Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

 

Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.

 

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

 

Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

 

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

 

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

 

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

 

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.

 

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

 

 

 

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

 

Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

 

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

 

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

aşkıyla yandığım insanlar içinde üst sıralardadır Mevlana... hoşgörü timsali, medenilerin ufuk çizgisi, gönül gözü açık olanların en güzeli, düşünebilenlerin örnek almaya çalıştığı keşke yaşadığı çağa gidebilseydim dediğim... canım Mevlana... bu topraklar üzerinde yaşamış olduğunu bilmek bile gurur verici... madem Mevlana adıyla böyle bir paylaşım açmışsın kaan bende sana eşlik ederim... teşekkürler...

 

kim kucaklayabilir bütün insanlığı ne olursan ol gel diyerek... kim diyebilir ne kadar günah işlesen, ne kadar tövbeni bozsanda gel... insanları büyük bir kısmı dünden bugüne hep yarış halinde... iyililikte değil ama kötülükte... üstelik kötülüğü kendine misyon edinenler hep ak aynada kendilerini görürler kara aynada başkalarını...

 

özünde bilsede insan ne kadar günahkar olduğunu yine de Rabbinden umut kesmez... umulur ki affeder... ne de olsa o Gafur'dur... (kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan, affeden...) bağışlayanların en güzelidir... Mevlana bu sırra ermiştir. Günahsız kul olmayacağını bilir... Hiç bir kulu incitmez bu yüzden vurmaz günahlarını yüzüne... Bilir oda İsmi Güzel olan Gaffar : Günahları tekrar tekrar, çokça bağışlayan Allah'ın affediciliğini... Merhametim Gazabımı geçmiştir diyendir O... Yeterki affedilmeyi istesinler... Günahlarından gurur değil utanç duysunlar ama asla umutsuz olmasınlar...

 

Yaradılanı Yaratan'dan ötürü sevmiştir o Mevlana... Bilir ki O Allah severek yaratmıştır insanı... Sureti Haktandır insan... Büyük sırlar gizlidir insanda... Ahh insan bileydi bunu... "sen kendini sadece et ve kemik sanırsın, oysa sende alemi ekber gizlidir" Ama bilmez çokcası... Ondandır bunca hırsı, bunca edepsizliği, bunca aç gözlülüğü... Dünya tatlı gelmiş, insan unutmuştur akdini...

 

Ahh güzel Mevlana senin erdiğin sırların onda biri bana da nasip olsaydı... Ne isterdim ki daha?

 

Büyük Allah İlmini öğrettiği kullar arasına katsın bizi... Boş gelip boş gidenlerden olmayalım...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Mevlana Haftası kutlu olsun... Diliyorum Mevlana gibi düşünenler çoğalsın... :clover:

 

Gel, gel, daha yakın gel, bu yol vuruculuk ne zamana kadar sürüp gidecek? Madem ki sen, bensin,

 

ben de senim. Artık bu senlik ve benlik nedir? Biz Hakk’ın nuruyuz, Hakk’ın aynasıyız. Şu halde

 

kendi kendimizle, birbirimizle ne diye çekişip duruyoruz? Bir aydınlık bir aydınlıktan neden böyle

 

kaçıyor? Biz hepimiz, bütün insanlar, tek bir vücud halinde olgun bir insanın varlığında toplanmış

 

gibiyiz. Fakat neden böyle şaşıyız? Aynı vücudun birer uzvu olduğumuz halde neden zenginler,

 

yoksulları böyle hor görürler? Aynı vücutta bulunan sağ el, ne diye sol elini hor görür? Her ikisi de

 

madem senin elindir, aynı tende uğurlu ne demek, uğursuz.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Biri geldi, hoca senai öldü dedi.

Yabana atılır bir er değildi ki, omuz silkelim.

Saman çöpü değildi ki uçtu diyelim.

Su değildi ki, soğuktan dondu diyelim.

Tarak değildi ki, bir saç teli kırdı onu diyelim.

Buğday tanesi değildi ki, toprakla kayboldu diyelim.

 

O şu toprak yurtta bir altın gömüsüydü.

Bir arpaya sayardı iki cihanı.

Aldı topraktan yaratılan bedeni bir gün,

fırlattı toprağa attı.

Aldı götürdü akıl dene şeyi.

Yanlış laf mı ediyoruz ne?

Kimsenin bilmediği bir can daha vardı,

bağışladı gitti o canı sevgiliye.

 

Saf şarap tortu koyvermişti.

Safı tortunun üstüne çıkmıştı,

arınmıştı tortudan.

 

Günlerden bir gün, azizim,

yolda birbirlerine rastlamışlar,

birlikte yolculuk etmişlerdi,

bir kürt, bir maraga'lı, bir rey'li,

bir de rum ülkesinden biri.

 

Bir olur muydu atlas kumaşla kara çul?

Elbet yollar ayrıldı bir gün.

her biri kendi yurduna gitti.

 

Mevlana Celaleddin Rumi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

NALINLARINI CIKAR DA GEL

 

Tutsuler atesle yanmiyor dergahimizda,mermiler magma yuklu bulutlarla islaniyor.Bir damla cefa eliyorum;gurubu akan izdirab oluveriyor hayallerim.Ve ruhum yururse Leyla'ya,PISIYORUM..

**Gurubu seyrediyorum.Bir isik huzmesiyle ayrilmis alana ulasamiyorum.Pur hun dusuyor Leyla'nin sofrasina gece renkli asiklar.O solmayan desene daliyor gozlerim.Ve lal bir beste duyuyorum derinlerden ,TIKANIYORUM..

**Tum gayretimle kosuyorum;elimde kirik testim,alnimda riyakarligimla kosuyorum.Ates damliyor testimden avuclarima,yaniyorum.

**Testimi bir cinarin golgesinde unutup kullerimi aliyorum sirtima.Benim kullerim var artik;sirtimda zavalliligim,ezilmisligim var.Benim kullerim var sicacik,hem gurbet kokar,hasret kokar estikce.Garipligi canane sorma,gamzedeye sor,o cevap verir,darmadaginikligiyla,surulmusluguyle..

**Bir mertligim vardi eskitemedigim;simdi uzerine basa basa yuruyorum.Bir kum tanesi kadar kuculuyorum;orselenmis dimagimda gittikce kuculuyorum.

**"GEL" diyor bir ses bana,"GEL" diyor.Sanki ufkun en bariz cizgisi cagiriyor beni.Ne aksamlar kaliyor geride,ne gunesi cevreleyen melahat.Kucuk bir cercevenin icine hapsediyorum sonsuzlugu,"VUSLAT" diyorum sadece,yuzumde sebnem demeti "VUSLAT" diyorum.Leyla ise " Can icra Can " diyor.Ben "Sadakat" diyorum,Leyla" Kemalat "diyor.

**SADIK ASIK VUSLAT ISTER,KAMIL ASIKSA CAN ICRE CAN ISTER

 

"Can icre Can" diyorum dipsiz bir kuyunun maviligine,"Geri don" diyor Leyla ,"Gozunu,gonlunu,elini ,ayagini arkanda birakmadikca oturamazsin soframa.Hem vadide arama beni.Gozsuz yaklas canina,nalinlarini cikardigin yerde bulacaksin beni."

**Kulaksiz duyuyorum simdi,taze fide bahseden sesi:

 

"NALINLARINI CIKAR DA GEL.."

 

(Alinti)

 

 

"Tevazuda toprak gibi ol ki,sende cesit cesit fidanlar yesersin" Hz Mevlana Celaleddin-i Rumi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dostlar, Gün Bugün!

 

 

 

Toy, düğün kumaş oldu, ölçüldü biçildi.

Toy, düğün elbise oldu uzun boya.

Toylar, düğünler tam bizim için,

toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

 

Şekere eş oldu dudu kuşu,

zühre eş oldu aya.

Toylar, düğünler tam bizim için,

toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

 

Bugün hayat öylesine rahat.

Bugün yürekler öylesine ferah.

Bugün insanlar öylesine kardeş.

Toylar, düğünler tam bizim için,

toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

 

Ey şehrimizi aydınlatan sultan,

güvey oluyorsun bir güzele bu gece.

Ne de güzel yürüyorsun mahallemizde salına salına,

ne de güzel akıyorsun deremize çağlaya çağlaya,

ey bizi unutmayan, bizi arayan dost,

ey bizim suyumuz, ırmağımız.

Toylar, düğünler tam bizim için,

toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

 

Dostlarım, gün bugün,

oynayın, raksedin, dönün.

Bir bölük halk deniz gibi köpürüyor,

bir bölük halk dalga dalga secdede.

Bir bölük halk kılıç gibi savaşıyor,

bir bölük halk kanımızı içmede.

İşte girdi gerdeğe nergisle gül,

işte astım davulumu boynuma.

 

Toylar, düğünler tam bizim için,

toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

 

Mevlana Celaleddin Rumi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kimin aşka meyli yoksa, o kanatsız bir kuş gibidir; vah ona

Kim benlikten kurtulursa, bütün benlikler onun olur.

Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.

*******************************************************

 

Duy, şikayet etmede her an bu ney,

Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.

 

Der ki feryadım kamışlıktan gelir,

Kim işitse gözlerinden kan gelir.

 

Ayrılıktan parçalanmış bir yürek,

İsterim ben; derdimi dökmem gerek.

 

Kim uzak tuttuysa yardan canını,

Öyle bekler, öyle vuslat anını.

 

Her mekanda ağladım, ah eyledim,

Kim ki gördüm, cümleyi dost belledim.

 

Herkesin zannında dost oldum ama,

Kimse talip olmadı esrarıma.

 

Hiç değil feryadıma sırrım uzak,

Aşina ol nura, nerde göz, kulak.

 

Ten canın aynasıdır, hem can tenin,

Lakin olmaz can gözü her kimsenin.

 

Aşk ateş olmuş dökülmüştür ney'e,

Cezbesi aşka karışmıştır mey'e.

 

Yardan ayrı dostu ney dost kıldı hem,

Perdesinden perdemiz yırtıldı hem.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Başka Yarınlar

 

 

 

Bugün yüzünde bir başka güzellik var senin,

bugün dudağında başka bir tad var,

boyunda başka bir yücelik.

Bugün kırmızı gülün bir başka daldan.

 

Ayın gökyüzüne bugün sığmamış.

Göklere benzeyen göğsün bugün daha geniş.

Hangi yanından kalktın bu sabah, söyle,

bir başka kavga var dünyada senin yüzünden,

dünyada bir başka gidiş

 

Biz senin gözlerinden gördük

arslanlara meydan okuyan o ceylanı,

Başka bir ovası var o ceylanın bugün

iki cihandan da dışarı

 

Seven insanın ayağı mı yok,

işte ona ölümsüzlük kapandı.

Yukarlarda onunla uçar gider.

 

Gözlerinin denizinde onu arama.

Oinci bir başka denizde.

 

Bakarsın bugün sever bu yürek,

yarın sevilir bakarsın.

 

Yüreğimin özünde başka yarınlar var.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Topumuz bir tek inciyiz , bir tek!

Başımız da tek, aklımız da tek.

Ne diye iki görür olup kalmışız;

İki büklüm gök kubbenin altında, ne diye?

 

Sen habire gevele dur bakalım;

Habire usul boylu "birlik çam ağacı" de...

Sonu nereye varır bunun, nereye?

 

Şu beş duyudan, altı yönden,

Varını yoğunu birliğe çek, birliğe

Kendine gel, benlikten çık, uzak dur!

İnsanlığa karıl, insanlara, insanlarla bir ol!

İnsanlarla bir oldun mu, bir madensin, bir ulu deniz;

Kendinde kaldın mı, bir damlasın, bir dane!

 

Ama sen, canı da bir bil, bedeni de;

Yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine...

Hani, şu bademler var ya, bademler gibi;

Ama hepsindeki yağ bir!

 

Dünyada nice diller var, nice diller;

Ama hepsinde "anlam" bir;

 

Sen kapları testileri hele bir kır;

Sular nasıl bir yol tutar gider;

Hele birliğe ulaş, hır - gürü, savaşı bırak;

Can nasıl koşar, bunu canlara iletir...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...
  • 4 yıl sonra...

ŞİMDİ SEN SU OLDUĞUNU DÜŞÜN...

 

 

 

Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok, tükenmez... İnanıyorum ki gerçekten de öylesin.

 

 

Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, İster nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın...

 

 

Unutma; Daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin... Gürültünün parçası olursun sadece!..

Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü; "Su nasılsa burada, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye" diye düşünürler...

 

 

Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi!

Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar.

 

 

Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için.

Gittiler ve sakin sakin ihtiyaçlarını giderdiler; Onlar için en uygun olan, kendi istedikleri zamandı...

 

 

Sen, hep bir su olduğunu düşün.

Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez...

Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün.

Ama su gibi yaşatıcı ol;

Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!..

Sen bir su ol...

 

 

Ama rahmet ol; Âfet değil!

Su isen tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme; Sana "felaket" denmesin!

 

 

Su isen bir bardağa sığabil ki; Damarlara giresin!..

Su; Yüce Mevlâ'nın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri... Unutma;

Ve suya benzediğini unutma. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi faydalı, su gibi lüzumlu ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu da unutma.

 

 

Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de "kıyametler" koparıcı olabileceğini unutma...

Unutma; Senin işin rahmet olmak, âfet değil!

 

 

Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin;

Küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene.

Ve yaşayabilirsin dünya dönmesine devam ettiği müddetçe.

Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçılan olursun seller, âfetler gibi.

Tercih elindeydi hep ve hep de "senin" ellerinde olacak...

 

 

Ya tutmayı öğreneceksin dilini; veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara!

Ama yapman gereken şu, değil mi?

 

 

Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini...

Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin...

Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun kelimeleri seçmeye çalışacaksın...

 

 

Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bindireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin!..

 

 

Demeyeceksin; "Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!.."

Demeyeceksin; "Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!.."

Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil...

Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavsan gördün mü hiç?...

Veya önüne çıkan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü?

 

 

Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler; Beyni olan her yaratık gibi!

Hadi...

 

 

Sen simdi "su olduğunu" düşün, ve kendini "su gibi" hisset...

 

 

Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı...

 

 

Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu hatırla...

 

 

Ama yine su gibi "bir küçük bardağın içine" sığdır ki kendini;

 

 

Girebilmeyi öğren insanların damarlarına.

 

 

Hayat ver...

 

 

Vazgeçilmez ol!...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 9 ay sonra...
  • 8 ay sonra...

Şeb-i Aruz

 

 

Hz Mevlana`nın ölüm tarihi olan 17 Aralık, kendisinin bugünü düğün-kavuşma günü olarak adlandırması nedeniyle; ``Şeb-i Aruz`` törenleriyle kutlanıyor.

 

Bu yıl da Mevlana'nın vuslata kavuşmasının 739. yılı törenlerle anılacak.

 

Mevlana;

 

"Hakka kavuştuğum gün tabutum yürüyünce şu dünyanın dertleri ile dertleniyorum sanma. Bana ağlama yazık yazık deme. Cenazemi görünce ayrılık ayrılık diye feryat etme. Bedenimi toprağa verirken elveda elveda diye ağlama. Gün batımını gördün ya, gün doğumunu da seyret. Hangi tohum yere atıldı da çıkmadı. insan tohumu için neden yanlış bir zanna düşüyorsun?"

 

"Mezarımın toprağı bir yudum şarap gibidir. Bedenimi içince, 16366.gif göklerin üstüne çıkar. O padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. Benim fermanımın yazısı ebediliktir" demiştir.

 

 

 

2vtnpdk.jpg

 

 

 

mevlana280mt.jpg

 

empty.gif

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...
Büyükşehir Belediye Başkanı Akyürek, 'Mevlana'yı Anma Törenleri'ni, 'www.konya.bel.tr' adresinden canlı olarak tüm dünyaya ulaştıracaklarını ifade etti

Konya Büyükşehir Belediyesi, "739. Vuslat Yıl Dönümü Anma Törenleri"ni, internet üzerinden canlı olarak tüm dünyaya ulaştıracaklarını duyurdu.

Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, AA muhabirine yaptığı açıklamada, önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da 7-17 Aralık tarihleri arasında düzenlenen "Mevlana'yı Anma Törenleri"ni, ''www.konya.bel.tr'' adresinden canlı olarak tüm dünyaya ulaştıracaklarını ifade etti.

Mesnevi 'iPhone, iPad ve android'de

 

 

Akyürek, bu yıl başlattıkları bir uygulamayla, ''iOS (iPhone, iPad)'' ve ''android'' işletim sistemine sahip cep telefonlarından Mevlana'nın Mesnevi eserinin 16 farklı dilde tercümesinin indirilerek, okunabileceğini belirtti.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 11 ay sonra...

..

 

Ey imâm, tekbirin mânâsı şudur:
"Yâ Rabbi, huzurunda kurbanız."
   
Koyun keserken,  "Allahu Ekber" dersin ya..
o geberesi nefsi keserken de bu söz söylenir.

"Allahu Ekber" de de o şom nefsin başını kes.
 Kes de can, mahvolmaktan kurtulsun.

Ten İsmail' e benzer, can Halil' e.
Can, bu semiz bedeni yaptırdı da tekbir getirdi mi,
Ten kesilir, şehvetlerden hırslardan kurtulur,
besmeleyle kesilmiş temiz bir kurban haline gelir.
Kıyamette olduğu gibi Hakk huzurunda saf kurulur,
hesaba, Allah ile konuşup görüşmeye girişilir.
Allah huzurunda, gözyaşları dökerek ayakta durmak,
kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde
dikilmeye benzer.
   
Hakk:
"Sana bunca zamandır mühlet verdim, mahsûlün hani?
 Ömrünü neyle bitirdin, verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim      

 kuvveti ne uğruna mahvettin?
 Gözünün nurunu nerelerde tükettin?
 Beş duygunu nerelerde yıprattın?   
 Gözünü, kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherlerini         

 harcadın,
 ferş âleminden bunlara karşılık ne satın aldın?
 Sana kazma ve bel gibi el ve ayak verdim.
 Onları sana bizzat ben bağışlamıştım,
 ne yaptın onları?" der.
 
Hakk’ tan buna benzer seni dertlere uğratan
yüz binlerce sualler gelir.

Kıyamdayken kula gelen bu haberlerden

kul utanır, iki büklüm olur, rükûa varır.
Utanmadan ayakta durmaya kudreti kalmaz.
Rükûda Allah’ı tespih eder.

Allah’dan:
"Başını kaldır, rükûdan kıyama dön de,
 Hakk' ın sorgularına birer birer cevap ver!"  
 fermanı gelir.
 
O utanan kul, rükûdan başını kaldırır.
Fakat olgun bir iş yapamamış olduğundan

bu sefer yüzüstü düşer.
   
Yine emir gelir:
"Başını kaldır!
 Secdeden kalk da, yaptıklarından haber ver!"

Tekrar utana utana başını kaldırır.
Ama yine yılan gibi yüzüstü düşüverir!
   
Allah, tekrar:
"Başını kaldır da söyle.
 Kıl be kıl yaptıklarının hesabını istiyorum"

 der.
   
Artık ayakta durmaya kuvveti kalmadığından,
Allah’nın heybetli hitabı, canına tesir etmiş

 olduğundan, o ağır yükün altında, yere oturur.

Allah:
"Söyle bana..
 Sana nimet verdim, nasıl şükrettin?
 Sermaye verdim, hadi, göster kazandığını!"

 der.

Kul, sağ yanına dönüp peygamberlere selâm verir;
"Ey ulular, bu kötü kişiye şefaat edin..
 Ayağım da balçıkta kaldı, kilimim de.." 

 der.

Namazda sağ tarafa selâm vermek,
kıyamette Allah’ın hesaba çekmesinden korkarak

peygamberlerden yardım dilemeye, onlardan
şefaat istemeye işarettir.

Peygamberler:

"Tedbîr zamanı geçti.
  O, orada yapılacak bir şeydi,
  elde alet oradaydı, orada kaldı!
  A bahtsız kişi, git oradan!
  Sen vakitsiz öten bir horozsun.
  Şimdi herkesin kendi nefsinde korku dolu.   
  Bırak bizi, kanımıza bulaşma!"

  derler.
   
Bunun üzerine sol tarafa baş çevirir;
hısımından akrabasından yardım ister.

Onlar da:
"Sus! Allah' a kendin cevap ver.
 Bizi kim oluyoruz ki?
 Bizden el çek!"  derler.

Ne bu yandan bir çâre olur, ne o yandan.
O biçârenin canı da yüz parça olur!
Böylece herkesten ümidini keser,
ellerini açar, duaya başlar:

"Yâ Rabbi, herkesten ümidim kesildi.
  Evvel de sensin, âhir de sen;
  senden başka önü, sonu olmayan yok..
  Bana yardım edecek te bir sensin.."
  diye niyaza koyulur.

Namazdaki bu hoş işaretleri gör!
Gör de bunun eninde sonunda böyle olacağını bil!
Namaz yumurtasından civcivi çıkara gör..
Onu usûlüyle edâ eyle!
Yerden tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi
yere başvurup durma!.

MESNEVÎ
3. CİLD

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..

 

Lât ve Uzza

Gerçeği bilen, bu yolu tanıyan her aziz can bilir ki,
Başına ne gelirse gelsin hep O'ndan gelmektedir.
O'nun takdir tezgahından çıkmaktadır.

Dünyadan ve hadiselerden niçin şikayet ediyor
ve dünyayı suçluyorsun?
Bu dünya kendi dönmesinden sorumlu değildir.  

** **

o aziz canlar.. o erenler bilirler ki;
her-şeyi O yaratır O yönetir;
Ve her hüküm sadece O'ndan gelir.

şu bir araya toplanmış boyut üzeri boyut gökler,
şu yıldızlar ile döşenmiş uzak-korkulu-memnu'
ve yokluğa ait ademî gökler..
tamamı muhayyelât!

acemi, çıkarcı ve meraklı efra';
o kuruntulu ve vesveseli kişi bilmez ki;
hayâl ekranında tüm gördükleri uzza!

ve bilmez ki; derin arzu ve sevdalı meyl ile
kâinat âyinesinin sunduğu görüntülere
ve te'sir dalgalarına tedbirsiz kapılacak olursa,
ve dahi kendi mevhum bedenini ulularsa,
aklı başından gider ve zikri unutur ve
O'nun yolundan sapıverir..

Mevlânâ

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Severek hazırladığım bir çalışmamdı, umarım beyenirsiniz.

 

öğretmenim..

ellerine,, gönlüne.. emeğine saglık..

 

"solda ne işin var sevgili?

 gitme gölgelerin peşinden..

 kötü çağırırlar

 gitme.."

 

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..

MEVLÂNÂ / TUZAĞA DÜŞEN KUŞUN HİKÂYESİ..

                          zelyuk_semazen_1253396245.gif
 Birisi tuzakla bir kuşu avladı.

 Kuş ona dedi ki:

"Ey himmet sahibi,
 Sen nice öküz ve koyunlar yedin,
 kurban için pek çok develer kestin.
 Onlarla bile bir zaman doymamışken,
 bu fakîrin vücûdu seni hiç doyurmaz!
 Beni âzâd et, sana üç nasîhatte bulunayım;
 aptal mıyım, akıllı mıyım kanâat gelsin!
 
 Birinci nasîhati elindeyken,
 İkincisini ise duvar üzerinden;
 Üçüncü öğüdü de ağaç tepesinden söyliyeyim;
 böylece bu üç öğüt baht mumunun nûru olur!"

 Elindeyken şu şekilde konuştu:

"Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma!"

 Birinci öğüt elinde tamamlanınca kuşu âzâd etti,
 o da duvara kondu.

 Dedi ki:

"Geçmiş şeye gam çekme, senden gidene artık
 hasretlenme!"

 Sonra tekrar dedi ki:

"Vücûdumda on dirhem ağırlığında kocaman bir inci
 var! Hem sana hem çocuklarına bir devletti; o öyle
 bir inci ki, yücelik menbaı idi! Fakat kaçırdın, o inci
 kısmetin olmadı; gerçekten onun bir benzeri yoktu!"

 Bunu duyunca adamcağız derdinden, hamile kadının
 doğururken feryâd edişi gibi inlemeye başlayınca,

 Kuş ona dedi ki:

"Ben sana, 'geçmiş şeye gamlanıp üzülme'
 demedim miydi?
 Geçen geçti!

 Öyleyse bu gam niye?
 Ya öğüdümü anlamadın veya sağırsın!

 Hem 'olmayacak söze inanma' diye ettiğim
 ikinci öğüdümü hatırlasana!
 Kendi vücûdum üç dirhem bile gelmezken,
 içimde on dirhem inci nasıl bulunabilir?"

 Bunu üzerine adamcağız kendine gelip:

"Hani üçüncü nasîhatin? Onu da söyle!" dedi.

 Kuş dedi ki:

"Sanki ikisini pek iyi dinledin de üçüncü nasîhat
 bedavadan söylensin!"

 Aymaz, ihtiyatsız ve bilgisize nasîhat etmek,
 çorak yere tohum saçmak gibidir!

 Bilgisizlik ve aptallık yırtığı, yama kabul etmez!
 Ona hikmet tohumunu beyhûde saçma!

 Mesnevî-i Şerîf
 MEB Yayınları
 Manzum Nahifî Tercümesi
 IV Cild: 2267-2286

 

..
 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

Mevlana hakkında yanlış bildiklerimiz Mevlana, İslam düşünürlerinin iddia ettiği gibi ne heterodoks mezheplere hoşgörülü, ne 'ortodoks' Sünni biri ne de 'dehri'dir... Belki de zaman zaman hepsidir.

 

fft64_mf1855739.Jpeg

 

Yıllardır 17 Aralık’ta yapılan Şeb-i Arus törenlerine rastlayan günlerde Mevlana hakkında bir yazı yayımlamaya niyetlenirim ama gündemi meşgul eden bir başka konu beni yolumdan döndürür. Bu yıl böyle olmayacağına dair kendime söz vermiştim ama bu sefer de bu devasa hayat hikâyesini gazete sayfasına sığdırma sorunu yolumu kesti. Sonunda, Mevlana hakkında doğru bilinenleri değil de yanlış bilinenleri (elbette uzmanları bunları biliyordur) esas alan bir yazıda karar kıldım.

 

 

BU DİZELER MEVLANA’YA MI AİT?

 

Önce defalarca düzeltilmesine rağmen ‘galat-ı meşhur’ haline gelen bir yanlış bilgiyle başlayalım.

 

“Gene gel, gene gel!

Her ne olursan ol, gene gel!

Kâfir isen de, Mecûsî isen de, putperest isen de gene gel.

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil;

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gene gel!”

 

Bu dizeler Mevlana Celaleddin Rumi’ye atfedilir, ama bu doğru değildir. Ziya Paşa’nın topladığı Harabat adlı antolojide bu rubai, Orta Asyalı Sufî şair Ebu Said Fazlullah bin Ebu’l-Hayr’a ait olarak kaydedilmiş. Üstelik Ebu’l Hayr’ın daveti İslam’a değilmiş. Yanlış bilgi, Konya Mevlana Dergâhı’nın kütüphane memuru Necati Bey’in, bu rubaiyi araştırmadan ‘Mevlana rubaisi’ diye etrafa yaymasından kaynaklanmış.

 

Söz edebi kimliğinden açılmışken birkaç başka yanlışı daha düzeltelim. 1258-1273 yılları arasında iki yıl bir duraklama hariç 13 yılda yazılan 25.618 beyitlik Mesnevi’nin sadece ilk 18 mısraını (‘Mesnevi’nin Fatihası’ denilen bölümü) Mevlana yazmış, geri kalanı o söylemiş, son halifesi Çelebi Hüsameddin ve diğer dostları yazmıştır.

 

Mevlana’nın pek ünlü sözlerinin yer aldığı Divan-ı Kebir adlı eser de tümüyle Mevlana’ya ait değildir. Bazı basımlarında 60 bin, bazı basımlarında 15 bin kadar dizeden oluşan, konunun uzmanı Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre ise aslı 43.561 beyit olan ve 18 veya 21 ayrı şair tarafından yazılan rubailerin toplandığı bir şiir antolojisi olan Divan-ı Kebir’de Mevlana’ya atfedilen gazeller, eserin en fazla üçte birini oluşturur.

 

1.753 rubaiyi içeren Rubailer’in de sadece bazılarının Mevlana’ya ait olduğu kabul edilir ama bunların kalitesi uzmanlarca Mesnevi’dekilere uzak bulunur.

 

Mevlana’nın dost ve akrabalarına, özellikle de Selçuklu emir ve vezirlerine nasihat için yazdığı (dördü Arapça, diğerleri Farsça) 147 adet mektuptan oluşan Mektubat da sonraki dönemlerde toplanmıştır. Bu mektupların hepsinin otantikliği henüz tam tespit edilememiştir.

 

 

MEVLANA ‘DEHRİ’ MİYDİ?

 

İslam düşünürleri, girişte sözünü ettiğim yanlış atıftan dolayı Mevlana’nın ‘dehri’ (materyalist, dinsiz) ya da İslamiyet’ten başka bir meşrepte bir kişi olarak algılanmasından dolayı rahatsızlar.

 

Gerçekten de Mevlana Sünni itikadına bağlıdır. Hanefi mezhebindendir. Dahası Mesnevi’nin (kelime anlamı ‘bir şeyi bir şeye katmak, bükmek’ demektir) I. cildinin dibacesinde de bu eserinin ‘Kessaf’ül-Kur’an’ yani Kuran’ın sırlarını açtığından bahseder. Nitekim çağdaş Mevlana uzmanlarından Muhammed Taki Caferi’nin hesaplarına göre Mesnevi’de 2.200’den fazla atıf, alıntı veya açıklama Kuran’la ilgilidir. Hadi Hairi adlı bir başka araştırmacı bu sayıyı 6 bine çıkarır. Öyle ki, 19. yüzyılda basılmış Hindistan taşbaskısında Mesnevi için ‘Farsça Kuran’ tanımı yapılmıştır.

 

Sünni-Hanefi vurgusunu yaptım çünkü Mesnevi’de (VI: 777-805) Halep’teki Şiilere ve 680’deki Kerbela olayının yasını tutanlara ise müsamahalı olmayacağını söyler: “Kendi harap dinine, harap gönlüne ağla” (802), “Şia’ya Ömer’den bahsedilebilir mi? Sağırın yanında kopuz çalınabilir mi?” (III: 3201).

 

Buna karşılık, Mevlana, 1244’te Şems-i Tebrizi ile tanışmasından sonra büyük bir değişiklik geçirmiştir. Bu karşılaşmadan önce binlerce insanın izlediği örnek bir Hanefi imam olan Mevlana, Şems’le karşılaştıktan sonra sıra dışı ve geleneklere meydan okuyan biri olmuştur.

 

Bazı kaynaklara göre 40 gün, bazılarına göre üç ay, bazılarına göre altı ay süren bir halvet döneminden sonra Mevlana’nın artık tüm zamanını Şems’le geçirmesi, ders ve vaaz vermeyi kesmesi, Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi külah giymeye, sema ve raksa başlaması hem Sünni ulemayı, hem ailesini, hem öğrencilerini hem de halkı rahatsız etmeye başlar. Bu rahatsızlık giderek Şems’e kine dönüşür. Öyle ki, Şems 1 Mart 1246’da (yani karşılaşmalarından 15 ay 20 gün sonra) Konya’dan ayrılıp Şam’a gitmek zorunda kalır. Ancak Mevlana bu ayrılığa dayanamaz. Şems’e durmadan mektuplar yazar. Sonunda babasının haline dayanamayan oğlu Mehmed Bahaeddin (Sultan Veled) Şam’a gidip Şems’i bulur ve Konya’ya getirir. Yıl 1247’dir. Ancak tepkiler devam eder çünkü Mevlana sema ve raksa devam etmekte, bu sefer de yas tutanlara has siyah giysilerle gezmektedir. Üstüne üstlük testilerle şarap içmektedir. İddialara göre bu işret âlemlerine karısı ve oğlunu da katmaktadır. Sonunda olan olur. Şems 1247 yılının sonunda ortadan kaybolur. (Ahmet Eflaki’ye göre, Mevlana’nın oğlu Alaeddin ve arkadaşları tarafından öldürülmüştür. Bazı kaynaklara göre uzun yıllar İran’da yaşamış, doğal yollardan ölmüştür.) Şems’in kayboluşunun 40. gününde başına duman rengi bir sarık saran ve Yemen ve Hint kumaşından bir ferace giyen Mevlana, bu giysileri ölünceye kadar üzerinden çıkarmaz. Büyük kaybının acısıyla yaptığı semalar öylesine cezbedicidir ki birçok kişi onun semasının arkasından gitmeye başlayınca Sünni ulema iyice kızmaya başlar. Sema bidat sayılmaya başlar.

 

Son olarak, Mesnevi ve Fihi Ma Fih (‘onun içindeki içindedir’ ya da ‘ne varsa içindedir’ diye çevrilebilir) adlı eserlerinde ise onun İslamcı yanına vurgu yapanların yüzünü kızartacak kadar müstehcen hikâyeler bulunur. Sadece Mesnevi’dekiler biraz daha ince bir dille, ikincisinde ise halk diliyle yazılmıştır. Bunların Hint, Yunan ve Roma edebiyatındaki hayvan hikâyelerinden (fabl) alındığı ve kıssalar çıkarmak için yazıldığı ileri sürülür. Bir fikir vermesi için bir tanesinin başlığını vereyim: “Bir eşekle cariyenin ilişkisine imrenen bir sahibenin durumu.”

 

Özetle Mevlana, İslam düşünürlerinin iddia ettiği gibi ne heterodoks mezheplere hoşgörülü, ne ‘ortodoks’ Sünni biri ne de ‘dehri’dir... Belki de zaman zaman hepsidir.

 

 

MEVLANA NEREDE DOĞDU?

 

Mevlana ile ilgili bir diğer yanlış bilgi doğum yılı ve yeri ile ilgilidir. Mevlana’nın 6 Rebiü’l-evvel 604 (30 Eylül 1207) yılında, bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan’daki Belh şehrinde doğduğu söylenir. Nitekim bazı yazarlar kendisine Mevlana Celaleddin-i Belhi derler. TİKA (Türkiye İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) da sırf bu nedenle Belh şehrinde büyük restorasyonlar yapmayı düşünmektedir.

 

İlk olarak Abdülbaki Gölpınarlı’nın üzerinde durduğu gibi biyografisindeki bazı tutarsızlıklar yüzünden Mevlana’nın bu tarihten 5-10 yıl önce doğmuş olması muhtemeldir. Bu şüpheyi bir yana bırakarak devam edersek, doğum yeri Belh değil, babası Bahaeddin Veled’in 1204-1210 yılları arasında yaşadığı Tacikistan’ın Vahş kasabasıdır. Nitekim Bahaeddin Veled, Maarif adlı risalesinde “biz Vahş’ta iken...” şeklinde cümleler kurmuş, Mevlana da Mesnevi’nin IV. cildinde bir yerde Vahş’a duyduğu özlemi dile getirmiştir. Ama ilginçtir, bunun dışında bir atıf yoktur. Babası, Mevlana 5 yaşında iken (yani 1212’de) Semerkand’a göç eder. Semerkand’ın dört yıl Harzemşahların kuşatması altında kalması üzerine aile 1216 veya 1217’de Horasan’ı terk eder.

 

 

MEVLANA FARS MI, TÜRK MÜ, RUM MU?

 

Mevlana, doğduğu yer Horasan Fars ülkesi olduğu ve şiirlerini, mektuplarını Farsça yazdığı için Fars (İranlı), Rubailer’deki (günümüz Türkçesiyle) şu dizelerinden dolayı Türk kabul edilir: “Beni yabancı yerine koymayın ben bu mahalledenim/Ben sizin mahallenizde kendimi arıyorum/Düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim/Hintçe konuşuyorsam da aslım Türk’tür.”

 

Bazılarına göre bu beyitteki ‘Hintçe’ sözcüğünün aslı ‘Farsça’dır. Ancak bu doğru olmasa gerek çünkü o devirde kimse kimseyi Farsça konuştuğu için kınamazdı, Selçuklu devletinin resmi diliydi. Ancak o dönemde Türk kelimesi ‘güzel, talep edilen, âşık olunan’ anlamına geldiği ve Hindu terimi siyah, karanlık, çirkin anlamına geldiği için acaba “Çirkin göründüğüme bakmayın aslım güzeldir” mi demek istiyordu? Örneğin Şirazlı Hafız’ın şu dizelerindeki gibi: “Eğer o Şirazlı türk (güzel), gönlümüzü hoşnud ederse/Onun hindu (siyah) benine Semerkand ve Buhara’yı bağışlarım...”

 

Peki, Mevlana Türk ise Celaleddin-i Rumi’deki Rumi nereden gelir? 11. yüzyıl yazarı Kaşgarlı Mahmud ya da 13. yüzyıl yazarı Yunus Emre için de, 15. yüzyıl yazarı Nizameddin Şami için de, 16. yüzyıl yazarı Gelibolulu Mustafa Ali için de Anadolu ‘Rum ili’, ‘Rum diyarı’dır. Dolayısıyla Mevlana’yı Anadolu’ya mal etmek isteyen eski yazarların taktığı addır bu.

 

Ancak Mevlana kendisini sahiplenen Afgan, Tacik ve Türklere, Divan-ı Kebir’deki şu gazelle (ona aitliği kesin kabul edersek elbette) cevap vermiştir aslında: “Türk kim, Tacik kim, Rum kim, Zenci kim?/Sen, mülk sahibisin; her gizliyi, her açığı çok iyi bilirsin/ Şiirim, şiirin elbisesidir; fakat şiirin içinde kim var?/Ya elbiseyi süsleyen huri, yahut da elbiseyi soyan şeytan/Şeytanın şiirini başımızdan atalım, huriyi bağrımıza basalım.”

 

 

BABASI KİMDİ?

 

Bu noktada bir başka yanlış bilgi ile karşılaşırız. Göçün nedeni olarak, Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in, Belh’te dönemin sultanına hocalık yapan ve Aristotales ve İbni Sina felsefesini reddeden felsefeci Fahreddin Razi’ye ağır eleştirilerde bulunması gösterilir. Öncelikle Bahaeddin Veled’in Fahreddin Razi ile karşılaştığına ve daha önemlisi onunla felsefi tartışmalar yapabilecek bir bilgiye sahip olduğuna dair elimizde hiçbir veri yok. Bahaeddin Veled fıkhi görüşlerini ‘Sultan’ül-Ulema’ diye imzalamasına rağmen daha önce de söylediğim Vahş gibi küçük bir kasabada vaizlik yapan biridir. Nitekim Razi’nin din ve felsefe üzerine görüşlerini topladığı Muassil Ekarü’l-Mutakaddimin ve’l-Muta’ahhirin’de Bahaeddin Veled’den söz etmez. Kaldı ki Fahreddin Razi ile çatışma iddiası doğru olsa idi bu göçün Fahreddin Razi’nin ölümünden (1209) önce olması gerekirdi. Halbuki daha önce söylediğimiz gibi aile 1216 veya 1217’de göç etmiştir. Eğer göçün tarihi doğruysa, Abdülbaki Gölpınarlı’nın önerdiği gibi Mevlana’nın doğum tarihini geriye çekmek gerekecektir.

 

 

FERİDÜDDİN ATTAR’LA KARŞILAŞTI MI?

 

Bir diğer yanlış bilgi, Mevlana’nın 10 yaşında iken yolculuk sırasında Nişabur’da babasını ziyaret eden ünlü tasavvufçu Feridüddin Attar’ın Mevlana’ya ilerde büyük bir insan olacağını söyleyerek Esrâr-nâme adlı eserini hediye etmesidir. Halbuki ne baba Bahaeddin Veled, ne Mevlana, ne oğlu Sultan Veled, ne ilerde hayatının en önemli figürü olacak Şems-i Tebrizi, ne Mevlana’dan 40 yıl sonra yazmış olan Sipehsalar ne de Mevlana’dan bir asır sonra yazmış Ahmet Eflaki’nin eserlerinde Mevlana’nın Attar ile karşılaştığından bahsedilir. Bu iddia ilk kez Mevlana’nın ölümünden iki yüzyıl sonra ortaya atılmıştır. Buluşmaya dair birincil kaynak olmadığı gibi, Moğol tehlikesinden kaçan Bahaeddin Veled ve ailesinin tehlikenin tam kalbinde olan Nişabur yoluyla Bağdat’a gitmesi mantıksızdır. Yolculuk muhtemelen Merv-Herat yoluyla Bağdat’a yapılmış olmalıdır.

 

 

CENAZE NAMAZINI KİM KILDIRDI?

 

Çok önemli olmayan yanlış ya da eksik bilgiler ise şunlar: “Ölüm günüm, düğün günüm olacaktır” diyen Mevlana’nın 17 Aralık 1273 Pazar (5 Cemaziy’el-ahir 672) günü bu âlemden göç etmesiyle cenaze namazını Sadreddin Konevî’nin kıldırdığı söylenirse de Konevî çok sevdiği Mevlana’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldığı için cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırmıştır. Her yıl Şeb-i Arus (Allah’a kavuşmasından mülhem ‘Düğün Gecesi’) bayramı olarak kutlanan gün, Mevlana’nın ölüm günüdür. Ancak Hicri takvim ile miladi takvim arasındaki farklar yüzünden, Mevlana’nın ölüm günü her yıl 17 Aralık’a rastlamaz.

 

Mevlana, babasının Horasan çamurundan yapılmış kabri üzerine defnedilmiştir. Rivayetlere göre Mevlana defin için mezarına getirildiğinde, babası Bahaeddin Veled onun ilmine hürmeten ayağa kalkmış ve ona başucunda yer vermiştir. Bunu destekleyen fiziki kanıt ise sandukaların pozisyonudur. Kanuni Sultan Süleyman Mevlana’ya hayrandı. Bu yüzden Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in kabrinin üzerine bir mermer sanduka yaptırmıştı. Bunu yapmadan önce de babası Bahaeddin Veled’in ahşap sandukasını Mevlana’nın sandukası üzerine kaldırmıştı. Yani bugün halkın, babasının oğluna hürmeten ayağa kalktığını düşünmesine neden olan durum Kanuni’nin eseridir.

 

Mevlana’nın Tebrizli Şems’le ilişkisinin niteliği, Mevlana’nın Moğol ajanı olup olmadığı, Atatürk’ün Mevlevi olup olmadığı, Mevleviliğin ne zaman doğduğu, Batı’nın Mevlana sevgisinin tarihçesi gibi soruları cevaplamayı ise başka bir zamana bırakalım...

 

 

ÖZET KAYNAKÇA

Franklin Lewis, Mevlana: Geçmiş ve şimdi, Doğu ve Batı: Mevlana Celaleddin Rumi’nin hayatı, öğretisi ve şiiri, Çevirenler: Gül Çağalı Güven ve Hamide Koyukan, Kabalcı, 2010, Ahmet Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri, Çeviren: Tahsin Yazıcı, Milli Eğitim Basımevi, 1989, Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İnkılap Kitabevi, 1989, Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik, İnkılap Kitabevi, 1953.

 

Radikal

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bana bir tek konuyu açıklayın: Moğol tehlikesi yaklaşırken bu adam halkı bilinçlendirmek yerine niye uyutucu masallarla uyuşturmuş? Moğollara karşı ne yapmış? Ben söyleyeyim: Moğollara övgüler düzmüş.

 

Halkı uyutup uyuşturmaktan, masallar, hikayeler ve uydurmalarla avutmaktan başka hiç bir iş yapmamıştır.

 

Tıpkı şimdi uzaklardan uyutma yapan şahıs gibi. Yaklaşan tehlikeye zemin hazırlamıştır. Şimdiki de aynı işlevi yerine getiriyor, yok bişey, uyuyun uyuyun, allahınıza şükredip uyuyun diyor. 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.