Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü VIII. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Şahsî kanaatim şudur ki Avrasya coğrafyasında Osmanlı idâresi gerçekten de şu can ve mal güvenliği konusunda emsâli görülmedik bir güvence sağlamaktadır. Meselâ daha yakın bir geçmişe kadar Osmanlı idâresi altında bulunan Kafkaslar Çarlığın denetimi altına geçince Rus emperyalizminin ekonomik ve siyâsî tahakkümü altında Kafkas halklarının yaşadığı sorunlar ortada.. Ne kadar üzücüdür ki Çarlık 1829’da işgâl ettiği Edirne’yi geri verme karşılığında Osmanlı idâresinden Kafkasları almış ve bu bölge deyim yerindeyse sâhipsiz kalmıştır. Kafkas halkları toprakları üzerinde Çarlığın siyâsî egemenliğini tanımayınca Ruslar bu bölgeyi topa tuttular, ama kayda değer bir başarı alamadılar. Bölgenin coğrâfî yapısı Kafkas halklarının doğal bir müttefîki konumunda. Ruslar uzun zamandan beri savaşarak denetimleri altına alamadıkları bu bölgeyi şu sıralar Kafkas halklarının içine sızarak Ortodoksluk propagandası yaparak, Rusları bölge insanlarına sevdirerek yapmaya çalışıyor.. Ben bunda başarılı olabileceklerine ihtimâl vermiyorum, Kafkas halkları Müslümanlığa fazlasıyla bağlı ve bağımsızlıklarına da bir o kadar düşkünler.. Çarlık burada Osmanlı idâresine benzer bir yönetim kurmak istemiyor, burayı sömürmek istiyor. Hem Osmanlı idâresinin başında bulunan zat aynı zamanda da halîfe olduğu için bu bölge insanlarının Osmanlılara karşı yakınlığı tabiîdir, halîfe onların dînen bağlı oldukları en yüksek mercî olduğu için siyâseten hâmiliğini de üstlenmişti. Bu hâmilik bugün yok, ama ben Osmanlı Devleti’nin başta Çeçen ve Dağıstanlı direnişçiler olmak üzere hemen tüm Kafkas halklarına yardım ettiğine inanıyorum.. Tüm bu nedenlerden ötürüdür ki Ruslar, Kafkasların kapılarını Ortodoksluk propagandalarıyla açmaya çalışıyor. Rus ajanlar Ortodoksluğu seçen tek tük yerli halka paralar veriyor, kâtipleri bu insanların isimlerini kaydediyor, Pazar Âyinlerine katılıp katılmadıklarını denetliyor.. İşte, dilerim Kutsal Topraklarda Osmanlı Devleti’nin siyâsî egemenliği aslâ sona ermez, aksi taktirde kuvvetle muhtemeldir ki bu bölgede emsâli görülmemiş büyüklükte bir çıkar çatışması ve din savaşları yaşanacak ve sonunda olan da Müslüman Türklere olacaktır..

 

Osmanlı idâresinin yönetilenler üzerinde hak ve adâlet esâsına dayalı uygulamaları Batı Avrupa insanı için oldukça yabancı. Bizim insanımız Osmanlıların düşünme biçimini kavrayamıyor. Osmanlılar biz henüz mezhep savaşlarından kırıldığımız dönemlerde tüm dînî azınlıklara inanç özgürlüğü sağlamıştı. Bizde Katolikler Protestanları, Protestanlar Katolikleri, Yahudiler ise hem Katolikleri hem de Protestanları düşman belleyip onları yok etmeye çalışırken Osmanlı idâresinde tüm dînî azınlıklar barış içinde yaşıyordu.. Bu o kadar öyleydi ki 1698’de Mora’nın Venediklilere verilmesi karşısında bölgedeki Ortodokslar buna çok büyük bir tepki göstermişti. Osmanlı idâresi altında buradaki Ortodokslar din özgürlüğü haklarını rahatça ve sonuna dek kullanabiliyordu. Venedikliler ise kısa bir zaman içinde burayı Katolikleştirmek istiyor, bölgedeki Yunanlılara çok büyük baskılar yapıyordu.. 1718 Pasarofça Antlaşmasıyla Mora’nın yeniden Osmanlı Devleti’ne katılmasına en çok Moralılar sevinmişti.. Hem üstelik Osmanlılara ödedikleri vergiler Venediklilere ödedikleri vergilerin yanında hiçti, Osmanlı Devleti’nde bugün bile yabancı uyruklular Türklerden daha az vergi ödüyor ki bütün bunlar Avrupa insanı için aslâ anlaşılamaz politikalar.. Ve özellikle de Kostantinapolis’i işgâl eden Fâtih’in burada Ortodokslara din özgürlüğü hakkı tanıması bizim insanımızın aslâ kavrayamayacağı bir olaydır..

 

Şahsî kanaatim şudur ki Osmanlıların bu düşünme biçiminin târihsel kaynağı Müslümanlıktır.. İslâm orduları Kudüs’ü ele geçirdiğinde buradaki Yahudilere ve modern paganlara din özgürlüğü hakkı tanımışlardı, Osmanlılar da bu anlayışı sürdürmüş olmalı.. Bu o kadar öyleydi ki Kudüs’ün işgâlinden sonra Yavuz Sultan Selim’in buyruğuyla, o zamâna kadar modern paganlar tarafından bir çöplük olarak kullanılan Süleyman Tapınağının kalıntıları temizlendi, tapınak yeniden Yahudilerin ziyâretine sunuldu. Bugün bile Yahudiler bu tapınağın bugüne ulaşmayı başaran batı cephesini Ağlama Duvarı olarak özgürce kullanabiliyorsalar bunu Osmanlı idâresine borçlu olduklarını unutuyorlar.. Bu o kadar öyledir ki bir Yahudi ve modern pagan için Kudüs’te ölmek ve buraya gömülmek Tanrı’nın en büyük lûtuflarından biridir, Osmanlı idâresi altında Yahudilere ve modern paganlara bu konuda o kadar büyük bir imtiyaz tanındı ki Kudüs’ün yaş ortalaması hızla yükseldi, bu kent kısa zamanda bir tür ölüler diyârına dönüştü.. Bu o kadar öyledir ki Osmanlı idâresi Kudüs’te haç görevini tamamlamak isteyen hacılara hemen her kolaylığı sağlamıştır, bir modern pagan ömrü boyunca işlediği tüm günâhların haç görevini tamamlamasının ardından silineceğine, âdetâ yeniden doğmuş olacağına inanır ve bu görev onlar için hemen herşeyden önce gelir. Dolayısıyla Osmanlı idâresinin bu uygulamaları gerçekten de insanlık târihinde emsâli görülmedik bir insancıllığı, çağdaşlığı, hoşgörüyü içinde barındırır ve insanlık değerlerinden yüz çevirmemişler için güzel bir model oluşturur. Bizim insanımız ise yok etmeyi, parçalamayı, bölmeyi vb. baş değer bilir, haçlı seferleri sırasında hem de tüm günâhlarının bağışlanacağına inanarak Kutsal Topraklarda cinâyet işlemek onlar için çok tabiîdir..

 

Târih boyunca pek çok toplumda farklı etnik gruplar görülmüş, bunlardan pek azı aralarında belirli türden bir ortak yaşama kültürü geliştirmeyi başarabilmiş. Bu kültürden en çok mahrum bırakılanlar da kuşkusuz Yahudiler olmuş, Îsâ Mesih’e yaptıklarının diyetini(!?) modern paganlar onlardan çok daha ********* bir biçimde çıkartmaya çalışmış.. Ne var ki Osmanlı idâresi altında bu tür bir ötekileştirme hiç yaşanmamış.. Pekî ya özellikle de Kutsal Topraklarda Yahudiler Osmanlı idâresi altında târihleri boyunca hiç görmedikleri bir din özgürlüğüne kavuşmuşken ve sürgündeki Yahudi Diasporasının Avrupa’da mal mülk edinme hakkının yasaklanmasına ve bizzat Vatikan’ın direktifleri doğrultusunda Yahudilerin ticârî faaliyetlerinin engellenmesine karşın Osmanlı idâresinde onlara emsâli görülmedik bir düzeyde ve hattâ Türklere bile tanınmayan ekonomik ve sosyâl haklar tanınmışken Yahudi bankerlerin Osmanlı idâresi üzerinde ekonomik ve siyâsî tahakküm kurarak Kutsal Toprakları Pâdişah’tan satın almaya çalışmalarına ne demeli!.. Bu Yahudiler ne kadar nankör bir millet!.. Ama ne kadar ilginçtir ki Avrupa’da şu sıralar anti-semitizmin hızla yükselmekte olmasına karşın Türkler arasında bundan eser yok.. Türkler gerçekten de çok enteresan bir millet.. Türkler ötekileştirmeye o kadar yabancı ki toplumsal genetiklerinde ötekileştirme diye bir kavrayışa imkân tanıyan bir unsurun olmaması içimi rahatlatıyor.. Hem üstelik sanırım onları özellikle de bizim oryantalistlere karşı koruyan en önemli mekanizma da bu genetik yapı.. Bizim oryantalistler o kadar lânet heriflerdir ki onlarda Anglo-Sakson vahşîliği açık bir biçimde tezâhür ettiği gibi bu vahşîliği başkaları üzerinde kurumsallaştırmada da üstün bir performans sergilerler.. Bu vahşîlik öyle bir şeydir ki ‘Tanrı dünyâyı altı günde yarattı, yedinci gün dinlendi. Dinlendiği bu yedinci günde tuvaletini yaptı. Tuvaletini yaptığı topraklar İrlanda’dır; bu nedenle İrlandalılar ********* insanlardır, bunların dünyâdan silinmesi, İrlanda’nın İngilizlere açılarak “temizlenmesi” gerekir’ yollu vahşî bir görüşü üreten, bunu benimsettirerek kurumsallaştırmaya çalışan biz Anglo-Saksonlar bu tür mitler yaratmada eski dünyânın paganlarına taş çıkartırız.. Bu o kadar öyledir ki Anglo-Sakson vahşîliğinin ve bu tür mitlerin geçmişi Britanya’ya ilk gelişimize kadar eskilere dayanır; M.S. 7. yüzyılda Britanya’ya ilk geldiğimizde buralar Britonların denetimi altındaydı, onlarla kaynaşık bir biçimde yaşamını sürdüren Gal Keltlerini kullanarak kendimize “yer açmışız”, Britonların soyunu yok ederek Britanya’yı Anglo-Sakson yurdu hâline getirmeye çalışmışız. Hem üstelik bu *********likleri kendi mitlerimize taşımışız, bu *********liklere ve bunları gerçekleştiren kimselere efsânevî birtakım nitelikler yükleyerek bunları anıtlaştırmışız. İşte, şu Corineus kültü bu çabaların bir ürünüdür: sözüm ona Tanrı’nın savaşçısı(!?), korkusuz(!?), cesur(!?), gözüpek kahraman(!?) Corineus Britanya’ya ilk geldiğinde burada Britonların efsânevî kahramanları Goëmagot’u önce yere serip cesedini günlerce akbabalara yedirerek, sonra da kalan parçaları yakarak küllerini Totnes yakınlarındaki uçurumdan aşağıya savurmuş, bunu gören Gal Keltleri onun hizmetine girmeye iknâ olmuş, bunda direten Britonlar ise Gal Keltlerinin kendilerine karşı kışkırtılması sonucu çok büyük bir soykırıma mazhar olmuş; böylelikle çok kısa bir zaman içinde Corineus öncülüğünde Anglo-Saksonlar Britanya’yı kendi yurtları hâline getirmeyi başarabilmiş.. Yâni Britonlar sözüm ona Tanrı’nın emirlerine karşı çıktıkları için soykırıma mazhar olmuş, sözüm ona Tanrı, Anglo-Saksonları Corineus öncülüğünde Britanya’ya yerleştirmek istediği için ona böyle bir güç ve görev vermiş.. Tanrım..

 

Biz Anglo-Saksonlar ötekileştirmeyi, ötekini yok ederek kendimizi dünyânın efendisi yapmayı en yüksek hedef olarak ortaya koyar, bunun gereğini yerine getirmeye çalışırız, bu amaç doğrultusunda her türlü yöntem ve düşünce, görüş, fikir geliştirmeyi kendi ırkımıza yapabileceğimiz en yüksek hizmet olarak görürüz.. Ben işte bu nedenlerle bir Anglo-Sakson olmaktan hep utanmışımdır.. Bizim oryantalistler İrlandalılara karşı uydurulan mitlere benzer mitleri Hinduizmden ve Müslümanlıktan hareketle uydurarak Hindistan’ı da dinler savaşının içine soktular, bununla da yetinmeyerek Hint Müslümanları arasında mezhep savaşları çıkarttılar ve sonunda Hindistan’da da Anglo-Saksonların ekonomik ve siyâsî tahakkümü kurumsallaştı.. Tanrım.. Bizim oryantalistler Hint Müslümanları arasında yaygın olan değişik mezhepleri araştırmak nâmına bu mezhepler arasındaki farklılıkları daha belirgin bir hâle getirdiler, onları birbirlerine düşürerek aralarındaki birlik ve berâberliği zayıflattılar, bununla da yetinmeyerek daha önce Ortadoğu’da belirgin bâzı amaçlar ve hedefler doğrultusunda geliştirilen bâzı mezhepleri Hint Müslümanlarına kakalamaya çalıştılar ve bunda başarılı da oldular.. Tanrım.. Bu mezhepler arasında Çiştîlik en önde geleni: Ebu İshak isimli Arap görünümlü bir Yahudi ki bu lânet herifi Araplar Ebu İsmâil olarak tanıdı, Ortadoğu coğrafyasında Yahudilere “yer açmak”(!?) için Arapları birbirine düşürmek ve dikkatleri kendi üzerlerinden çekmek maksadıyla Müslümanlığın inanç akîdelerini bozmaya çalışmıştı. Bu lânet herif Arapları “dünyâ nîmetlerinden vazgeçmek ve Allah’a yönelmek” nâmına onları tüm dünyâ işlerinden el etek çekmeye çağırıyor, devleti ve toplumu ilgilendiren meselelerle uğraşmak yerine onları sonu gelmez bir ibâdet zincirine bağlıyordu.. Oysa ki Muhammet ne böyle birşey yapmış ne de böyle birşeyi öğütlemişti, kendisi de örneğin evlenmiş, çocukları olmuş, tüm zamânını ibâdetle geçirmemişti ve bunları en az benim kadar iyi bilen ve hattâ benden daha iyi bilen bâzı Araplar başta Ebu İshak olmak üzere onun yandaşlarına karşı çok ciddî bir savaşıma tutuşmuş, ancak bu kimseler etrâflarındakileri buna iknâ etmeyi başaramamıştı. Bu Araplar arasında benim bildiğim en önemli isim Ebu Mustafa bin Ahmet’tir. Bu değerli insan ilk defâ Yahudilerin Muhammet’in sözlerini tahrif edebileceğini, kendilerini koruma altına almak için Arapları birbirine düşürmekten çekinmeyeceklerini söylemiş, kısa bir süre sonra da masonlara özgü işkencelerle öldürülmüştü; cesedi iç organları çıkartılarak sol omzunun üzerine konmuş bir biçimde evinin kapısının önünde bulunmuştu.. Tanrım.. İşte bölgedeki Yahudiler, Osmanlı idâresi buraya gelmeden önce Araplardan bu tür entrikalarla korunabilmişti. Bizim oryantalistler “İslâm araştırmaları” nâmına bu entrikaların aynısını Hindistan’da tezgâha koydu; İsmâiliği Hindistan’a Çiştîlik olarak kakaladılar, bunu mason olduğuna inandığım Muhammet Abbas mârifetiyle gerçekleştirdiler.. İşte Muhammet Abbas, Hindistan’daki mezhep savaşlarının ve 19. yüzyılın ilk yarısındaki Anglo-Sakson vahşîliğinin en büyük işbirlikçisiydi, aynı şekilde yakın arkadaşı olan Şah Kelimullah Cihanâbadi de böyleydi.. Tanrım..

 

Biz Anglo-Saksonlar bu vahşîliği toplumsal genetiğimizden söküp atmak yerine bunu işleyerek, daha yüksek türden bir estetik formla geliştiriyoruz.. Tanrım.. Görünen o ki Hindistan’daki Müslümanlar ötekileştirmeye, ötekileştirme faaliyetlerinin dayandığı mitlere, bu tür mesajlara açık kimseler, ancak Türkler işte bu genetik yapılarından dolayı bu tür mitlere, mesajlara açık değiller. Dolayısıyla bence Türkler arasında anti-semitizmin ortaya çıkmamasının en temel nedeni toplumsal genetikleridir, Müslümanlık bu genetikle birleşince ötekileştirmeye karşı sağlam bir kalkan geliştirmeyi başarmışlar.. Dilerim başta bizimkiler olmak üzere hiçbir oryantalist bu kalkanı eritmeyi başaramaz..

 

Yahudilere Avrupa’da uygulanan baskı ve zulümlere karşın Osmanlı idâresinin onlara tanıdığı özgürlükler hakkında bu meseleyi biraz daha açmak, şunları da günlüğüme kaydetmek istiyorum: Yahudiler Kenan iline geldiklerinden burada hiç de hoş karşılanmamışlardı, bu toprakları kendilerine Yahova’nın verdiği söylemi karşısında Filistinliler onlara savaş açmış, kendi topraklarına ve tanrılarına saldıran, kendilerini köleleştirmek isteyen ve bunların bizzat tanrı (Yahudilerin Yahova’sı Filistinliler için Baal’dı) tarafından emredildiğini söyleyen Yahudiler ile Filistinlilerin bu savaşında her iki taraftan da çok ağır kayıplar olmuştu ve sonunda Kenan ili yerlebir edilmişti.. Yahudiler bu topraklarda tutunabilmek için güçlü bir ekonomik ve siyâsî yapılanmaya, bu yapılanma içinde başta güvenlik olmak üzere tüm gereksinmelerini en iyi şekilde karşılamaya ihtiyaç duyuyordu, bu yapılanmayı bulmaları hiç de zor olmadı:

 

Sümerli köylü ve çiftçi ailelerinde yetişkin bireyler hemen tüm zamanlarını tarım ve hayvancılıkla ilgili işlerle geçirir, çocuklarıyla yeterli oranda ilgilenemezdi. Hem üstelik toprakların kirâları da o zamânın şartları içinde fazlaydı ve üstelik savaş zamanlarında hâne içindeki erkek nüfus azalınca geçim sıkıntısı daha da fazla hissedilir, bu da Sümerli köylü ve çiftçi ailelerinin çocuklarıyla yeterli oranda ilgilenememelerinin yarattığı hoşnutsuzlukları arttırırdı. Bu sıkıntılara bir çözüm önerisi olarak çocuklarını kent tapınaklarına bırakmayı, burada râhip ve râhibeler tarafından yetiştirilmelerini sağlamayı denediler. Böylelikle çocuklarının tanrılarının koruyuculuğu altında olacağına ve bu yolla en iyi şekilde yetiştirileceğine inandılar.. Ne var ki zamanla fiziksel birtakım sorunlar çıktı, hem üstelik bu iş için tapınaklara ödenen “bağışlar” da giderek arttı ve sonunda tapınaklarda bu hizmet karşılanamaz hâle geldi. Bunun üzerine Sümerli köylü ve çiftçi aileleri kendi aralarında anlaşarak bu konuda ortak bir çaba içine girdiler: kendilerine ortak yaşama alanları inşâ ettiler ve çocuk bakımını da nöbetleşe sürdürdüler. Böylelikle ilkel komün tarzı hayat doğmuş oldu.. İşte, bu hayat tarzını Yahudiler Kenan iline geldiğinde Filistinliler sürdürmekteydi, ancak Filistinliler bu hayat tarzını daha da komplike bir hâle getirmiş, bunu geliştirmişti; Filistin Devleti’nin ekonomik ve siyâsî bakımdan en alt birimi bu komün aileleriydi ve bu ailelerin devletçe tanınan ekonomik ve sosyâl statüleri vardı, aileler içindeki bireylerin statüleri de buradan geliyordu.. Bu hayat tarzını Yahudiler de benimsedi, ancak buna kendileri özel bir isim verdiler: kibbutz aileleri.. Başta Kenan ili olmak üzere bu bölgede çok sayıda kibbutz kurdular, şu “vaad edilmiş topraklar” içinde kalan bölgeleri işgâl etmek için de kibbutz ailelerinden yararlandılar. Yâni bu bölgeleri işgâl etmek üzere buralarda ilk olarak kibbutzlar kurdular, sonra bu kibbutzların ekonomik ve siyâsî bakımdan güçlenmesini sağladılar ve daha sonra da birtakım ayaklanmalar çıkartarak şu Büyük İsrâil Devleti’ni kurmaya çalıştılar.. İşte, başta Bâbil sürgününde olmak üzere Yakın Doğu’ya, Afrika’ya ve Avrupa’ya göç etmeye zorlanan Yahudiler de kendilerine kibbutzlar kurmaya, bu ilkel komün tarzı hayâtı sürdürmeye devâm ettiler. Hem üstelik Yahova ile İbrâhim’in kurduğuna inandıkları akdi gerçekleştirme saplantısı Yahudilerde bu yolla ortaya çıkan kendi öz benliklerini koruma olanağıyla birlikte ileride hayâta geçirilebilir görünüyordu..

 

Gerek Avrupa’daki kibbutzlarda gerek Filistin’de kalanların tâ öteden beri yaşatmakta oldukları kibbutzlarda gerekse de 1872’de başlayan ilk göçlerle birlikte geri döndükleri Filistin topraklarında yeni kurdukları kibbutzlarda Yahudiler ortak mülkiyet esâsını benimsemişlerdi, bir kibbutzda bulunan herşey üzerinde bütün kibbutz üyelerinin mülkiyet hakkı saklıydı. Yemeklerini kibbutz mutfağında pişirirler ve hep birlikte yerlerdi. Giyecek ihtiyaçlarını da kibbutz içindeki terziler karşılar, başka kibbutzlarla alışverişte pek bulunmazlardı. Kibbutzlarda Sabbat günü hâriç haftanın her günü çalışılır, her birey kendi görev ve sorumluluklarını en iyi şekilde karşılamaya çalışırdı. Ne var ki Osmanlı idâresi altındaki kibbutzların özel bir statüsü olmasına karşın Avrupa’daki kibbutzlarda değil böyle bir statünün hayâl bile edilebilmesi, bu kibbutzlar şehirlerin gettoları olarak görülür ve hattâ pek çok Avrupalı zaman zaman ortaya çıkan vebâ salgınlarının bu kibbutzlardan geldiğine inanırdı.. Avrupalı krallar için bu kibbutzlar hiçbir zaman kendi topraklarının bir parçası olarak görülmemiş, buralardaki Yahudi varlığına katlanma zorunluluğu onlardan topladıkları ağır vergiler nedeniyle doğmuştur.. Fakat Osmanlı idâresi altında kurulan kibbutzlarda ise Avrupalıların hayâl bile edemeyecekleri ekonomik ve sosyâl haklar Yahudilere tanınmıştır.. Bu o kadar öyleydi ki kibbutzlarda biriken sermâyeyle birlikte Yahudiler başka alanlara da yatırımlar yapar, buralardan gelen paraları ortak bir havuzda toplayarak çocuklarının en iyi şekilde eğitilmelerini sağlarlar, onları bilimsel araştırmalara yönlendirirler ve insanlık için önemli işler yapmakla görevlendirirlerdi. Eğer bugün Yahudi bilginleri önemli buluşlara imzâ atmışsalar bunu kuşkusuz Osmanlı idâresinin kibbutzlara tanıdığı ekonomik ve sosyâl haklara borçludurlar..

 

Osmanlı Devleti isteseydi Yahudiler kibbutzlardan sürülür, pekâlâ köleleştirilir, ekonomik ve sosyâl haklarına pekâlâ tecâvüz edilir, toprakları devletleştirilir ve bunun gibi pek çok hak ihlâli gerçekleştirilebilirdi.. Benim kanıma en çok dokunan ise şu: Birleşik Krallıkta Britanya Adalarından ve Asya ile Afrika’dan gelen on binlerce yerleşimci var, bunlar artık bizim vatandaşımız oldu. Belki Lordlar Kamarasında olması beklenemez, ama Avam Kamarasında bu insanların bir tek temsilcisi bile yok. Fakat Osmanlı Devleti’nin meclîslerinde Türklerden daha fazla oranda etnik ve dînî azınlıklar var.. Ve hattâ devletin üst düzey yöneticiliklerine kadar yükselebilmişler, Osmanlı Devleti’nin devşirme politikası uyarınca bu azınlıklara bu yöneticilikler sonuna kadar açılmış.. Birleşik Krallıkta bir zencînin değil üst düzey bir yöneticilik yapması, Avam Kamarasında yer alması bile şimdilik hayâl gibi görünürken ve bu karşılaştırmayı yapınca Osmanlı Devleti’nin yönetim politikalarının ne kadar çağdaş olduğu apaçık bir biçimde ortaya çıkarken bizim oryantalistlerin çağdaşlık palavralarına duyduğum öfke de tavan yapıyor.. Osmanlı idâresinin de pekâlâ Birleşik Krallıktaki bu uygulamaları benimsemek ve tatbik etmek gibi bir olanağı vardı ve hattâ bugün bile var. Ancak bu idâre hiçbir zaman buna yeltenmemiş, bugün de yeltenmiyor, azınlıkların kendi demokratik hak ve özgürlüklerine en geniş ölçüde saygı duyuyor ve bunun gereğini de fazlasıyla yapıyor.. Tanrım.. Bu Yahudiler gerçekten de ne kadar nankör bir millet!..

 

Yahudiler kendi târihlerini en iyi bilen toplum olmakla hep övünmüşlerdir, ancak bu târih hep Tevrat’ta anlatılan târih olmuş, yakın târihlerine dâimâ sırt çevirmişler ve kendilerine tanınan bu hak ve özgürlükleri unutarak karşı propagandalara ve saldırılara geçmişlerdir.. Tanrım.. Yahudiler bilmezler mi ki başta Birleşik Krallık olmak üzere Avrupa’nın hemen her yerinde kendilerinin “paryâ gruplarına” dâhil edilirken Osmanlı Devleti’nde kendilerine yurttaşlık statüsü verildiğini.. Gerçekten de şu paryâ grupları meselesi Anglo-Sakson toplum düzeninin bir sonucudur ve Kıtâ Avrupa’da anti-semitizmi besleyen bir etki yaratmıştır. Biz Anglo-Saksonlar toplumu birtakım statülere göre tanzim ederiz, bu statüler içinde yer alan insanların değerini de sâhip oldukları toprak miktârına ve ödediği vergiye göre belirleriz, ancak etnik ve dînî azınlıklar her zaman ve her durumda paryâ gruplarının içinde yer alır. Yâni bir Yahudi bir İngilizden daha yüksek oranda vergi ödese bile hiçbir zaman onunla eşit yurttaşlık haklarından yararlanamaz.. Ve hattâ bir aristokrat elindeki serveti yitirse bile sâhip olduğu toplumsal statüsü devâm eder, bu aristokratın sâhip olduğu yüksek statü korunur.. Tanrım.. Osmanlı Devleti’nde de toprak çok önemli, ama toprak ile insanın değeri arasında böyle bir ilişki hiçbir zaman kurmamışlar, belki bunu hayâl bile etmemişlerdir.. Gerçi mîrî toprak sistemi uyarınca toprakların özel mülkiyetine sâhip değillerdi, buna teorik olarak imkânları yoktu. Ancak onlar da etnik ve dînî farklılıklara bakarak kendi paryâ gruplarını pekâlâ oluşturabilirlerdi, buna teorik olarak imkânları vardı.. Tanrım.. Bu Yahudiler gerçekten de ne kadar nankör bir millet!..

 

Ne kadar acıdır ki tâkip edebildiğim kadarıyla şu sıralar Osmanlı idâresinde dînî azınlıklar birbirlerine karşı dolduruluşa getiriliyor. Eskiden bu azınlıklar ile Türkler aynı mahâllede birlikte yaşama kültürü geliştirebilmişler, ancak şimdilerde her bir azınlık kendi özel yerleşim bölgesine çekiliyor, yüzyıllara dayalı birlikte yaşama kültürü sona erdirilmek isteniyor.. Maalesef Osmanlı Devleti de bizim Ortaçağ’da yaşayıp geride bırakmaya çalıştığımız deneyimlerin içine çekiliyor.. O dönemler bizde Katolik Prensliklerden Protestanlar, Protestan Prensliklerden Katolikler, her iki prensliklerden de Yahudiler göç ettirilmeye zorlanmış, bir hiç uğruna insanlar doğup büyüdükleri topraklardan çıkmaya zorlanmıştı. Ne kadar acıdır ki uzun zamandan beri bizim oryantalistler Asya halklarına bu *********likleri bile çağdaşlık olarak yutturmaya çalışıyor ve bunda başarılı da oluyorlar.. Bence asıl çağdaşlık toplumsal farklılıklara saygı göstererek tüm bireyler arasında hak ve adâlet esâsına dayalı bir birlikte yaşama kültürü geliştirmektir.. Ne kadar acıdır ki bir taraftan bizim oryantalistler bir taraftan da Ortodokslar üzerinde emperyalist amaçları olan Ruslar Osmanlı yöneticilerini hipnotize ederek zâten öteden beri mevcut olageldiği ve çağdaş temellere dayalı uygulamalarının sona erdirilmesi için ellerinden geleni yapıyor. Bizim oryantalistlerin en yakın müttefîki de kuşkusuz Lordlar Kamarası.. Mora İsyânına kadar Osmanlı Devleti’nin kendi içişleriyle ilgilenmeyen Lordlar Kamarası bu isyândan sonra Rusların Akdeniz’e açılmasına fırsat vermeden tüm bu karışıklıkları kendi lehine kullanmaya çalışmak için Osmanlı Devleti’ni birtakım reformlar yapmaya zorlamaya başlamıştı. İşte, bizim oryantalistlere en büyük destek de onlardan gelmişti ve sanırım bu destek hâlâ sürüyor.. Dilerim Osmanlı yöneticileri daha fazla vakit kaybetmeden bu hipnozun tesirinden kurtulmayı başarır.. Dilerim bizim oryantalistlerin kaleminden çıkma şu Tanzîmat Fermânı’nı ve Londra Konferansı Kararlarını feshetmeleri gerektiğini ivedilikle anlarlar.. Görünen o ki modern paganlığa koşut bir biçimde bizim oryantalistler de bu tür belgeleri birer endüljans olarak yutturuyor, bu belgelerde yazanları yapmaları durumunda tüm toplumsal sorunlarının çözüleceğine, içinde yaşadıkları toplumu cennete dönüştüreceklerine Asya ve Afrika halklarını inandırıyor.. Dilerim Osmanlı yöneticileri modern paganlığın endüljans geleneğine karşı gösterdikleri tepkileri oryantalistlerin endüljanslarına karşı da gösterme zorunluluğunu daha fazla geç olmadan kavrar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yolculuğa çıkmadan kısa bir süre önce Lord Chodorow’la tüm bu meseleleri tartışmıştık, bir ara bana İngiliz Hükümeti’nin Batı Anadolu Projesini anlatmıştı.. Lord Chodorow’a bakılırsa Hükümet, Yunan Diasporasının Megalo İdea Projesine destek vererek İtâlya’nın Ege’de ve Doğu Akdeniz’de güç kazanmasına engel olmak için bölgedeki Ortodoksları kullanıyor.. Bu topraklar hem Katolikler hem de Ortodokslar için son derece kutsal. Son on beş yıldır İtâlyanlar bölgede Katolikliğin propagandasını yapıyormuş. Amaçları: bölgedeki Katolik tebaanın sayısını arttırmak ve burada kilise hukukuna dayalı otonom bir bölge kurmak. Bu bölge Batı Anadolu’daki tüm kutsal mekânları kapsayacakmış.. Şu son dönemlerde Ege Adalarındaki hareketlilik de İtâlyanların işi olsa gerek.. Lord Chodorow’a bakılırsa Vatikan son beş yıldır gizli bir komita teşkilâtıyla birlikte bölgedeki Türkler ile Rumları yine birbirine kırdırıyor. Zâten Mora İsyânından beri Türkler, Rumlar üzerindeki baskı ve denetimlerini arttırdı, küçük bir kıvılcım çakmaları yeterli oluyormuş.. Bu komitaya Spranao Mason Locası da yoğun bir destek veriyormuş. Bu loca İtâlyan obediyansına bağlı olarak 1867’de kurulmuş, ama Pâdişah Abdülaziz’in direktifleri doğrultusunda kapatılmış, sonradan yeraltına çekilerek faaliyetlerini sürdürmeye devâm etmiş. Lord Chodorow bana bu locanın şu sıralar Türk subayları üzerinde çok büyük bir etkisi olduğunu söylemişti. Dilerim Türk subayları İtâlyan emperyalizminin oyuncağı olmaktan ivedilikle kurtulur.. Vatikan, Türkler ile Rumları birbirinden ayırarak Türkleri Katolikleştirmek ve bölgeyi Katolikliğin ikinci büyük merkezi yapmak istiyor. Zâten Mora İsyânı sırasında Fransızların da yardımıyla bölgedeki Rumların önemli bir bölümü Yunanistan’a sürüldü, geriye küçük bir azınlık kaldı. İşte bu azınlığı yok ederek bölgedeki Ortodoks varlığını sonra erdirerek bu merkezi kurmak istiyorlar.. Lord Chodorow’a bakılırsa Hükümet, Vatikan’ın bu projesine ve İtâlya’nın Ege ve Doğu Akdeniz’e açılmasına fırsat vermemek için Batı Anadolu’yu Yunanistan’a katacak Megalo İdea Projesini destekliyor. Lord Chodorow bana Hükümet’in Rumlara maddî yardımda bulunduğunu ve silâh desteği sağladığını da söylemişti. Ama bu silâhlar Vatikan’ın gönderdiği komitacılara karşı değil, Türklere karşı kullanılıyor. Dolayısıyla Rumlar asıl düşmanlarına karşı değil, asırlardır birlikte yaşadıkları Türk komşularına karşı dolduruluşa getiriliyor.. Fransızların da Yunanlılara verdiği destek sürüyor olmalı, anladığım kadarıyla onlar da Yunanlılar ile Ruslar arasındaki dirsek temâsını keserek Yunanlıların hâmiliğine soyunmak istiyor, böylelikle Rusların sıcak denizlere inmesini engellemeye çalışıyor. Zâten I. Petro zamânından beri Ruslar sıcak denizlere inmenin ve bu amaç doğrultusunda Osmanlı Devleti’nin topraklarını parçalamanın ve boğazları siyâsî egemenlikleri altına almanın peşindeler. Bu nedenle Ruslar, Balkanlarda Fransızların kışkırtmalarıyla başlayan milliyetçilik hareketlerine destek yağdırdı ve yağdırmaya da devâm ediyor olsa gerek. Ruslar sıcak denizlere inmek için Yunanistan’ı Osmanlı Devleti’nden koparmayı başardı, ancak Mora İsyânı ve sonrasında bu bölgede haksız yere çok kan aktı.. Dilerim daha fazla kan akmaz..

 

Görünen o ki İngiliz, Fransız, İtâlyan ve Rus emperyalizmi Balkanlarda çok müthiş bir çıkar çatışmasının içine girmiş durumda ve bu konuda Rus emperyalizmi diğerlerinden önde.. I. Petro’dan sonra Çarlığın bu politikasını hayâta geçirmek için II. Katharina önemli bir adım atmıştı: Karadeniz’in kuzeyini ele geçirerek Balkanlara doğru yürüdü ve İstanbul kapılarına kadar geldi. Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla birlikte de Ortodoksların hâmisi olduğunu gerek Osmanlı Devleti’ne gerekse Batıya gösterdi.. İşte, şu Megalo İdea Projesinin doğuşu da aslında bu dönemlere rastlar. Amaçları: eski Bizans İmparatorluğunu yeniden diriltmek, İstanbul’u başkent yapmak ve bu yolla sıcak denizlere açılan kapıları kendi siyâsî egemenlikleri altına almak.. II. Katharina, Avusturya Kralı II. Jozef’le gizli bir antlaşma yaptı ve bu projeyi birlikte yürürlüğe soktular, II. Katharina olduğu gibi II. Jozef de Balkanlar üzerinden sıcak denizlere açılmak istiyor, bölgedeki Yunanlıları Osmanlı idâresine karşı kışkırtmak konusunda Rus ajanlara maddî destek sağlıyordu. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Devleti ilk olarak Çarlığa karşı savaş açmıştı. Ne var ki Çarlık bu savaşta günbegün Osmanlı Devleti’nin topraklarını işgâl ediyor, hızla güneye doğru ilerliyordu. Neyse ki Avusturya ile Çarlık arasındaki bu işbirliğinin ömrü uzun olmadı, Balkanların Çarlığın siyâsî egemenliği altına girmesi ve kendilerine sıcak denizlere giden yolun kapanması olasılığı karşısında burada güçlü bir Rus varlığına karşı zayıf bir Osmanlı idâresinin daha uygun olacağına inandılar ve Osmanlı Devleti’yle Ziştov Barış Antlaşmasını imzâladılar, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunmasından yana oldular..

 

İşte tüm bu nedenlerle şu an bizim kazı bölgemizde neler olup bittiğini, bizi nasıl bir tablonun beklediğini çok merak ediyorum doğrusu.. Zâten bu kazı projesi hakkında çok ciddî kuşkularım vardı, şimdi bunları da düşündükçe bu projeye Lordlar Kamarasının verdiği destek beni daha da fazla kuşkulandırıyor.. Tanrım, sen benim aklımı koru!.. Bölgede her an bir sıcak çatışma başlayabilir ve çatışmanın tam ortasına kalakalma tehlikemiz var.. Tanrım, sen bizi koru, sana sığındık ey Ulu Tanrım..

 

...

 

İbn-î Ceydân bin Ekber antik İsin ve Adap kentleri hakkında pek fazla birşey söylemiyor. Bunlardan İsin’in, Irak’ın Divâniye yakınlarında kurulduğunu, Şuruppak’ın kuzeybatısında ve Nippur’un da güneyinde kaldığını ve Amorîlerin ilk başkentli olduğunu söylemekle yetiniyor. Bugün îtîbârîyle arkeoloji dünyâsı İsin hakkında pek fazla şey bilmiyor. Ancak ben Kral Urgakina Kânunlarının prelüt bölümünde İsin Kralı Lipit İştar’a gönderme yapıldığını, İsin’de Lipit İştar’ın sağladığı düzenin övüldüğünü görmüştüm. Dolayısıyla İsin kenti Kral Urgakina zamânında canlı ve zengin bir kent olmalı..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Adap’ın da İsin’in hemen doğusunda kaldığını ve bu kentin M.Ö. 1900’lerde canlılığını yitirdiğini söylüyor, ama bunun nedeni hakkında birşey belirtmiyor.. Şahsî kanaatim şudur ki gerek İsin gerekse Adap ticâret yollarının üzerinde olmalı ve bu kentlerde canlılığın sona ermesi de ticâret yollarının zaman içinde değişmesiyle gerçekleşmiş olmalı.. İbn-î Ceydân bin Ekber, Adap’ta Kral Lugalanne Mundu’nun yaptırdığı Ninhursag Tapınağının oldukça ünlü olduğunu söylüyor ki eğer bu tapınak gerçekten ünlüyse Adap’ın ve dolayısıyla İsin’in eski ticâret yolları üzerinde olma ihtimâlleri kesine yaklaşır..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Nippur kentinin Lagaş’ın 30 km kadar kuzeybatısında olduğunu söylüyor ki bu doğrudur. Hem bu kentte eski bir yazı okulunun olduğunu, Sümerli lugalizlerin (yazıcıların) burada yetiştirildiğini söylüyor ki biz Lagaşlı lugalizlerin Nippur’da eğitildiğini de biliyoruz.. Ama maalesef Nippur da çatışma bölgesinde kaldığı için Zî Kâr gezimiz sırasında burayı da ziyâret edememiştik. Fakat kent tanrısı Enlil ve tapınağı Ekur hakkında Lagaşlı lugalizler pek çok tutanak tutmuş. Görünen o ki Enlil zamanla Nippurluların kent tanrısı olmaktan çıkarak Sümer panteonunda baş sıralara oturmuş. Bu tutanaklardan bir kısmı Ekur’da kurulan ukkin plahruma (tanrılar meclîsi) âitti. Sümerler tanrıların Ekur’da biraraya gelerek önemli kararlar aldığına, sonra da bu kararları Ekur râhiplerine ilettiğine inanıyor, yılın belirli dönemlerinde tören alaylarıyla tanrılarını Ekur’a taşıyordu..

 

Şahsî kanaatime göre ukkin plahrum geleneğinin ortaya çıkışı şu şekilde oldu: Nippur ile Eridu arasında o dönemler önemli bir çekişme vardı. Ekur râhipleri Nippur’u Eridu’dan daha önemli bir kent yapmak istedi ve kendi tanrıları Enlil’e büyük değerler atfederek onu Sümerlerin gözünde bir numara yapmaya çalıştılar.. Lagaş kazıları sırasında bulduğumuz iki tablet bu değişimi apaçık gösteriyordu: bunlardan ilkine Enlil’in Kızı İnanna Tableti, diğerine de Göklerin İmparatoru Enlil Tableti adını vermiştik. Bu iki tablet yaklaşık olarak yirmi yıl arayla yazılmış ve her ikisinde de Enlil’in görevleri kaydedilmiş. Ama ikinci tablette bu görevler fazlasıyla şişirilmiş. Demek ki Ekur râhipleri Nippur’u Eridu’dan daha önemli bir kent yapmak konusunda ciddî bir başarı sağlamış!.. Öte yandan Enlil’in değişen bu konumu Ekur’u ve râhiplerini de zenginleştirmiş olmalı.. Sümerler Ekur’a ne kadar çok hediye getirirlerse Enlil’i o kadar memnun edeceklerine inanmış olmalı.. Zamanla Enlil’in değeri o kadar artmış olmalı ki diğer kent-devletlerinin yöneticileri de kendi tanrılarını Ekur’a getirerek Enlil’e kutsatmak istemiş olmalı.. Böylelikle Ekur tanrıların toplanma yeri hâline gelmiş olmalı ve aldıkları kararları insanlara tebliğ edilmek üzere Ekur râhiplerine ilettiklerine inanmış olmalılar.. Dolayısıyla tüm Sümer ülkesinin neredeyse bütün ekonomik ve siyâsî tasarrufları üzerinde Ekur râhiplerinin parmağı olmalı..

 

Tanrım.. Bu nasıl bir iştir ki ekonomik ve siyâsî meselelere sıra gelince tüm mekanizmaların başında bulunan tanrılar, sıra bir yerden başka bir yere seyahat etmeye gelince yarattıkları(!?) insanlara muhtâç oluyor!.. Hem bu kadar da değil: Sümerler zigguratların üst bölümlerine özel birtakım odalar yaparak buralarda tanrılarının özel birtakım ihtiyaçlarını karşılamışlar; meselâ tanrılarına banyo yaptırmışlar, elbiselerini değiştirmişler ve hattâ onlara tuvalet bile yaptırmışlar ve sonra da popolarını temizlemişler.. Biz Lagaş kazıları sırasında Kral Urgakina Kânunlarına gönderme yapan bir methiye bulmuş ve bu tablete de Büyük Kral Urgakina Tableti adını vermiştik, anladığımız kadarıyla Kral Urgakina tapınak râhiplerinin görev ve sorumluluklarını ayrıntısıyla belirlemiş ve işini iyi yapmayan baş râhiplere, yâni enlere ve yönetici râhiplere, yâni şatamlara ağır cezâlar getirmiş.. Ayrıca tanrılarının evlilik törenlerini ve gerdek gecelerini de zigguratların bu özel odalarında gerçekleştirmişler ve bu törenlerde enlerin ve şatamların uymaları gereken kuralları da ayrıntılı bir biçimde belirlemişler..

 

Tanrım.. İşte, Sümerlerin tanrı tasarımı böyle çarpık bir tasarımdı. Pekî ya modern paganlıktaki konsül geleneğine ne demeli!? Modern paganlığın en önemli mucidi Pavlus henüz daha Îsâ Mesih’in göğe yükselmesinin hemen ardından bir ukkin plahrum toplayarak kendisine Tanrı’dan vahiy geldiğini, sözde Hıristiyanlığı yaymak için Tanrı’nın kendisine ihtiyâcı olduğunu ve tüm inananları örgütlemesi için kendisine görev verdiğini söylememiş miydi!? Pavlus’un düzenlediği bu ukkin plahruma katılanlar onu Îsâ Mesih’in ardılı olarak görüp sonra da sözlerini tanrı kelâmı kabûl edip onu yüceltmemiş miydi!? Ondan sonra gelenler de Pavlus’u aziz ilân edip öteye beriye yazdığı mektupların kutsal metinler olduğuna inanıp sonra da bunları İncillerin arasına eklemlememiş miydi!? Tanrım.. Bu insanlar ne kadar çarpık bir zihniyete sâhiptir ki Pavlus’u bile aziz ilân ettiler ve mektuplarını tanrı kelâmıyla bir tuttular!.. Hadi Sümerler bu çarpıklığı anlayabilecek ve aşabilecek bir zihin yapısına sâhip değildi de Pavlus ve ondan sonra gelenlere ne demeli!? Pekî İznik’te düzenledikleri ukkin plahrumda, yâni İznik Konsülünde Tanrı’nın bir bâkireden çocuk doğurtmaya gücünün yetemeyeceğine karar vermelerine ve bu ukkin plahrumda kabûl edilen hemen tüm ilke ve esasların asırlardır sorgulanmadan bağnazlık derecesinde sâhiplenilmesine ne demeli!? Tanrım..

 

Ukkin plahrum geleneğinin modern paganlığa konsül geleneği olarak geçmesinde Yahudi inançlarının da etkisi kuşkusuz büyük olmuştur, ukkin plahrumdaki tanrıların sayısını azaltan Yahudiler olmuştur.. 82. Mezmur bize bunları apaçık anlatıyor; burada Filistinlilerin tanrısı El’in yönettiği “tanrısal meclîs”e katılan Yahova’nın tüm ilâhların ilâhı olduğu, diğer tanrıların zamânı gelince öleceği ve yeryüzünün tek sâhibinin ancak Yahova olarak kalacağı yazıyor, böylelikle ukkin plahrum geleneği tek tanrı(!?) inancına geçiş süreci içinde Tanrı ile insanlar arasında görüş alışverişi yapılması geleneğine dönüştü, Vatikan Hıristiyanlığı da konsül geleneğini işte bu zırvalıkların üzerine oturttu..

 

Modern paganlıkta ukkin plahrum geleneği zamanla piskoposların biraraya geldiği ve ilâhî, siyâsî ve kilise içi yönetsel meseleleri tartışarak karâra bağladıkları bir plâtform hâlini aldı. Modern paganlık önceleri bu konsüllere katılan piskoposların kendi özgür irâdelerince karar aldığına îmân etti, İznik Konsülünden sonra ise konsüllerin aslında Kutsal Ruh’un gözetiminde düzenlendiğine, Kutsal Ruh’un her an tartışmaların seyrini yönettiğine ve alınacak kararları belirlediğine îmân ettiler ve konsül kararlarının evrensel olarak bağlayıcı olduğunu, bunların tartışılmasının tanrı kelâmının tartışılmasıyla eş değer olduğunu ilân ettiler.. Görünen o ki İznik Ukkin Plahrumunda Tanrı, Meryem Ana ve Îsâ Mesih arasındaki ilişkiler hakkında pagan inançlarını dirilttikleri yetmediği gibi, bir de aldıkları kararların da aslında Tanrı isteği olduğuna kendilerini inandırdılar, Hıristiyanları bu saçmalıklara inanmaya zorladılar, böylelikle Ekur râhiplerinin zırvalıklarını da yeniden dirilttiler.. Tanrı ile Îsâ Mesih arasında iletişimi sağladığına inandıkları Kutsal Ruh’u şimdi bir de kendileriyle iletişime soktular, böylelikle Îsâ Mesih’ten yüz çevirmeleri kolaylaştı.. Artık ukkin plahrumlarda alınan kararlar Îsâ Mesih’in sözlerinin ve öğretisinin önüne geçecek, modern paganlık Hıristiyanlığa iyice yabancılaşacaktı.. Böylelikle Vatikan kendi ekonomik ve siyâsî tasarruflarına uhrevî bir temel sağladığı gibi, bunları uygulamasına karşı çıkanlara gösterdiği tepkilere de uhrevî bir temel sağlamış oluyordu; bu kimselerin diri diri yakılması artık câizdi.. Meselâ Bordeaux Konsülü kararlarını tanımayacağını ilân eden Avila Piskoposu Priscillianus ve berâberindekilerin Şeytan’a hizmet etmekle suçlanarak diri diri yakılması ve başta İmparator Maximus olmak üzere Senato’nun ve hemen tüm Romalıların buna kayıtsız kalması Vatikan’daki bu dönüşümün örneklerinden yalnızca biridir..

 

Her ne kadar İznik Ukkin Plahrumundan sonra Hıristiyanların, Katolikler ve Ortodokslar olmak üzere ikiye bölündüğü zannedilse de aslında ikiye bölünen modern paganlıktı; Ortodoksların yalnızca ilk yedi konsül kararlarının evrensel ve ilâhî olduğuna inanmaları bile ukkin plahrum kararları ile tanrı kelâmını bir ve aynı tutmak değildir de nedir!? Aslında tüm konsül kararları reddedilmesi gerekirken Ortodokslar bundan kaçınmakla aslında kendi mezheplerinin modern paganlığın biraz değişik bir versiyonu olduğunu kabûl etmiş oldular.. Ama bizim tarikatımız onların yapamadığını yaptı: Tizard tüm konsül kararlarını reddetti, modern paganlığa cephe aldı ve sonunda da aforoz edildi.. Tizard’ı ve tarikatımızı Katolikler aslâ anlayamayacak olduğu gibi, Ortodokslar da aslâ anlayamayacak.. Çünkü her iki mezhep de insanın tanrı olma isteğinin resmidir ve bizim tarikatımızda bu saplantıya aslâ yer yoktur.. Her iki mezhep de bu saçmalıkların farkına varmış olmalıdır ki değişen zaman ve şartlara bağlı olarak konsül kararlarını sık sık gözden geçirmek ve onlarda birtakım düzeltmelere gitmek zorunda kalmıştır.. Mâdem bunları değiştirecektiniz de tâ Avila Piskoposu Priscillianus ve berâberindekilerden bu yana bu kararların tanrı kelâmı olmadığını söyleyenleri niye yaktınız!? Ne kadar acıdır ki her iki mezhep de hâlâ tanrı kelâmının aslâ değiştirilemeyecek hükümde olduğunu, dolayısıyla hiç kimsenin tanrı kelâmı niteliğinde bir söz söyleyemeyeceğini, böyle bir görüş ortaya koyamayacağını anlayamıyor.. Hiç değilse ilk Protestanlar bu ukkin plahrum geleneğinin *********liğini anlamış gibi oldular, ama sonradan onlar da bu geleneği değişik formlara sokarak devâm ettirdiler, kendi ukkin plahrumlarını kurdular..

 

Ukkin plahrum geleneğinin Tapınak Şövalyelerine geçmesiyle birlikte bu gelenek artık hemen tüm insanlık değerlerinin açıkça çiğnendiği; ekonomik, siyâsî, kültürel, toplumsal ve askerî birtakım meselelerin görüşülerek alınan ********* kararların bizzat Tanrı’ya affedilmesi sûretiyle meşrulaştırıldığı, yâni Tanrı’nın bu *********liklere ortak edildiği çok daha tiksindirici bir niteliğe büründü. Tapınakçıların Ukkin Plahrumlarından başta yağma, talan ve işkence olmak üzere hemen tüm insanlık suçlarına onay çıktı. Ancak maalesef bu suçların hesâbını soran çıkmadı, hem üstelik bu suçlar ilk önceleri Vatikan’ın direktifleri doğrultusunda örtbas edildi, sonra da yine bizzat Vatikan’ın direktifleri doğrultusunda haçlı seferleri sırasında Müslümanlara ve Yahudilere karşı, Avrupa’ya döndüklerinde de biz Naturalistlere karşı gerçekleştirildi..

 

...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.