Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü XII. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Athenagoras bana Miletos ve “felsefenin doğuşu” hakkında çok güzel birşey söyledi: ‘Felsefenin doğduğu topraklar olarak Miletos gösteriliyor, ama bu işin nasıl başladığını araştıran yok.. Başka kentlerin zenginliklerini yağmalamak, insanlarını sömürmek vb. suçların hesâbını soran yok..’ Bu da kuşkusuz Yunan Diasporasının üstün bir başarısı.. Görebildiğim kadarıyla meselenin bir de şu tarafı var: bugün başta Avrupalı oryantalistler olmak üzere hemen tüm aydınlarımız Batı medeniyetinin temelinin Yunan medeniyeti olduğunu bilir ve bu medeniyetin çekirdeklerinin atıldığı, büyüyüp serpilmeye başladığı başta Miletos olmak üzere eski İonya kolonileri üzerinde Doğulu bir milletin ve medeniyetin, yâni Türklerin ve Osmanlı medeniyetinin hüküm sürmesini doğru bulmaz.. Avrupalı oryantalistler Batı medeniyetinin temellerinde Doğu etkilerinin olduğunu görmek ve göstermek istemez.. Avrupalı aydınlar kendilerini şu “üstünlük” safsatalarına o kadar inandırmışlardır ki bunu bir tür onur meselesi hâline getirmişlerdir.. Pekî ya içe dönük bir oryantalizm yapmakta olan başta Osmanlı aydınları olmak üzere Asyalı ve Afrikalı aydınlara ne demeli!? Bunlar hem bilgisiz hem akılsız hem de kültürsüz değilse şâyet ancak hipnotize edilmiş olmalıdırlar ki bu da oryantalistlerin üstün bir başarısı..

 

Bugün hâlâ felsefe târihi denildiğinde Batı felsefesi târihi anlaşılıyorsa bu fazlasıyla garip değil mi!? Hem özgün bir Batı felsefesi târihi olmamasına rağmen.. Ve hattâ Rönesans ve Aydınlanma’yla birlikte bu felsefe tepetaklak çevrilmişken ki Aydınlanma, Rönesans’ta temelleri atılan toplum projesinin gerçekleşmesidir, bu felsefenin hâlâ yüksek bir değer taşıdığına inanan Asyalı ve Afrikalı aydınlara ne demeli!? Hele özellikle de Osmanlı aydınlarına.. Bizde bu toplum projesi tamamlanmadan önce modern paganlık yönetilenler üzerinde baskı ve denetim kurmanın aracı olmuş, Patristik dönemden îtîbâren filozoflarımız bunu temellendirmeye çalışmıştı. Ve hattâ bu amaç doğrultusunda ciltler dolusu kitap yazmak ve dolayısıyla da bir o kadar saçmalamak zorunda kalmışlardı.. Tabiî bu kitapların neredeyse tamâmı ya Vatikan tarafından sipâriş verilmiş ya da Vatikan’a yarabilmek için yazılmıştı.. Meselâ Augustinus’un Tanrı Devleti isimli kitabı tam bir sipâriştir, kendisini vaftiz eden Milano Başpiskoposu Ambrosius’un verdiği bir sipâriş.. Bizde bunlara karşı çıkan düşünürler, yazarlar, şâirler vb. aforoz edilirken bu *********liklerin hiçbirisi başta İslâm medeniyeti olmak üzere Doğunun hiçbir medeniyetinde yoktu. Avrupa’da Rönesans târihçilerinin verdiği isimle Ortaçağ yaşanırken Doğuda başta bilim ve sanat olmak üzere hemen tüm insan etkinliklerinde üstün başarılar kaydediliyordu. Özellikle de İslâm âlimleri hükümdarlarının koruyuculuğu altında bilimsel ve felsefî faaliyetlerini özgürce sürdürebiliyordu.. Bu medeniyetteki siyâsetnâmecilik geleneği ise bu farkın simgeleştiği en önemli göstergelerden biridir.. Bizde Rönesans ve Aydınlanma’dan önce, henüz gülmenin bile insanları Şeytan’ın saldırılarına açık bir hâle getiriyor diye Vatikan tarafından yasaklandığı bir dönemde düşünürler, yazarlar, şâirler vb. hükümdarlara değil akıl vermek, onların çizdiği sınırların biraz olsun dışına çıktıklarında her türlü baskı ve zulmü görürlerdi.. Ve hattâ bu nedenle yapıtlarında takma isimler kullanırlar, kralların önerileri doğrultusunda Vatikan’ın yılda bir düzenli olarak yayınladığı kara listelerde isimlerinin yazılmasını engellemeye çalışırlardı.. Ancak ne zaman ki modern paganlığın kamusal alandan özel alana çekilmesi Aydınlanma’yla birlikte tamamlandı, işte o zaman bizim aydınlarımız Doğuda bin yıldır zâten sâhip olunan düşünce ve ifâde özgürlüğüne kavuşmuş oldu.. İşte, Avrupalı oryantalistler tüm bu gerçeklerin (de) üzerini örterek sözüm ona şu “homojen”, “üstün” ve “ileri” Batı medeniyetini onlara kakalamaya çalışıyor.. Bence Asya ve Afrika Aydınlanmasının, yâni Üçüncü Dünyâ Aydınlanmasının özü oryantalizme ve oryantalistlere karşı bir aydınlanmadır. Kant’ın tâbiriyle Aydınlanmanın özü olan “kendi aklını kullanma cesâreti” Asya ve Afrika’da oryantalizme ve oryantalistlere karşı işletilmelidir..

 

Şüphesiz ki insanlık ideâlleri şu ya da bu dünyâ görüşünden, ideolojiden vb. bağımsızdır. Zâten adı üstünde değil mi: insanlık ideâlleri.. Dolayısıyla, bence bunlardan her biri bu ideâllere götüren farklı yollar olmalı.. Bence her dünyâ görüşü, her ideoloji vb. içinden çıktığı ve yine kendisine uygulanmak üzere geliştirilen topluma göreli olmalı.. Şahsî kanaatim şudur ki Asyalı ve Afrikalı aydınların başlatması gereken, bunda geç bile kalınmış olan Üçüncü Dünyâ Aydınlanmasında dikkat edilmesi gereken en önemli unsur da budur.. Bunu şu şekilde de ifâde edebilirim: yerel olan ile evrensel olanın tam bir uyumu.. Tabiî ki başta Alman filozofları olmak üzere Avrupalı aydınlar A ile non A’nın bu birlikteliğini yadırgayacaktır, onlardan da ancak bu beklenebilir.. Ancak henüz vakit varken bu birlikteliği, bunun nasıl gerçekleşmesi gerektiğini ve buna niçin ihtiyaçları olduğunu Asyalı ve Afrikalı aydınlar anlamalı.. Yoksa tıpkı Osmanlı aydınları gibi kendi şahsiyetlerini tamâmen yitirme tehlikesiyle kalakalacaklardır; kendi toplumlarına, içine doğdukları kültüre vb. yabancılaşacaklardır..

 

Biz Naturalistler şu sıralar Asya’da pek etkin değiliz, Asyalıları kendi himâyemiz altına alamadık. Ancak Orta Afrika’dakine benzer bir uyanışı Ruslar ciddî bir biçimde başlattılar gibi.. Dolayısıyla, aslında belki de fazla karamsar olmam yersiz olacak.. Meselâ Dostoyevski.. Gerçekten de Çarlığın batılılaşma süreci çok sancılı gerçekleşti, Avrupalı oryantalistlerin aptallık hipnozu Rusları fenâ hâlde sardı.. Bu o kadar öyleydi ki Çarlıkta bir dönem, sakallı insanların kafası kopartılıyor, Batılı giyim tarzı yerleştirilmeye çalışılıyordu.. Tanrı’ya şükürler olsun ki şimdilerde bu böyle değil.. Dostoyevski öncülüğünde bâzı Rus edebiyatçıları yerel olan ile evrensel olanı uzlaştırma çabası içine girdi. Bundan dört yıl kadar önce kaybettiğimiz Dostoyevski gerçekten de hem Ruslar için hem de Üçüncü Dünyâ Aydınlanması için çok acı bir kayıptır.. Aslında ben Dostoyevski’nin edebî kişiliğini pek beğenmem, yazdıkları arasında çok boş lâf var; gereksiz betimlemeler, gereksiz alt-metinler, gereksiz çözümlemeler.. Ama onu da yadırgamamak lâzım, onca kumar borcunu kitapların kiloyla satıldığı bir çağda başka türlü ödeyemezdi.. Bunlar bir tarafa, bence Dostoyevski eserlerinde gözettiği çaba îtîbârîyle Üçüncü Dünyâ Aydınlanmasında saygıyla anılacak bir isim.. Dostoyevski Rus edebiyatçılarına Grek-Latin mitolojisine, modern paganlığa vb. anti-seküler zırvalıklara atıfla eser yazmanın zorunlu olmadığını gösterdi, ben onun en çok bu yönünü beğenirim.. Bugün hâlâ Osmanlı ülkesindeki edebî faaliyetlerin niçin yetersiz olduğunu açıklamak nâmına birileri çıkıp da diyorsa ki ‘Osmanlı toplumu Batının temellerine (yâni bu anti-seküler zırvalıklara) yabancıdır, biz önce bunları tanıyalım, sonra onlar kadar büyük edebiyatçılara biz de sâhip oluruz’ diye, işte Dostoyevski Avrupalı oryantalistlerin yarattığı bu miti Rus edebiyâtı için yıkmayı başardı.. Ne kadar acıdır ki bu aptallık hipnozunun bir yan etkisi olarak bâzı Türk edebiyatçılarında Müslümanlık öncesi kendi şaman inanışlarını araştırma, Batının bu anti-seküler zırvalıklarının yerine kendi şamanist zırvalıklarını yerleştirme çabası başladı ki bunda kanımca şu Turancılığın etkisi de büyük olmuştur, işte bütün bu gelişmeler Asya’da ve özellikle de Osmanlı toplumunda Dostoyevski gibi aydınlara duyulan ihtiyâcın giderek artmakta olduğunun en güzel örneği olsa gerek.. Dostoyevski’nin eserleri gerçekten de Rus kültürünün en güzel betimleridir, ancak bunun yanı sıra insanlık ideâllerini benimsemiş kahramanların bu ideâlleri gerçekleştirmeye çalışma öykülerini anlatır.. Dilerim Dostoyevski’nin Çarlıkta yaktığı bu meşâle parıltısından hiçbirşey kaybetmez ve giderek büyür, Avrupalı oryantalistlerin mitlerini cayır cayır yakar ve bu aptallık hipnozunu sona erdirir.. Tanrı aklı başında bu tür edebiyatçılara güç versin..

 

Bu konuda Afrikalı aydınlar da ciddî sorgulamaların içine girmek üzereler sanırım.. Ben Afrikalıların bu uyanışında Matta da Cordeiro’yu diğerlerinden biraz daha önde görüyorum, bu aydından oldukça umutluyum, dilerim yüzümü kara çıkartmaz.. Kendisi Güney Afrika’da Kimbundu kültürünü yeniden diriltmeye çalışıyor, daha yirmi sekiz yaşında olmasına karşın yaşından beklenemeyecek faaliyetlerin içine giriyor.. Ben kendisiyle tanışmıyorum, onu Başpiskopos Baldwin’den duymuştum. Bundan bir yıl kadar önce Başpiskopos Baldwin, Orta ve Güney Afrika’ya bir ziyâret yapmıştı, orada Muhuhuli Kabîlesiyle ve diğer bölge kabîleleriyle yakından ilgilenmiş ve St. Simeon Kilisesi Misyonerlik Yüksek Heyetinin hazırladığı hediye paketlerini onlara kendi elleriyle dağıtmıştı.. İşte bu ziyâreti sırasında Başpiskopos Baldwin, Matta da Cordeiro’yla da tanışma fırsatı bulmuş ve ondan çok etkilenmiş. Bana söylediğine göre Matta da Cordeiro bir dönem Fransa’da Roma târihi üzerine eğitim almış, burada Romalıların sömürgecilik siyâsetlerini, bunların dayandığı temelleri ve yol açtığı hasarları anlayarak ülkesine döndüğünde başta bizimkiler olmak üzere Avrupalı misyonerlere karşı yerel kültürü araştırmaya ve savunmaya başlamış.. Hem üstelik bu kültürü Afrika paganlığıyla değil, sanırız bölgedeki Naturalist kardeşlerimizin etkisiyle Hıristiyanlığın özüne uygunluklu bir bakışla ele almış, Kimbundu kültürünü deyim yerindeyse Hıristiyanlaştırmaya çalışmış. İşe ilk önce Fransızca ve Portekizce yazmaya son vererek başlamış, daha sonra da Orta ve Güney Afrika’nın en ücrâ köşelerine kadar bir dizi seyahat yapmış, yerlilerden kendi atasözlerini ve deyimlerini toplamaya başlamış.. Başpiskopos Baldwin’e söylediğine göre bu atasözlerini ve deyimleri bir sözlük içinde toplayacakmış..

 

İşte, Matta da Cordeiro bu genç yaşına rağmen bu sömürgecilik siyâsetleriyle nasıl başedilmesi gerektiğini anlayan az sayıda insandan, az sayıda değerli aydından biri.. Dilerim günün birinde Türkler de bu tür çabaların içine girerler.. Bugün îtîbârîyle Türkler arasında üç faklı dil ve kültür yaygın: Saray ve bâzı aydınlar Osmanlıca konuşuyor ve Osmanlı medeniyeti içinde yaşıyor, başka bâzı aydınlar Fransızca, Almanca ve İngilizce konuşuyor ve kendilerine Batı medeniyeti içinde yer yapmaya çalışıyor, halk ise kendi öz dilleri ile Arapça ve Farsça kelimelerden oluşan, ama ağırlığın kendi öz dillerinde olduğu Türkçe-Osmanlıca karışımı bir dil konuşuyor ve kendilerini Asya medeniyeti içinde konumlandırıyor; dilerim Türkler de Matta da Cordeiro’dan örnek alır ve kendi öz dillerini araştırmaya yönelir, kendi kültürlerine sâhip çıkmak ve bunu geliştirmek nâmına şamanist zırvalıklarını baş tâcı etmeye son verirler..

 

Ne kadar üzücüdür ki bugün maalesef bâzı Afrikalı aydınlarda da Afrika paganlığına yönelmek gibi bir durum ortaya çıktı, bu da tıpkı oryantalizmin aptallık hipnozunun bir yan etkisi olarak bâzı Türk edebiyatçılarının bu şamanist zırvalıklarına yönelmesi gibi birşey.. Afrikalılar için bu belki pek yadırganabilir birşey değil, çünkü Afrika paganlığı her ne kadar modern paganlık kadar ********* olmasa da sonuçta o da belirli bir paganlık türü olmak bakımından akıl dışı ve zihinsel dönüşümlerin bir anda gerçekleşebilmesi zâten mümkün değil; dolayısıyla bu aydınların bu yönelimleri kendi içinde mâkûl bir nedene dayanıyor, ama Türkler Müslümanlıkla birlikte kendi zihin yapılarını modern paganlığı kabûl etmeye meyilli çarpık bir zihin yapısı olmaktan korumuşken onlarda bu şamanist zırvalıklara doğru ortaya çıkan yönelim gerçekten de çok ilginç.. Demek ki oryantalizmin kendisi olduğu kadar yan etkileri de Türkler üzerinde çok kuvvetli olmuş ve korkarım ki olmaya da devam edecek gibi görünüyor.. Ama dilerim Türkler de bundan da kurtulmayı başarır.. Dilerim Afrika’da ve Osmanlı ülkesinde Matta da Cordeiro gibi aydınların sayısı hızla çoğalır.. Tanrı Afrikalılara ve Türklere yardım etsin..

 

...

 

Doğrusu bu konularda yazmak kafamın içini boşaltmamı sağladı ve daha da önemlisi: bana bu içine düşmüş olduğumuz ateş çemberini bir nebze olsun unutturdu.. Bu iyi de oldu.. Ben bunun üzerine gittikçe meseleler beni daha da fazla boğuyor; iyisi mi felsefe, aydınlar, oryantalizm, Doğu-Batı ilişkileri vb. konuları hakkındaki görüşlerimi yazmaya devâm edeyim..

 

Görebildiğim kadarıyla Miletos ve “felsefenin doğuşu” meselesi hakkında şöyle çok önemli bir sorun var: ne Thales’i ne Anaksimandros’u ne de Anaksimenes’i.. Bence bunların hiçbirisi aslında gerçek anlamda bir filozof değildir. Bu şahıslar Homeros’un şiirlerini daha akılcı kılmaya çalışan ve bunu yaparken de o zamanlar bölük pörçük bir biçimde elden ele dolaştırılan Talmud metinlerini kendilerine hareket noktası alan sözde düşünürlerdi.. Bu o kadar öyleydi ki bu adamlar yazdıkları her satırda onlarca çelişkiye düşerdi.. Bu adamlara karşı Kolophonlu Xenophanes çok ciddî bir karşı çıkışta bulunmuş, Tanrı’nın insanlaştırılmasına ve bunun ardında da Yahova kültüne karşı çok büyük bir savaşım vermişti.. Ama onu anlayan kim.. Dolayısıyla Miletos’u felsefenin doğduğu topraklar olarak değil, felsefî faaliyetlerin başladığı topraklar olarak görmek daha doğru olur..

 

Ben şahsen felsefenin kurucusu olarak Sokrates’i görürüm.. İşte tam da bu noktada gerek Avrupalı oryantalistlerin ve aydınların gerek Asyalı ve Afrikalı aydınların gerekse de içe dönük bir oryantalizm yapmakta olan Osmanlı aydınlarının göremediği, görmek istemediği veya kasıtlı olarak üzerini örtmeye çalıştığı çok önemli bir sorun var: felsefenin başlatıcısı olmakla övünen Yunanlılar felsefenin kurucusu olarak görülmesi gereken Sokrates’i gençlerin aklını bozarak onları yanlış yerlere doğru sürüklüyor diye baldıran zehiri içerek öldürdüler.. İşte, Greklerin felsefeye olan asıl bakış açısı buydu.. Bu o kadar öyleydi ki Sokrates’ten sonraki filozoflar da Greklerin bu zulmüne mazhar olmamak için türlü yollara başvurmuştu.. Meselâ Aristoteles ömrünün son yıllarını Atinalılardan kaçmakla geçirdi, sonunda da Karpatos’a kaçarken yolda öldü.. İşte, Batı medeniyeti ve bunun temellerini atan Grekler kendileri gibi düşünmeyenleri, geleneklerin önlerine koyduğuyla yetinmeyip kendi akıllarını kullanma cesâreti gösterenleri ya yok ediyor ya da aforoz ediyor.. Hani, nerede üstünlük!? Bu dün ne kadar böyle idiyse bugün de o kadar böyledir!.. Sokrates’e, Ockhamlı William’a, Jan Dark’a, Thomas More’a ve hattâ Tizard’a yapılanlar ne oldu!? Hani, nerede ilerleme!.. Tanrım.. Bu nasıl bir *********liktir ki apaçık gerçeklerin üzeri saçma sapan, tutarsız, insanlık dışı yalanlarla örtülüyor.. Ve hattâ bu gerçekleri anlatanlar da gericilik yapmakla ithâm ediliyor.. Tanrım.. Yakında Vatikan, Sokrates’e îdâm cezâsı veren mahkeme üyelerini de aziz ilân ederse hiç şaşırmam..

 

Bildiğim kadarıyla Osmanlı Devleti’nin bandosu olan Mehter Takımında “iki adım ileri, bir adım geri” ilkesi benimsenmiş.. Bu ilke şu sıralar Avrupa’daki felsefî tartışmaları nitelendirmek için ne kadar da uygun.. Avrupa insanı Rönesans ve Aydınlanma’yla birlikte iki adım ileri attı, şimdi de Romantizm’le birlikte bir adım geri atıyor.. Buna az sonra deyinirim, ancak şu içe dönük bir oryantalizm yapmakta olan Osmanlı aydınları hakkında içimi çok acıtan bir meseleyi de yeri gelmişken günlüğüme kaydetmek isterim:

 

Avrupa’da yaklaşık son yarım yüzyıldır bir felsefe târihçiliği modası başladı. Bunun en önemli nedeni de Romantizm. Aydınlanmacılara bir tepki olarak Romantikler aklın karşısına duyguları, bilimin karşısına da inançları koyuyorlar. Neyse.. Benim söyleyeceğim asıl şey şu: özellikle de Alman felsefe târihçileri Eski Yunan felsefesiyle çok ilgililer ve Greklerin şu “barbarlar” hakkındaki görüşlerine de kitaplarında yer verirler.. Ama.. Duyduğuma göre şu son dönemlerde Osmanlı Devleti’nde müthiş bir çeviri furyası başlamış ve bu târihçilerin kitaplarını da Osmanlıcaya çeviriyorlarmış. Ne var ki bu çevirilerde şu barbar kelimesi hakkında Osmanlı çevirmenleri ne büyük bir gafletin içinde olduklarını bir türlü göremiyor: Grekler dillerini anlayamadıkları ve kendilerine çok yabancı olan Avrasyalı kavimlere barbar derlerdi, çünkü Grekler için bu kavimler bar-bar-bar konuşuyordu.. İşte, şu barbar kavimler meselesi Avrupalı oryantalistlerin öncülüğünde bu felsefe târihçileri tarafından evrildi çevrildi ve ilk olarak kökeninde Grek medeniyetinden unsurlar taşımayan kavimlerin barbar kavimler olduğu düşüncesine geldi dayandı, sonra da başta Türkler olmak üzere savaşçı kavimlerin daha “aşağılık kavimler” olduğu yollu sapıtık bir düşünceyi ifâde etmede kullanılmaya başlandı.. Türkler bu kitapları çevirdikçe aşağılık kompleksine kapılıyor ki zâten onların isteği de bu.. Öyle sanıyorum ki okullarında bu kitapları okutmaya başladıklarında ve bu okullarda zihinleri bu şekilde formatlanan gençler yönetimde söz sâhibi olmaya başladığında Osmanlı Devleti de târihe karışacak.. Tıpkı Gotlara ve Vandallara özendikleri için Avrupa Hun Devleti’nin, Çinlilere özendikleri için de Uygur Devleti’nin yok olup gitmesi gibi.. İşte, ne kadar acıdır ki bu aydınlar oryantalistlerin bu aptallık hipnozundan kurtulamadıkları için kendi devletlerinin sonunu hazırlıyor.. Bu aydınlar kendilerinden utanan, kendilerini aşağılayan, başkalarına özenen ve taklit eden bir millet yaratmaya çalışmada Avrupalı oryantalistlere taş çıkartıyor.. Yok mu şu Osmanlı ülkesinde aklı başında bir aydın ey Ulu Tanrım..

 

Biz Avrupalılar, Aydınlanma’yla birlikte gerçekten de çok büyük bir toplumsal projeyi tamamlamaya çalıştık. Fransız Devrimi bu yolda en önemli kilometre taşlarından biriydi. Gerçi aradan neredeyse bir asır geçmiş olmasına karşın Pâris’te hâlâ Cumhuriyetçiler ile Mutlâkıyetçiler arasında ciddî gerginlikler var ve bu devrimin getirdiği kurumlar ve kurumsal ilişkiler bugün bile tam oturmuş değil. Tâkip edebildiğim kadarıyla bu gerginlikler en çok Sosyalistlere yarıyor, bunları Liberallere karşı kullanıyorlar.. Ama Pâris Komününden beri Liberaller üzerinde tam bir etkinlik gösteremediler. Liberallerin öncülüğünde getirilen seçim sistemiyle yalnızca belirli bir miktar toprak sâhibi olan ve belirli bir miktar vergi ödeyen yurttaşlara oy hakkı tanındı, hâl böyle olunca tamâmı mülksüz olan ve karınlarını bile zar zor doyuran Sosyalistler, Liberaller karşısında güç yitirdi.. Öte yandan başta Kant olmak üzere Alman Aydınlanmacılarının ortaya attığı yurttaşlar topluluğu modeli belki Fransa’da bu nedenlerle tam oturtulamadıysa da Bismarck’la birlikte siyâsî birliğini kuran Almanlar bu modeli yerleştirmede daha önde görünüyor.. Ama maalesef onlar da başta Fichte olmak üzere bâzı İdealist filozofların öncülüğünde bu modeli faşizan bir tutumla ele alıyorlar.. Kant’ın (ve genişleterek söyleyecek olursam Aydınlanma’nın) bu modeli tüm yurttaşların demokratik hak ve özgürlüklerinin eşit bir biçimde sağlanacağı ve korunacağı bir modeldi, Kant’a göre özgür yurttaşlar bu modeli yaşama geçirecekti. Bu toplumda kişilerde ahlâklı eylemde bulunma olanağı en ideâl biçimde gerçekleşecek, devlet mekanizmaları da buna yardımcı olacaktı. Ancak bu mekanizmaların devreye sokulması için öncelikle Alman siyâsî birliğini sağlamayı en yüksek ideâl olarak ortaya koyan Bismarck, İdealistlerden etkilenerek bu modeli epeyce yozlaştırdı. Fakat yine de Almanlar bu modeli yerleştirmede daha önde görünüyor, en azından Fransa’daki gibi Sosyalistlerin oy hakkını sınırlamadılar, onları kamusal alanın dışına çıkmaya zorlamadılar.. Ancak ne kadar acıdır ki bizde 1862’de iktidâra gelen Gladstone öncülüğündeki Liberal Parti bu işlere soyundu ve Fransa’dakine oranla daha büyük bir başarı kaydetti, çünkü Birleşik Krallıkta Cumhuriyetçiler ile Mutlâkıyetçiler arasında önemli bir gerilim yok, biz bunları tâ 13. yüzyılda Magna Carta’yla aşmıştık. Ancak bizdeki Sosyalistler ile Liberaller arasındaki tartışmalar da Pâris’teki tartışmaların çok ilerisinde.. Şu sıralar İşçi Partisinin yükselişi de sürüyor olmalı.. Aslında bu çok tabiîdir, çünkü Kıtâ Avrupa’da sanâyî devrimi ancak yeni yeni oturmaya başlıyor ve onlarda sınıflaşma olgusu da oldukça geç bir dönemde ortaya çıktı..

 

Marks ile Engels ilk komünist devrimin kapitalist bir toplumda ortaya çıkacağına inanıyordu, eğer bu doğru olsaydı bizde çoktan komünist devrim olurdu.. Ancak bu amaç doğrultusunda en kayda değer gelişme 1848 Devrimi’yle, Pâris Komününün kurulmasıyla gerçekleşti, fakat Fransa o zamanlar henüz kapitalistleşememiş bir devletti. Dolayısıyla bence Pâris Komünü, Sosyalistlerin sınıfsız bir toplum modeli düşüne hizmet etmekten çok Aydınlanma’nın toplum projesine hizmet ediyordu.. Bu o kadar öyleydi ki Pâris Komününün kurulmasına Cumhuriyetçilerin verdiği destek bunun en somut örneklerinden biri olsa gerek..

 

Ada Avrupa’daki Sosyalistler, Kıtâ Avrupa’daki Sosyalistlerden hep bir adım önde olmuştur. Oysa ki Sosyalizmin temelleri başta Saint Simon olmak üzere Kıtâ Avrupalı filozoflar tarafından atılmış, Aydınlanma’yla birlikte ortaya çıkan eşitlik-özgürlük-kardeşlik mottosunda önceliğin eşitliğe mi yoksa özgürlüğe mi verilmesi gerektiği tartışmasıyla birlikte Sosyalizm eşitliği birincil bir önemde gören bir insan kitlesinin ideolojisi hâline gelmişti. Ancak bu ideoloji uzun yıllar Kıtâ Avrupa’da tutunamamış, Marks ile Engels çizgisinde Alman Sosyalistlerinin açtığı çığırla geniş halk kitleleriyle kucaklaşmıştı.. Bizde gelişen sosyalist harekette ise Robert Owen sendikâl faaliyetleri başlatmış ve işçiler bu faaliyetlerle çok ciddî ekonomik ve sosyâl haklar elde etmişti.. Bizdeki sosyalist hareket sınıf esaslarına dayalı bir hak mücâdelesi olarak başladı ve gelişti, ancak Kıtâ Avrupa’daki sosyalist hareket çok büyük bir toplumsal projeye dönüştü; içine dîni, sanatı, kültürü, felsefeyi vb. hemen tüm insan etkinliklerini alan bir projeye.. Ve görebildiğim kadarıyla başta bâzı Alman prenslikleri olmak üzere bâzı Kıtâ Avrupa devletlerinde Aydınlanma’nın tamamlamaya çalıştığı toplum projesi zamanla komünist toplum projesine evrildi.. Bence bu da ciddî bir biçimde kaygı verici bir toplumsal fenomen. Çünkü sınıflaşma olgusuna sırtlarını dönüyorlar, bu olgunun demokratik hak ve özgürlüklerin sağlanmasında ve korunmasında ne denli önemli olduğunu unutuyorlar. Aslında en temelde sınıflaşma olgusu ile sınıfsal ayrıcalıklar arasındaki farkı görmedikleri için sınıflaşmaya karşı çıkıyorlar.. Oysa ki Aydınlanma’nın tamamlamaya çalıştığı toplum projesi en ideâl biçimde ancak sınıflaşma sürecini tamamlamış toplumlarda, belirli bir refah ortamı içinde gerçekleştirilebilir. Ancak tabiî ki bu refah ortamı Asya ve Afrika’yı sömürerek değil, kendi doğal kaynaklarımızın ve insan gücümüzün en ideâl biçimde kullanılmasıyla tesis edilebilir..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Benim Lord Chodorow’la anlaşamadığım en önemli nokta da budur zâten.. Kendisi de Aydınlanma’nın toplum projesini destekliyor, ama bu refah ortamının sağlanması için Asya ve Afrika’yı sömürgeleştirmeyi normâl karşılıyor.. Kendisi çok eski bir aile dostumuzdur, babamın da en sevdiği ahbâbıdır. Zamânında babam Lord Chodorow’un çocuklarına kilise korosunda eğitim vermişti, ben de çocukları Julia, George ve Christopher’le birlikte büyüdüm ve hattâ George benim en yakın çocukluk arkadaşımdı, Paskalya Bayramlarını halamın çiftliğinde George’la birlikte geçirirdim.. Hem Julia da kız kardeşim Jane’in en yakın çocukluk arkadaşıydı, bütün bir genç kızlıkları da hep berâber geçti.. Ben Lord Chodorow’a hiçbir zaman en ufak bir saygısızlık etmek istememişimdir.. Ancak onun da şu Darwinci evrim kuramından etkilenmiş olmasını kabûl edemiyorum bir türlü.. Bu kurama göre güçlünün güçsüzü yemesi, yok etmesi normâldir(!?); doğada ancak güçlü olan yaşayabilir, güçsüz güçlü olmaya çalışmalı, bunu yapamıyorsa yok olup gitmeye katlanmalıdır(!?).. İşte, başta Lord Chodorow olmak üzere emperyalizmi meşru görenlerin dayandığı temel bu.. Bu onlar için o kadar meşrudur ki güçlü bir devletin güçsüz bir devleti yok etmek istemesi, onu sömürmesi, doğal kaynaklarını ve insan gücünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanması çok tabiîdir.. Bu o kadar öyledir ki 1839’da Çin’de İmparatorun emriyle afyon satışı yasaklanması nedeniyle bu ülkeye savaş açmak çok normâldir(!?).. Bu o kadar öyledir ki Hong Konglulara İngiliz askerlerinin yanında yer almaları karşılığında dağıtılacak afyonla boylarının uzayacağı yalanına karşı çıkmanın hiçbir haklı bir tarafı yoktur(!?).. Tanrım.. Ne yazık ki bu kimseler doğa ile insan dünyâsı arasında bir ayrım yapamıyor, insan dünyâsını doğanın basit bir uzantısı olarak kabûl edince hayvânî güdüleri meşru görüyorlar.. Tanrım.. Bu ne ********* bir bakış açısıdır böyle.. E tabiî, atalarının maymunlar olduğuna inanan bir insan kitlesinden başka ne beklenebilir ki!.. İşin en tuhaf kısmı: hem Kapitalistler hem de Komünistler görüşlerini aynı kurama, evrim kuramına dayandırıyor.. Demek ki asıl sorun olguların kendisi değil, bunların nasıl yorumlandığı..

 

Bu mesele bizim oryantalistler tarafından evrilip çevrilerek çok daha ********* bir şekle sokuldu: sosyâl bilimler henüz emekleme döneminde.. Başta Ranke olmak üzere Alman Târih Okulu ve anti-pozitivistler bu konuda önemli başarılara imzâ atıyorlar. Bu çevrelerden bâzı sosyâlbilimciler bu bilimlerde kullanılmak üzere bâzı modeller geliştiriyorlar. İşte, şu organizmacı model de bunlardan biri.. Bu modele göre sosyâl bilimlerin ele aldığı nesneler birer organizmaya benzer. Meselâ aile, toplum, devlet.. Ve bunların yapısı ve işleyişi açıklanırken organizmalara özgü özellikler kullanılmalıdır.. İşte, bizim oryantalistler bu modeli alıp kendi amaçları doğrultusunda evirip çevirerek öyle ********* bir hâle getirdiler ki sonunda onlar da bu model üzerinden emperyalizmi meşru göstermeyi başardılar(!?).. Çünkü eğer devlet de bir organizmaysa ve her organizma sözde evrim kuramının tanıtladığı gibi(!?) hayatta kalmak için kendisinden daha güçsüz organizmaları yok etmek durumundaysa, bu onun en tabiî hakkıysa o hâlde güçlü bir devletin güçsüz bir devleti sömürmesi de meşrudur(!?).. İşte, tüm bu *********likler yumağında en ********* kısım.. İşte, Anglo-Sakson vahşîliğinin sosyâlbilimsel karşılığı ve kuramsal alt yapısı.. İşte, Darwin’de ve kuramında simgeleşen Anglo-Sakson vahşîliği..

 

Tanrım.. Seni önce tâtile gönderdiler, sonra da inkâr ettiler.. Geldikleri en son aşama ise Nietzsche isimli yeni yetme bir filozof seni “öldürdü”.. ‘Tanrı öldü’ diyor Nietzsche. Tanrım.. İnsanlara akıl ve sağduyu dağıtırken şu Avrupa insanına ve özellikle de Alman filozoflarına belli ki cimri davranmışsın.. Tanrım.. Ne modern paganları ne oryantalistleri ne sözde aydınları.. Tanrım.. Çarlık ve Osmanlı Devleti’nde sürdürülmekte olan batılılaşma hareketlerinin sona erdirilmesi gerektiğini bu ülkelerin aydınlarının anlaması için ne zaman bir mucize yapacaksın!? Eğer böyle bir mucize yapmaya karar verirsen işe öncelikle n’olur Osmanlı aydınlarından başla.. Kutsal Topraklarda onların siyâsî egemenliği sona ererse şu modern paganlar burada ilk modern paganların Armagedon Savaşı hakkında uydurdukları zırvalıkları gerçekleştirmek isteyecektir.. Başta Birleşik Krallık olmak üzere Batı emperyalizmi bu topraklarda çok dehşet boyutlarda kan akıtacaktır.. Tanrım.. N’olur şu Osmanlı aydınlarını oryantalizmin aptallık hipnozundan uyandırmak için âcil olarak bir mucize yap..

 

...

 

Aydınlanma o kadar büyük ve sancılı bir süreçti ki onun getirdiği değerlerin kabûl edilmesinin ve kurumsallaşmasının hiç kolay olmayacağı ortadaydı.. Romantikler bu değerlere karşı hasmahâne bir tutum takınmışsalar bunda Aydınlanma’nın değil, tâ Ortaçağ’dan beri hemen her alanda mutlak egemenlik kuran Vatikan’ın sorumluluğu var.. Vatikan’ın bu egemenliğini kaybetmesi Rönesans’ta temelleri atılan toplum projesiyle ancak yaklaşık üç yüz yıllık bir zaman dilimi içinde adım adım gerçekleştirilebildi. Bu tabiî ki düz çizgisel bir hareket değildi, deyim yerindeyse daha çok horizontal bir hareketti. Bu hareket içinde kendi içinde geri dönüşler de yaşandı, ama sonuç îtîbârîyle insanlık ideâllerinde bir ilerleme de sağlandı.. Meselâ Napolyon’un kendisini imparator ilân etmesi ve krallığı deviren ordunun sonradan imparatorluk rejimi kurması, Fransız Devrimini gerçekleştiren bir ordunun sonradan emperyalist amaçlarla Almanya’ya girmesi, Napolyon’un emrinde Fransız komprador burjuvasının Almanların hemen her şeyini yağmalaması, emek gücünü sömürmesi vb. bu horizontal hareket içinde birer döngüdür, ama mutlak egemen bir kralın târihe karışması ve yurttaşlar topluluğu modelini benimseyen bir Kurucu Meclîs’in hazırladığı bir anayasayla yönetim esâsının benimsenmesi bir ilerlemedir.. Gerçekten de Napolyon başta Fransızlar olmak üzere tüm insanlığın tecrübe ettiği en cânî lîderlerden biriydi, belki de onun öncülüğünde Aydınlanma’dan çok daha geniş bir ölçüde sapılabilirdi, ama Fransız aydınları bunu güç belâ da olsa engelleyebildi.. Onun gibi dengesiz, onun gibi alçak, onun gibi nâmussuz bir lîdere başta Fransızlar olmak üzere Avrupa insanı çok bile dayandı.. İktidâra gelmeden önce ‘Ey büyük insan, sevgili Rousseau.. Niçin sâdece altmış yıl yaşadın!? İnsanlık değerlerinin hayat bulması için senin ölümsüz olman gerekiyordu..’ diyen, İmparatorluğunu ilân ettikten sonra ise ‘Fransızların mutluluğu için Rousseau’nun hiç vârolmaması gerekirdi’ diyen bu dengesiz, alçak, nâmussuz herif Aydınlanma’nın hemen tüm kazanımlarını geriye doğru çeviriyordu.. Bu o kadar öyleydi ki Volteir’in Katolik papazlarına yönelttiği eleştirileri henüz sıradan bir komutanken alkışlarken, Devrim sonrasında kazandığı ilk seçim yenilgisinden sonra din çevrelerinin desteğini alabilmek için Volteir’e lânetler yağdırdı.. Bu o kadar öyleydi ki iktidâra gelmeden önce Fransızlara demokrasiyi çok gören Montesquieu’ya sövüp sayarken, iktidâra geldikten sonra onu baş tâcı etti.. Bu o kadar öyleydi ki Devlet Konseyinde yaptığı bir konuşmasında da şunları söylemişti: ‘Vendée Savaşını kazanabilmek için Katolik, Mısır’da tutunabilmek için Müslüman, İtalyânların gözünde saygınlık kazanabilmek için de Vatikan yanlısı göründüm. Benim için esas olan lîderlerin ne oldukları değil, yönetilenler tarafından ne şekilde algılandığıdır. Ben iktidârımı işte buna borçluyum. Eğer Yahudileri yönetmek isteseydim Süleyman Tapınağını yeniden inşâ ettirirdim.’ İşte bu dengesiz, alçak, nâmussuz heriften başka ne beklenebilirdi ki!.. Dolayısıyla Romantikler, Aydınlanma’nın çok zararlı sonuçlar doğurduğu yollu görüşlerinde haklı değildir. Aydınlanma, Fransa’da imparatorluk rejiminin kurulmasından, Napolyon’un bu *********liklerinden, Jakobenlerin Fransız Devrimini hemen tüm Avrupa’da yaymak nâmına giriştikleri kolonileşme mücâdelesinden, komprador burjuvanın Almanları sömürmesinden; Bismarck’ın Alman siyâsî birliğini kurmak için Avusturya’da deyim yerindeyse bir katliâm yapmasından, Fransa’daki iç karışıklıkları fırsat bilerek Fransa’ya bağlı krallıkları yağmalamasından, buraları “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” nâmına talan etmesinden ve daha bu türlü pek çok *********likten dolayı sorumlu tutulamaz.. Romantikler, Aydınlanma’nın sonucu olarak gösterdikleri şeylerin Aydınlanma’yla değil, Avrupa’nın Vatikan öncülüğünde belirlenen ve sömürüye dayalı kendi kültürünün ortaya çıkarttığı hoşnutsuzluklar olduğunu göremiyorlar ve hedefi şaşırarak Aydınlanma’ya saldırıyorlar..

 

Romantiklerin bu haksız eleştirilerinin dayandığı en önemli kabûllerden biri kuşkusuz kapitalizmin Aydınlanma’nın bir sonucu olduğu yollu kabûldür. Sözde Aydınlanma’nın aklı kutsanan değer hâline getirmesi nedeniyle kapitalizmin kökensel karşılığı Aydınlanma’ymış(!?).. Tanrım.. Bu tam anlamıyla sofistik bir yanılsama.. Öte yandan Aydınlanma karşıtı bağnazların düşünme biçimini de yansıtıyor ve belki de bu argümanı onlar geliştirmiştir; çünkü bu çevreler Aydınlanma’nın yurttaşlar topluluğu modelini milliyetçi-cemaatçi bir modele evirmeye çalıştılar/çalışmaya da devâm etmekteler.. Ancak şunu çok iyi biliyorum ki Aydınlanma ile kapitalizm arasında hiçbir nedensel ilişki kurulamaz ve hattâ Aydınlanma değil kapitalizmin nedeni olmak, doğru bir biçimde okunduğunda görülecektir ki kapitalizme karşıdır da.. Bu sofistik yanılsamanın temelinde Aydınlanma’ya damgasını vuran “akıl” ile kapitalizme damgasını vuran “akıl”ı bir ve aynı sayma yanılgısı var. Şöyle ki: Aydınlanma “akıl”ı ‘bilen özne-eyleyen özne’ ikiliği içinde ele aldı, bu akıl sallantılı kanıları aşmanın, bu yolla insanlık değerlerine göre eylemenin aracıydı. Kapitalizme damgasını vuran “akıl” ise kâr marjını arttırmanın, daha ucuz işgücü ve hammadde elde etmek için uygun formülleri bulmanın ve tatbik etmenin, sürekli artı-değer yaratmak için işçiyi daha fazla sömürmek için doğru yöntemleri bulmanın ve tatbik etmenin aracıydı, bu “akıl” insanlık değerlerini bir tarafa bırakmanın aracıydı.. İşte, Aydınlanma’nın “akıl” anlayışı ile kapitalizme damgasını vuran “akıl” anlayışının farkı.. Ama anlayan kim.. Tanrım.. Bu kadar kolay yalan söylenebilir mi.. Hangi Aydınlanma düşünürü kapitalizm lehine görüş bildirdi!? Rousseau mu dedi Fransızlara sanâyîleşme sürecinizi tamamlamak için gidin Mısır’a ve Cezâyir’e girin, oraları talan edin diye.. Ya da Kant mı dedi Almanlara, Alsace-Lorraine’deki kömür mâdenlerini gidin işgâl edin, eğer karşı koyarlarsa Fransızların lîderlerini esir alın diye.. Bismarck’ın Pâris’e kadar gelip III. Napolyon’u esir etmesinden hangi Aydınlanma filozofu sorumlu tutulabilir.. Gerek Fransızların Kuzey Afrika işgâlleri gerekse Almanların Alsace-Lorraine işgâlleri kapitalizmin iç dinamikleri sonucunda gerçekleşti, bunların Aydınlanma’yla, Aydınlanma’nın “akıl” anlayışıyla ne alâkası var.. Tanrım.. Romantikler Aydınlanma’yı kapitalizmin sorumlusu olarak gösteriyor, oysa ki Aydınlanma’nın yurttaşlar topluluğu modeli kapitalizmi, kapitalizmin insanı insan olmaktan çıkartan pratiklerini, burjuvanın ve zengin sınıfların imtiyazlarını vb. pek çok şeyi örseliyor.. Bunları görmemek için ancak aptal olmak lâzım.. Bu kadar kolay bir biçimde yalan söylenmesine tahammül göstermemek lâzım.. Bu gerçekleri başta Avrupalılar olmak üzere hemen tüm dünyâya hem de yüksek perdeden duyurmak lâzım..

 

Romantiklerin bu haksız eleştirilerine karşın Aydınlanma birbirine bağlı şu iki noktada belki doğru bir biçimde eleştirilebilir: Aydınlanma insan doğasındaki irrasyonellik eğilimini hiç hesâba katmadı.. Aklın üzerinde şu ya da bu nedenle siyâsî iktidarların ve dînin hâkimiyet kurmasına karşı çıktılar, ama zannettiler ki bu hâkimiyet ortadan kalkınca akıl insanlık ideâllerine doğru ilerlemede kullanılacak.. Oysa ki akıl tâ eski zamanlardan beri, insan doğasında bulunan irrasyonellik eğilimiyle kol kola olmuştur, Aydınlanma’nın bu tutumu çocuksu bir safdilliği içinde barındırır. Tâ eski zamanlardan beri insanoğlu yarı insan yarı tanrı varlıklara, dev kanatlı yılanlara, kartalların sırtında uçan tanrılara, tanrıların saraylarından hırsızlık yapan ve çaldıklarını halklarıyla paylaşan krallara ve buna benzer daha başka pek çok irrasyonel anlatıya inanmış, bunlarla yaşamını zenginleştirmiş, gün olmuş bunlara dayalı felsefî ve sözde bilimsel temellendirmeler yapmış, tüm yaşamlarını bunlar üzerine binâ etmiş, yâni kısacası bu irrasyonel anlatılara göre aklını işletmiş.. Bunlar değişen ekonomik, siyâsî, coğrâfî, kültürel, toplumsal vb. şart ve koşullara göre biçim değiştirerek hep sürdüğüne göre akıl üzerinde siyâsî iktidarların ve dînin kurduğu hâkimiyetin kalkması hâlinde aklın bu ilerlemeye hizmet edeceğini düşünmek yanlış oluyor, çünkü bu tür bir hâkimiyetin görülmediği toplumlarda bile bu anlatılar benimsenebiliyor.. İnsan mevcut bilgilere, kanılara, tezlere, görüşlere vb. ne kadar aykırı olursa olsun irrasyonel olana karşı doğal bir istek duyuyor. Bu da insandaki bilme merâkının değişik bir formu olsa gerek. Çünkü insan bilgi, kanı, tez, görüş vb. üretemeyince bu türlü bir dizi efsâne, masal, mitos vb. yaratıyor, sonra da bunları putlaştırıyor..

 

Aydınlanma her ne kadar aklı ve bilimi kutsanan değerler hâline getirmişse de Aydınlanma sonrasında modern bilim kendisine yeni bir dizi mitos yarattı: büyük patlama ve Darwinci evrim kuramı bunlardan yalnızca ikisi.. Bunlar bilimin mitosları.. İnsanı Tanrı’nın yaratmış olduğu apaçık gerçeğine inanmak istemeyen insanoğlu bilgilere ne kadar aykırı olursa olsun maymundan evrimleşmiş olduğuna inanabiliyor işte.. Oysa ki akıl ve bilim aslında tanrı kelâmına aykırı olamaz, Tanrı bunlara aykırı bir iş yapmış olamaz.. Dolayısıyla din sâdece inanç alanında kalamaz.. Ancak din insandaki bu irrasyonellik eğilimiyle birleşince dünyâ üzerinde bozgunculuk yapmanın en yüksek meşrulaştırma silâhı hâline geliyor.. Birileri çıkıp din adına, Tanrı adına cinâyet işliyor.. Birileri çıkıp Tanrı’nın bir bâkirenin mahrem yerinde insan şeklini kazanarak dünyâya indiğine inanabiliyor.. Birileri çıkıp Tanrı’nın çarmıha gerildiğine ve insanlık için acı çektiğine inanabiliyor.. Birileri çıkıp Tanrı’yı kırbaçlayan(!?), ona dayak atan(!?) bir insan kitlesinin daha önce Tanrı tarafından “seçilmiş insanlar”(!?) olduğunu unutuyor; pekî Tanrı şu Yahudileri kendisine işkence yapması için mi seçti!? İşte buradaki irrasyonellik onlara garip gelmiyor.. Birileri Maria Magdelana’nın Tanrı’nın gelini olduğunu, başka birileri de onun karısı olduğunu iddiâ ederken bu zırvalıkların Zeus kültünün yeni formları olduğunu göremiyorlar.. İşte, Aydınlanma bu irrasyonellik eğilimini hiç hesâba katmadı. Belki de buna bir tepkidir Romantiklerin bu irrasyonellikleri bu kadar büyük bir fetiş hâline getirmesi..

 

Şahsî kanaatim şudur ki aydın olmak kişinin kendini aydınlatmış ve başkalarını da aydınlatabilecek olması demektir, yâni kişinin hakîkati tecrübe etmiş olması; başkalarının sözüyle, fikir ve görüşleriyle yönlendirilmemiş ve saf ve neyse o olan hakîkati kendi gözleriyle görmüş olmasıdır.. Aydın olmak için hakîkatin üzerini örten her bir unsuru aşmış olmak gerekir. Bunun içinde paganlığın her türü olduğu gibi adına modern bilim dedikleri bilimsel mitoslar kümesi de dâhildir.. Zannediliyor ki aydın olmak sıkı bir din eleştirisi sonucunda mümkündür.. Şüphesiz ki modern paganlığa iliklerine kadar bağlı bir kimse aydın olamaz. Ancak modern paganlığı reddedip onun yerine bilimin mitoslarını koyan bir kimse de aslında aydın değildir.. Bence arkeoloji bilimi ilerledikçe insanın kendisi hakkındaki bilinci de gelişecek ve bu bilinç eşliğinde insanlık yeni bir kültür seviyesine erişecek.. Ancak şüphesiz ki insan doğasında bulunan bu irrasyonellik eğilimi insan zihnini alıp yine yanlış istikâmetlere sürükleyecektir, fakat bu bilinç geliştikçe bu eğilimle mücâdele etmek de kolaylaşacaktır.. Ben mutlak bir zaferi, yâni bu eğilimin insan doğasından sökülüp atılmasını pek mümkün görmüyorum, ancak bunu bir ide olarak ortaya koyup bu ideye olabildiğince yaklaşılması gerektiğine inanıyorum..

 

Aydınlanma insan doğasındaki bu irrasyonellik eğilimi hiç hesâba katmadığı için din olgusu hakkında da aşırı genellemelere, refleks değerlendirmelere ve kolaycı çözümlemelere kalkıştı, bu da bence Aydınlanmaya yöneltilebilecek ikinci ve doğru bir eleştiri. Şöyle ki: Aydınlanmacılar sandılar ki Hıristiyanlık nâmına modern paganların sayıp döktüğü zırvalıklar dînin kendisidir(!?), modern paganlık insanlığın sâhip olabileceği tek dindir(!?), bu dînin içindeki zırvalıklar nedeniyle din olgusu da artık târihe karışmalıdır(!?). İşte, Aydınlanmacılar dînin kendisi ile dînin yorumu arasındaki bu ayrımı yapamadılar, din olgusunu doğru bir biçimde analiz edemediler. Sonunda da kendilerine seküler bir din îcât ettiler: insanlık dîni.. Amaçları: toplum içinde birlikte yaşamayı mümkün kılan ahlâkı seküler bir hâle getirmek. Bunun için yine insan doğasında bulunan Tanrı korkusunun yerine etik duygusunu koydular, daha doğrusu: insan doğasında etik duygusu gibi böyle saçma bir duygunun var olduğuna inandılar/inanmak istediler/inandırdılar.. Oysa ki asıl yapılması gereken şey: modern paganlığın sıkı bir eleştirisi ve yok edilmesi, bunun yerine Hıristiyanlığın özünü yaşama geçirmekti.. İşte, Aydınlanmacılar bu aşırı genelleme, refleks değerlendirme ve kolaycı çözümlemeleriyle Tanrı’ya sırt çevirdiler.. İnsan doğasındaki bu irrasyonellik eğilimi hakkında doğru incelemeleri yapmış olsalardı Hıristiyanlığa sonradan katılan bu irrasyonel anlatıların bir kenâra atılmasını sağlayacaklar, hem Tanrı’ya hem de dînimize çok büyük hizmetler edeceklerdi. Onlar bunu yapmak yerine insan doğasından Tanrı korkusunu silmeye çalıştılar.. Zannettiler ki uydurdukları şu etik duygusu lâfı ahlâkı temellendirebilir(!?). Ahlâkı Tanrı’yla, Tanrı istenciyle temellendirmek yerine insan doğasına atıfla böyle uyduruk lâflarla temellendirmeye çalıştıkları için bu çabaları kendi içinde çelişkili kaldı.. Ahlâkı temellendirmede insan doğasından hareket edilir mi hiç!? İnsan doğasındaki mevcut çelişkiler, bastırılmış güdüler, hayvânî saplantılar bu yolla ahlâka taşınmaz mı!? Tanrım.. Bu ne büyük bir safdilliktir!.. Eğer böyle yapılacak idiyse niçin Tanrı bizlere gönderdiği elçiler sûretiyle bize tanrısal ahlâkı öğretti!? Modern paganlığın tanrısal zannedilen ahlâkına karşı çıkmak ile tanrısal ahlâkı reddetmek hiç aynı şey olur mu!? Biz Naturalistler de modern paganlığın ahlâkına karşı çıkıyoruz, ama bize Tanrı tarafından Îsâ Mesih aracılığıyla bildirilen tanrısal ahlâkı benimsiyor, buna sâhip çıkıyoruz..

 

Hemen tüm Aydınlanmacılar aynı yanılsamaların içine düştüler.. Ama bunlar arasında Kant’ın yeri daha bir önemli: Kant da ahlâkı insan doğasından hareketle temellendirmeye çalıştı. Kant’a göre insan ikili bir varlık. İstemesini de bu yapı nedeniyle iki unsur belirler(!?): ben sevgisi ve etik duygusu(!?). Kant’a göre ahlâkî eylemde bulunmak isteyen bir insan istemesini sırf ben sevgisiyle değil, aynı zamanda da etik duygusuyla belirlemeli(!?). Kant bunu şu şekilde formüle etti: ‘insanlığa karşı eylemde bulunurken her defâsında kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kendi kişisinde de sırf bir araç olarak değil, aynı zamanda bir amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun’. Yâni ‘insanları yalnızca bir araç olarak görme, onları araç olarak gördüğün gibi amaç olarak da gör’ diyor. Niye!? Çünkü insan doğasından hareketle ahlâkı temellendirmeye çalışırsak insan doğasındaki ben sevgisine sırtımızı dönemezmişiz!? İşte, başta Kant olmak üzere hemen tüm Aydınlanmacıların yanıldığı bir diğer nokta da bu.. Oysa ki Tanrı’nın bizden istediği ahlâk, yâni tanrısal ahlâk Kant’ın ben sevgisi dediği şeyi yenmeyi salık veren ahlâktı. Modern paganların elinde bu ahlâk Batı kültür ve medeniyetinin insanlara zulmetmesinin aracı hâline getirildi, Aydınlanma buna karşı çıkmak yerine top yekûn tanrısal ahlâka karşı çıktı. Ama ahlâkı insan doğasından hareketle temellendirmeye çalışınca çelişkilere düştü: Kant’ın en büyük çelişkisi: önce istemenin ya ben sevgisi ya da etik duygusu tarafından belirleneceğini söyleyip sonra da ahlâkî eylemin her ikisi tarafından belirlendiğini, ama ikincisinin ağır bastığı eylem olduğunu söylemesi.. O zaman Kant’a şunu sormak lâzım: hani isteme bir yol ayrımına götürüyordu!? Bir yanda ben sevgisi, bir yanda da etik duygusu vardı!? O zaman isteme ya ben sevgisi ya da etik duygusu tarafından belirlenmiyor, ahlâkî eylemin temelindeki isteme söz konusu olunca her ikisi de istemenin içinde bulunuyor..

 

Bu çelişkiyi görmemek için eğer özel bir çaba sarf edilmemişse şu hâlde Kant’ın bu dokunulmazlığı nereden geliyor!? Bunca zamandır niçin aklı başında bir kişi çıkıp da bu ahlâk anlayışını eleştirmedi!? Niçin filozoflarımız susuyor!.. Geçekten de Kant’ın az önce bahsettiğim toplum projesi hakkında çok ciddî katkıları oldu, ama bunlar onu bu tür eleştirilerden muaf tutmaz ki!.. Tanrım..

 

...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.