Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü XIII. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Benim Almanlarda gördüğüm en önemli sorun şudur: bu adamlarda derinlikli düşünme noksanlığı var.. Yazıp çizdiklerinin kendi içinde çelişki taşıyıp taşımadığını anlayamıyorlar, yazıp çizdiklerinin ucu nereye varacak, bunu göremiyorlar.. Bu sâdece modern zamanlarla sınırlı da değil, târih boyunca insan dünyâsında meydana gelmiş hemen tüm önemli değişim ve dönüşüm süreçlerinde bir şekilde katkısı bulunan tüm Almanlar bu süreçlerde ciddî bozunmalara yol açmışlar.. Fichte daha dünkü isim.. Meselâ Martin Luther modern paganlığın eleştirisini yapayım ve bunun yok olup gitmesine katkı sağlayayım derken en az modern paganlık kadar ********* başka bir paganlık îcât etti. Hem modern paganlık ile Luther paganlığı arasındaki farklar da teolojik nitelikli farklar olmaktan çok ekonomik ve siyâsî farklardı, dolayısıyla aslına bakılırsa Luther paganlığı modern paganlığın ekonomik ve siyâsî bakımdan değişik bir versiyonudur, teolojik bakımdan ise aynı köktendir.. Bu o kadar öyledir ki Luther’i koruması altına alan Alman Prenslerinin meseleye teolojik temelden değil, ekonomik ve siyâsî temelden yaklaşmaları, Luther’in bu korumayı kaybetmemek için öğretisini kendisinden beklenen ekonomik ve siyâsî hedefler doğrultusunda geliştirmesi bunun açık bir kanıtıdır.. Bu o kadar öyleydi ki 1521 yılında Worms’da toplanan Ukkin Plahrumda Luther’e karşı ağır yaptırım kararları alınınca Saksonya Elektörü, Luther’i kaçırarak Wartburg’da koruması altına aldı, ondan Kiliseye karşı senyörlerin güç kazanmasını sağlayacak bir çabanın içinde olmasını bekledi. Luther feodal sistem içinde Kilise mülklerine karşı hasmahâne bir tutum sergilerken, senyörlere karşı aynı tutum içine aslâ girmemiştir, yâni din adına Kilisenin insanları köleleştirmesine karşı çıkarken, aynı şeyi senyörlerin yapmasına karşı çıkmamıştır ki bu da meselenin teolojik bir mesele değil, ekonomik ve siyâsî bir mesele olduğunu gösterir.. Bu o kadar öyleydi ki Luther’in köylülere ve çiftçilere Kilise mülklerini yağmalamaya dönük çağrılarından bile onlar değil, senyörler kazançlı çıkmış ve hattâ bu yağmalardan üstün başarılar kazanmak için bu yağmaların yerini ve zamânını bile senyörler Luther’e bildirmiştir, böylelikle ilk olarak köylüler ve çiftçiler Kilise mülklerine karşı saldırmış, sıcak çatışmalar sırasında onlar hayatlarını kaybetmiş, bu yolla Kilisenin bu mülkleri koruma konusunda direnci zayıflatılarak şövalyeleri mârifetiyle bu mülkler üzerinde senyörlerin denetim kurması mümkün olmuştur.. Luther bu çağrılarını yaparken şu cadılık meselesi üzerinde de epeyce durmuş, senyörlerin işine gelecek biçimde köylüleri ve çiftçileri Kiliseye karşı dolduruşa getirirken onlara cadılıkla ithâm edilen büyükannelerinin topraklarına, mallarına, mülklerine el koymayı öğütlemiştir.. İşte, Luther paganlığının altındaki gerçekler bunlar.. İşte, Ogsburg Antlaşmasının temelinde de aslında bunlar var.. Luther de Almanlara özgü bir sığ düşüncelilikle modern paganlığın eleştirisini yapayım ve bunun yok olup gitmesine katkı sağlayayım derken en az modern paganlık kadar ********* başka bir paganlık îcât etti; Luther paganlığı senyörlerin ekonomik ve siyâsî nüfûzunu arttırmanın en yüksek meşrulaştırma aracıydı..

 

Aklıma gelmişken Kant hakkında bir başka çelişkiyi de günlüğüme not edeyim: Kant’a göre insan bilgisi fenomenlerle, yâni şeylerin insan zihnindeki görünüşleriyle sınırlıdır; biz şeylerin kendilerini, yâni numenleri bilemeyiz(!?).. Pekî o zaman Kant’a şunu sormak lâzım: bir şeyin bilinemeyeceğini söylemek o şeyi incelemiş olmayı gerektirmez mi!? O hâlde numenleri de bilgi nesnesi yapmış, yâni onları fenomen hâline getirmiş ve numen-fenomen ayrımını kendi ellerinde ortadan kaldırmış olmuyor musun!? Tanrım.. İşte, Almanların kafaları bu kadar sığdır.. Ama bâzen tabiî ki değerli görüşler de ortaya koyabiliyorlar.. Fakat bir görüş eğer bir Almanın zihninden çıkmışsa buna karşı çok daha uyanık olmak, sürekli tetikte beklemek lâzım.. Hele bu Alman aynı zamanda bir Romantik ise iki kat daha fazla uyanık olmak ve tetikte beklemek lâzım..

 

Hegel okumalarım sırasında Almanlar hakkındaki bu görüşlerimin açıkça birkez daha doğrulanmış olduğuna hemen hiç şaşırmadım: Hegel’e göre târihte olup biten herşeyin ardında akıl vardır(!?), akıl kendisine koyduğu amacı adım adım gerçekleştirirken kendisi hakkındaki bilgiyi sistem aracılığıyla felsefede ortaya koyar(!?). Bu amaç: kendini gerçekleştirme ve bunun bilgisine varma. Dolayısıyla târihin sonunda, yâni akıl târihe egemen olduğunda bunun bilgisi felsefe aracılığıyla dile dökülecek(!?) ve akıl kendisini tanıyacakmış(!?).. Tanrım.. Demek ki akıl kendini gerçekleştirirken(!?) ne yaptığını bilmiyor(!?).. Bu ne büyük bir aptallık!.. Demek ki akıllı kişiler ile deliler arasındaki fark yaptıkları eylem sırasında değil, bu eylemin sonucunda, buna dâir bir farkındalıkla ortaya çıkıyor(!?). Bu ne büyük bir aptallık!.. Deliler eylemlerinin sonuçlarını tartamadıkları gibi bunları gerçekleştirirken de herhangi bir farkındalığa sâhip değildir.. Şu hâlde akıl sâhibi bir varlık belirli bir eylemi gerçekleştirirken bunun farkında değilse bu kişinin delilerden farkı nedir!? Bu aynı zamanda da şu demeye gelir: Hegel’in sistemi tam bir deli saçmasıdır.. Ayrıca aklın kişileştirilmesi ve onun insan varlığından bağımsız düşünülmesi meselelerine hiç girmeyeyim, üzerinde konuşmaya bile değmez.. Öte yandan mutlak tin, mutlak ayrımlaşmamışlık, hiçlik dialektiği vb. uyduruk kavramlar yaratmada hiçbir filozof Alman İdealistlerinin eline su dökemez..

 

Korkarım ki günün birinde Alman oryantalistleri bu zırvalıkları da Asyalı ve Afrikalı aydınlara çağdaşlık olarak yutturmaya çalışacaktır, sanırım bu konuda önceliği de Osmanlı aydınlarına vereceklerdir.. Çünkü şu sıralar Osmanlı Devleti ile Almanlar arasında ciddî yakınlaşmalar var ve beyinleri Alman emperyalizminin hedefleri doğrultusunda formatlandırılmakta.. Dârülfünun bünyesinde Fransa’ya ve Almanya’ya gönderdikleri öğrenciler “Batının yüksek değerleri” nâmına bu zırvalıkları alıp ülkelerine taşıyorlar, Pâris’ten dönenler Fransız oryantalistlerinin, Berlin’den dönenler de Alman oryantalistlerinin taşeronluğunu yapmayı “aydınlık bilinci”nin(!?) bir gereği olarak görüyor/gösteriyor.. Tanrım.. Sen bu çocuklara akıl ve sağduyu ihsân et..

 

Hadi bu çocukların hayat tecrübeleri, deneyimleri sınırlığı olduğu için oryantalizmin aptallık hipnozuna yakalanmaları neyse de onların tesiriyle bu hipnozu Dârülfünun’da kurumsallaştırmaya çalışan müderrislerine ne demeli!? Meselâ Münif Paşa’ya, Mecmuâ-î Fûnun ve Hazine-î Evrak isimli dergilerde Hegel’e düzdüğü methiyelere ne demeli.. Münif Paşa’nın ünü Kıtâ Avrupa’yı çoktan aştı, Ada Avrupa’ya kadar taşındı, bizim oryantalistler bu adam hakkında pek övücü lâflar ediyor, Dârülfünun’un yeniden açılmasını ve burada oryantalizm propagandalarının yeniden yapılmasını sağladığı için onu baş tâcı ediyorlar.. Nasıl etmesinler ki!.. Oryantalistlerin Osmanlı ülkesindeki medreselere sızması mümkün değil, dolayısıyla onlar için Dârülfünun eşi bulunmaz bir “özgürlük plâtformu”.. Dârülfünun’da derslerin halka açık bir biçimde yapılmasını da ilk olarak bizim oryantalistler “tavsiye” etmiş, bu yolla geniş halk kitlelerini de bu aptallık hipnozuna katmaları kuşkusuz daha kolay olacaktı.. Ancak Ulemâ burada anlatılanları Müslümanlığa aykırı bulup Saray’a baskı yapınca Dârülfünun kapatılmıştı.. İşte Münif Paşa, Saray’ın bu karârından vazgeçmesini sağlayanların başında geliyordu.. Yakında bu adama da Sir unvânı verilirse hiç şaşırmam.. Sir Münif Paşa.. Görevi: Osmanlı ülkesinde emperyalistlerin ve oryantalistlerin bir numaralı silâhşörlüğünü yapmak.. Kim bilir, belki de günün birinde Anglikan Kilisesi tarafından aziz bile ilân edilirsin..

 

Gerçekten de şu Münif Paşa meselesi ilerde Osmanlı Devleti’nin başına büyük işler açacaktır kanaatindeyim.. Bu adam henüz erken yaşlardan îtîbâren bizim oryantalistlerle yakın ilişkiler içinde olmuş: babasının işi gereği Mısır’a gelmişler, babası Mısır Vâlisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim’e Arapça ve Farsça öğretmiş, kendilerine tahsis edilen konakta bizim oryantalistler baba ve oğlu aptallık hipnozları altına almışlar. Bu lânet heriflerin başını da Charles Bonney çekiyormuş. Ben bu adamı Lord Chodorow’dan öğrenmiştim, yirmi ikinci yaş günümde bana bu lânet herifin Yakın Doğu Araştırmaları isimli kitabını hediye etmişti Lord Chodorow.. İşte bu lânet herif genç Münif’e İngilizce öğretmiş, Anglo-Sakson toplum düzenini baş değer olarak göstermiş, genç Münif’i bir tam bir İngiliz hayrânı olarak yetiştirmiş.. Tanrım.. Osmanlı idârecileri burunlarının dibine kadar sızmış olan bu lânet herifleri ve onların aptallık hipnozu altında kalan yöneticilerini göremiyor mu, bunların yol açtıkları tehlikeleri fark edemiyorlar mı.. Tanrım.. 1852 yılında Osmanlı idâresi altında kurulan Tercüme Odasında Münif bizim oryantalistlerin propaganda metinlerini Osmanlıcaya çevirdi, bu aptallık hipnozunu başta Pâdişah olmak üzere devletin en üst kademedeki yöneticilerine yaymaya çalıştı. Kendisi bir dönem Maarif Nâzırlığı da yapmış ki işin en dehşet boyutu da burası: bu adamın belirlediği/düzenlediği müfredatla yetişen genç nesillerin Anglo-Sakson vahşîliğine, bu toplum yapısına özenmesi, Batının değerleri nâmına tüm zırvalıklarını sâhiplenmesi hiç şaşırtıcı olmayacaktır.. Tanrım.. Saray ne biçim bir gaflet uykusundadır ki entellektüel darağacına gönderilmesi gereken Münif Paşa’yı üstüne üstlük Maarifin başına geçiriyor.. Tanrı’ya şükürler olsun ki Ulemâ’da hâlâ iş var.. Münif Paşa’nın bundan üç yıl kadar önce Mecmuâ-î Fûnun’da yazdığı bir yazıdan dolayı bu derginin kapatılmasını sağladılar, Saray nezlinde onun îtîbârını sarstılar. Dilerim Ulemâ bu başarıları Dârülfünun konusunda da yeniden ve biran önce gösterir..

 

Osmanlı Devleti’nin Pâris’e yolladığı öğrenciler hakkında da çok ciddî endişelerim var: Descartes’in şahsında simgeleşen ve biz Avrupalıların temel sorunlarından biri olan ve aynı zamanda da modern felsefenin üzerine sinen temel bir düşünme biçimi var: ikicikli düşünme biçimi. Felsefede buna düalizm demişler, ancak bu kelime daha dar bir anlama sâhip, meselenin sâdece bir yönüne göndermede bulunuyor. O yüzden ikicikli düşünme biçimi demek sanırım daha uygun.. Şahsî kanaatim şudur ki Avrupa insanının bu düşünme biçimi nedeniyle ötekileştirmenin gerçekleşmediği bir toplum yapısı, bir epistemoloji görüşü ya da bir felsefî sistem biz Avrupalılar için anlaşılamaz.. Yine şahsî kanaatim şudur ki bu düşünme biçiminin kökensel karşılığı da Aristoteryan mantıktır. Şöyle ki: Aristoteles’e göre düşünme edimi mantık tarafından belirlenir ve üç temel mantık ilkesi vardır: özdeşlik ilkesi, çelişmezlik ilkesi ve üçüncü hâlin imkânsızlığı ilkesi. İkinci ve üçüncü ilke, ilk ilkenin birer emplikasyonundan ibârettir ve bu üç ilke de bir şeyin ya A ya da non A olmak durumunda olduğunu söyler.. Ne var ki Patristik dönemden îtîbâren bu mantık bir kenâra bırakılır, bu mantık Kilisenin gereksinmelerine aykırıdır, çünkü Îsâ Mesih hem insan hem de Tanrı’ysa(!?), Kutsal Ruh hem maddî hem de mânevî bir töze sâhipse(!?); Pavlus, Tanrı’nın elçisi olmadığı hâlde ondan vahiy almışsa(!?) ve bu gibi zırvalıklar nedeniyle Patristik filozoflar A ile non A arasındaki sınırları kaldırdılar, her ikisini aynı nesne içinde ele aldılar.. Tâ ki Descartes töz sorunu tartışmasıyla birlikte A ile non A arasındaki ilişkide bu ikisini birbirinden kesin olarak ayırıncaya kadar.. Descartes’a göre töz: vârolmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan şeydi ve sonlu töz ile sonsuz töz olmak üzere iki türlüydü, sonlu töz de ruh ve beden olmak üzere iki türlüydü, ancak töz vârolmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymuyorsa nasıl oluyor da insan söz konusu olunca biri diğerine ihtiyaç duyuyordu? Dolayısıyla Descartes’la birlikte A ile non A arasındaki ilişkide A ile non A’nın nasıl olup da birarada bulunabildiği, aynı nesne içinde bütünleşebildiği sorunu gündeme geldi ve Aristoteryan mantığa yeniden dönülmeye çalışıldı. Ancak Descartes çok önemli bir yanılgıya imzâ attı: ikicikli düşünme biçimini tüm varlık âlemine uyguladı, artık A ile non A’nın birarada bulunamayacak olduğuna îmân edilmeye başlandı.. Eğer mesele Kilisenin bu zırvalıklarına dönük, bunlarla ilgili bir mesele olarak kalsaydı Descartes gerçekten de insanlık değerlerinin gerçekleşmesi uğrunda önemli bir adım atmış oldurdu. Ancak Descartes bunu yapmak yerine, bu zırvalıklardan bağımsız olarak ikicikli düşünme biçimini en yüksek değer hâline getirdi. Artık modern felsefede kurulacak olan dizgelerde, geliştirilecek olan devlet ve toplum öğretilerinde ve daha başka pek çok şeyde bu düşünme biçimi kullanıldı.. Meselâ Leibniz’e göre bir şey ya basit monattır (A) ya da bileşik monat (non A); bu ikisinin dışında bir şey olamaz, bu ikisi birarada bulunamaz.. Veya Hume’a göre bir bilgi ya idea ilişkileri hakkındadır (A) ya da olgu sorunları hakkındadır (non A); bu ikisinin dışında bir şey olamaz, bu ikisi birarada bulunamaz.. Veya Kant’a göre bir şey ya fenomendir (A) ya da numen (non A); bu ikisinin dışında bir şey olamaz, bu ikisi birarada bulunamaz.. Demin Kant’ın bu ayrımının kendi içinde çelişkili sonuçlar yarattığını yazmıştım, şimdi düşünüyorum da Almanların bu sığ düşünceliliğinin ardında modern felsefeye ve onun temelinde olan ikicikli düşünme biçimine ve bunun da kökensel karşılığı olan Aristoteryan mantığa bağlılığı var olmalı; eğer bu sığ düşüncelilik yedikleri ekmekten, içtikleri sudan kaynaklanmıyorsa okullarında verdikleri eğitimden kaynaklanıyor olmalı..

 

Bunlar bir tarafa, şahsî kanaatim şudur ki modern felsefe ötekileştirmenin öteki adıdır. Modern felsefenin kurucusu olarak anılagelen Descartes ötekileştirmenin fetiş hâline getirilmesinde en önemli isimdir. Descartes’ın asıl sorunu: ruh ile beden düalizmini kendine sorun hâline getirmesiydi.. Dolayısıyla asıl sorun: ruh ile bedenin nasıl olup da birarada bulunduğu sorunu değil, neden ruh ile beden birbirinden bağımsız olarak vârolmak zorunda olsun, neden bunların birbirinden ayrı olarak bulunmaları gereksin sorunudur, yâni sorun ben ile ötekinin nasıl olup da birarada bulunduğu sorunu değil, ben ile öteki niçin birbirinden ayrı olarak bulunmak zorunda olduğu sorunudur.. Kilise zırvalıkları söz konusu olduğunda A ile non A’nın birlikteliği kendi içinde saçmanın saçmasıdır.. Ancak buradan hareketle tüm varlık âlemine dâir bir sonuç çıkartılamaz ki.. Tanrım.. İkicikli düşünme biçimi ancak insan-Tanrı ilişkileri söz konusu olduğunda anlamlıdır, bunun ötesinde değil.. Bu düşünme biçimi Tanrı’nın İbrâhim’in çadırına gelemeyeceğini, bir bâkirenin mahrem yerinde insan şekline dönüşemeyeceğini vb. temellendirmeye yarar.. Ancak bu düşünme biçimi başka alanlara uygulandığında epistemolojik ve toplumkuramsal sorunlara yol açıyor.. Yâni Katolikler Protestanları, Protestanlar Katolikleri; Müslümanlar Hinduları, Hindular Müslümanları vb. düşman belliyor.. A ile non A arasındaki farklar A ile non A’nın birarada bulunamayacağını, bu ikisinin aynı nesne içinde birlikte yaşayamayacağını göstermez ki, arada hiçbir zorunlu bağ yok ki.. Tanrım.. İşte, Osmanlı’da ötekileştirmenin ortaya çıkmayışının temel nedeni olarak gördüğüm toplumsal genetiğinin üzerine sinen düşünme biçimi öyle görünüyor ki ikicikli düşünme biçimine yabancı ve hattâ ona karşıdır da.. Ne kadar acıdır ki Fransız oryantalistleri ikicikli düşünme biçimini modern felsefenin üzerine sinmiş olduğu için ve modern felsefe de özellikle de Asya ve Afrika ülkelerinde önemli bir beyin yıkama aracı hâline getirildiği için, bu düşünme biçimini olanaklı tek düşünme biçimi olarak gösteriyorlar, Pâris’te felsefe eğitimi alan genç öğrencilerin zihinlerini de buna göre formatlandırıyorlar.. Dolayısıyla ikicikli düşünme biçimi Asya ve Afrika’ya taşınıyor, saçma sapan bir çağdaşlık anlayışı altında ötekileştirme en yüksek ideâl hâline getiriliyor..

 

Tanrım.. Ne Liberaller ne Sosyalistler, ne Cumhuriyetçiler ne Mutlâkıyetçiler, ne Demokratlar ne Meşrutiyetçiler vb. bütün bu kimseler birbirlerini düşman olarak algılıyor, kendilerinden farklı düşüncede, görüşte, fikirde, kanaatte vb. olan kimselerle ortak değerler etrâfında, insanlık değerleri etrâfında birleşemeyeceklerini zannediyorlar.. Tanrım.. A ile non A (ya da ben ile öteki) birbirine o kadar düşman bir hâle getiriliyor ki sonunda birbirlerinin kuyularını kazıyorlar.. Dolayısıyla ikicikli düşünme biçimi şu ya da bu nedenle ve şu ya da bu biçimde birileri tarafından birilerini kasıtlı olarak bir yerlere çekmek için kullanılıyor.. Meselâ İngiliz emperyalizminin Ermenî politikası bunun açık örneklerinden biri, Anglo-Sakson vahşîliğinin simgeleştiği önemli politikalardan biri: asırlardır Türklerle birarada yaşamış olan Ermenîler şimdilerde bağımsız(!?) bir Ermenî devleti kurmak için dolduruluşa getiriliyor.. Mâdem ki A ile non A birarada yaşayamazdı, o hâlde nasıl oldu da bunca asırdır Ermenîler ile Türkler birarada yaşadılar.. Tanrım.. Nasıl oldu da Avrupa’da modern paganlar ile Yahudiler birbirlerini keserken Osmanlı idâresi altında aralarında en ufak bir sürtüşme çıkmadı.. Tanrım.. Çağdaşlık ben ile ötekini birbirine kırdırmak mıdır yoksa ben ile ötekine eşit mesâfede durmak mıdır.. Modern felsefe kelimenin özgün anlamıyla ne kadar modern’dir.. Modern felsefenin üzerine sinen bu düşünme biçimi aşılması gereken bir düşünme biçimiyken bunun bu denli sâhiplenilmesi insanlık ideâllerinde ilerleme düşüncesinin ciddî yaralar almasına neden oluyor.. Bunları başta Osmanlı aydınları olmak üzere Asyalı ve Afrikalı aydınlar ne zaman anlayacak..

 

Bundan iki yıl kadar önce yine Almanlara özgü bir sığ düşüncelilikle Dilthey bu ikicikli düşünme biçimine dayalı çok ciddî bir yanlışa imzâ attı: Einleitung in die Geisteswissenschaften isimli kitabı bu düşünme biçiminin sosyâl bilimlere yönelik bir uygulaması.. Dilthey sosyâl bilimlerin yönteminin doğa bilimlerinden farklı olması gerektiğine, bu bilimlerin yöneldiği olguların doğa bilimlerinin yöntemleriyle kavranılamayacağına inanıyor, sosyâl bilimlerde ancak hermeneutiğin olanaklı tek yöntem olarak kullanılabileceğini savunuyor.. Dilthey’a göre doğada nicelikler, insan dünyâsında ise nitelikler bulunur(!?); doğa açıklanmayı bekleyen bir varlık düzlemiyken, insan dünyâsı anlaşılmayı bekleyen bir varlık düzlemidir(!?). Açıklama yapmak için genel yasa önermelerinden hareket edilir ve belirli türden bir dedüksiyon kullanılır, bu önermelerin elde edilmesi ise temelde pozitif yöntemlere dayanır, ancak anlamanın gerçekleşmesi içinse duygudaşlık kurmak, anlaşılacak nesnenin bilinç yaşantılarıyla bağını kurmak gerekir. Dolayısıyla sosyâl bilimlerde doğa bilimlerinin yöntemlerine yer yoktur(!?)..

 

İşte, Dilthey da yakın dönem Alman felsefesindeki sığ düşünceliliği bu kitabında resmetmiş.. Tanrım.. Neden insan dünyâsında niceliğe de yer olmasın ki!.. İnsan dünyâsında niteliklerin yer alması bu dünyâda niceliklerin yer alması olanağını ortadan kaldırır mı!.. Tanrım.. Sosyâl bilimlerde hermeneutiğin kullanılması gerekliliği bu bilimlerde temelinde matematiğin bulunduğu pozitif yöntemleri, yâni doğa bilimlerinin yöntemlerini de kullanma olanağını ortadan kaldırır mı!.. Bu ne kadar büyük bir sığ düşüncelilik böyle.. Aslında Dilthey da Pozitivistlere karşı çıkıyor, onların metodolojik yanlışlarını düzeltmek nâmına başka yanlışlara imzâ atıyor.. Oysa ki bu metodoloji tartışmalarında her iki taraf da gerek pozitif yöntemlerin gerekse hermeneutiğin birarada kullanılabileceği gerçeğini ve hattâ birarada kullanılması gerektiği gerçeğini göremiyor.. Tanrım.. Bunlar ne biçim filozof böyle.. Bir de filozofların keskin görülü kimseler olduğu söylenir.. Eğer bu keskin görülü hâlleriyse Tanrı bizleri sığ düşünceli hâllerinden korusun!..

 

Gerek Pozitivistler gerekse Dilthey şunu anlayamıyor: belirli bir toplum olsun. Bu toplum içinde belirli bir târihte işsizlik oranına ilişkin bir araştırma yapılmış olsun. Çıkan sonuç da %25 olsun. Başka bir târihte yine aynı toplum içindeki işsizlik oranına ilişkin bir başka araştırma yapılmış olsun, bunun sonucu da %15 olsun.. Şimdi Pozitivistler diyor ki: ‘Bir sosyoloğun görevi yalnızca bu gibi saptamalar yapmaktır(!?), bunların nedenleri hakkında konuşacak olursa “metafizik” yapmış olur(!?), eğer “metafizik” yapacak olursa bilimsel nesnellik zemîninden çıkar ve temelsiz bir iş yapar(!?)..’ Dilthey da diyor ki: ‘Belirli bir toplumda istihdâmın artıp artmadığını anlamak için o toplum içindeki bireylerle duygudaşlık kurulmalı(!?), onların içinde yaşadığı ortam yeniden canlandırılarak buna karar verilmeli(!?), dolayısıyla bu konuda bu saptamanın bir gereği yok(!?)..’ Tanrım.. Bu ne kadar büyük bir sığ düşüncelilik böyle.. Pozitivistler şurada yanılıyor: bu tür saptamaları sayıp dökmek sosyâl bilimlerden beklenen târihsel, kültürel ve entellektüel görevleri karşılayamaz, bunların karşılanabilmesi için bunların nedenleri hakkında da değerlendirmelerde bulunulmalı, gerektiğinde somut çözümler araştırılmalıdır. Pozitivistler saçma sapan bir nesnellik anlayışı uğruna sosyâl bilimleri iğdiş ediyor, içini boşaltıyor.. Oysa ki bu bilimlerin amacının toplumu yeniden düzenlemek olduğu unutuluyor.. Sosyâl bilimlerin henüz yeni keşfedildiği dönemlerde filozofları bu bilimler üzerinde düşünmeye iten nedenlerin ne olduğu unutuluyor.. Aydınlanma sonrası Jakobenlerin estirdiği devlet terörü sırasında bu bilimlerde elde edilecek bilgilerle toplumun refâhının sağlanmak istendiği unutuluyor.. Bu tür saptamalar hangi sorunları nasıl çözecek.. Bize insan doğası hakkında ne söyleyecek.. Tanrım.. Dilthey ise şurada yanılıyor: pozitif yöntemler olmaksızın hermeneutik aslâ bir işe yaramaz. Hermeneutikle yorumlanacak olan şey: pozitif yöntemlerle elde edilen bulgulardır. Aksi taktirde hermeneutik sosyâlbilimcilerin ayaklarını yerden keser, en az Hegel’in sistemi kadar deli saçması ürünler ortaya koymalarına neden olur.. Dolayısıyla pozitif yöntemlerle elde edilen bulgular sosyâlbilimcilere adımlarını sağlıklı atabilecekleri bir zemin sağlar..

 

Örneğime dönersem: işsizlik niçin azaldı? Bunu bize pozitif yöntemler vermez/veremez, bu yöntemler işsizlik oranları arasındaki farkı gösterir, ama bu Pozitivistlerin öngörüsünün aksine yeterli değildir, bunun nedenlerine de bakmak gerekir. Pekî hükümet yeni istihdam olanakları yarattığı için mi bu oran düştü? Ya da çalışabilir durumda olan bireyler artık iş bulma umutlarını kaybettiği için mi, iş aramaktan vazgeçtikleri için mi bu oran düştü? İlk seçeneği sınamak için yine pozitif yöntemlere başvurmalıyız, ancak ikinci seçeneği sınamak için ise hermeneutiğe.. Hermeneutik aracılığıyla bu bireylerin içinde yaşadıkları ortamı yeniden canlandırmalı, onların bilinç yaşantılarının içine girmeliyiz.. İşte, sosyâl bilimlerde pozitif yöntemler ile hermeneutik pekâlâ yanyana olabilir.. Bu ikisi arasındaki farklılıklar onları birbirine düşman etmez ki.. Pekâlâ sosyâl bilimlerde de pozitif yöntemler kullanılabilir ve hattâ kullanılması gerekir.. Tanrım.. Dilthey da bu düşünme biçimine, bunun kökensel karşılığı olan Aristoteryan mantığa sıkı sıkıya bağlı kaldığı için böylesine büyük bir metodolojik yanlışa imzâ attı.. Ama anlayan kim.. Alman filozofları yakında bu adamı da göklere çıkartırlarsa hiç şaşırmam, ne de olsa hepsinin kafası aynı sığlıkta..

 

...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Az önce târih boyunca insan dünyâsında meydana gelmiş hemen tüm önemli değişim ve dönüşüm süreçlerinde bir şekilde katkısı bulunan tüm Almanların bu süreçlerde ciddî bozunmalara yol açtığını, bunun nedeninin de Almanlara özgü bir sığ düşüncelilik olduğunu yazmıştım. Bu bağlamda Marks ve onun öncülüğünde Alman Sosyalistleri hakkında da bir-iki şey yazmak isterim: gerçekten de sosyalist hareket içinde Robert Owen’ın yeri büyük önemdedir. Kendisi Birleşik Krallıkta işçi sınıfının birleşmesi ve burjuvanın ekonomik ve siyâsî ayrıcalıklarının ortadan kaldırılması, işçilerin demokratik hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi ve korunması konularında büyük başarılara imzâ attı. Bizdeki sendikâl örgütlenmenin temel prototipini de bizzat kendisi belirledi, uyguladı, denetledi; başta çalışma saatleri olmak üzere işçilerin yaşam koşulları hakkında ciddî iyileştirmeler yapılmasını, işçilerin sosyâl güvenlik haklarının tanınmasını sağladı.. Ne var ki Owenist sosyalist hareket Kıtâ Avrupa’ya taşındığında başta Marks olmak üzere Alman sığ düşünceliliğine teslim edildi ve Alman Sosyalistleri sendikâl faaliyetlerin içeriğini, yapısını, özünü ve işlevini deyim yerindeyse dumura uğrattı.. Daha önce de yazdığım gibi Kıtâ Avrupa’daki sosyalist hareket çok büyük bir toplumsal projeye dönüşmüştü; içine dîni, sanatı, kültürü, felsefeyi vb. hemen tüm insan etkinliklerini alan bir projeye.. İşte bu projenin en önemli dayanağı: sınıfsız toplum modeliydi.. İşte, Alman sığ düşünceliliği burada da birkez daha karşımıza çıkıyordu: Alman Sosyalistleri burjuvanın ekonomik ve siyâsî ayrıcalıklarına karşı çıkmak yerine burjuvaya karşı çıktılar, sınıflaşmanın olumsuz etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmak yerine sınıflaşmayı ortadan kaldırmaya çalıştılar, üretim araçları üzerinde burjuvanın hâkimiyetini kaldırmaya çalışmak yerine özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya çalıştılar, aile içinde kadının bir mal gibi alınıp satılmasına karşı çıkmak yerine aileye karşı çıktılar ve aile kurumunu kaldırmak istediler ve daha bu gibi nice boş, yanlış, zararlı ve büyük bir aptallık ürünü olan işlere yeltendiler.. Tanrım..

 

Gerçekten de Alman Sosyalistleri insan dünyâsında Robert Owen’la başlayan önemli bir değişim ve dönüşüm sürecini ciddî bir biçimde bozuma uğrattı ve bunu yaparken özellikle de târihsel ve antropolojik bulguları keyfî bir biçimde yorumladılar.. Ortaya koydukları tüm zırvalıklar değersel bakımdan bir ve aynı değil, ben bunlar arasından yalnızca biri üzerinde biraz durayım:

 

Marks’a göre târih sınıf savaşımlarının târihidir(!?). Târihe yön vermiş tüm gelişmelerin ardında sınıf savaşımları vardır(!?). Sınıf savaşımları târih boyunca her toplumda ve her alanda yaşanmış(!?), bu sınıflar ezenler ve ezilenler olmak üzere iki temel öbekte yer almıştır(!?).. Tanrım.. Demek ki Osmanlı Devleti târih dışı bir devlet.. Demek ki târihte Osmanlı Devleti diye bir devlet kurulmamış, biz kurulduğunu zannetmekle büyük bir yanılsama içindeyiz.. Tanrım.. Osmanlı Devleti’nde sınıflaşma yok, tâ öteden beri de yok, bu gidişle olabileceğini de pek zannetmiyorum; Osmanlı Devleti’nin toprak politikaları sınıflaşma olgusunun ortaya çıkmasını engelliyor çünkü.. Şu hâlde sınıflaşmanın ortaya çıkmadığı bir toplumda sınıf savaşımları da olamayacağına göre demek ki târihte Osmanlı Devleti’ne yer yok(!?).. Tanrım.. Bu ne kadar büyük bir sığ düşünceliliktir ki Batı Avrupa târihi için geçerli olan bir durumu başta Marks olmak üzere Alman Sosyalistleri tüm dünyâ târihine yüklemeye çalışıyorlar.. Tanrım.. Bu nasıl bir iştir ki Batı Avrupa toplumlarının kendi toplumsal yapıları ile diğer toplumların kendi toplumsal yapılarını bir ve aynı kâbul ediyorlar, bu da yetmiyormuş gibi bunu târihe yüklüyorlar.. Tanrım.. Osmanlı Devleti’nde uygulanan toprak politikalarına göre topraklar Pâdişâh’ın mülkü ve bunların kullanım hakkı belirli süreler için ve belirli şartlarla reayâya devrediliyor, onlar da asker besleme karşılığında bu toprakları işleyerek geçimlerini sürdürüyor. Şu son dönemlere kadar bu sistem tıkır tıkır işliyordu; ancak arttırılan vergiler, savaşların uzun sürmesi ve askerî teşkilâtlarında ortaya çıkan başka bâzı bozunmalar nedeniyle bu sistemde önemli açmazlarla karşılaştılar.. Fakat diyeceğim şu ki bu toprak politikaları Batı Avrupa’da ortaya çıkan feodalizm ve serflik kurumu gibi bir oluşuma imkân vermiyordu. Reayada artı-değer güdüsü de yoktu ve sanâyîleşmek yönünde herhangi bir çabaları da olmadı, zâten reaya toprakla ilgilenirken bu işler de genellikle gayrimüslimlere bırakılmıştı, onların da böyle bir çaba içinde olmadıklarını görüyoruz.. Şu hâlde.. Tanrım..

 

Meselenin bir de şu boyutu var: Batının burjuvası emperyalist olduğu gibi proleteryası da emperyalisttir.. Bu o kadar öyledir ki Asya proleteryası Avrupa proleteryasıyla birleşmek ve Çarlığı birlikte devirmek istediklerinde Avrupa proleteryası onları kendi kaderlerine terk etmiştir. Çünkü Çarlık mevcut hâliyle Batının iyi bir pazarıdır ve bu pazarın kaybedilmesi hâlinde bundan Avrupa burjuvasının büyük zararları olacağı gibi, aynı şekilde Avrupa proleteryasının da büyük zararları olacaktır.. Dolayısıyla eğer ille de A ile non A’yı ayırmak gerekecekse ki bence bu çaba yersizdir, bu ayrım Avrupa burjuvası ile proleteryası arasında değil, Avrupa proleteryası ile Asya proleteryası arasında olmalı.. Ancak böyle yapılınca da tabiî ki başka ayrımsal sorunlar ortaya çıkıyor ki bunlara şimdi girmeyeyim, fakat demem o ki Marks’ın öncülüğünde Alman Sosyalistlerinin îmân ettiği ayrımlar tamâmen yapaydır, Avrupa’nın burjuvası ile proleteryası arasında hiçbir fark olmadığı gibi bu târih kuramı da Alman sığ düşünceliliğinin güzel bir betimidir..

 

Şu târih boyunca insan dünyâsında meydana gelmiş hemen tüm önemli değişim ve dönüşüm süreçlerinde bir şekilde katkısı bulunan tüm Almanların bu süreçlerde ciddî bozunmalara yol açması meselesi hakkında son olarak Kıtâ Avrupa’daki aktüel bir tartışmaya ilişkin görüşlerimi de günlüğüme kısaca kaydedeyim, bu tartışma: dinsel yabancılaşma tartışması: insan ile Tanrı arasındaki ilişki sorunu tâ Antikçağ’dan bu yana hep tartışılmış, insansal özelliklerin Tanrı’ya atfedilmesini eleştiren pek çok düşünür ortaya çıkmıştır. Meselâ Greklerde bunun öncülüğünü Xenophanes yapmıştı, Ortaçağ Avrupasında Ockhamlı William, Müslümanlık dünyâsında Muhammet, Rönesans’ta Trevor Tizard, 17. yüzyılda Andrew Hindeland, 18. yüzyılda Philliphe Riddel yapmıştı, zamânımızda da Philo Less yapmakta.. Philo Less gerçekten de Ada Avrupa’da değer verdiğim çok önemli bir düşünür, Anglikan Kilisesini ve Katolikleri karşısına almaktan hiç çekinmeyen önemli bir düşün savaşçısı.. Üzerinde yoğunlaştığı en önemli meselelerden biri Anglikan Kilisesinin Katoliklerle olan bağı; bu bağ o kadar güçlü ki Anglikanların dînî törenleri, duâ biçimleri ve bunların içerikleri ve hattâ Anglikan din adamlarının kıyâfetleri bile Katoliklerinkinden pek kolay ayrılabilir nitelikte değil ve bunların ivedilikle bir tarafa bırakılması gerektiğini Philo Less hem de yüksek perdeden ortaya koyuyor ki bu faaliyetleri tarikatımızca da saygıyla karşılanıyor.. Gerçekten de Katolik piskoposların, kardinallerin ve özellikle de papaların o süs budalası görüntüleri, her taraflarından sarkan altın zincirler, haçlar, madalyalar vb. bütün bunlar gerçekten de son derece mide bulandırıcı, ayrıca bunlar kim bilir hangi insanlık suçları netîcesinde kendilerine verilmiştir, Tanrı bilir.. Ben ne zaman bu lânet heriflerden biriyle karşılaşsam kusmamak için kendimi zor tutarım, hâl böyleyken Anglikan din görevlilerinin de bu lânet heriflere özenmesi, özenmenin de ötesinde onları aynen taklit etmesi çok daha ********* bir durum.. Îmân ettikleri Matta’nın anı kitabının on dokuzuncu babında ‘kâmil insan olmak istiyorsan neyin varsa fakirlere dağıt, benim ardımca yürü, seni göklerde gerçek hazînen bekleyecektir’ yazdığı hâlde başta Vatikan olmak üzere din görevlilerinin bu süs budalalıklarını haklı çıkartacak mâkûl bir neden var mıdır hiç.. Tanrım.. Şu Katolikler hiç mi göremezler, bu ruhban sınıfının Îsâ Mesih’in yolundan saptığını, îmân ettikleri anı kitabında bu konuda belirtilenleri bile yerine getirmediklerini.. Philo Less işte bunların, bu değerli fikir ve görüşlerin savunucusu, Katolikleri ve Anglikanları insanoğlunun kendine yabancılaşmasının en yüksek formu olarak nitelendiriyor, aynı zamanda da Hıristiyanlığa yabancılaşmanın en yüksek formu. Çünkü Îsâ Mesih bize alçakgönüllülüğü, paylaşmayı, insanlar üzerinde prestij üstünlüğü yaratabilecek tavır ve davranışlardan; düşünce, görüş ve fikirlerden; yeme, içme ve giyinme tarzlarından özenle sakınmayı öğütlüyordu. Oysa ki başta Katolik din görevlileri olmak üzere Anglikan din görevlilerinin bu öğütlerle hiçbir ilişkisi kalmadı..

 

Ne var ki Less’in bu değerli görüşleri Kıtâ Avrupa’ya geçince Alman sığ düşünceliliğine teslim edildi ve bozulmaya başlandı: Feuerbach’a göre din insanın kendine yabancılaşmasının en yüksek formudur(!?); insanın kendi istek, arzu ve beklentilerinin kendisinden farklılaşmış bir varlığa, yâni tanrıya atfedilerek sınırsız ve sonsuz bir hâle getirilmesinin ürünüdür(!?).. Meselâ insan ölümsüz olmayı ister, kendisi ölümsüz olamadığı için ölümsüz bir varlık tasarlar; sonsuz bir güce sâhip olmayı ister, bunu başaramadığı için sonsuz bir güce sâhip bir varlık tasarlar vb. sonunda da bütün bu tasarımları tanrı imgesi altında birleştirir(!?).. Ancak bu imge bir zaman sonra kendine belirli türden bir gerçeklik kazandırır ve insanlar üzerinde baskı ve denetim kurmaya başlar(!?) ve insanı insan olmaktan çıkartır(!?).. Tanrım..

 

Gerçekten de zamânımızda Philo Less’in açtığı çığırdan ilerleyen önemli düşün adamları insan-Tanrı ilişkisinde tâ Sümerlerden kalma pagan geleneklerini yıkmaya çalışmada önemli adımlar attılar, ancak başta Feuerbach olmak üzere Marks ve diğer Alman Sosyalistleri Tanrı’yı, din olgusunu, insan-Tanrı ilişkisini aslâ kabûl edilemez bir noktaya taşıdılar.. İnsansal özelliklerin Tanrı’ya atfedilmesine karşı çıkmak yerine Tanrı’yı insansal özelliklerini kanıt göstererek(!?) yok saydılar.. Tanrım.. Alman sığ düşünceliliğinin en uç noktalarından biri de kuşkusuz burada tezâhür ediyor.. Din halkın afyonuymuş.. Tanrım.. Gerçekten de insanın Tanrı olmak, Tanrı’yla bir olmak gibi bir saplantısı var, tâ Sümerlerden bu yana bu saplantı değişik kültürlerde değişik biçimlerde anıtlaştırılmış. Ancak bu saplantıdan hareketle Tanrı’yı inkâr etmek, onu basit bir imgeler bütününe indirgemek ancak Alman sığ düşünceliliğine özgü.. Düşünüyorum da asıl afyon olan nedir diye, sınıfsız bir toplum modeli, dînî yükümlülüklerin olmadığı bir varlık düzlemi, günde altı saat çalışmanın yeterli olacağı bir ekonomi sistemi, özel mülkiyetin olmadığı bir toplumsal yapı.. Bunlardan âlâ afyon mu olur!.. Başka afyon aramaya ne gerek var!..

 

...

 

Tanrım.. Saat sabahın üçü olmuş.. Şu gemi yolculuğu başladığından bu yana kendimi yazmaya fazlasıyla kaptırdım, yazarken zamânın nasıl geçtiğini hiç anlamıyorum doğrusu.. Bu aslında bir bakıma iyi de oluyor, İzmir’e varıncaya kadar zihnimi içine düşmüş olduğumuz bu ateş çemberinden uzak tutmayı ne kadar başarabilirsem o kadar iyi.. Bu konularda yazmak istediğim daha başka pek çok şey var.. Ama şu an yorgunum ve uykum da geldi.. Şimdi üzerimi çıkartıp Edward’ın yanına gideceğim.. Bizi kim bilir yârın ne sürprizler bekliyor.. Tanrım.. Sen üzerimizden yardımını ve merhametini esirgeme..

 

6 Mayıs 1885

 

*

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.