Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü XI. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Tanrım.. Ne zaman bitecek bu kâbus.. Tanrım, hikmetinden suâl olunmaz, ama ben artık yoruldum.. Artık taşıyamıyorum.. Oyun içinde oyun.. Tanrım.. Ama çok şükür, bugün kafamdaki bâzı soruların cevâbını buldum.. Tanrım, sen benim aklımı koru..

 

Athenagoras bütün gece kopyaları incelemiş, sabah saat sekiz gibi kamaramıza geldi, benimle konuşmak istediğini söyledi. Kahvaltı saatine kadar konuştuk.. Kopyalarda İbn-î Ceydân bin Ekber’in Güney ve Batı Anadolu hakkında söyledikleri Athenagoras ve amcasının incelemeleriyle birebir örtüşüyormuş..

 

Athenagoras bugün benimle daha açık konuşmaya başladı. Amcası Horace daha önce Vatikan’dan bir yetkiliyle görüşüp ondan Biblioteca Apostolica Vaticana’da, yâni Vatikan Papalık Kütüphânesinde bâzı kayıtları incelemek için izin istemiş. Amacı: Batı Anadolu’da Katolikliğin kutsal mekânları olması nedeniyle kütüphânede buraya ilişkin var olduğuna inandığı kayıtları taramak ve bölgedeki Yunan varlığının çok eskilere dayandığını, Türklerin bu bölgede işgâlci olduğunu, dolayısıyla bu bölgenin de Yunanistan’a katılması gerektiğini dünyâya kanıtlayacak belgeler bulmakmış.. Horace, Vatikan’a ise amacını bölgedeki Katoliklerin târihini incelemek olarak bildirmiş.. Vatikan bu işe ilk önce yanaşmamış, ancak kısa bir süre sonra Horace’a gerekli izin çıkmış. Athenagoras bu iznin Rum masonların İtâlya’daki uzantıları tarafından sağlandığına inanıyor..

 

Böylelikle Horace, Vatikan Papalık Kütüphânesinde altı ayı aşkın bir süre boyunca çok ciddî birtakım incelemeler yapmış ve sonunda amacına ulaşmış: Glead isimli eski bir modern paganlık târihçisi Grek Sanatı ve Hıristiyanlık isimli elyazmasında bölgedeki eski Grek yerleşim birimlerinden bahsediyor ve onların sanatsal faaliyetlerine ilişkin tafsîlâtlı açıklamalar yapıyormuş.. Glead bizim kazı bölgesinde Lysisya isimli bir kent-devleti olduğunu, bu kent-devletinin de İonya’nın kolonilerinden biri olduğunu yazmış.. Horace yine bu kütüphânede Yonatan isimli eski bir Yahudi târihçinin yazdığı Yahudiler isimli elyazmasında da Lysisya’nın Greklerden önceki sâkinlerinin Mezopotamyadan göç etmiş bir kavim olduğunu, bu kavmin Mezopotamyayla ve Yahudi tüccarlarla ticâreti sürdürdüğünü yazmış. Yonatan’a bakılırsa Lysisya, Kaystros ticâret yolunun batı ucu olan Ephesos’tan bir önceki durakmış ve bu ticâret yolu Lydyalıların eline geçmeden önce Lysisya çok zengin bir kent-devletiymiş.. Kopyalardan incelediği kadarıyla İbn-î Ceydân bin Ekber de Kaystros ticâret yolu hakkında aynı bilgilere vâkıfmış..

 

Athenagoras bana başka şeyler de anlattı, onları da bir bir not ettim, daha sonra bunları da günlüğüme geçeceğim.. Athenagoras’a bakılırsa Vatikan, Horace’ın Lysisya’yı yeniden gün yüzüne çıkartmasından endişe etti, bu bölgede eski bir Grek kent-devletinin olduğu târihçiler ve arkeologlar tarafından birkez duyulacak olursa bu kent-devleti hakkında araştırmalar yapılacak ve böylelikle Vatikan’ın örtmeye çalıştığı târih açığa çıkacak, dünyevî ve uhrevî egemenliği bundan ağır bir yara alacaktı çünkü.. Athenagoras’ın babası bir ara Horace cinâyetinde Vatikan’ın bir parmağı olabileceğini ve hattâ bu işin bizzat Vatikan’ın direktifleri doğrultusunda İtâlyan masonların İstanbul’daki uzantıları tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini düşünmüş, bu olasılığın üzerine gitmişler, ama hiçbir kanıta ulaşamamışlar.. Athenagoras bana Horace’ın günlüğüne gerek Lysisya gerekse diğer İonya kolonileri hakkındaki bilgileri tafsîlâtlı bir biçimde kaydettiğini söyledi. Ona bu günlüğün nerede olduğunu sordum, emin ellerde olduğunu söyledi.. Bana bunları dün niye anlatmadığını sorduğumda ise dünkü olayların ardından beni bir de bunlarla rahatsız etmek istemediğini söyledi..

 

Tanrım.. Kazı bölgesinin bir şekilde Sümerlerle ilgili olabileceği tahmînimde haklı çıktım. Hem üstelik bunun British Museum tarafından biliniyor olduğu ve bölgede elde edebileceğimiz bulguların Lordlar Kamarası tarafından birtakım siyâsî amaçlara âlet edilecek olduğu tahmînimde de haklı çıktım.. Lordlar Kamarası, Yunan Diasporasının ve Rum masonların etkisiyle bu bölgenin eski bir Grek yerleşim birimi olduğunu ve buranın Yunanistan’a katılması gerektiğini Osmanlı Devleti’ne kabûl ettirmek isteyecektir. İngiliz Hükümeti de Yunanlılar ile Ruslar arasındaki ilişkide Rusların yerini almak ve Çarlığın sıcak denizlere inmesini engellemek isteyecektir.. Diğer taraftan Anglikan Kilisesi de Lysisya’ya ilişkin Vatikan’ı sarsacak bir bulgu elde etmeyi başarırsak bunu ona karşı bir koz olarak elinde tutmak isteyecektir, ama bunu etkin bir biçimde kullanamaz ya neyse.. Vatikan’ın Athenagoras’tan haberi olmuşsa ki olmuştur, onun içinde olduğu bir işin amcasının hayâlini gerçekleştirme amacına hizmet ettiğini düşünerek yanımıza Tapınak Şövalyelerini veya masonları sokmuş olması da muhtemeldir.. İşte, içine düştüğümüz ateş çemberi.. Tanrım..

 

Athenagoras’la tüm bu entrikalar arasında British Museum’un da aslında ne elde etmek istediğini epeyce tartıştık ve vardığımız sonuç şu oldu: Fransızlar ile İngilizler arasında eski Doğu medeniyetlerinin gizemini çözmek konusunda amansız bir yarış var. Bu yarışta Fransızlar, Jean François Champollion öncülüğünde epeyce ilerlediler. British Museum, Thomas Young öncülüğünde şu meşhur Rosetta Taşını yıllarca inceledi, ancak kayda değer bir başarıya imzâ atamadılar. Aslında bunun böyle olacağı tâ başından belliydi. Çünkü Thomas Young bir dilbilimci olmaması nedeniyle hiyeroglifleri basit bir matematiksel tekrarla Eski Yunanca üzerinden çözmeye çalıştı. Jean François Champollion ise bir dilbilimci olmasının kazandırdığı bilgi ve zihniyet aydınlığıyla hiyeroglifleri dil-kültür ilişkisi bağlamında inceledi, Eski Kopt dilinin hiyerogliflerle ilişkisini buldu ve bu yazıları okumayı başardı.. İşte, bu amansız yarışta Jean François Champollion’la birlikte hiyeroglifleri okumayı başaran ve böylelikle Eski Mısır medeniyetini gün yüzüne çıkartan Fransızlar, İngilizleri geçmeyi başardı; Louvre Müzesi hemen tüm Avrupa’da British Museum’dan daha prestijli bir konuma yükseldi.. Öyle sanıyoruz ki British Museum bizim kazı bölgesinden elde edeceğimiz bulgularla eski prestijini yeniden kazanmak isteyecektir/istemektedir de..

 

Ne var ki bu bulguların ne kadarının dünyâ kamuoyuna duyurulacağı ne kadarının arşivde saklı tutulacağı da ayrı bir mesele.. Arşivde geçirdiğim uzun yıllar boyunca bunun sayısız örneklerini tecrübe ettim.. Hem Lordlar Kamarasının finanse ettiği bir kazıda elde edilecek bulguların onların izni olmadan dünyâ kamuoyuna duyurulması da çok zor.. Bu bakımdan Louvre Müzesi, British Museum’dan hep bir adım önde olmuştur ve sanırım bundan sonra da hep bir adım önde olacaktır. Çünkü Louvre Müzesi, Kalvinistlerin ekonomik ve siyâsî hâmiliği altında ve bu müzenin elde ettiği bulgular modern paganlığa ne kadar aykırı olursa olsun bunları yayınlama konusunda Vatikan’ın dünyevî ve uhrevî otoritesini karşılarına almaktan çekinmiyorlar. Ancak British Museum maalesef Lordlar Kamarasının denetimi altında, yer yer onlardan bağımsız projeler gerçekleştiriyorlar, ama elde edilen bulguların yayınlanması son adımda hep Lordlar Kamarasının izniyle gerçekleşiyor.. Ben gerek Musul kazılarında gerekse Lagaş kazılarında bunları bizzat tecrübe ettim ve özellikle de Lagaş kazıları sırasında elde ettiğimiz bulguları yayınlayamadık.. Çünkü bu bulgular modern paganlığın temellerini deşifre ediyor ve Mezopotamya kültlerinin modern dünyâyı esir almış olduğunu apaçık bir biçimde temellendiriyordu..

 

Bundan altı-yedi yıl kadar önce British Museum’dan bâzı arkadaşlar Lordlar Kamarasının üzerlerindeki bu hâkimiyetini sona erdirmek için ve Louvre Müzesi ile Kalvinistlerin arasındaki ilişkiye öykünerek British Museum’un Anglikan Kilisesinin kontrolü altına geçmesi için yoğun bir çaba sarf etmişti, ancak ben onlara bu çabanın ne kadar boş olduğunu, yeri geldiğinde Anglikan Kilisesinin de British Museum üzerinde Lordlar Kamarasının kurduğu baskı ve denetime koşut bir işe soyunacağını, Anglikan Kilisesinin diğer Protestan Kiliseleri arasında Vatikan’ın dünyevî ve uhrevî egemenliğine belki de en çok bağımlı kilise olduğunu, bu nedenle bu çabalarının boş olduğunu onlara anlatmayı denemiştim, ama beni anlamamışlar veya anlamak istememişlerdi.. Fakat sonuçta değişen birşey olmadı.. Bizim tarikatın British Museum’u hâkimiyeti altına alma gerekçelerinden en önemlisi de budur zâten.. Bizce şu an için Kıtâ Avrupa’da hiçbir müze British Museum’un sâhip olduğu imkânlara sâhip değil ve burası bizim kontrolümüz altına alındığında modern paganlığın köklerini daha sağlıklı bir biçimde inceleyeceğiz, hem üstelik tüm arşivlerimizi açıp bu bulguları dünyâ kamuoyuyla paylaşacağız.. Öte yandan bizim kontrolümüz altında Birleşik Krallığa bağlı sömürgelerin târihî eserlerinin yağmalanması da son bulacak ve arkeolojik incelemeler görünümü altında başta Mezopotamya olmak üzere bu coğrafyaların petrol ve diğer doğal kaynakları da artık yağma edilmeyecek.. Biz bu coğrafyalardan sözde İngiliz arkeologlarını def edeceğimiz gibi, sözde Fransız, Alman ve Amerikan arkeologlarını da def edeceğiz.. Tanrı bize güç versin..

 

Bu kazı projesinden Vatikan’ın umduğu hiçbir sonuç çıkmamalı.. Ve hattâ Vatikan’a karşı Rum masonları bir şekilde kullanabilirim.. Ama bunu yaparken Osmanlı Devleti’nin Batı Anadolu’daki hükümranlık haklarına zarar vermemeliyim.. Belki de Rum masonları Fransız ve İtâlyan masonlarıyla birbirine kırdıracak bir formül en iyisi..

 

Off.. Kafam karmakarışık.. Belki bir süre yazmaya ara versem iyi olacak..

 

5 Mayıs 1885

 

*

 

Tanrım.. Ben bıraksam da günlük beni bırakmıyor..

 

Sabah yine erkenden Athenagoras kamarama geldi ve Lysisya hakkında konuştuk. Dün akşam yemeğinden önce güvertede Carlo’yu tesellî ediyordum, bir ara ona Kaystros ticâret yolu hakkında bâzı şeyler sordum ve çok önemli bilgiler elde ettim. Sabah bunları Athenagoras’la da konuştum.. Carlo bana özetle şunları söyledi:

 

Bu ticâret yolu Pers İmparatorluğunun doğu sınırı olan Baktria’dan başlayıp oradan güneye, Persis’e gelip buradan Ninova’ya geçip Efhesos’a uzanan dünyânın en eski ticâret yollarından biriymiş. Carlo’ya bu yolun Ephesos durağından önceki en önemli durağının neresi olduğunu sorduğumda bana Galatya olduğunu söyledi.. Carlo’ya bakılırsa Lydya Kralı Kroisos bu ticâret yolunu denetim altına almak istemiş ve Ephesos’u siyâsî egemenliği altına almaya çalışmış. Efhesos, Kimmer saldırılarından sonra zayıflamıştı, Kral Kroisos için bu iyi bir fırsattı. Ancak tüm İonya kolonilerinde Ephesos’tan Kimmerleri çıkartmak için olağanüstü bir seferberlik başlatılınca Kral Kroisos, Ephesos’u askerî yolla işgâl edemeyeceğini düşünmüş, Lydya ordusunu göz göre göre İonya ordularına yok ettirmek istememiş. Bunun üzerine Ephesos’a haber göndermiş, Kimmer saldırılarına karşı Lydya ordusunun emirlerinde olduğunu söylemiş ve kısa bir süre sonra bu teklîfi olumlu karşılanmış. Böylelikle Ephesos’a ilk Lydya birliği sızmış, hem zamanla bu kentteki Lydyalıların sayısında da ciddî artışlar meydana gelmiş.. Ephesoslular Lydyalıları Pion Dağının eteklerine yerleştirmiş. Başta Artemis Tapınağı olmak üzere kentin en gözde mekânlarını ve kent surlarını koruma görevi de Lydya birliklerine verilmiş. Zamanla Artemis Tapınağına Lydyalı râhipler yerleştirilmiş ve kent yavaş yavaş Lydya’nın siyâsî egemenliğine hazırlanmış.. Ephesoslular Kimmer saldırılarının üstesinden gelmesine gelmiş, ama bir daha bu tür saldırılara fırsat vermek istemeyen Persler bu kenti ele geçirmek ve burayı İonya bölgesine açılan kapıları olarak kullanmak istemiş. Sonunda Pers Kralı II. Kyros, Ephesos üzerinde siyâsî egemenlik kurmuş, böylelikle Kaystros ticâret yolu da güven altına alınmış. Fakat kentteki Pers egemenliğine karşı Lydyalılar Ephesosluları ayaklandırmayı başarmış ve sonunda da bu kent üzerinde siyâsî egemenlik kurarak Kaystros ticâret yolunu kendi denetimleri altına almayı başarmışlar. Bundan böyle bu ticâret yolu üzerinde Persler ile İonyalılar arasında bir köprü konumuna gelmişler..

 

Carlo’ya bu bilgileri nereden edindiğini sordum, bana Homeros’tan ve Strabon’dan öğrendiğini söyledi.. Bugün birkez daha anladık ki Athenagoras’la tahminlerimizde haklılık payımız çok yüksek.. Gerçekten de bu kaynaklar Lysisya’dan hiç bahsetmiyor, Ephesos ile Persler arasındaki ticâret yolu üzerinde Efhesos’tan bir önceki durağı Galatya olarak gösteriyorlarsa bu kaynakların sonradan tahrif edildiğini, bu kaynaklardan Lysisya’nın silinmiş olduğunu düşünmemiz için gerçekten de haklı nedenlerimiz var.. Yonatan, Lysisya’nın Lydyalıların eline geçmeden önce çok zengin bir kent-devleti olduğunu yazmıştı, şu hâlde bu kenti Lydyalıların sömürmüş olabileceğini düşünebiliriz.. Ama bu noktada şöyle bir olasılık daha var: eğer Persler ile Lydyalılar arasında Kaystros ticâret yolunu denetim altına almak için Lysisya’da bir savaş yapıldıysa Lysisya bu savaştan sonra önemini kaybetmiş olabilir, bu durumda kenti Persler veya Lydyalılar yakmış veya yaktırmıştır.. Ne var ki bu olasılık bize pek mâkûl görünmüyor, çünkü burada Romalılar zamânında önemli bir konsülün toplanmış olabileceği, eğer konsül kararlarını beğenmemişse Vatikan’ın direktifleri doğrultusunda bu kentin yakılmış olabileceği ve kaynaklardan bu kente âit bilgilerin sildirilmiş olabileceği olasılığı bize daha mâkûl görünüyor, hattâ bu kentin duyulmaması için Vatikan’ın gösterdiği çabaları da düşününce..

 

Biz Athenagoras’la bu konuyu şimdilik askıya almaya karar verdik, bölgede incelemeler yapmadan kesin bir sonuca varmamız mümkün değil ve biz bu olasılıklar üzerinde düşündükçe kendimizi daha fazla heder ediyoruz.. Tanrım.. Dilerim Lysisya’nın kent tapınağını bulmayı başarırız ve burada günümüze ulaşmayı başaran bir analla karşılaşırız.. Lysisya her ne kadar Romalılar zamânında modern paganlığa geçirilmiş olsa da ki bu olasılık çok güçlüdür, yine de tapınaktan bu analı yok etmiş olamazlar, eğer tapınak enleri ve şatamları dirâyetli olmayı başarmışsalar bu kayıtları korumayı da başarmış olmalılar.. Kim bilir, belki de Carlo’nun peşine düştüğü şu kayıp Eros Tapınağı da aslında Lysisya’nın kent tapınağıdır, şu hâlde buraya gelen ilk Sümerlerin İonya kolonistleri tarafından siyâsî egemenlik altına alınmalarından sonra Lysisya’nın kent tapınağının adı değiştirilerek bu ad konmuş olmalı.. Bunu bekleyip göreceğiz..

 

...

 

Tanrım.. Gerçekten de herşey karmakarışık, iç içe geçmiş bir dizi olay, bir dizi entrika ve tüm bunların arasında sıkışıp kalmış iki Naturalist ve Athenagoras ve bir de diğer mâsum arkeolog arkadaşlar.. Tanrım.. İleride yazmayı düşündüğüm “boşluk doldurmaca”mda bu kadarını zihnimde kurmayı başaramazdım sanırım.. Tanrım.. Bu günlükte yazdıklarım kendi başına müthiş bir kurgu zâten, ama tek farkı var: kahramanları gerçek ve bu olayların akışında en ufak bir olumsuz gelişmenin bedeli çok ağır olacak, bundan koca bir imparatorluk ve milyonlarca mâsum insan etkilenecek.. Tanrım..

 

...

 

Kahvaltı için yemek salonuna geçtiğimizde masada yine fısıltılar yükseliyordu.. Ekip dün de böyleydi.. İki gündür kamarada Athenagoras’la uzun uzun görüşmemiz ekibin fazlasıyla dikkatini çekmiş.. Bizi gördüklerinde herkes normâl davranmaya çalışıyor, ama tüm bakışlar üzerimizde toplanıyor.. Harold dün bir ara Edward’ın ağzını aramaya çalışmış. Ona ben ve Athenagoras’la ilgili bâzı şeyler sormuş. Tanışıklığımızın nereye dayandığını, aramızdaki bu samîmiyetin kaynağının ne olduğunu öğrenmek istemiş.. Edward’ın ağzı sıkıdır, hem çok da zekîdir. Harold ondan lâf çıkmayacağını anlayınca epeyce bozulmuş olmalı.. Aslında ben de ekibe ulaştığımız bu bilgileri açıklamak isterdim. Ama gerçekte kimin ne için kime hizmet ettiğini bilemediğim için yapacağım bu açıklamanın zararlı sonuçlar doğurmasından endişe ediyorum.. Ben ve Athenagoras bölgede inceleme yapmaya başladığımızda önceden kararlaştırdığımız yorumları o anda geliştirmişiz gibi açıklayacağız ve ekibi olabildiğince kontrol altında tutmaya çalışacağız.. Bugün Athenagoras’la birlikte bölgedeki incelemeler sırasında Lysisya hakkında en sağlam bilgilere ulaşmadan önce ekibe bu bölgenin Lydya’ya bağlı sıradan bir yerleşim birimi olduğu, târihsel ve arkeolojik bakımdan pek bir önemi olmayan bir mesîre yeri olduğu sonucuna ulaştığımızı söylemeyi kararlaştırdık. Ekipteki masonlar Vatikan’a haber uçurarak bizim Lysisya’yı en doğru biçimde keşfetmemize engel olmamalı.. Lordlar Kamarası ve British Museum da herhangi bir nedenle bu kazı projesini bir anda yarıda kesmemeli.. O yüzden atacağımız adımlarda çok dikkatli olmalıyız..

 

Dün Carlo’yla Ephesos kazılarının niçin yarıda kesildiği hakkında da daha etraflıca konuşmuştuk. Kendisi 1869-74 târihleri arasında Wood’un başkanlığında yapılan kazılarda Gelis’le birlikte yer almıştı. Carlo bana kendisinin net bir bilgisinin olmadığını, ekibe kazıların durma gerekçesi olarak yalnızca ödenek yetersizliğinin söylendiğini, ancak Wood’un Artemis Tapınağı bulunduktan sonra ekibe karşı daha sinirli davranmaya başladığını söylemişti.. Kafam çok karışık.. Bugün Athenagoras’la konuşurken Wood’un Artemis Tapınağının kayıtlarında Lysisya’ya ilişkin birşeyler bulmuş olabileceği olasılığı üzerinde durduk. Ben Wood’u hiç tanımıyorum. Adını birkaç kez duymuştum, o da British Museum’da hatırı sayılır bir arkeolog. Ama onun mason olup olmayabileceği hakkında kulağıma hiçbir şey gelmemişti. Yâni buradan da kesin bir sonuca ulaşmak güç. Ama şahsî kanaatim şudur ki Ephesos kazıları ekibin Lysisya’yı öğrenmemesi için yarıda kesilmiş olabilir.. Bu durumda düz bir mantıkla Wood’un Vatikan’la gizli birtakım ilişkilerinin olabileceği sonucu çıkıyor, ama gerçek her zaman düz mantıkla kavranılabilecek kadar yalın değil.. Off.. Tanrım.. Ne biçim bir kâbus bu..

 

İzmir’e bir hafta içinde varacağımızı tahmin ediyoruz.. Ben o olaydan sonra Kaptan Plummer’le hiç konuşmadım. Bugün Athenagoras kahvaltıdan sonra Kaptan Plummer’le konuşmuş, onun ağzını aramaya çalışmış, ama o da hiçbir yere varamamış.. Sonra yine bizim kamaramıza geldi ve onunla şu Pontus meselesini konuştuk. Athenagoras gerek Horace’ın günlüğünden gerekse Atina Devlet Kütüphânesinden bu konuya ilişkin çok fazla bilgi derleyip toplamış, Yunan Diasporasının eski Bizans İmparatorluğunu yeniden diriltmek için eski İonya kolonileri hakkındaki amaçlarını geçersiz kılacak bulgulara ulaşmış. Ayrıca bana şu sıralar Kıtâ Avrupa’daki bâzı felsefe tartışmalarından da bahsetti, bunlar da Yunan Diasporasındaki oryantalistler tarafından kasıtlı olarak ortaya atılmış ve Yunan emperyalizmine hizmet eden tartışmalarmış.. Onu dinlerken bu meselelere ilişkin bâzı notlar aldım, yeri gelmişken bunları da günlüğüme kaydedeyim:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Athenagoras’a bakılırsa Doğu Karadeniz Bölgesindeki ilk yerleşimler M.Ö. 5500’lere kadar uzanıyor. Herodotos bu bölgede Khalybilerin yaşadığını yazmış, ancak fazla bir bilgi vermemiş (veya bunlar da sonradan tahrif edildi). M.Ö. 2000’lerde ise bu bölgeye Türkler göç etmeye başlamış. Oğuz boylarından Akhun, Avşar, Kıpçak, Peçenek ve Yazır Türkleri zamanla Khalybilerle kaynaşmış ve ortaya melez bir ırk çıkmış. Athenagoras’a bu sonuca nasıl ulaştığını sordum, bana daha çok eski kaynaklardaki yer ve kral isimlerine dayalı olarak böyle düşündüğünü söyledi. Bu isimler Eski Türkçeden türetilmiş.. Athenagoras çok güvendiğim bir dilbilimci ve bu konuda yanılmış olabileceği ihtimâline pek olanak tanımıyorum. Ayrıca Çin kaynaklarında da bu târihlerde Türklerin Orta Asya’dan bu taraflara doğru göç ettiği yazıyormuş.. Dolayısıyla Athenagoras bölgedeki Türk varlığının Greklerden çok daha eskilere dayandığını, asıl işgâlci olanın Grekler olduğunu tanıtlamış oluyor..

 

Athenagoras’a bakılırsa zamanla Oğuzlar ile Khalybiler arasında ortak bir kültür gelişti. Oğuzlar onlara demiri ve onu işlemeyi, hayvan evcilleştirmeyi ve daha iyi avlanma yöntem ve tekniklerini öğretmişse ki bu çok kuvvetli bir olasılıktır, bu durumda bölge zamanla zenginleşmiş olmalı.. Athenagoras bölgedeki ilk Grek varlığının M.Ö. 650’lerde görüldüğü sonucuna ulaşmış, kaynaklarda bundan daha eski bir târih yokmuş. Herodotos, İonya’nın kolonilerinden biri olan Miletos’un bu dönemde Pontus’un zenginliklerinden haberdâr olduğunu ve burayı kolonileştirmek istediğini yazıyor. Ancak Herodotos pontus adını Greklerle kültürel, siyâsî veya ekonomik bir ilişki içinde olan bir kent-devletini adlandırmak için değil, Karadeniz’in kuzeydoğusu mânâsında kullanıyor. Dolayısıyla Eski Yunan kaynaklarında bile Pontus aslında Greklerin eski bir yerleşim bölgesi olarak geçmiyor, pontus adı yalnızca coğrâfî bir nitelik belirtiyor.. Athenagoras bana Yunan Diasporasının bu gerçeğe gözlerini kapayarak ve hattâ Herodotos’un yazdıklarını apaçık bir biçimde çarpıtarak dünyâ kamuoyunu yanılttığını söyledi ki sonuna kadar haklı görünüyor.. Yunan Diasporası Pontus’ta Greklerden oluşan homojen bir insan kitlesi varmış gibi gösteriyor, bu kitlenin Türkler tarafından yüzyıllardır baskı ve zulüm gördüğüne dünyâ kamuoyunu inandırmaya çalışıyor.. Dilerim Osmanlı târihçileri de daha fazla geç kalmadan bu bilgilere vâkıf olurlar, yoksa sonunda ilk önce bu sözde Pontuslulara yapılan sözde baskı ve zulümler için tazmînât ödemeye, sonra da onlara otonomi sağlamaya mecbur bırakılabilirler ki zâten Yunan Diasporasının hedefi de bu bölgeyi de yeniden diriltmeyi hedefledikleri Bizans İmparatorluğunun sınırlarına katmak.. Ne kadar acıdır ki bu bölge de emperyalistler ile masonların birbirleri arasındaki çıkar çatışmasının ortasına düştü.. Tanrı bu bölgedeki Türklere de yardım etsin..

 

Athenagoras’a bakılırsa Pontus demir ve gümüş kaynakları bakımından son derece zengin bir kentti ve Miletoslular bu kaynakları İonya’ya taşıdılar. Böylelikle Miletos M.Ö. 5. yüzyılda üstün bir refah ortamına sâhip oldu ve düşünsel faaliyetlerde de üstün başarılar kaydedebildi. İşte, felsefe de Miletos’ta bu refah ortamı içinde “doğdu”..

 

...

 

Benim felsefeye merâkım çok eskilere dayanır. Ancak öğrencilik yıllarında aldığım felsefe eğitimi daha çok Aydınlanma’ya ve Naturalizme ilişkindi. Başpiskopos Baldwin derslerde bize Naturalizmin kökeninin Eski Yunan felsefesi olduğunu örneklerle anlatır, bende de bu felsefeye karşı doğal bir merak uyanırdı.. Ne var ki derslerimize eğer Başpiskopos Baldwin değil de bu konularda etraflıca düşünmemiş sıradan bir felsefe hocası girseydi sanırım ben de şu sıralar müthiş bir Yunan hayrânı olurdum.. Bâzı Yunan filozoflarının gerçekten de insanlığa ışık tutacak fikirler geliştirmiş olmasına karşın geneline bakıldığında bu felsefe Doğu medeniyetinin Batının kendi şart ve koşullarına uydurularak değiştirilmesinde, bu medeniyetin içindeki mitik figürlerin çok daha anti-seküler bir hâle getirilmesinde önemli bir geçiş aşamasıdır.. Pek çok Yunan filozofu hayatlarının pek çok döneminde Doğuya yolculuklar yapar, oraların kültür ve medeniyetlerini inceler, sonra gelip bunları kendi ekonomik ve siyâsî yaşamlarına uydururdu. Romalılar zamânında da bunlar Vatikan öncülüğünde gerçekleştirildi ve böylelikle Batı medeniyeti inşâ edildi. Bu yapılırken Vatikan’ın direktifleri doğrultusunda başta Platon’un Akademia’sı olmak üzere hemen tüm felsefe okulları kapatıldı, bunların yerine kilise okulları açılarak Vatikan’ın felsefî faaliyetlerden birinci derecede sorumlu en yüksek makam hâline gelmesi sağlandı. Böylelikle Eski Yunan felsefesinin modern paganlığa tam adaptasyonu da daha sağlıklı bir biçimde gerçekleşmiş oldu..

 

Ne kadar ilginçtir ki Avrupalı oryantalistler geliştirdikleri çeşitli türden sömürgecilik siyâsetlerine “sağlam” bir temel oluşturmak için “Batının üstünlüğü” tezini ortaya attılar, bunu yaparken de özgün bir medeniyete sâhip olduklarını, bunun insanlığın bugün îtîbârîyle sâhip olduğu en üstün ve en ileri medeniyet olduğunu Asya ve Afrika halklarına yutturmaya çalıştılar, çalışmaya da devâm ediyorlar. Fakat Asyalı ve Afrikalı aydınlar çıkıp da bu “ilerleme”nin kaynağını bir türlü soramıyor.. Bu aydınların gözleri o kadar köreltilmiş ki kendi doğal kaynaklarını ve insan gücünü sömürerek ortaya çıkan bu “ilerleme”nin hesâbını sormak yerine Batıyı taklit ederek aynı “ilerleme”yi sağlayacaklarını zannediyorlar.. Sömürüye dayalı bir “ilerleme”.. Üzerinde başta emek hırsızlığı olmak üzere hemen her türlü *********liğin payı bulunan bir “ilerleme”.. Böyle bir “ilerleme”nin matah birşey olmadığını biz Avrupalılar Aydınlanma’yla birlikte anladık. Biz Naturalistler için de ilerleme insanlık ideâllerinde ilerlemedir. Eşit, özgür ve kardeşçe bir toplumda yaşama ideâlinin adım adım gerçekleşmesidir.. Asyalı ve Afrikalı aydınlar ise güzelim ormanları katledip büyük büyük binâlar yapmayı; akarsu, göl ve denizleri kirletmeyi, günde on altı saat ve sâdece karın tokluğuna işçi çalıştıran fabrikaların kurulmasını vb. pek çok *********liği “ilerleme” sanıyor.. Tanrım.. Bu aydınlar ne zaman akıllanacak.. Bu aydınlar kendi toplumlarında kendilerine özgü bir Aydınlanma’yı ne zaman gerçekleştirecek.. Tanrım.. Tanrım, sen bu aydınlara yardım et..

 

Asyalı ve Afrikalı aydınların işi gerçekten de çok zor.. Aydın olmak zâten çok zor, toplumun kemikleşmiş inançlarını, toplumsal putlarını, komprador burjuvasını karşılarına almaları yetmiyormuş gibi bir de bu lânet herifleri, Avrupalı oryantalistleri karşılarına almak durumundalar.. Ama zâten aydınları toplumsal bir değer hâline getiren de bu güçlüklere göğüs germeleri, yine de insanlık değerlerinden taraf olarak kendi toplumlarının insanlık ideâlleri doğrultusunda ilerlemesi için yol açmaları değil mi.. Gerçi bâzı Orta Afrika aydınlarına herhangi bir haksızlık yapmak istemem, onların yeri müstesnâ.. Tanrı’ya şükürler olsun ki şu son dönemlerde bâzı Orta Afrika ülkelerinde bu lânet heriflere karşı direniş sinyâlleri veriliyor. Zâten bu bölgedeki komprador burjuvanın zencîleri kontrol altında tutabilmesi çok zordu; dilleri, dinleri, kültürleri vb. Anglo-Saksonlara hiç mi hiç benzemez.. Bu engelleri bizim oryantalistler halkı ve aydınlarını hipnotize ederek bertarâf etmişti, şimdi yavaş yavaş bu hipnoz aşılıyor gibi.. Bunda kuşkusuz bu bölgelerde faal bir biçimde etkinliklerini sürdüren Naturalist kardeşlerimizin üstün başarılarının payı büyüktür.. Dolayısıyla Afrikalılar Başpiskopos Baldwin’e ne kadar minnet duysalar azdır.. Tanrım.. Keşke Kuzey Afrika’ya da tarikatımızı benimsetmeyi başarabilseydik.. İşte o zaman hem bizimkiler hem de Fransız komprador burjuvası ancak avucunu yalardı.. Dolayısıyla, şahsî kanaatim şudur ki Türkleri ötekileştirmeden koruyan, ötekileştirmenin zararlı etkilerinden sakınan toplumsal genetiklerinin yerine getirdiği fonksiyonları Orta Afrika’da biz Naturalistler yerine getiriyoruz.. Dilerim günün birinde Kuzey Afrika’ya da gireriz ve Afrika Kıtâsı bizim kontrolümüz altında insanlık ideâllerinde ilerlemesini sürdürür.. Tanrım.. Biz Naturalistlere bunu bağışla.. Biz bunu fazlasıyla hak etmedik mi ey Ulu Tanrım..

 

Şahsî kanaatim şudur ki oryantalistlerin, özellikle de bizimkilerin en büyük esin kaynaklarından biri John Locke’un tabula rasa söylemidir. John Locke bu söylemiyle insan zihninde doğuştan gelen hiçbir ide ve ilke olmadığı, herşeyin sonradan istenildiği biçimde şekillendirildiği görüşünü ortaya atmış, başta tanrı idesi olmak üzere zihinde mevcut sanılan tüm idelerin oraya ancak sonradan yerleştirildiğini savunmuştu. Locke’a göre insan zihni, içinde bulunulan çevreye göre istenildiği biçimde yeniden formatlandırılabilir, toplumsal ve kültürel unsurlar aracılığıyla insan zihninde bu formatlandırma sağlanabilirdi.. Locke bu görüşünü Aydınlanma’nın genel istek ve beklentileri doğrultusunda geliştirmiş, herhangi bir art niyet gütmemişti. Ancak bizimkiler başta olmak üzere hemen tüm oryantalistler bu söylemi alıp kendi zihin formatlandırmalarına meşâle yaptılar, zihinde değiştirilemeyecek hiçbir şey olmadığını Locke’la birlikte anladılar.. Hem târih dediğimiz şey de nedir ki toplumların zihninden başka.. Locke’u bu işlerden sorumlu tutmak adına değil ama, oryantalizmin kaynakları ve gelişim serüveni açısından bence bu oldukça önemli bir düşünsel odaktır. Oryantalistler Asya ve Afrika halklarını ve aydınlarını, bu insanların zihinlerini ve târihlerini önce tabula rasaya çeviriyorlar, sonra da kendi hedefleri doğrultusunda yeniden yazıyorlar; kendi toplumsal ve kültürel unsurları aracılığıyla bu insanların zihinlerini ve târihlerini ele geçiriyorlar ve onları sömürgeleştiriyorlar.. Bugün eğer Hindistan’da yerel dilde konuşmak yasaklanmışsa, gerek resmî dil gerekse gayri resmî dil olarak yalnızca İngilizce kabûl edilmişse bunda Hinduların zihinlerini ve târihlerini yok etmeyi, sonra da tabula rasaya çevirdikleri bu zihinlerin ve târihlerin üzerine Anglo-Sakson toplum yapısını ve kültür unsurlarını kazımayı ve Hinduları köleleştirmeyi amaç edinen bizim oryantalistlerin payı büyüktür.. Hindular artık Hinduizmi bırakmaya başlamış, Anglikan Kilisesine bağlı papazlar eşliğinde hızla modern paganlığa yöneliyor.. Dilerim günün birinde Hindular da çağdaşlığın Anglo-Saksonlara özgü boş ve gereksiz bir kibarlık olmadığını; beş çayları düzenlemenin, çayı cam bardakta değil de porselen fincanlarda içmenin vb. çağdaşlıkla hiçbir ilişkisinin olmadığını, bunların toplumsal ve kültürel farklılıklar olup başka toplumlar ve kültürler nezlinde herhangi bir üstünlük yaratmadığını/yaratmayacağını/yaratamayacağını anlarlar.. Gerçi İngilizce konuşmaya devâm ettikleri sürece bu biraz zor gibi görünüyor, ama dilerim günün birinde bunu anlayan bir aydınları ortaya çıkar ve Hindular, Anglo-Sakson boyunduruğundan kurtulur..

 

Yine bizim oryantalistler üzerindeki etkisi dikkate alındığında Francis Bacon da bu bağlamda önemli bir sîmâdır. Bacon bilginin güç olduğunu, bilgi sâhibi olan insanın hem doğaya hem de insan dünyâsına hükmedebileceğini ortaya koymuş, bunu mümkün kılacak olan yasaları araştırmayı salık vermişti. Bacon’la birlikte başlayan İngiliz empirizmi ve hattâ en kuşkucuları bile bu tür yasalar aramaktan hiç vazgeçmediler. Bu yasaların kaynağı konusunda anlaşamamış olsalar da bu tür yasalar aramak konusunda tam bir görüş birliği içindeydiler. Bizim oryantalistler Bacon’un açtığı yoldan ilerlediler, Bacon onlara Asya ve Afrika’nın sömürgeleştirilmesi için bu toplumların dilini, dînini, kültürünü, toplumsal yapısını vb. tanımayı, bunlara ilişkin yasalara ulaşmayı öğütlemiş oldu.. Filozof olmak gerçekten de çok büyük ve zor bir iş.. Söylediği lâfların ucu nereye gider, bunu tartamayan bir kimse bence filozof olmamalı.. Belki Bacon da Locke gibi oryantalizmden doğrudan sorumlu tutulamaz, ama ortaya koydukları görüş ve öneriler ve bunların sonuçları ve olası sonuçları hakkında daha özenli bir tutum takınmış olmamaları nedeniyle kuşkusuz hatâ etmişlerdir.. Meselâ Bacon bu yasaların insanlık ideâlleri doğrultusunda ilerlemede kullanılması gerektiğini, başka amaçlara hizmet etmesi hâlinde insanlık değerlerinin çiğneneceğini, bunun ise onulmaz yaralar açacağını ve insanı insan olmaktan çıkartacağını nedenleriyle ve karşı önlemleriyle birlikte başta biz İngilizler olmak üzere tüm dünyâya anlatabilirdi, buna imkânı vardı.. Ama ne Bacon ne de Locke böyle yapmadı.. Görüş ve önerilerini fütursuzca savurdular, sonunda da oryantalistlere esin kaynaklığı yaptılar.. Gerçekten de filozofluk özel bir insânî sorumluluk duygusuyla birleşmediği taktirde aslâ yanına yaklaşılmaması gereken bir iş..

 

...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.