Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Ağaçlar içten çürür ve ayakta ölür...


sardunyam

Önerilen İletiler

Anlatmak istediğim şu aslında; Bu düşünceleri Sartre, Kafka vb. gibi şair, ozan ve yüzlerce yazarlarda da rahatlıkla görebilirsiniz. O zaman bize düşen ne olmalı, bize düşen bütün bu güzelliklere alabildiğine kadar sahiplenip, benliklerimizde inanarak oluşturacağımız bütün güzellik, dostluk, aşk, sevgi, güven ve umut ile bütün olumsuzlukları, kirlilikleri, savaşları ve sınırları yeneceğiz diyorum... :)

Son olarak...

Hamlet "Sözcükler, harflerden kurulur, içi boş kalıplardır onlar. Dostluk, aşk, güzellik, o kalıpları dolduran birer anlamdır. Ama yoksa, bulunmuyorsa, görülmüyorsa, kalıplar boş durur hep... Sözcükler havaya sıkılan kurşunlar gibi hedefine varmadan uçuşurlar boşlukta! Bunalımlar, tiksintiler, anlamsızlıklar, saçmalıklar sanata, edebiyata, gündelik yaşama girer. Camus, ''Bu yol, yaratışla işkence arasındaki savaştır'' demiş... Dünyayı ezen teknik uygarlığın öldürdüğü ''insan'' dirilecek sanatta bir gün! Romanda, şiirde, öyküde, oyunda ''insan'' ı göreceğiz . :)

Saygılarımla...

:clover::crying::original:

umarım... umarım... :clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 114
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Diloş öncelikle tebrikler diyorum...

Okadar güzel anlatmışsınız ki bu yazınızla yüreklerimize birden umut oldunuz, ses oldunuz, klavuz oldunuz...

Bu güzel yazınıza ne eklenebilir ki daha fazla...

Ama yinede birşeyler yazma gereği duyuyor insan ister istemez çünkü bu güzel düşünceye bir nebze olsun katkı sunmak istiyor insan...

"Sadece paylaşmak olan arkadaşlar gerçek yaşamda olduklarından daha sahici ve daha kendileri bence" şeklinde ki ifadenize ben yürekten katılıyorum. Öyleki sizler gibi birkaç arkadışımıda aynı düşünce ve eylemde oldukları için onaları da yürekten kutluyorum...

Sevgili diloş...

Biliyoruz ki artı hepimiz sevgi ve özlem sonucuyla yaşama bağlıyız ve bunu sonucu bu yaşamı paylaşarak bu çağı soluyoruz.

Önemli olan bence burada bu çağa imza atacak tüm insanlığın (sen, ben, o, ötekiler) ortak sorunlar karşısında üzerimize düşün tüm sorumluluğu yerine getirmemiz gerekir diye düşünüyorum.

Artık bugüne ve geleceği daha iyiye, daha güzele, yalın doğruya ve reel anlama dair ne varsa tüm benliğiyle inanılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu bir var olabilme savaşı, bir insanlık mücadelesi aslında. Albert Camus'un da dediği gibi "bu çağ bizim çağımızdır, kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız. Bu derece aşağıya düşmesi, değerlerini aşırılığa götürmesinden olduğu kadar kusurlarının yüceliğindendir de... Biz bu değerlerin en köklüsü için savaşacağız.'' ve yine bir düşüncesinde "çağımız'' dostluk denen değeri yok etmiştir" der...

Anlatmak istediğim şu aslında; Bu düşünceleri Sartre, Kafka vb. gibi şair, ozan ve yüzlerce yazarlarda da rahatlıkla görebilirsiniz. O zaman bize düşen ne olmalı, bize düşen bütün bu güzelliklere alabildiğine kadar sahiplenip, benliklerimizde inanarak oluşturacağımız bütün güzellik, dostluk, aşk, sevgi, güven ve umut ile bütün olumsuzlukları, kirlilikleri, savaşları ve sınırları yeneceğiz diyorum... :)

Son olarak...

Hamlet "Sözcükler, harflerden kurulur, içi boş kalıplardır onlar. Dostluk, aşk, güzellik, o kalıpları dolduran birer anlamdır. Ama yoksa, bulunmuyorsa, görülmüyorsa, kalıplar boş durur hep... Sözcükler havaya sıkılan kurşunlar gibi hedefine varmadan uçuşurlar boşlukta! Bunalımlar, tiksintiler, anlamsızlıklar, saçmalıklar sanata, edebiyata, gündelik yaşama girer. Camus, ''Bu yol, yaratışla işkence arasındaki savaştır'' demiş... Dünyayı ezen teknik uygarlığın öldürdüğü ''insan'' dirilecek sanatta bir gün! Romanda, şiirde, öyküde, oyunda ''insan'' ı göreceğiz . :)

Saygılarımla...

[/color][/font][/size]

Sevgili Dipnot,

Sizi yazılarınızdan takip ediyorum.. oldukça hümanist ve duyarlı bir yapınız var..ondandır yazdıklarıma göstermiş olduğunuz bu güzel tepki..teşekkür ederim.. :flowers: beni onayladığınız için değil,içinizdeki insan sevgisini ve umudu yok etmediğiniz için.. :) umarım bu hissinizi hep saklarsınız içinizde..ve sizin gibi düşünenler çoğalır ümit ederim..yoksa yaşanılır bir yer olmaktan büsbütün çıkacak bu gezegen.. -_-

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili Erdoğan..

 

Eğer yazdıklarım size birde ordan bakabilmeniz adına farklı bir pencere açabildiyse ne mutlu bana.. :) zira bazen kendimize farkında olmadan değişik kalıplar hazırlar ve o rutini bozmadan otomatikman üstümüze giyiniveririz..sadece bu konuyla ilgili değil pekçok konuda..oysa basit bir manzara dahi, farklı açılardan bakıldığında çok farklı tatlar verir insana..ama bizler genellikle durduğumuz yerden bakmayı tercih ederiz..belki alışkanlık..belki tembellik..belki cesaretsizlik.. adı duruma göre değişir..ama şu cevabınız sizin esnek bir yaklaşımda olduğunuzu gösteriyor..ne güzel..!!

 

Konumuza dönersek.."açıklık" kavramını "gözümün önünde olsunlar" dileğiyle birleştirmişsiniz..biraz "sağlamcı" bir yaklaşım öyle değil mi? :) hoş,yapı olarak bende böyleyimdir..ama insanları sürekli gözümüzün önünde bulunduramayız..dahası böyle de olmamalıdır..Gibran şöyle demiş..;"Birlikte şarkı söyleyin..gülün..ağlayın..ama birbirinizi yalnız da bırakın..Unutmayın;aynı ezgi için titreşselerde bir udun telleri bile yalnızdır..!!!" dostumuz olan kişinin bizden kilometrelerce uzakta veya yanıbaşımızda olması değildir önemli olan..bizim ondan emin olmamızdır..gözümüz görmesede onun yaptıklarına kefil olabilmektir..bu söylediklerimin kolayca oluşabilecek şeyler olmadığını biliyorum..dostluğunda merhaleleri vardır..dostun bu engelli maratonun bazı etaplarında tökezliyebilir..onu yerden kaldırıp bu koşu için tekrar yüreklendirmek veya elini sıkıp yolları ayırmak kişinin tolerans kabiliyetiyle ilgilidir..

 

Bu konunun çok açılımı var öyle değil mi?..şimdilik bu kadar..temennim bu hayat nehrinden kimsenin tek ve yalnız bir damla olarak akıp gitmemesidir..herkesin karışacağı en azından bir tanecik damla bulması dileğimle.. :clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...

 

'Nereden çıktın bu vakitte' dememeli, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında; gözünün dilini bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...

 

Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.

 

Kucaklamalı seni güvenli kolları, dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...

 

En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz...

 

Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.

 

Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli. Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin.

 

Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi... Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş..

 

Gözbebekleri bulutlandığında, yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında onun gözlerinden gelmeli yaş...

 

Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri...

 

'Parkurun bütün zorluklarına rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya; yenildik sayılmayız' diyebilmeli...

 

Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçücük bir kağıda yazdığımız kısa ama ümit var bir yazıyı yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:

 

'Bunu da aşacağız!

 

İmza: Bir dost!...'

 

alıntıdır....

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tüketmek...

 

Her şeyi ne kadar çabuk tüketiyorlar. Saç tokalarından çabuk bıkıyor kadınlar.

 

Modası çabuk geçiyor karpuz kolların.Siyah bağcıklı ayakkabılarımdan sonrakileri hatırlamıyorum bile, çabuk unutuldular.Şiirler eskiyor çabuk çabuk.Tıpkı otomobiller, buzdolapları, çamaşır makineleri, fırınlar, cep telefonları gibi.Her şey artık çabuk eskiyor.

 

Şarkılar çabuk tükeniyor.Çocukluğumun "Çaya iner ağlarım"ı bir asır áşıkların dilinde dolanıp durdu da... Hatırlar mısınız; bize "Neler oluyor gülüm"ü ne kadar çabuk unutturdular?..Ya da duyan var mı artık:"Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar..."*Yüzler daha çabuk tüketiliyor.Daha kaç yıl öncesinin ünlü yüzleri, ünlü sunucuları, ünlü yayıncıları artık yerlerinde yoklar.Yeni yeni yüzler görüyorsunuz ekranlarda, yakında çabucak tüketilmek üzere.

 

Parası olanlar; tükenmemek için ha bire organ tüketiyorlar; yeni burunlar, yeni yanaklar, yeni kalçalar, yeni kaşlar, yeni memeler...Çocuklara çocukluklarını dahi çabuk tükettiriyorlar, artık birer büyük adam gibiler.Peşinden gençlik tükeniyor bir anda.Bu zor yarışta bir de bakıyorsunuz ki tükenmiş dalga dalga saçlar... Geceleri başlıyor rüyalarımızı tüketen sancılar, sancılar.

 

Aşklar çabuk tüketiliyor.Bir anda yok oluyor sevdalar, daha arkasından ağlamaya vakit bulamadan, yenileri geliyor sevgililerin.Ne çabuk o gülücükler, daha kurumadan gözyaşları.Aşklar; annelerimizin babalarından kalan çay takımları gibi eski ve anlamlı değil... Kağıt tabaklar gibi çöpe gidiyor, daha raflarda bir gün dahi durmadan.Kısa kısa ömürlü sevgilerimiz.

Çabuk tüketiliyor her şey.

 

Tüketiyoruz...

Ve biz tükeniyoruz biz...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ağaç

 

Ağaç mıydı onlar? Evet. Ağaçların yeşili gecenin karanlığında bile seçiliyordu: İki servi. Ağaçların dışındaki her şey karanlığın tülüyle örtülü, hayaletler gibi usul usul deviniyorlardı. Hareketsizdi ağaçlar ve yeşil. Öylece konuşmadan, birbirlerinden habersiz iki insan gibiydiler. Civardaki tek tük ışıklar da söndü. Herkes uykunun kucağındaydı şimdi. Ağaçlar daha da yeşillendi. Gün ağarana dek öylece kaldılar. Dünya renklerine yeniden bürünürken onlar git gide kararıyorlardı. Gece gibi.

 

 

Bardak

 

Bardak boştu. Boş muydu? Evet boştu. "Öyleyse doldurmak gerek." diye geçirdi içinden. Bardağın doldurulmasına karar verilmişti verilmesine de, neyle doldurulacaktı ki? Evet, bütün sorun buydu. Olmak ya da olmamak gibi bir şeydi bu. Hem bardağı dolduracak sıvının rengine de karar verilecekti. Bu renge bağlı olarak, içeceği sıvının tadı, ısısı ve yoğunluğu da önemliydi. Asit ya da alkol barındırmalı mıydı bu sıvı? Bardak hâlâ boştu. Boş kalması iyiydi. Sorular ve sorunlar azalıyordu böylece. "Azalıyor muydu?" diye yazdı, bir soru imi koydu ve kalemi bıraktı.

 

Ev

 

Ev her zamankinden sesliydi. Sanki tüm elektrikli aletler çalışıyordu. Dışardan gelen gürültüler de cabasıydı. Bir tek insan sesi yoktu içerde. Bağıra bağıra şarkı söylemeye başladı. Susturmak istiyordu onları. bildiği tüm şarkıları söyledi. Sınırlıydı bilebildiği şarkı sayısı. Anlamsız sözcüklerle bağıra bağıra ezgiler düzüyordu. Ev susmuştu. Bir tek onun anlamsız sözcükleri çınlıyordu duvarlarda. Birden kendi sesini duydu ve sustu. Gidip tek tek evdeki tüm elektrikli aletleri çalıştırdı. Şimdi ev her zamankinden daha sessizdi.

 

Kedi

 

Kedi ve yavrularını, hemen hemen her gün, aynı saatlerde, o kapıyı çalarken görmeye alışmıştı. Kedi hep "tııııııs" diye sesler çıkarıyordu, yavrularına bir zarar vereceği sanısına kapılarak. Bu kediyle barışmanın yolunu bulmalıydı. Yine bir akşam kapıyı çaldığında, kedi bir arabanın altından başını gösterdi ve her zamanki sesi çıkardı: "tııııııs". Kapıyı çalmayı sürdürdü, kedi de tıslamayı. Kapı açılmadı. Uzun uzun çaldı ve açılmadı kapı. Bir daha ne o kapıyı çaldı, ne de kediyi gördü. Sorun kendiliğinden çözülmüştü. Hayat böyleydi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

TADIMLIK LEZZETLER

 

Bu kadar yorgunluk neden ,Bu kadar tükenmişlik ve biten güzelliklerin ardından gidenlerin ardından hüzünlenmek neden? kendi seçimleri değil mi bazen karşı koymak gereklimi?Bilmiyorum henüz anlayamıyorum bildiğim tek şey öfkeliyim hala ve üzgün...Savruk anılarım vardı toparlamaya başlamıştık beraber, deli kızın türküsü,bir deli hayat vardı paylaştığımız,anılara boğulurken mi boğduk dostluğumuzu da?cevap veremem hatta soramam da hakkım yok çünkü o gitmeyi seçti giderken umarım bulabilir yönünü.Yorgun dimağımı dinlenmeye çağırıyorum.Belki azıcık bir gülümseme istiyorum yaradandan,çok görmezse eğer...

 

Bir gün kabul edebilmenin ince hoşluğunu yaşarız ama şimdi mi?belki..bilmiyorum.Aslında hani bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır ya işte buna gerçekten inananlardanım ben bu yüzden silmedim kimseyi yürek defterlerimden.Bazen üstünü karaladım belki ama hala ordalar ara sıra tozlu sayfalarını aralayıp anılarımın yavaşça dokunup üstlerine belki derin bir iç çekip tekrar kaldıracağım tozlanmış raflara.

 

Belki insanlara ehemmiyetli olduğunu hissettiren bizleriz , onlar küçücük bir yuvarlakken biz onları kocaman bir daire yaptık ve içine birazcık insana verdiğimiz değerden birazcık da sevgiden koyduk.Taşırmadık aslında ama onlar taştılar zamanından önce,zamanından önce akıp gittiler...

 

Şimdi yalnızlığımızla baş başa kalmak zamanı yalnızlıkla arkadaş olmak belki yapılabilir mi bilmiyorum deneyip göreceğiz görüp deneyimleyeceğiz...Mutlu muyum sanırım evet tanımış olmak bile yeni yüzleri yepyeni bir lezzet tatmak gibi belki bir daha tadamayacağım, napalım olsun bazı lezzetlerde tadımlık olsun.

 

Birde geçse şu yorgunluğum...

 

Kırık cam parçalarını toplamak üzere kalkmalıyım ama yorgunum.Kalkmalı ve süpürmeliyim her yanı hiçbir zerre kalmamalı tehlike arz edebilecek kalkmalıyım ayağa yapabilsem en kısa zamanda...

 

Hevesimi yitirmiş ve soluk yüzümü tanımayacak kadar aynada uykuluyum gözlerimi ovuşturup,zihnimi toparlayıp belki şekerli bir kahve yudumlayıp yanında yakmamayı başararak sigaramı dönüşeceğim Benliğime.

 

Bir zaman hatası anladım diye başlayan şarkılar dinlemek yerine müzikleriyle yetineceğim bir süre tadımlık şarkılar gibi tadımlık dünyayı çekip nefesimin derinine tekrar kavuşacağım mütebbessim ifademe...

 

Umuyorum , öyle çok şey umuyorum ki, Umuyor olmakla beraber de alamama ihtimaline de alışıyorum.Zaten aslında çok eskiden beri vardır bu alışkanlığım...

 

Sadece belki de ben fazlayım tadımlık lezzetlere.Evet evet öyle olmalı anlayamayacak kadar uzak zihinleri böyle sevgilere.ve yürekleri alışmış geçici heveslere aşk demeye...Ben kesinlikle hevesten arınmış bir yürekle izledim adımlarını. Ve kalmadı sevdaya gerek,tadımlık lezzetlere ancak uzaktan bakabilmekle yetinmek gerek. Yanlarına yaklaşmadan uzaktan selamlamak ve hürmet göstermek.

 

Onların hak ettiği bu bundan fazlası değil ve hak ettiğinden fazlasını bir insana vermek küçücük bir çocuğun eline çok değerli ve hassas bir vazo vermek gibi bir şey eğer düşünmeden kıracağını verirseniz hem incinir hem de kendinize öfkelenirsiniz. Ve suçlamaktan kurtaramazsınız uzunca bir süre kendinizi. Hem yıpranır hem öfkelenir hem de kaybetmiş olmakla yetinirsiniz en değerli şeyinizi....

 

Bir insana değer vermek marifet değil hak ettiği kadar verebilmek marifettir ve bunu da başarabilen sanırım çok az bir yürektir. Bunlardan biri olabilmek ümidini yitirmedim henüz defalarca kırmasına izin verdiysem de küçücük çocukların kıymetli eşyalarımı,Tekrar güvenmeyi seçtim hep kırılanların ardından bakmayıp onların kıymetlerini umursamayıp yeniden büyük sermayeler yatırdım. Ve en önemlisi aslında bağışlamayı da öğrenebilmeli büyük sermayeleri. Belki tam olarak Allah rızası için sevebilmek böyle bir şeydir ne dersiniz?

 

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Deprem ihtimali her zaman var ama olmadan şiddeti ve bırakacağı etki bilinmiyor...

 

Deprem ülkesinin çocuklarıydık ve hepimizin doğduğu, yaşadığı binaların altından geçen bir fay hattı hep mevcuttu.

Çocukluğun saflığı ve bilmezliği ile gözümüzün görmediğine inanmayan, fayların depremleri yöneteceğini bilemeyen çocuklardık. Hayat hep bizim göz seviyemizden yukarda ve yatay uzaklıklardaydı. Genç olduk ama tehlikenin üzerinde yürüdüğümüzü hiç bilemedik, aklımız aşkta, elimiz işte, gözümüz daha çok paradaydı. Ve hep köşe dönme sevdasıyla büyütülüp, janjanlı tv ekranlarına akıyorduk. Faylar santim santim birbiri üzerine biniyordu.

Dostun düşmana karıştığı, kardeşin kardeşe düştüğü, sokaklara çıkmanın yasak olduğu yıllarda farkettik bu olası depremleri. Ama aynı yıllarda o televizyon ekranlarında birileri çıkıp, haber bültenlerinde pembe boyalar satıyorlardı. Fayları boyayıp depremin gerçekliğini unutturmaya çalışıyorlardı. Kim daha çok boya satarsa onun rüzgarına kapılıyorduk gençliğin verdiği o köşe sevdasıyla.

Çok deprem oldu, enkazlarda nice aydın ve güzel insan kayboldu. Ve o enkazların altından hep şu ses duyuldu "Vurulduk ey halkım, unutma bizi !"

Şimdilerde o faylar filiz verdi, sokak direklerine lamba oldu. Hala görmüyorsanız, körsünüz demektir. Ayakta ölmemek için lütfen gereksiz olanları söndürünüz.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Deprem ülkesinin çocuklarıydık ve hepimizin doğduğu, yaşadığı binaların altından geçen bir fay hattı hep mevcuttu.

Çocukluğun saflığı ve bilmezliği ile gözümüzün görmediğine inanmayan, fayların depremleri yöneteceğini bilemeyen çocuklardık. Hayat hep bizim göz seviyemizden yukarda ve yatay uzaklıklardaydı. Genç olduk ama tehlikenin üzerinde yürüdüğümüzü hiç bilemedik, aklımız aşkta, elimiz işte, gözümüz daha çok paradaydı. Ve hep köşe dönme sevdasıyla büyütülüp, janjanlı tv ekranlarına akıyorduk. Faylar santim santim birbiri üzerine biniyordu.

Dostun düşmana karıştığı, kardeşin kardeşe düştüğü, sokaklara çıkmanın yasak olduğu yıllarda farkettik bu olası depremleri. Ama aynı yıllarda o televizyon ekranlarında birileri çıkıp, haber bültenlerinde pembe boyalar satıyorlardı. Fayları boyayıp depremin gerçekliğini unutturmaya çalışıyorlardı. Kim daha çok boya satarsa onun rüzgarına kapılıyorduk gençliğin verdiği o köşe sevdasıyla.

Çok deprem oldu, enkazlarda nice aydın ve güzel insan kayboldu. Ve o enkazların altından hep şu ses duyuldu "Vurulduk ey halkım, unutma bizi !"

Şimdilerde o faylar filiz verdi, sokak direklerine lamba oldu. Hala görmüyorsanız, körsünüz demektir. Ayakta ölmemek için lütfen gereksiz olanları söndürünüz.

:clover::clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

TADIMLIK LEZZETLER

 

Bu kadar yorgunluk neden ,Bu kadar tükenmişlik ve biten güzelliklerin ardından gidenlerin ardından hüzünlenmek neden? kendi seçimleri değil mi bazen karşı koymak gereklimi?Bilmiyorum henüz anlayamıyorum bildiğim tek şey öfkeliyim hala ve üzgün...Savruk anılarım vardı toparlamaya başlamıştık beraber, deli kızın türküsü,bir deli hayat vardı paylaştığımız,anılara boğulurken mi boğduk dostluğumuzu da?cevap veremem hatta soramam da hakkım yok çünkü o gitmeyi seçti giderken umarım bulabilir yönünü.Yorgun dimağımı dinlenmeye çağırıyorum.Belki azıcık bir gülümseme istiyorum yaradandan,çok görmezse eğer...

 

Bir gün kabul edebilmenin ince hoşluğunu yaşarız ama şimdi mi?belki..bilmiyorum.Aslında hani bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır ya işte buna gerçekten inananlardanım ben bu yüzden silmedim kimseyi yürek defterlerimden.Bazen üstünü karaladım belki ama hala ordalar ara sıra tozlu sayfalarını aralayıp anılarımın yavaşça dokunup üstlerine belki derin bir iç çekip tekrar kaldıracağım tozlanmış raflara.

 

Belki insanlara ehemmiyetli olduğunu hissettiren bizleriz , onlar küçücük bir yuvarlakken biz onları kocaman bir daire yaptık ve içine birazcık insana verdiğimiz değerden birazcık da sevgiden koyduk.Taşırmadık aslında ama onlar taştılar zamanından önce,zamanından önce akıp gittiler...

 

Şimdi yalnızlığımızla baş başa kalmak zamanı yalnızlıkla arkadaş olmak belki yapılabilir mi bilmiyorum deneyip göreceğiz görüp deneyimleyeceğiz...Mutlu muyum sanırım evet tanımış olmak bile yeni yüzleri yepyeni bir lezzet tatmak gibi belki bir daha tadamayacağım, napalım olsun bazı lezzetlerde tadımlık olsun.

 

Birde geçse şu yorgunluğum...

 

Kırık cam parçalarını toplamak üzere kalkmalıyım ama yorgunum.Kalkmalı ve süpürmeliyim her yanı hiçbir zerre kalmamalı tehlike arz edebilecek kalkmalıyım ayağa yapabilsem en kısa zamanda...

 

Hevesimi yitirmiş ve soluk yüzümü tanımayacak kadar aynada uykuluyum gözlerimi ovuşturup,zihnimi toparlayıp belki şekerli bir kahve yudumlayıp yanında yakmamayı başararak sigaramı dönüşeceğim Benliğime.

 

Bir zaman hatası anladım diye başlayan şarkılar dinlemek yerine müzikleriyle yetineceğim bir süre tadımlık şarkılar gibi tadımlık dünyayı çekip nefesimin derinine tekrar kavuşacağım mütebbessim ifademe...

 

Umuyorum , öyle çok şey umuyorum ki, Umuyor olmakla beraber de alamama ihtimaline de alışıyorum.Zaten aslında çok eskiden beri vardır bu alışkanlığım...

 

Sadece belki de ben fazlayım tadımlık lezzetlere.Evet evet öyle olmalı anlayamayacak kadar uzak zihinleri böyle sevgilere.ve yürekleri alışmış geçici heveslere aşk demeye...Ben kesinlikle hevesten arınmış bir yürekle izledim adımlarını. Ve kalmadı sevdaya gerek,tadımlık lezzetlere ancak uzaktan bakabilmekle yetinmek gerek. Yanlarına yaklaşmadan uzaktan selamlamak ve hürmet göstermek.

 

Onların hak ettiği bu bundan fazlası değil ve hak ettiğinden fazlasını bir insana vermek küçücük bir çocuğun eline çok değerli ve hassas bir vazo vermek gibi bir şey eğer düşünmeden kıracağını verirseniz hem incinir hem de kendinize öfkelenirsiniz. Ve suçlamaktan kurtaramazsınız uzunca bir süre kendinizi. Hem yıpranır hem öfkelenir hem de kaybetmiş olmakla yetinirsiniz en değerli şeyinizi....

 

Bir insana değer vermek marifet değil hak ettiği kadar verebilmek marifettir ve bunu da başarabilen sanırım çok az bir yürektir. Bunlardan biri olabilmek ümidini yitirmedim henüz defalarca kırmasına izin verdiysem de küçücük çocukların kıymetli eşyalarımı,Tekrar güvenmeyi seçtim hep kırılanların ardından bakmayıp onların kıymetlerini umursamayıp yeniden büyük sermayeler yatırdım. Ve en önemlisi aslında bağışlamayı da öğrenebilmeli büyük sermayeleri. Belki tam olarak Allah rızası için sevebilmek böyle bir şeydir ne dersiniz?

 

 

 

tam şuanki duygularımla bunu okuyorum,ve Allah rızası için sevmek diyorum ve sabretmek -_-

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

hangi hançeri paslandırmaz

kınına inat kırkında içine düşen su

bil ki dipsiz kuyuların koynunda

sabah akşam ışık bekleyen adam

tam da düş görme zamanı uyanıp

ayın suretinden kanayan bir yaraya baktı

büktü boynunu söğüdün dalı

zeytinin ağacı meyvesinden önce karardı

 

ey ecelin saatini kuran Tanrı

bütün hesapları sen mi yaptın bizim için

bu tiktak’ların arasında nasıl uyunur

ruhumuzu açığa çıkartan geceye bak

başından sonuna huzursuz korkak

dersin ki ‘’Ey insanlar ben sizin Rabbinizim’’

bilmediğimizi mi sanıyorsun…

sukut ikrardan gelmez mi…

 

ağaç içten çürür ve ayakta ölür

en yücesi çınarların bu hep böyledir

sabi sübyan bir çocuk gibi aşk

gelir eteklerine yapışır rüzgarlarla

mağrur düşman çatlatan

endamına hasret gülüşlerine

takılır kalır sonra aklım

canım candan ötem cancağızım

 

ayaklarının altına düşen zarif bir hayat

ikramımdır…

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sanatta, Edebiyatta, İnsani değerlerde, Hoşgörüde, bilimde yani Medeniyete uzanan yollarda neredeyiz?

 

Ne kadar hazinki sanatın bütün alanlarında tüm dünyada olduğu gibi ülkemizdede kirlenme ve bayağılaşma söz konusu, hemde hat safhada... Sanatsal içerisi ve ağırlığı olmayan gündelik modaya uygun ve tüketime yakın garip filmler izliyor, garip müzikler dinliyoruz, mimarimiz bayağılaştı... Artık lüks ve konforlu binalar inşa ediyoruz ama sanatsal yanları yok ve ruhsuz... Hepsi tüketime dönük... Eskiden saraylar inşa edilirmiş ama sarayda olsa lüks içindede olsa duvar süslemelerinde, tavanlarında, pencerelerinde öyle güzel ve el emeği motifler var ki, asla ruhsuz değil...

 

Birbirine benzeyen filmler izliyoruz, konular birbirinin aynı... Tv'de dönen yerli ve yabancı kliplerde ortaya konan hep erotizm hatta fazlacası... Neredeyse po*no denecek türden ve bunlara alıştırılıyoruz... Vahşi hayvanlar gibi içgüdülerimizi aklımızın, duygularımızın, düşüncelerimizin önüne geçiriyoruz... İnsanlık yemek için yaşıyor, lüks içinde tüketiyor ve cinselliği dahi hayvanca yaşıyor... Üretimden daha çok tüketiyoruz... Herşeyi... Bizde tükeniyoruz içinde farkında olmadan...

 

Şarkılar dinliyoruz çoğunda söz namına birşey yok tekerleme gibi duygudan yoksun içinde küfür geçen anormal sözcükler... Müzikleri desen ona keza...

 

Konuşma kültürümüzü ise çoktan kaybettik artık kelimeleri yuvarlıyor ve kendimizi ifade edemediğimizde karşımızdakine hakaret ediyoruz... Sokakta, vapurda, otobüste birbirinden nefret eden kaba insanlarla yolculuk ediyoruz... Herkes sıranın önüne geçme çabasında, herkes bir yerlere yetişme çabasında... Koşuyoruz, koşturuyoruz, nereye gittiğimizi bilmeden... Durup bakmıyoruz kendimize nereye gidiyorum, kiminle gidiyorum demeden... Kaç yıl daha yaşayacağımız aklımıza gelmiyor, yaşadığımız sürece kendimize manevi anlamda ne kattığımızı ya da ne kaybettiğimizi sormuyoruz... Düşünce üretmiyoruz düşünce tüketiyoruz... Hazır düşünce kalıplarını alıp üzerimize giyiyoruz... Kaç beden büyük gelmiş, kaç beden küçük gelmiş fark etmiyoruz...

 

Nefret etmeyi öğrendik, değişmeyi öğrenemedik...

 

Fast Foot oldu yaşantımız... Ayak üstü yaşıyor, ayak üstü tükeniyoruz... Artıdan çok eksi ile dolu etrafımız...

 

Doğayı tüketiyoruz, bize pozitif enerji veren en önemli olayı yok ediyoruz... Ormanları yakıyor, denizleri kirletiyor, soluduğumuz oksijeni tüketiyoruz... Biz nereye gidiyoruz?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Doğayı tüketiyoruz, bize pozitif enerji veren en önemli olayı yok ediyoruz... Ormanları yakıyor, denizleri kirletiyor, soluduğumuz oksijeni tüketiyoruz... Biz nereye gidiyoruz?

 

Sevgi dolu güzel, duyarlı ve yürekli insan sevgili sardunya harika bir yazı paylaşmış bizlerle ve bende konu ile alakalı olarak yıllar önce bir yazarımızın yazmış olduğu hikayeyi paylaşmak istiyorum sizlerle...

Evinden çıkan şu adam nereye doğru yürüyor? Keten pantolon, incecik bir gömlek, güneş gözlüğü, elinde sabah sigarası. Yürüyecek mi durağa, istasyona kadar? Köşede durup minibüs mü bekleyecek? Hayır. Arabasına binecek. Orada duran Murat'a... Güvenli bir hali var. Yürüyor, elini cebine attı, evet anahtar tomarını çıkardı. Kesinlikle arabalı biri bu! Buradan istasyona ya da otobüs durağına gidecek olsa böylesine başı havada olur mu? Gidiyor, gidiyor, beyaz Murat'ın kapısını açıyor.

 

Başka bir adam da çıktı yandaki kapıdan. Bu da öncekinin ardından yürüdü. Bunun arabası yok. Evet, kesinlikle yok. Bu güneş altında yürüyecek. Komşusu makineyi çalıştırıyor. Bakmıyor sağa sola. Ola ki buyur etmek gerekir birini. Niye yapsın? Köşeyi dönmesini bilmiş o! Varsın yürüsünler, varsın duraklarda itişip kakışsınlar, banliyö trenlerinde sıkışıp terlesinler. Yağmurlarda ıslansınlar. O basar gaza, uçar gider kıyı yolundan... Öyle de yaptı, geçip gitti komşusunun yanından, kornoya hafifçe basıp selam vererek...

 

Sabahları evlerin kapıları açılır kapanır. İnsanlar çıkar içerden. İşlerine gideceklerdir. Kentin bin bir köşesinden yüz binlerce, milyonlarca insan. Evlerinden işyerlerine doğru yürüyorlar şimdi... Evler, apartmanlar, gecekondular... Kent dağı taşıyla bir saldırıya geçmiştir. Nereye? Bir yerlere! Bir ekmeğe, bir yaşam umuduna doğru... Yazın başka, kışın daha başkadır bu sabah yolculukları. Her sabah trenin gelmesini beklemek istasyonlarda. Daha uzaktan görünür görünmez ''Bunun boyu kısa, bu uzun'' diye hesaplar yaparak, içeri girebilinecek bir yer aramak peronda... Niye bir gün vagonlar daha çok, bir gün daha azdır, anlaşılmaz. Hep düşünürüm, demiryollarının bir yetkilisi hiç binmez mi bu banliyö trenlerine?

 

Ana caddeye doğru taşan bu kalabalığın içindeki birey yüz bin, bir milyon başlı bir topluluğun minicik bir parçasıdır. Kişiliği yok olur daha sabah neminin ilk adımında, erir, gider. Yanından taşıtlar vızır vızır geçer. İşte bir komşunun Murat'ı daha. Derken bir Opel. Bir Renault. Ne zaman aldılar bu taşıtları, nasıl aldılar? Falanca kişi ne iş yapar? Bir yerde muhasebeciymiş. Ötekinin bir dükkânı varmış. Hele bir şişman var, ne iş yaptığı belli değil, emekliyim diyor. Onun arabası hepsinden büyük, bir ülke gibi! Kapı önlerine sığmıyor! Nasıl edinirler, nasıl sürdürürler, nasıl altından kalkarlar? Koşarsın sen otobüse, trene, vapura, minibüse, dolmuşa. Kuyruklar uzar uzar, kuyruklarla birlikte kafandaki birbirini tutmaz düşünceler uzar uzar, sonra kopuverir en ince noktasından...

 

Hele bu eylül sabahları! Bir yağmurdan artakalan yapışkan bir hüznün bir hastalık gibi içinize bulaşması! Dizeler gelir geçer dağınık, kırık dökük... Şu ozanlar her şeyi yaşamışlar neredeyse sizden önce! ''Tam vaktinde işbaşında olmak - Geç kaldım, kuyularda ışıdı su - Saatlere çaldırdığı biraz şeyin peşinde - Sesi duyan koştu - Koştu yokuş aşağı rengi atmış bir şapka - Çanta gözlük - Bir eski atkı, adımları yavaş - Uçar gibi hafif bir küçük önlük - Uzun yolunda yayan, basıp gitti. Bir tütün - Bir dolu otobüse sığdı son yolcu, bir ruj - Yetişti tramvaya kahverengi solgun - Lacivert buruşmuş - Yatakların sıcaklığı arkalarda yetim - Başladı ormanda yarış - Girdiğim koşuda ben de senin gibiyim - Bir kanadı kırık kuş...'' diyor Behçet Necatigil 1950'lerde yazdığı bir şiirinde...

 

Duygulanmaya zaman mı var? Dizeleri tam olarak anımsamaya?.. Bir kanadı kırık kuş, demiş ozan... Sabahın hem ıssız, hem kalabalık yollarında koşamazsın da, halin yoktur daha şimdiden, yenik düştüğünü bilirsin ilk adımda... Bu yaşam savaşıdır. Gücü yetene! Yardımsız, desteksiz! Atılmışsın toplum kalabalığı denen bir karışıklığın içine. Birden koşmak gereğini duyarsın, yetişmek için, bir yere, nereye, oraya, ne var ki orada, diyerek, sonra yine koşarak! Derken bir korna sesi, baktın gördün, bu da bir bildik, karşı apartmana yeni taşınan, geçen gün Migros'ta gördüğün bir ahbabın ahbabı, korna çalarak seni selamlıyor, günaydın küçük adam, yolun açık olsun diyor... Salla elini, sonra yine koş durağa, otobüse, trene, vapura, minibüse... Necatigil'in dizelerini yarım yamalak anımsayarak:

 

''Siz geniş zamanlar umuyordunuz - Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek - Yılların telaşlarda bu kadar çabuk - Geçeceği aklınıza gelmezdi...'' Gelmez, gelemez, sabahları kalabalıklara karışıp eriyen, biten, yiten kent küçük insanlarının aklına ne bir sevgi gelir ne de bir güzellik duygusu... Yalnız koşuşma, kuşku, bir iş, bir ekmek, ardında bir dişlinin sürekli dönüşünün çıkardığı insanlık dışı o ses, o uğultu...

us48jwi0064muc8.jpg

''Hey Vapurlar Trenler'' adlı kitaptan (1975).

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sanatta, Edebiyatta, İnsani değerlerde, Hoşgörüde, bilimde yani Medeniyete uzanan yollarda neredeyiz?

 

Ne kadar hazinki sanatın bütün alanlarında tüm dünyada olduğu gibi ülkemizdede kirlenme ve bayağılaşma söz konusu, hemde hat safhada... Sanatsal içerisi ve ağırlığı olmayan gündelik modaya uygun ve tüketime yakın garip filmler izliyor, garip müzikler dinliyoruz, mimarimiz bayağılaştı... Artık lüks ve konforlu binalar inşa ediyoruz ama sanatsal yanları yok ve ruhsuz... Hepsi tüketime dönük... Eskiden saraylar inşa edilirmiş ama sarayda olsa lüks içindede olsa duvar süslemelerinde, tavanlarında, pencerelerinde öyle güzel ve el emeği motifler var ki, asla ruhsuz değil...

 

Birbirine benzeyen filmler izliyoruz, konular birbirinin aynı... Tv'de dönen yerli ve yabancı kliplerde ortaya konan hep erotizm hatta fazlacası... Neredeyse po*no denecek türden ve bunlara alıştırılıyoruz... Vahşi hayvanlar gibi içgüdülerimizi aklımızın, duygularımızın, düşüncelerimizin önüne geçiriyoruz... İnsanlık yemek için yaşıyor, lüks içinde tüketiyor ve cinselliği dahi hayvanca yaşıyor... Üretimden daha çok tüketiyoruz... Herşeyi... Bizde tükeniyoruz içinde farkında olmadan...

 

Şarkılar dinliyoruz çoğunda söz namına birşey yok tekerleme gibi duygudan yoksun içinde küfür geçen anormal sözcükler... Müzikleri desen ona keza...

 

Konuşma kültürümüzü ise çoktan kaybettik artık kelimeleri yuvarlıyor ve kendimizi ifade edemediğimizde karşımızdakine hakaret ediyoruz... Sokakta, vapurda, otobüste birbirinden nefret eden kaba insanlarla yolculuk ediyoruz... Herkes sıranın önüne geçme çabasında, herkes bir yerlere yetişme çabasında... Koşuyoruz, koşturuyoruz, nereye gittiğimizi bilmeden... Durup bakmıyoruz kendimize nereye gidiyorum, kiminle gidiyorum demeden... Kaç yıl daha yaşayacağımız aklımıza gelmiyor, yaşadığımız sürece kendimize manevi anlamda ne kattığımızı ya da ne kaybettiğimizi sormuyoruz... Düşünce üretmiyoruz düşünce tüketiyoruz... Hazır düşünce kalıplarını alıp üzerimize giyiyoruz... Kaç beden büyük gelmiş, kaç beden küçük gelmiş fark etmiyoruz...

 

Nefret etmeyi öğrendik, değişmeyi öğrenemedik...

 

Fast Foot oldu yaşantımız... Ayak üstü yaşıyor, ayak üstü tükeniyoruz... Artıdan çok eksi ile dolu etrafımız...

 

Doğayı tüketiyoruz, bize pozitif enerji veren en önemli olayı yok ediyoruz... Ormanları yakıyor, denizleri kirletiyor, soluduğumuz oksijeni tüketiyoruz... Biz nereye gidiyoruz?

 

Atom parçalanıncaya kadar

Zaten paramparça olmuştu insanlığımız :excl:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Postmodernizm nedir?

10 SORU - 10 CEVAP

Naki Özkan

 

 

Edebiyatta ve mimaride kullanılmaya başlanan bu kavram siyasi literatürümüze de girdi

 

Son günlerde "postmodernizm" kavramı özellikle siyasi konularda çok kullanılmaya başlandı. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Akay postmodernizmin ne olduğunu anlattı.

 

1 - Postmodernizm ne demektir?

 

Birçok anlamı var. Modernden önce, modernden sonra, eklektizm, avantgard yani öncü olma, bireyleşme, cemaatleşme olarak kullanılıyor.

 

2 - Bu kavram ne zaman kullanılmaya başlandı?

 

1960’lı yıllardan itibaren kullanılıyor. Önce edebiyatta, 1970’li yıllarda mimaride kullanıldı. 1979’da Jean François Lyotard’ın "Postmodern Durum" adlı kitabıyla bir tartışma başladı.

 

3 - Modernleşme serüvenimiz bizim postmodernizme açılışımızı daha mı kolaylaştırıyor?

 

Türkiye olağanüstü modern bir ülke. Herkes yeniye çok açık. Hatta İslami düşünce de modernliği ortaya koyuyor. Türkiye örneğin bir Fransa gibi çok çabuk yeni teknolojilerin kullanımına ayak uyduruyor.

 

4 - Alışık olunanın dışındaki her şey postmodern midir? "Ordular fiili darbe yapar, bunun dışındaki müdahaleleri postmoderndir" şeklinde bir tanımlama geçerli mi? 28 Şubat böyle nitelenebilir mi.

 

Hem asker hem sivil yönetimi, 28 Şubat’ta da, cumhuriyetin başından itibaren de var. Eklektizm anlamında, zaten başından beri bizim demokrasimiz postmoderndir. Siviller ve askerler heterojen bir şekilde birbirlerine eklemleniyorlar. Lyotard’ın bu kavramı "öncü" anlamında kullandığı şekliyle ele alırsak, 28 Şubat’a postmodern anlamını yükleyebiliriz. Ama postmoderni aynı zamanda "tözsüzlük" yani içeriğin olmaması anlamıyla ele alırsak, o zaman 28 Şubat postmodern bir müdahale değildir. Çünkü o, tözlü yani laiklik ve Kemalizm içerikli bir harekettir.

 

5 - Postmodernizm, içerik değil görüntü mü?

 

Evet. Baudrillard’ın simülasyon kavramında gerçekten çok görüntünün biricikliği yatar. Kaliforniya eyaletinde gördüğü otobanlardaki "cazibeli" arabaların ve içindeki "cazibeli" bakışların ardında yatan bir anlam yoktur.

 

6 - Kültürde post - modernizm kendisini nasıl gösteriyor?

 

Kültürler yan yanadır. Çin mutfağı, Japon mutfağı, İngiliz kumaşı, şıklık, hırpanilik, lahmacun, arabesk ve klasik yaylı çalgılar birlikte işlev görür. Her şey ayrışık ve sentezlenmeden yan yana durabilir. Patron da işçi de arabesk dinleyebilir. Bu nedenle artık Türk popu ve arabesk daha fazla burjuvaziye heyecan vermektedir.

 

7 - Politikaya ilginin azalmasıyla postmodern gelişmelerin arasında bir bağ var mı?

 

Ayrı ayrı modalar, kültürler, sanatlar, yazarlar birbirlerine kayıtsız kalabilirler. Meraksızlık vardır. Belki de bu yüzden sergiler daha az dolmakta, kitaplar daha az okunmakta. İster Aydınlanmayı yüceltsin, ister Aydınlanma karşıtı bir söylemle pozitivizmi eleştirsin, isterse de dünyanın kaybolan büyüsünü yeniden kazandırmaya çalışsın, fark etmiyor; politikaya ilgi azalıyor. İdeolojilerin yerini kayıtsızlık alıyor. Buna belki de bir tek futbol direniyor. Cemaatleşme ve kabileleşme, diğer yanda ise bireyleşme yan yana duruyor.

 

8 - Plastik sanatlarda durum nedir?

 

Tarihi olan ile şimdiki zaman yan yana durabilir. Seza Paker’in, "Giz ve Açıklık" sergisi(1999), İtalyan ressam Andrea Mantegna’nın "Evliler Odası" freskosunun dijital büyütülmüş baskısı ile plastikten yapılma pembe kulakları aynı hamam kubbesi mekanında birbirleriyle diyaloğa girebilir. Resim, video ve fotoğraf aynı sanatçı tarafından kullanılabilir. Ömer Uluç kendi resminin heykelini beraberce yapabilir. El sanatları ile yüksek sanat arasındaki ayrım silinmeye başlar.

 

9 - Edebiyatta postmodernizm nedir?

 

Gerçek ve hayalgücü birbirine karışır. Kimin yazdığı değil, ama olayın ne şekilde kurgulandığı önem kazanır. Gerçekten daha gerçek, mistikten daha mistik olaylar dizisi yani hypergerçekler yaşanır. Markalar ve seks bu tip anlatılarda ön plana çıkar. Metinler birbiri içine girer. Neden - sonuç ilişkisi sorun olmaktan çıkarılır. Gabriel Garcia Marguez’in, Umberto Eco’nun, Salman Rüşdi’inin romanları bunlara örnek oluşturur. Bizde de en çok Hilmi Yavuz, Orhan Pamuk ve Oğuz Atay’ın postmodernliğinden söz edilmektedir.

 

10 - Bir borunun bir kahvenin içine sokulması nedir?

 

Boru deyince, Paris’teki George Pompidou kültür merkezi aklıma geldi. Ona postmodern bir mimari diyebiliriz. Borular dışarıya çıkarılmış, bir şeffaflık var.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

Bu post bizim bildiğimiz post mu? Eğer benim bildiğim post sa çok diğeceğim var. Arkasına modernizm şeysini takıpda sanat ve siyaset yapmak hatta modern olmak nasıl oluyor bu zamanda onu bilemiyeceğim. Ama bizler tarihimize, kültürümüze, geleneklerimize birazcık bakıp bizim olan post'u anlayabilseydik kıçımıza modernizm şeysini takdırmamıza gerek kalmazdı. Takıldım post'a, anlamıyorum modernizm den napiyim, suç benim mi?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

İnsan yapımı mekanların hiç birinde bulamadım aradığım iç huzuru... (kitaplar dışında)

 

Allah'ın yarattığı ve insanlığın ilham aldığı doğada buldum... Her güzellikte bir miktar...

 

Denizlerin tuzlu suyunda, rengarek açan yediveren güllerinde, sıcacık sevgisini esirgemeyen annemizde, bize kol kanat geren babamızda, dünyaya geldiği anda kucağımıza ve sevgimize muhtaç çocuklarımızda... Hepsinde bir tutam huzur vardı...

 

Bir malta eriği var komşumuzun bahçesinde dalları ise bizim bahçemize uzanıyor... Bu yıl öyle çok mevye vermişti ki... Ona bakınca düşünmeden edemedim... Bir ağaç kadar faydası olan ve bir ağaç gibi karşılıksız emeğini size veren kaç kişi var etrafımızda... Yada biz kaç kişiye sunabildik emeklerimizle yoğurduğumuz katıksız sevgiyi... Verebildik mi?

 

Büyük şehirlerde beton yığınları içerisinde doğadan gittikçe uzaklaşırken, bizi yüzyılın hastalığı stres ve depresyon esir alıyorken... Aradığımızın huzur olduğunu bile çoğu kez unuttuk... Ve onu nerede bulacağımızı baktığımızı göremeyerek es geçtik... Kaçtık kendimizden bile... Emeksiz ve çabasız hiç bir şey kazanılmıyor... Hangi emek olursa olsun ondada ruh yoksa birşey ifade etmiyor maddiyattan başka...

 

Ağaçlar...

 

Bir zamanlar, bir çekirdekken şimdi gölgesinde serinlediğimiz, dallarında taşıyamayacağından çok meyvası olan ağaçlar... Bizi duyduklarından eminim onların... Ve bizler pazarda, markette satın alırken kaç ağacın ve kaç insanın emeği olduğunu düşünmeden onları hoyratça tüketiyorken hiç düşünmedik ve onlara hiç teşekkür etmedik...

 

Bodrumda binlerce hektar orman kül olurken, Türkbükünde tatiline devam eden ve kılını kıpırdatmayan insancıklar... Bir ağacın ne demek olduğunu bilmeyen insancıklar... Yanan, yok olan bizim geleceğimizdi... Ağaçlar kül olurken köpeklerini kurtarmak için ölen yaşlı bir insan vardı Bodrumda... Ama gazetelerin pek çok sayfasında Türkbükünün bikinili kadınları yer aldı... O kadın köpeklerini kurtarmak için sessizce can verdi... Ama hiç birimiz Eda Taşpınar kadar ve sezon bikinileri kadar duymadık adını...

 

İşte budur günümüzün gerçeği...

İşte o yüzden çoğunluğun ne dediği umurumda bile değil...

İşte o yüzden aradığım huzuru bulduğum doğanın yok olmasından daha kötüsünü düşünemiyorum...

 

SARDUNYAM

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Benliğim üzerine söyleyemediklerim

 

Günlerdir cebelleşiyorum kendimle, zaten huyumdur bilen bilir kimseyi bulamazsam kendime çatarım...!

sanırım yine öyle zamanlardayım İstanbul dönüşü aynaya baktığımda kendime dedim ki; kimin kandırıyosun oğlum bal gibi yaşlanıyorsun artık

öyle saçları uzatmayla tşört giymekle filan genç olunmuyor...

tabi insan içinde olduğu kabuğu farkedemiyor yıpranmışlıklarını da erzurumun böbreklerime verdiği tahribat hala geçmedi Doğubayazıt’ta Hani baba türbesinde elimi açıp ta Yarabbi doğuların ve batıların sahibi sensin bize taşıyamayacağımız yükü verme diye dua ederken acaba diyorum birazcık da olsa dik gibi mi durdum farkına varmadan büyüklendim mi acaba öyle oluyor biliyor musunuz?

 

Hayatınızın en güzel anlarında unuttuğunuz gibi en berbat anlarında da unutuyorsunuz kul olduğunuzu....

Bu sıralar en nefret ettiğim soru ney'' im ile evden çıktığımda

o elindeki ney sorusu cevap aynı ney soru tekrar elindeki diyorum ney

cevap veriyorum diyorum ney hahahah ya bıraksam sabaha kadar sürecek...

bazıları yakıştıramadığı için sanırım avamlığıma davul zurna bekliyor.....şaşırıyor

bazıları ise sanırım yakuza kılıcı beklediği için oh her iş bitti şimdi de kılıçlamı geziyorsun diye kaynatmaya başlıyor...

ordu evine girerken askerin soru ve cevapların ardından cinlik yaparak bi nöbetçi subaya sorayım neyle buraya giriliyomu hani nede olsa irticai bir üfleme her an olabilir demeside ayrıyeten cem yılmaz vari bir zekanın ürünüydü sanırım... çok güldüm.

 

bu sabah gün güzel başladı uyanamadığım sabahlardan biriydi yine ve ben gecenin bütün hazzını yaşamış güvercinlerimi yemlemiş sakallarımın bir santim daha artmasına aralarından biz buradayız der gibi tek tük sıyrılmaya çalışan beyazlarına gülümseyerek gelene geçene merhaba merhaba merhaba diye sesleniyordum.

Mevlana hazretlerinin şems'' i görmesi gibiydi nur yüzün, biliyor musun hiç yabancılık çekmedim.

biliyor musun asırlar önce görmüştüm seni...

 

Ben Tanrı dağlarında ceylan avlıyordum sen Ötüken de kısrakları avuçlarınla besliyordun ne zaman vatana dönsem kıl çatırlar da şenlik....giderken gururla yolluyordun bütün Çinlileri tepele evdeşim diye Bin bilmem kaç yıldır sen hep aynı yerde ben hep aynı yerde...............

sonrası da var sanki Gök Tanrı cezalandırmıştı beni...

şu an suçumu bile unuttum.... her yüz yılda bir ölüyoruz.....

sonra yeniden gelip dünyaya ne yapıp edip tanışıp birbirimizi tekrar sevip tekrar kavuşup tekrar ayrılıyoruz .hatırlar mısın bilmiyorum ben Yusuf''um sen züleyha ben zindanlara düştüm sen saraylarda kaç rüya yorumladım hepsi çıktı da sana yinede kavuşamadım...

 

ya tuna nehrinde dayanamayıp da bu geliş gidişlerimize el ele tutuşup suya bırakışımız bedenlerimizi yeter Tanrım yeter artık gidelim ve dönmeyelim demiştik, sonrası ışık malum, hesabını verme zamanı gelince aşkın gerçek bu biz yaşamaya başlayacağız.

 

hani daha önce yazmıştım yuvayı dağıtan saksağanları kargaları hani öldürmüşlerdi yavru kuşlarımı daha sonra bu olaydan yaklaşık bir ay sonra iki yumurta bıraktılar evimin balkonuna, kimseyi, sokmadım balkona aylarca daha sonra yuva tekrar kurulmuş ve yavruları yumurtadan çıkmış gördüm. Dizüstü bilgisayarımı balkona koyup çayımı da yudumlarken aldığım keyfi kim bilebilir ki iki yavru saatlerce ney dinlemeye başladılar

ama benim asıl koptuğum zaman baba kuşun yuvaya dönme zamanıydı her gece aynı saatte

yaklaşık 1 ; 30 civarında geliyor ve yavrularının başında duruyordu hahaha işte filmin koptuğu zaman hanım diyor ki ‘’ buda senin gibi birden önce eve gelmiyor kuşlarını da kendine benzettin’’

 

yavruları uçurduk evvelsi gün ama hala mütemadiyen gelip bana yoldaşlık ediyorlar yaşama meselem de ….

 

Cumartesi günü fatih’i kaybettik dedi telefonda ki ses kalp mi dedim çok şaşırmamıştım ölümlere alışmanın verdiği rahatlıkla çünkü babasını kalpten kaybetmişti fatih,

İlk aklıma gelen de bu oldu yok dedi trafik kazası. Fatih 1977 den beri tanıdığım bir arkadaştı

Çocukluğumuz gençliğimiz beraber geçmişti yiğit bir adamdı. her şeyi herkesle konuşmaz

Söz verdimi tutardı eşi ve çocukları tatil delermiş nasıl söyleyeceğiz diye sormaya başladılar

İki kızı vardı biri 14 bir diğeri 9 hanımı da arkadaşımızdı ciğerlerimiz koptu kadın kesinlikle çalışmalı şimdi fatih yok hayat tepelerine binecek……..asıl zoruma giden yiğidimin 50 km hızla giderken orta refüjü gördüğü dakika tam gaz yapıp da 120 ile bodoslamadan girmesi...

Acilde doktor basınçtan beyinde ödem oluşmuş zaten kurtulamazdı dedi ve arabada bulunan diğer 3 kişiye hiçbir şey olmadı….sebebini ben iyi biliyorum bazı şeyler gözle görülmez...

Bazı kapıların ardını da gören gözler vardır.

 

Biliyorum sen rahmetini esirgemezsin Rabbim ellerimi açıp sana yalvarıyorum bütün kulların adına aşkı bana ver...

her kul kaldıramaz aşkı bana ver, aşkı bana ver, aşkı bana ver...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

• Pâdişahın bedeni de ,görünüşte diğer insanların bedeni gibidir.Fakat yüzlerce asker ,onun arkasından koşar.Onun izinden yürür.

• Sonra ,o pâdişahın şekli ,görünüşü de ,bir gizli düşünce tarafından sevk ve idare edilir.

• Şu sonsuz ,sayısız halka dikkatle bak ,hepsi de bir düşünceye dalmış ,yeryüzünde sel gibi akıp gitmede .

• O düşünce ,halk nazarında önemsiz küçük bir şeydir.Fakat, sel gibi dünyayı sürükler götürür.

• Görüyorsun ki ,dünyada her hüner ,her sanat bir düşünce ile meydana gelmede ,olmadadır.

• Evlerin, köşklerin, şehirlerin, dağların, ovaların, nehirlerin;

• Balığın deniz yüzünden diri olduğu gibi;yeryüzünün ,denizin ,güneşin ,göğün düşünce ile hayat bulduğunu görüyorsun da ,

• Neden körleşiyorsun ,aptallaşıyorsun da beden sana Süleyman gibi büyük; düşünce ,karınca misali küçük görünüyor?

• Neden gözüne dağ pek büyük de ;düşünce fare biri zayıf görünüyor?Neden dağı kurt gibi görüyorsun?

• Dünya, senin gözünde büyüyor ,sana korku veriyor ;buluttan ,gök gürültüsünden ,gökten titriyor ,korkuyorsun?

• Ey eşekten de aşağı olan kişi! Taşın nasıl bir şeyden haberi yoksa senin de düşünce dünyasından haberin bile yok.Sen düşünce dünyasından eminsin ,gâfilsin.

• Çünkü sen bir şekilden, kalıptan ibâretsin;akıldan payın yok.Sen ,insan huylu değilsin ,insan şeklinde bir eşek sıpasısın.

• Bilgisizliğinden ötürü sen, gölge varlığı insan sanıyor,insan görüyorsun da ,bu yüzden sence insan ,bir oyuncak ,değersiz bir varlık oluyor.

• Düşünce ve hayâlin örtüsüz, perdesiz, kol kanat açacağı, bütün sırların meydana çıkacağı kıyâmet gününe kadar dur bekle…

• O zaman dağların yün gibi yumuşadığını, şu soğuk ve sıcak yeryüzünün yok olduğunu görürsün.

• Ezelî, ebedî hayata ve sonsuz sevgiye mâlik olan Allah’tan başka, ne gökyüzü ne yıldız, ne de başka bir varlık görürsün.

 

Hz. Mevlana...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Diyorsun ki,

 

davamıza hayrı yok bu gidişin.

Karanlık gitgide, diyorsun, derinleşiyor.

Güçler azalıyor diyorsun gitgide.

Bunca yıl, diyorsun, çalış çabala,

sonunda ilk günden daha güç bir duruma düş.

 

 

Oysa işte düşman her zamankinden daha kuvvetli.

Yenilmez gibi görünür.

Bizde hatalar yaptık, bu inkar edilmez.

sayımız yavaş yavaş azalmada.

Sloganlarımız orda burda dağınık.

Düşman sözcüklerimizin bir kesimini çarpıttı.

 

 

Bu güne kadar söylediklerimizden hangisi yanlış şimdi?

Bir kısmı mı, yoksa hepsimi?

Güveneceğimiz kim var artık?

Arta kalanlarmıyız bizler

yaşayan bir ırmaktan fırlatılmış?

Geridemi kalacağız

kimseyi anlamadan ve hiç anlaşılmadan?

 

 

Yoksa şansmı gerek bize?

İşte senin sordukların bunlar.

Ama kimseden bir yanıt bekleme,

yanıtınıda kendin ver.

 

 

Bertolt Brecht

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

En büyük yanılgımız hep bu olmamış mıdır; ''düşmanın attığı taş değil dostun attığı gül yaralar beni ''demiş Hallac-ı Mansur..

Bu iki yüzlü yürekler öyle yakıp yıkarlar ki gönül kentimizi,son kalemize kadar vururlar bizi..ve bir an geldiğinde başka insanları ağırlayacak kent çokdan yakıp yıkılmışdır.ARtık sevgimizi verirken güvenimizi verirken önceden cömertken şimdi cimri olmuşuzdur..ve gönül dağlarında baykuşlar öter -_-

bende biliyorum bu hikayeyi ve çok guzel bir hikaye çok mukemmel omzunda tek aglayabilecegim bir arkadasım anlatmıstı . önceden cömertken cimrilige itiyorlar bizleri ve ben artık bu demdeyim yazık diyorum eskiyi düşünüp saf ve temiz kalple inanabilirken artık inceleyen şüpheci olduğundan fazla düşünmek zorunda hissediyorum kendimi buda yoruyor sevmeyi unutturuyor guvenmeyi oysa ne kadar çok ihtiyaç var guvene ve sevmeye...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hafta sonu Bebek sahilinde dolaştım... Cumbalı evler vardı bir sokağında Bebek yokuşu çıkışında... Bir tanesinin pencereleri sardunyalarla doluydu... öyle salaş ve öyle doğaldı ki, ev yıkık döküktü emaneten duruyor gibiydi... ama ruhu vardı... bir eve değilde muhteşem bir esere bakıyor gibi oldum... keşke fotoğrafını çekebilseydim makinem yanımda değildi... çekemedim...

 

Ben o eski pencereleri sevdim... ahşap pancurlu ve yukarı doğru açılan pencereleri... anneannemin evindeki gibi... biz çocukken o pencerelerden atlamaktı oyunumuz... ve mis gibi kokardı pancurlarını açıp dışarı doğru başınızı uzattığınızda bahçelerin kokusu... ama şimdi anneannemin evide yıkıldı... anılarımda kalanların dışında birtek taştan temeli kaldı...

 

Ve dün National Geographic kanalında Dubai prensinin yaptırdığı muhteşem (!) ve çok yüksek binayı gördüm... hayalleri zorluyordu, mühendislik harikası diyorlardı... evet ağzımız açık bakıyorduk ama binada birşey eksikti... bina gösterişliydi fakat sadece gösterişliydi... :closedeyes:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

MUM ALEVİYLE OYNAYAN KEDİNİN ÖYKÜSÜ

 

Bir mum yanıyordu bir evin bir odasında

O evde bir de kedi vardı.

Geceler indiğinde kendi havasında

Mum yanar, kedi de oynardı.

 

Mumun yandığı gecelerden birinde

Kedi oyunlarına daldı.

Oyun arayan gözlerinde

Mumun alevi yandı,

Baktı,

Mumun titrek alevinde

Oyuna çağıran bir hava vardı.

 

Oyunlarını büyüten kedi büyüdü

Kendi türünde çocukcasına,

Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü

Geldi mumun yanına, oyuncakcasına.

Bir baktı, bir daha, bir daha baktı

Mumun alevinin dalgalanmasına

Uzandı bir el attı.

Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı..

İlk kez gördüğü mumun yakmasına

İnanmayacaktı.

 

Kedi, oyunlarında büyüyordu,

Mum, üşüyordu yanmalarında.

Zaman ikili yürüyordu

Aralarında.

Bir ayrışım görünüyordu

Birinin yanmalarında

Öbürünün oynamalarında.

 

Kedi oyunlarında büyüyordu,

Yitirerek gitgide oyunlarını.

Mum küçülüyordu yanmalarında,

Yitirerek gitgide yakmalarını.

 

Oynarken büyüyen kedi yanacak,

Aydınlatırken küçülen mum yakacaktı.

Küçülen yaka-yaka aydınlatacak,

Büyüyen yana yana anlayacaktı.

 

Bir mum yanmasından

Ve bir kedi oyunundan

Kaldı sonunda

Bir gecenin tam ortasında

Bir evin bir odasında

Göz-göze susan

İki insan.

 

Mum yandı bitti,

Kedi büyüdü gitti.

Oyunlar karıştı gecelerde

Suskun uykusuzluklara.

 

O iki insandan, sonunda

Birinin anılarında kedi,

Birinin dalmalarında mum

Kaldı gitti.

 

Nerede bir mum yansa şimdi,

Nerede oynasa bir kedi,

Birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri..

Bugün dün gibi oluyor,

Dün bugün gibi.

Mum ellerimi tırmalıyor,

Belleğimi yakıyor kedinin elleri.

 

ÖZDEMİR ASAF

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.