güneş o dakikada doğacağı için mi sen öyle biliyorsun? Gördüğün gibi, bilmek olmayı belirlemez, olmak bilmeyi belirler. Bir iş olmuşsa/olacaksa, öyle bilinir. Bir iş nasıl bilinirse, öyle olmaz. Öyle bilindi diye öyle olmaz. Öyle bilinecek diye öyle de olmaz. Allahın da önceden bilmesi, ne edeceğimizi belirliyor değil. Bizi böyle ettiğimiz için, O önceden öyle biliyor. Yoksa, Onun da sonradan bilmesini mi arzu ederdin. Zamanı yoktan var eden, sence zamana mahkûm mu olsun? O da mı az sonraları beklesin? Dünyada ne edeceğimizi biliyor Allah: Doğru. Önceden biliyor: Bu da doğru. Peki ya Onun önceden bildikleri sonradan olmazsa, O neyi bilmiş olacak! Sonradan olacaklar olacak ki, önceden bilmesi doğru olsun Farz edelim ki, biliyorum nasılsa diye hiçbirimizi dünyaya göndermeden cennete/cehenneme koyuverseydi. Dünya hiç olmasaydı. Hayat hiç kimse tarafından yaşanmasaydı. O zaman Onun da bildiği şimdiki yaşadıklarımız değil, biliyorum nasılsa diye başından cennete/cehenneme koyulduğumuz olacaktı. Sonradan bilmek için bir şeylerin önceden olması gerektiği gibi, önceden bilmek içinde bir şeylerin sonradan olması gerekir. Şimdi olan bitenin hepsi Onun önceden bildikleri ama bizim olduktan sonra bildiklerimizdir. Ben kaderin mahkûmuyum derken, acaba, O çok önceden öyle biliyordu diye Onun bildiğine göre mi davranıyorsun? Bunu yapabilmen için, Onun önceden bildiğini O'ndan önce bilmek gibi bir yeteneğin olmalı. Bir eylemi yaparken, önceden yazılmış bir şey okuyarak yapmadığına göre, senin eylemlerini kaderin belirliyor değil, sen kaderinde ne yazıldığını/yazılacağını belirliyorsun. Ne yapıyorsan, o yazılıyor kaderine. Şimdi yaptığını sonradan öğreniyorsun. İşte kaderin de o sonradan bildiğine göre yazılıyor. Sonradan bildiğine göre önceden davranabiliyor olsaydın, örneğin bir sınavı hemencecik kazanabilirdin, diplomanı fakülteye girer girmez de alırdın! Çok kolay: Kaderimde diploma alacağım yazılmış, öyleyse yan gelip yatsam da, diplomamı alacağım deyip de yan gelip yattığında, sadece yan gelip yatmış olursun. Böylece kaderinin de yan gelip yattığı için diplomayı alamadı şeklinde yazıldığını çok sonra fark edersin!
  2. bilim ve din arasında bir çatışma yoktur bana göre, aksine birbirini tamamlar, Bilim ve din arasındaki çatışmadan kaçınmanın tek yolu, bu alanları birbirinden tamamen ayrı olan bölümler hâlinde ele almaktır. Bu anlayışa göre, bilim ve din sordukları sorular, uğraştıkları konular ve kullandıkları metotlar açısından birbirlerinden özerk ve bağımsız olmalı, birbirlerinin işine karışmamalıdırlar. Her iki alanın da kendilerine göre sınırları vardır. Bu bölümleştirme, sadece gereksiz çatışmalardan kaçınmayı değil, aynı zamanda her iki düşünce tarzının kendine özgü hüviyetine sadık kalabilmelerine vesile olacaktır. Bilim nesnel, genel ve tekrarlanabilir verileri açıklamaya çalışır. Din ise, âlemdeki düzen ve güzelliğin varlığını ve iç dünyamızdaki (bir taraftan suç, endişe ve mânâsızlık, diğer taraftan da merhamet, güven ve hayırseverlik gibi) tecrübeleri araştırır. Bilim nesnel olarak "nasıl" sorularına, din ise, mânâ, gaye, ilk köken ve nihai kaderimize dâir ferdî "niçin" sorularına odaklanır. Bilimde otoritenin temeli mantıkî tutarlılık ve deneysel yeterliliktir. Dinde ise nihai otorite Tanrı ve aydınlanmış peygamberler vasıtasıyla anlaşılan ve şahsî tecrübelerimizce onaylanan vahiydir. Bilim, deneysel olarak denetlenebilir nicel tahminlerde bulunmaktadır. Din ise, Tanrı aşkın olduğu için sembolik ve analojik dil kullanmak zorundadır. Bu yüzden, size verdiğim örnekler de sembol üzerinden verdiğim örneklerdi, Kendinizi ateist olarak tanımlayan sizler, verdiğim sembolik örneklerde mantık arıyor, ve çelişki olduğunu söylüyorsunuz, eğer ben de sizler gibi sembolik anlatımdan kastedilen manayı anlayamamış ve sembolün dışına çıkamamış olsaydım, emin olun size sonuna kadar hak verecektim.
  3. sevgili @@binyamin, benim veremeyecek cevabım yok, vermek istemediğim cevap var, neden? çünkü bir yaratıcınıın valığını mantığına oturmayan sizlere ne cevap verirsem vereyim mantıksız gelecek , en basitinden şu iddian üzerine söyleyeceğim çok şey var ; 1) Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse O'na karışamaz ve O'nun icâdına müdahale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyip insanî hüviyeti bahşeden Allah'tır (celle celâluhu). Sen bunları sana lûtfeden Allah'a daha evvel bir şey vermemişsin ki, O'nun karşısında bir hak iddia edebilesin.. Eğer sen, sana verilenler mukâbilinde Allah'a bir şey vermiş olsaydın, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!" gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Hâlbuki sen Allah'a (celle celâluhu) bir şey vermemişsin ki -hâşâ ve kellâ- O'na adâletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O'na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de haksızlık irtikap edildi! Allahu Teâlâ Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak... Dikkat etsen; senin içinde harika işleyen birçok sistemler var, var ki, pekâlâ onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin. 2) Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah'ın lûtfunun ifadesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi... Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehâdetle mahkeme-i kübrâ ve Allah'ın huzurunda, sıddîkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi." derler. dolayısıyla, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür. Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla, Allah'a teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzûda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında o âleme âit iştiyâkı uyarmaktır. Bu, arızalıda, arızaların itmesiyle Hakk'a teveccühü; başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir. "bak bi yığın şey yazmış yine" diye düşünüp okumadan en son cümlemi alıp yine üstüne sorular sormak elinde olduğu gibi, satır satır okuyup sana bahşedilen mükemmel mantığını açık tutarak okumak da senin elinde.. ama emin ol sen ve burdaki diğer dostlarının yazdığı veya kopyaladığı herşeyi tek tek okuyorum,ve şunu farkediyorum, inanmak gerçekten çok büyük bir nimetmiş, sizlere ve düşündüklerinize bakınca rabbime bir kere daha şükretmiş oluyorum, sağolun
  4. kuranı hiç okumadığın ne kadar da belli , eğer okusaydın şu ayetlere rastlayacak ve bunları yazdığın için komik duruma düşmeyecektin sevgili neo : 1. "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti." (Ra'd, 13/2) ayeti göklerin dağlar sayesinde ayakta duruyor hurafesini ortadan kaldırmıştır. 2. Kur'an-ı Kerim'de evrenin yaratılışı şöyle açıklanır: " O gökleri ve yeri yoktan var edendir." (En'am, 6/101) bu ayet şimdiki ilim dünyasının ulaştığı son nokta olan -tüm evrenin zaman ve mekan boyutlarıyla bir sıfırdan, büyük bir patlamayla ortaya çıktığı- gerçeğini 1400 sene evvel haber vermiştir. 3. Kainatın daima genişlediği artık ilim ve bilim dünyasının kabul ettiği bir ilmi buluştur. Buna Kur'an şu ayetiyle işaret etmektedir. "Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik. Ve şüphesiz biz onu genişleticiyiz." (Zariyat, 51/47) 4. 20. asrın bir buluşu da her yıldız ve gök cisimlerin bir yörüngede durduğu gerçeğidir. Bu duruma Kur'an "Geceyi, gündüzü, Güneşi ve Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor." (Enbiya, 21/33) 5. Güneşin sabit olarak durduğu zannedilirdi. Oysa Kur'an güneşin sabit değil, aksine daima hareket eden ve belirli bir hızla ilerleyen bir gök cismi olduğunu söylüyordu. Ve asırlar sonra da ilim onu tasdik edecekti. Şöyleki "Güneş de kendisi için tespit edilen bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan bilenin takdiridir." (Yasin, 36/38) peygamber hayatı hakkında zerre kadar malumata sahip olmadığın da copy paste yaptığın bu alıntıdan belli oluyor Her şeyden evvel bilinmelidir ki, O Zât, yirmi beş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususî durumu da göz önünde bulundurulacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O'nda iffetin esas olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu hususta, küçük bir inhiraf bulunsaydı, dünkü ve bugünkü düşmanları, bunu cihana ilân etmekten bir an bile geri kalmayacaklardı. Hâlbuki eski ve yeni bütün hasımları, O'na hiç olmayacak şeyleri isnat ettikleri hâlde, bu istikamette bir şey söyleme cüretini gösterememişlerdir. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk izdivaçlarını, yirmi beş yaşlarında iken yaptılar. Bu izdivaç, Allah ve Resûlü katında çok yüce ve müstesna; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmi üç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi kapanan bir perde gibi arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yirmi beş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk-çocuk her şeyiyle yirmi üç senelik bu mesut hayattan sonra, yeniden dört-beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu. 1) Zevceler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması itibarıyla, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli ahkâm vaz'ediliyor. Ve bizzat Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) hânesi içinde bulunan bu pâkize zevceler sayesinde tatbik imkânı buluyordu. 2) Zevcelerin her birerleri, çeşitli oymaklardan olması sebebiyle, evvelâ o kabileler arasında; sonra da muazzez şahsiyetiyle akrabalık tesis buyurduğu bütün cemaatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu. Her kabile ve oymak, O'nu, kendinden biliyor, din hissinin yanında, cibillî bir bağlılıkla O'na karşı derin bir alâka hissediyordu. 3) Her kabileden aldığı kadın, O'nun hayatında ve irtihalinden sonra, kendi cemaati arasında çok ciddî dinî hizmete vesile olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, zâhir ve bâtın-ı Ahmediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hususunda tercümanlık yapıyordu. Bu sayede O'nun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur'ân'ı, tefsiri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu. 4) Bu izdivaçlar vasıtasıyla, Nebiyy-i Ekmel, âdeta bütün Ceziretü'l-Arap'la yakınlık tesis etmiş gibi, her hânenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu karâbet vasıtasıyla o mehâbet âbidesine yaklaşabiliyor ve dinî umûru öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşiretlerin her biri, bir çeşit, kendini O'na yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu. Mahzumoğulları, Ümmü Seleme vasıtasıyla; Emevîler, Ümmü Habîbe vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeynep bintü Cahş (ra) vasıtasıyla kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı... İlk zevceleri Seyyidetinâ Hz. Hatîce'dir (ra). Kendinden on beş yaş daha büyük olan bu nâdîde kadınla izdivaçları, her evlilik için en büyük örnek mahiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu, derin bir vefâ ve sadakatle eşlerine bağlı kaldıkları gibi, zevcelerinin vefatından sonra dahi O'nu hiçbir zaman unutmamış, hatta her vesile ve fırsatta O'ndan bahisler açmıştır. Hz. Hatîce'den sonra Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dört-beş sene evlenmediler. Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların meûnetine katlanıp, bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler. Muhâlfarz, evvel ve âhir kadınlara karşı küçük bir zaafı olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?.. Sıra itibarıyla olmasa bile ikinci zevceleri, Âişe-i Sıddîka'dır (ra). En yakın arkadaşının kızı; acı-tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan bu büyük insana karşı, nebînin en mutenâ ikramı... Umum neseplerin sona erdiği günde, sona ermeyen karâbetiyle onun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır. Evet, Âişe-i Sıddîka ile, Hazreti Ebû Bekir, maddî-mânevî hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde kurb-u Nebevîye mazhar olmuşlardı. Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zeki bir nâdire-i fıtrat, dâvâ-yı nübüvvete tam vâris olabilecek yaradılışta idi. İzdivaçtan sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleriyle kat'iyen sübut bulmuştur ki; o muallâ varlık, ancak nebî zevcesi olabilirdi. Zira o, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel tefsirci ve en nâdide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, zâhir ve bâtın-ı Muhammedî'yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) emsâlsiz kavrayışıyla, bihakkın temsil ediyordu. Bunun içindir ki; Efendimiz'e rüyasında, onunla izdivaç yapacağı iş'âr ediliyor ve henüz gözlerine başka hayal girmeden peygamber hânesine kadem basıyordu... Bu sayede o, Hz. Ebû Bekir (ra) için vesile-i şeref olacak ve kadınlık âlemi içinde, bütün istîdat ve kâbiliyetlerini inkişaf ettirerek, Efendimiz'in en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük mürşide ve mübelliğe olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, o da hem bir zevce, hem de bir talebe olarak saadet hânesine intisap etmiş bulunuyordu. Yine izdivaç sırasına göre olmamakla beraber üçüncü zevceleri, Ümmü Seleme'dir (ra). Mahzum Oymağı'ndan ve ilk Müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke'de tazyik görmüş; ilk olarak Habeşistan'a, ikinci defa da Medine'ye hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk saftakiler arasında yer almıştı. Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de kocası vardı. Ve, Ümmü Seleme'nin nazarında eşi, menendi olmayan bir insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı Ebû Seleme'yi Medine'de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Ebû Bekir ve Ömer (ra) uzatırlar; fakat o bu talepleri reddetti; Zira onun gözünde Ebû Seleme'nin yerini dolduracak insan yoktu. Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona el uzattı. Bu izdivaç da gayet tabiîydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedâkârlıktan dûr olmayan bu muallâ kadın, Arab'ın en soylu oymağı içinde uzun zaman yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi. Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona muhakkak ki el uzatılmalıydı... Ve, işte Kâinatın Fahrı, onu nikâhı altına alırken bu inâyet elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine getiriyordu. Ümmü Seleme de Hz. Âişe gibi dirâyet ve fetâneti olan bir kadındı. Bir mürşide ve mübelliğe olma istîdadındaydı. Onun için bir taraftan şefkat eli onu, himâyeye alırken diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin medyûn-u şükran olabileceği bir talebe daha ilim ve irşat medresesine kabul ediliyordu. Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimiz'in, bir sürü çocuğu olan dul bir kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini, başka hiçbir şeyle izah edemeyiz. Hele şehevîlik ve kadınlara düşkünlükle aslâ ve kat'â!... Bir diğer zevceleri de Remle bint-i Ebî Süfyan'dır (Ümmü Habîbe) (ra). Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden birinin kızı... Bu da ilk Müslüman olanlardan ve birinci safta yerini alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan'a hicreti, orada kocasının önce tanassur etmesini, sonra da vefâtını görmüş mûzdarip bir kadın... O gün sahabi, sayı itibarıyla az; mal yönünden fakirdi. Herhangi birine bakacak, medar-ı maîşetini temin edecek durumları yoktu. Buna göre, Ümmü Habîbe ne yapacaktı? Ya tanassur edip, Hıristiyanların yardımına mazhar olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibarıyla en zengin kadının bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Bir tek şey kalıyordu; o da Efendimiz'in müdahalesi ve muâlecesi... İşte, Ümmü Habîbe ile izdivaçta da bu yapılıyordu. Dini için her türlü fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler arasında; kocasının irtidat ve vefâtı kendisini dilgîr ettiği günlerde; Necâşi'nin huzurunda, Peygamberimizle nikâhının kıyılması gibi en tabiî bir şey yapılıyordu. Bunu değil kınamak "Rahmeten li'l-Âlemîn" olmanın gerektirdiği bir hususun îfâsı sayarak alkışlamak lâzımdır. Kaldı ki; bu büyük kadının da, emsâli gibi kadın-erkek Müslümanların irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce hem de bir talebe olarak, o saadethâneye intisap ediyordu. Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebû Süfyan ailesi de, Hâne-i Nübüvvete teklifsiz girip çıkma imkânını elde ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu.. Hem değil sadece Ebû Süfyan ailesi, belki bütün Emevîler'de tesir icrâ edebilecek bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve bağnaz olan bu aile, Ümmü Habîbe'nin nikâhı sayesinde oldukça yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi. Saadet hânesine girenlerden biri de Zeyneb bint-i Cahş'dır (ra). Alabildiğine asil ve o kadar da ince, iç derinliğine sahip Hz. Zeyneb, Sultân-ı Enbiyâ'nın yakın akrabası ve yanı başında büyüyen, gelişen bir kadındı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Zeyd (ra) için O'nu talep ettiği zaman, ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimiz'e verme temâyülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ısrarıyla Zeyd b. Hârise'ye vermeye râzı olmuşlardı. Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasına girmiş ve sonra Kâinatın Efendisi tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir âzâtlı idi. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu izdivaçtaki ısrarıyla, insanlar arasındaki müsavâtı tesis, tahkîm ve tersîn etmek istiyor ve bu çetin işe de, yine yakınlarıyla başlıyordu. Ne var ki, Zeyneb gibi çok yüce fıtratlı bir kadın, emre imtisâlden ibaret olan bir evliliği, uzun sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve sadece bir ızdırap ve hasret olmuştu. Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz Zeyd'i vazgeçirmeye ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnada, Cibrîl (as) geldi ve semâvî fermanla, Zeyneb'in Peygamber Efendimiz'le izdivaç etmesi emrini getirdi. Efendimiz'in mâruz kaldığı imtihan oldukça ağırdı; zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği bir şey yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilân-ı harp ediliyordu. Bu çok çetin bir mücadeleydi. Ancak Allah emrettiği için yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz, derin bir kulluk şuuruyla, nezih şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe'nin dediği gibi, muhâl-farz, Peygamberimiz'in, vahy-i münzelden bir şeyi ketmetmesi câiz olsaydı Zeyneb'le izdivacını emreden âyetleri ketmederdi. Evet, bu Zât-ı Risâlet Penâhiye o kadar ağır gelmişti... İlâhi hikmet ise, bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber hânesine sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşat ve tebliğle vazifeli kılmak istiyordu. Nihayet, öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı boyunca, Peygamber zevceliğinin iktizâ ettiği inceliklere riâyet etti. Ayrıca, cahiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Cahiliyeye ait bu âdet, kaldırılmak murat buyurulunca, yine tatbikata Efendimiz'le başlanıldı. Herhangi bir kimseye "evlâdım" demekle, evlâdınız olamayacağı gibi, "evlâdım" dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz. Saadet hânesiyle şerefyâb olanlardan biri de, Cüveyriye bintü'l-Hâris'dir (ra). Gayr-i müslim olan kabîlesine karşı harp edilmiş ve kadın erkek esarete dûçar olmuşlardı. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu kadın, huzûr-u risâlete getirildiğinde, kin ve nefretle doluydu. İşte o zaman Fetânet-i A'zam, yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi bir hamlede halletti. Peygamber Efendimiz Hz. Cüveyriye (ra) ile nikâh akdedince, Cüveyriye, mü'minlerin anası mevkiine yükseldi ve sahabenin bakışında bir ihtirâm âbidesi hâline geldi. Hele Ashâb-ı Resûlullah, "Peygamber'in akrabaları esir edilmez." deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (ra) hem de onun aşiretin'in gönlü fethediliverdi. Görülüyor ki, Peygamberimiz altmış yaşları dolaylarında, yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hallediyor; kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, sulh ve sükûn meltemleri estiriyordu. talihliler arasına karışanlardan birisi de, Safiyye bintü Huyey'dir (ra). Hayber emirlerinden birinin kızı. Meşhur, Hayber Vak'ası'nda, babası, kardeşi ve kocası öldürülmüş; kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (ra) büyük bir öfke ve intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip, mü'minlerin hürmet duyacağı, Efendimiz'e zevce olma muallâ mevkiine yükselince, hem Ashab'ın (ra) "Anam anam" tâzimleri ve hem de Efendimiz'in eritici ve tüketici yüceliği karşısında, Hz. Safiyye (ra) olup biten her şeyi unuttu ve Peygamberimiz'e zevce olmakla iftihar etmeye başladı. Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudi'nin, Efendimiz'i yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey yapan ve bir fiilinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah (celle celâluhu) bütün izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı. Bundan başka, düşmanların iç âlemine muttalî olma bakımından, ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de muvafık olur zannederim. Hazreti Safiyye ve emsâli ayrı milletlerden olan kadınların, o milletlerin iç durumlarına nüfûz bakımından büyük ehemmiyeti vardır; elverir ki insan onların hâin olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara kaptırmasın. Bu bahtiyarlardan biri de Hz. Sevde Validemizdir. İlk safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan'a hicret edenlerden ve Ümmü Habibe'nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada kalanlardan. Efendimiz, bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; onu perişan olmadan kurtardı ve ona enis oldu. Zaten sadece Efendimiz'in nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbir şey de yoktu. İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç mi hiç nefsânî duygularıyla bu işin içine girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi, vezirleriyle bir karâbet tesisi ve zevcesi olacak kadındaki istîdat ve kabiliyet; veya teker teker, diğerlerinde gördüğümüz gibi, başka hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve meûnetlerin altına girmiştir. Bunlardan başka, Peygamber Efendimiz'in bu kadar kadının, mesken, nafaka, elbise gibi ihtiyaçlarını, en âdil şekilde temin etmesi ve onlara karşı muâmelesinde kılı kırk yararcasına, adâlet ve hakkâniyete riâyette bulunması; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları peşinen önlemesi, vârit olan geçimsizlikleri yağdan kıl çekme rahatlığı içinde halletmesi, Bernard Shaw'ın ifadesiyle "En büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde halleden." O müstesna Zât'ın peygamberliğine delâlet eder... Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi, idaresinin ne kadar müşkül olduğunu gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka âile yapılarına şâhit olmuş; girdiği yuvalarda farklı mizaçlar kazanmış pek çok kadını, bir şiir âhengi ve ritmi içinde idare eden, o muallâ ve mübeccel varlık karşısında iki büklüm oluyoruz. Bir husus kaldı ki, o da, zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan adedin üstünde olma keyfiyetidir. Bu, bir hususî teşrîdir. Evet, bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri hâvi bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.
  5. bir sivrisineğin, bir tavuğun, bir arının ve daha nice canlının yaşadığı çevreye uyum sağlaması gerktiğini bilecek kadar zeki olduğunu kabul eden mantığının, saydığım canlılardan daha zeki bir varlığın mevcudiyetini kabul etmemesi açıkçası çok şaşırtıcı... dilini bir düşünür müsün ? bir de kulağını, ikisi de et, ikisi de aynı genetik materyale sahip hücrelerden oluşuyor, ama ne hikmetse biri tat alıyor diğeri duymaya yarıyor.. tat alma sinirleri dile yerleşmesi gerektiğini bilecek kadar zeki, duyma sinyallerini ileten hücreler de hakeza bir o kadar zeki... akılsız ve şuursuz olan hücrelerin bu kadar zeki olduğunu kabul eden mantığını ayakta alkışlamak istiyorum sevgili@@binyamin yine aynı şeyi yapıyorsun, sorduğum sorulara alakasız sorular ekleyerek örtbas etmek herhalde her zaman kullandığın bir taktik. görüyorum ki her yazdığım şeyde bir çelişki bulmaya kendini şartlamışsın, sorduğun sorulara cevap versem bu kez farklı yönden sorular soracaksın, o yüzden, artık sorduğun sorularla ilgilenmiyorum sevgili bünyamin ...
  6. sizi çok iyi anlıyorum, bir yaratıcının varlığını kabul etmedikten sonra elbette ki söz konusu yaratıcı ile alakalı şeyler mantıksız gelecektir. öncelikle mantığınıza, diğer forumda da sorduğum , ama üstüne alakasız sorular eklenerek örtbas edilen şu sorulara cevap veriniz : bir arı,binlerce çiçek özünden istifade ederek meydana getirdiği balı yapar.güneşe göre yönünü tayin eder. sonra mükemmel bir mühendis gibi geometrik şekillerle o balı sanatlı olarak kovana dizer. arıya hangi çiöekte bal olduğunu, güneşe göre yön tayininin nasıl yapıldığını, o sanatlı bal inşasını nasıl meydana getireceğini kim öğretti? sivrisinek uçmaya başlar başlamaz gelip insanın kanını emmeye kalkar. insanın kanının lezzetini ve faydasını ona kim öğretti? kendisini tehlikede hissettiğinde hemen kanatlanır ve el darbelerinden ustaca kendini korur. sivrisiek havada bu kadar profesyönelce hareket etmeyi hangi pilottan öğrendi ? dünyadaki bütün yılan balıkları bermuda adasının güneyinde yumurtlar ve tekrar geldikleri yere geri dönüp hayatlarını geçirirler. yumurtadan çıkan yılan balıklarına babalarının memleketlerine gitmelerini kim fısıldıyor? pusulasız, ilimsiz olan bu hayvanlar tekrar babalarının memleketine (hindistan, malezya , akdeniz vs.) nasıl gidiyorlar ? tavuk kuluçkaya yatıyor , ilk gün ve yirminci gün hariç yumurtaları çeviriyor, böylece civciv çıkıyor. bilim adamları bu çevirme olayının sıcaklıktan olduğunu zannediyorlardı. keza kuluçka makinelerinde de yumurtalarn her tarafına ısı vererek civciv çıkarmaya çalıştılar. fakat çıkaramadılar. sonradan yapılan araştırmlarda yumurtanın altına protein biriktiğini ve bu proteinin civcive eşit olarak verilebilmesi için yumurtanın çevrilmesi gerektiğini keşfettiler.tavuk bütün bunları hangi kimya labaratuvarında öğrendi? daha sonraki tüm nesillere(tavuklara) bunu kim öğretti ? yabani arılar önce yuva yapıp yumurtalarını bu yuvaya bırakırlar. sonra da çekirgeleri sarhoş edecek kadar zehirleyip o yuvanın önüne koyarak yirmi gün sonra doğacak yavrunun gıda ihtiyacını böylece karşılarlar.arıya çekirgeyi öldürmeyecek kadar zehir vermesini, doğan yavruya anne babasını hiç görmediği halde yumurtlama zamanı geldiğinde aynı işlemi yapmayı kim öğretti ? kartal, atmaca , şahin gibi kuşlar öldürüldüğünde yılanlar, yılanlar öldürüldüğünde kurbağalar, kurbağalar öldürüldüğünde ise sinekler fazlalaşıyor. bütün bunların yaşayışını birbirine bağlayıp hayret verici düzeni kuran kim ? bilindiği gibi yarasalar kördür.onlar ses dalgaları göndererek cisimlere çarpmazlar. insanlar radarı yarasaya bakarak icat etti. radarın mükemmeliyeti karşısında hayrete düşen insan, yarasanın bunu kimden öğendiğini görmesi gerekmez mi? oruç konusuna gelince, 1) Oruç tutmak, fazla yemenin getireceği sağlık problemlerini ortadan kaldırıyor. Fareler üzerinde yapılan deneylerde periyodik olarak yapılmış az beslenmenin farelerin ömrünü uzattığı gösterilmiş. İnsanlar için de aynı şekilde periyodik olarak oruç tutmak fazla yemenin getireceği obezite gibi sağlık problemlerini ortadan kaldıracağı için yaşam süresini kısaltacak faktörleri ortadan kaldırır. Vücut toksinlerden arınır. Faydalı enzimler uyarılıyor Oruç tutarken özellikle yağların yıkılmasıyla ilgili enzim sistemleri adeta antrenman yaparmış gibi uyarılmakta böylece daha hızlı yağ yıkımı yapabilecek hale gelmekte. Enzimlerin, bu aktif ve uyarılmış hali oruç bittikten sonra da bir süre daha devam edebilmektedir. Oruçluyken karaciğer normal zamanda yapmayı bıraktığı veya azalttığı bazı faydalı metabolik aktiviteleri tekrar yapmaya başlar. Bunlardan birkaçı diğer maddelerden glikoz oluşturmak (glukoneogenez), karaciğerde depolanmış bekleyen glikoz depolarını kullanıma sunmak (glikojenoliziz) ve yağ depolarının yıkılarak kullanımını hızlandırmaktır. Başımız ağrıyor ama… Beyin normal zamanlarda sadece glikoz kullanırken oruç dönemlerinde yağların yıkılması sonucu oluşan keton cisimlerini kullanmayı yeniden hatırlar. Birkaç gün süren bu adaptasyon sırasında oruç tutanlarda geçici olarak baş ağrısı olabiliyor. Kalp damar sistemi düzenli çalışır Oruç esnasında sindirim sistemine daha az kan gider. Böylelikle vücudun diğer kısımlarına daha fazla kan gönderilebilir. Bu esnada kan damarlarına yayılmış olan kolesterol plaklarının uzaklaştırılmasına yardımcı olabilir. Sinir sisteminin dengesini sağlıyor Vücudumuzda birçok sistemin çalışmasını düzenleyen sempatik ve parasempatik otonomik sinir sistemi mevcuttur. Otonomik sinir sistemi bizim bu işi yapmak için hiç düşünmediğimiz ve otomatik olarak yapılan işleri organize ederler. Örneğin kalbimizin çarpması, gözlerimizin uzak veya yakın bir objeye bakarken sürekli netliği kaybetmeden görebilmesi gibi. İki sistemin dengesi bozulunca çarpıntı, terleme ve ishal gibi yakınmalar ortaya çıkabilir. Ancak oruç tutmak da sempatik sistem ve parasempatik sistem arasındaki olması gereken dengeyi sağlayan etkili bir yöntem. Diyabet gelişimini engelliyor Şeker hastalarında (Tip 2) görülen insülin direncinin en iyi tedavilerinden biri egzersiz, diğeri ise alınan besinin azaltılması yani oruç. Oruç döneminde pankreas dinlenir, vücut glikoz kullanımından ziyade yağları ve keton cisimlerini enerji kaynağı olarak tüketmeye zorlanır. Bu durumda glikoz daha az olacağından dolayı, pankreas da yüksek glikozu düzeltmek için daha fazla çalışmak, aşırı miktarda insülin salgılamak zorunda kalmayacaktır. Hipertansiyon ve böbrek fonksiyonlarını düzenler Oruç esnasında böbrekler su kaybını önleyebilmek için tüm gücüyle çalışır. Böylece bu fonksiyonları daha diri kalır. Aynı zamanda vücuttan tuz atılımı devam eder. Bu da tansiyon kontrolünü kolaylaştıracaktır. Tuz ve su kısıtlaması, tansiyonu en kuvvetli şekilde düzelten ve bazen ilaç kullanma ihtiyacını ortadan kaldıran yöntem. Bağışıklık sistemi hastalıklarına yakalanma riskini azaltır Özellikle ince bağırsaktaki mukoza yüzeyi bir filtre gibi çalışarak vücut için gerekli olan maddeleri alırken daha büyük proteinleri, antijenleri ve bazen daha büyük yapıları vücudun içerisine sokmamaya çalışır. Bu olayın sürekli yaşandığı durumlarda bu mukozal bariyerlerde bozukluklar oluşmaya başlar. Sonuçta da filtre sistemi bozulur. Otoimmün hastalık grubu denilen durumda, immün sistem (bağışıklık sistemi) kontrolsüz bir şekilde çalışarak vücut dokularına zarar verir. Oruç dönemlerinde sindirim sistemi dinlendiği için sindirim yolundaki filtre yapısı da kendini yeniliyor ve görevini daha kolay yaparak istenmeyen birçok yabancı maddenin vücuda emilmesini ve lüzumsuz şekilde immün sistemi uyarmasını engelliyor. azıcık biyoloji bilginiz varsa kastettiğim şeyleri çok iyi anlayacaksınız ... saygılar (not: biraz uzun oldu, umarım okurken üşenmezsiniz.. okurken lütfen mantığınızı açık tutunuz)
  7. nisa 15 ve 16. ayetlerde çifte standart yok, erkeğe de ceza var kadına da.. 15 – Zina eden kadınlarınız hakkında dört şahit isteyin. Eğer dört kişi şahitlik ederlerse, ölüm kendilerini alıp götürünceye veya Allah kendilerine bir yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun. [24,2] {KM, Tesniye 22,21; Levililer 19,20; 20,10.14; 21,9; Yuhanna 8,5} 16 – Sizden bir çift fuhuş yaparsa onlara eziyet edin. Eğer tövbe edip hallerini ıslah ederlerse onları cezalandırmaktan vazgeçin. Çünkü Allah, tevvab ve rahîmdir: (tövbeleri kabul eder ve çok merhametlidir). [17,32; 23,7] a- Zina cezası olarak Kur’ânda ilk gelen hüküm bu âyetle bildirilen azarlama, bir iki pataklama kabilinden rahatsız etmedir. b- İkinci olarak, bu sûrenin 15. âyeti gelip zinakâr kadını evde hapsetme hükmünü getirmiştir. c- Son olarak ise 24,2 ile gelen yüz değnek cezasıdır. Bu bekârların cezası olup evli zinakârlar recmedilirler. Bazı alimlere göre, bu 16. âyet livata yapan erkeklere ait olup, onlara verilecek tâzir cezasını bildirmektedir. ayetleri işinize geldiği gibi yorumlamaktan vazgeçin artık....
  8. @@Archi kardeşim, kuranın allah sözü olduğuna inanmayanlara ne kadar kurandan ayet göstersen nafile...
  9. @@binyamin amacım kimseyi sıkıştırmak veya zafer kazanmak değil, niyetim kimsenin fikrini değiştirmek de değil buna hakkım yok zaten.. ama senin amacını çözemedim, gerçekten merak mı ediyorsun, yoksa ne dersem diyeyim boşa mı kürek çekmiş oluyorum, eğer boşa kürek çekiyorsam seninle daha fazla vakit kaybetmek istemiyorum, çünkü alıcılarını kapatmışsın , sorularına verdiğim her bir cevabı saptırıp üzerine alakasız sorular ekliyorsun, son sorduğun soruya gelince, bu soruyu sorabilmen için allahın varlığını kabul etmiş olman gerekir, çünkü madem bir yaratıcı yok, o halde şeytan seni neden ilgilendirsin... illa evet ya da hayır diye cevap istiyosan, cevabım kesinlikle hayır, allahın hiçbirşeye ihtiyacı yoktur... allah isterse şeytan ile imtihan eder, isterse başka birşeyle, fakat bizim aklımızın sınırı olduğu için şeytana kendimizi şartlamışız, zannediyoruz ki şeytan olmasa allah bizi imtihan edemeyecek, dolayısıyla en başta idrak edilmesi gereken husus, allahın herşeye gücünün yettiği, sınırsız akıl ve ilime sahip olduğudur. buna inanmadıktan sonra sınırlı kapasitemizin içine hapsolur dururuz.
  10. @@binyamin sen önce benim allahın varlığına işaret eden biyoloji ile alakalı sorularıma cevap ver .... arkasına peş peşe sorular ekleyerek sorduğum soruları başarılı bişekilde örtbas ettin, tebrik ederim, neden? çünkü kaçış yok
  11. @@binyamin kaçannın kim olduğunu öğrenmek istiyorsan kendine dönüp bi bakabilirsin.. biyoloji ile alakalı allahın varlığına işaret eden onlarca soru sormama rağmen okuma tenezzülünde bile bulunmayıp en son cümlesine takılmışsın.. eğer gerçekten merak ediyor ve gerçekten cevap istiyorsan seve seve tartışırım, ama niyetin yazdıklarımı cımbızla seçip ters köşe yapmaksa sana kendi çapında iyi eylenmeler diyorum, saygılar.
  12. “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” (Acluni, II, 132) Bu insanlara göre, Allah’ın bir çok emir ve yasaklarını dolayısıyla -haşa- bir gösteriş, bir tahakküm gibi algılamalar da söz konusudur. Örneğin, “Ben cinleri ve insanları yalnız beni tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım.“(Zariyat, 51/56) mealindeki ayetten de bu tasavvur hezeyanı söz konusu olabilir. “Allah herkesi kendine kul-köle yapmış.. Bu bir tahakkümdür, bundan bir gösteriş kokuyor...” diyebilirsiniz. Bu tür anlayışlar, Allah’ı gerçek anlamda tanımamış kimselerin kuruntularıdır. Acaba, bir insanın kendini diğer bazı insanlara tanıtması, bir padişahın halkına kendini tanıtması, ne zamandan beri, bir gösteriş olarak algılanmaya başlamıştır? Kâinatın yaratılışında, âdeta sonsuz / sayısız olan varlıkların nizam ve intizamında görülen sayısız hikmetler, gözetilen sayısız gayeler, yüce Yaratıcının takip ettiği veya binler maksadının olduğunu göstermektedir. Bu amaçların başında, hiç şüphesiz Allah’ın kendini tanıtması gelir. Çünkü, insan her an bir gezegenin yurdu olan yerküresine çarpmasından korkan, bir virüsün bulaşmasından endişe eden, en küçük bir mikroba fiilen mağlup olan bir varlık olarak yaratılmıştır. Böyle bir varlık, âciz, güçsüz, zayıf olduğu gibi, muhtaç olduğu hiçbir şeyi yaratamayan, bir sivrisineğin bir kanadını bile yoktan var etmekten çok uzak olan, diğer yandan bir çiçeği istediği gibi, bir haharı da isteyen, bir baharı arzu ettiği gibi, ölümden sonra haşir baharını da aşk derecesinde arzulayan, hayalleri, emelleri ebede kadar uzanan zavallı-perişan bir mahluk, bütün kâinatın yegâne sultanı olan Rabbini tanımazsa, bütün ihtiyaçlarını yerine getirebilen kudrete sahip olan kendi malikini bilmezse, bütün dünyanın sultanı dahi olsa kaç para eder. Demek ki, insanoğlu için, Allah’ı tanımaktan daha önemli bir mesele yoktur. Kaldı ki, Allah’ın tanınmadığı bir yerde, Allah’a nasıl kulluk edilebilir, nasıl imtihan açılabilir, nasıl imtihanın cennet gibi bir mükâfatı, cehennem gibi bir mücazatı olabilir? Ayrıca, bunu söyleyenler şunu bilsinler ki gösteriş, bir kimsenin kendi kıymetinden daha fazla bir değer kazanmaya yönelik yapılan bir şovdur. Gösteriş, başkasının, kendi hakkında –asıl değerinden daha fazla- bir değer, daha güzel bir kıymet atfetmesini sağlamaya yönelik bir gösteridir. Yine gösteriş, başkasından -ücret, maaş gibi, makam, mevki gibi- bir menfaat sağlamaya yönelik yapmacık bir harekettir. Allah’ın bu gibi pespaye tavırlardan sonsuz münezzeh ve uzak olduğunu düşünmeyen bir kimsenin O’nu tanıdığından söz edilebilir mi? Özetle, Allah’ın kendini tanıtması, Onun bize olan ihtiyacından değil, bizim ona olan ihtiyacımızdan kaynaklanmış ve o da sonsuz rahmetiyle bu fıtrî ihtiyacımızı yerine getirmek için kendini bize tanıtmıştır. sevgili bünyamin, bu da sana son sözümdü, selametle....
  13. ne derseniz deyin, ister kabul edin ister etmeyin, kendiniz nasıl var iseniz, sizi de var eden bir zat var.. onu görmek için delil mi istiyorsunuz? 4 yıllık biyoloji eğitimi bana açık ve net bir şekilde O nu gösterdi... hayret ediyorum, ilgi alanı biyoloji olup da hala allah ı idrak edemeyenleri.. hayret ediyorum, kendisini diğer hayvanlarla akraba görenleri... sormak istiyorum size ; bir arı,binlerce çiçek özünden istifade ederek meydana getirdiği balı yapar.güneşe göre yönünü tayin eder. sonra mükemmel bir mühendis gibi geometrik şekillerle o balı sanatlı olarak kovana dizer. arıya hangi çiöekte bal olduğunu, güneşe göre yön tayininin nasıl yapıldığını, o sanatlı bal inşasını nasıl meydana getireceğini kim öğretti? sivrisinek uçmaya başlar başlamaz gelip insanın kanını emmeye kalkar. insanın kanının lezzetini ve faydasını ona kim öğretti? kendisini tehlikede hissettiğinde hemen kanatlanır ve el darbelerinden ustaca kendini korur. sivrisiek havada bu kadar profesyönelce hareket etmeyi hangi pilottan öğrendi ? dünyadaki bütün yılan balıkları bermuda adasının güneyinde yumurtlar ve tekrar geldikleri yere geri dönüp hayatlarını geçirirler. yumurtadan çıkan yılan balıklarına babalarının memleketlerine gitmelerini kim fısıldıyor? pusulasız, ilimsiz olan bu hayvanlar tekrar babalarının memleketine (hindistan, malezya , akdeniz vs.) nasıl gidiyorlar ? tavuk kuluçkaya yatıyor , ilk gün ve yirminci gün hariç yumurtaları çeviriyor, böylece civciv çıkıyor. bilim adamları bu çevirme olayının sıcaklıktan olduğunu zannediyorlardı. keza kuluçka makinelerinde de yumurtalarn her tarafına ısı vererek civciv çıkarmaya çalıştılar. fakat çıkaramadılar. sonradan yapılan araştırmlarda yumurtanın altına protein biriktiğini ve bu proteinin civcive eşit olarak verilebilmesi için yumurtanın çevrilmesi gerektiğini keşfettiler.tavuk bütün bunları hangi kimya labaratuvarında öğrendi? daha sonraki tüm nesillere(tavuklara) bunu kim öğretti ? yabani arılar önce yuva yapıp yumurtalarını bu yuvaya bırakırlar. sonra da çekirgeleri sarhoş edecek kadar zehirleyip o yuvanın önüne koyarak yirmi gün sonra doğacak yavrunun gıda ihtiyacını böylece karşılarlar.arıya çekirgeyi öldürmeyecek kadar zehir vermesini, doğan yavruya anne babasını hiç görmediği halde yumurtlama zamanı geldiğinde aynı işlemi yapmayı kim öğretti ? kartal, atmaca , şahin gibi kuşlar öldürüldüğünde yılanlar, yılanlar öldürüldüğünde kurbağalar, kurbağalar öldürüldüğünde ise sinekler fazlalaşıyor. bütün bunların yaşayışını birbirine bağlayıp hayret verici düzeni kuran kim ? bilindiği gibi yarasalar kördür.onlar ses dalgaları göndererek cisimlere çarpmazlar. insanlar radarı yarasaya bakarak icat etti. radarın mükemmeliyeti karşısında hayrete düşen insan, yarasanın bunu kimden öğendiğini görmesi gerekmez mi? işte kainattaki bu muhteşem düzen, bu düzeni idare eden bir düzenleyicinin varlığını , birliğini, sınırsız bir kudret , ilim ve iradeye sahip olduğunu göstermektedir ki bu varlık Allahtır. başka sözüm yok, eğer inkar etmeye kendinizi şartladıysanız da yapacak birşey yok, selamlar...
  14. belediye yolda görünmeyen çukur kazar, insan o çukura düşer evet, ama daha sonra o insan tekrar düşmemek için adımlarını daha dikkatli atar ki bir daha aynı çukura düşmesin... bu açıdan bakınca belediyeye teşekkür bile etmek lazım , neden çünkü doğru adım atabilmeyi öğrettiği için.. çukura yanlışlıkla düşmek bir musibettir, evet allahın dilemesiyle olmuştur ancak kesinlikle sebepsiz değildir, Sanıyorum, en son girdiğin test sınavını unuttun. Sınav kâğıdında, her sorunun altında bir doğru cevap, dört yanlış cevap yazılıydı. Yani, elinde tuttuğun kitapçıkta yanlışlar doğruların dört katı fazlaydı. Hiç sınav kitapçığını/kâğıdını hazırlayanlara, Niye bu kadar yanlış yazdınız?diye itiraz etmek aklına geldi mi? Onların yanlışları yazmaları sence yanlış mıydı? Elbette ki hayır! Onların yanlışları yazmaları senin doğruyu seçme yeteneğini görmeleri içindi. Onların yanlış yazmaları yanlış değil, senin yanlışı seçmen yanlıştır.
  15. müslümanlık hakkında bişey bilmediğiniz ne kadar da belli oluyor, belki de bilmemek işinize geldiği için araştırıp okuma zahmetinde de bulunmamışsınız size ne desem boş, bi kere gözünüzü mendille bağlamışsınız, yalnız şunu unutmayın, islamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olunmaz, gözünü kapayan yalnızca kendine gece yapar... siz tanrı olsaydınız filistinde zulmledenlerin derilerini yenileyip yakmaz mıydınız? tanrı kendisine inanmayanların değil, inanmamakta direten, diretmekle kalmayıp zülmedenler için o ateşi hazırlamıştır.. nitekim bazı gaddar diktatör ve kana susamış insanlara bakınca iyi ki de cehennem var diye düşünebiliyor insan.. eğer böyle insanlara acıyarak merhamet ediyorsanız sizin de onlardan bi farkınız kalmaz o zaman... hayırlı geceler
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.