Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü VII. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Kitap bir hayli enteresan.. Hiç coğrafya bilmeyen bir kimsenin bile rahatlıkla faydalanabileceği bir berraklıkla yazılmış.. Kitapta Eski Îran, Mezopotamya, Eski Mısır ve Güney ve Batı Anadolu hakkında ayrıntılı bilgiler var. İbn-î Ceydân bin Ekber yaşadığı dönemin ticâret yollarını, bu yollar üzerindeki kervansarayları ve bu bölgelerdeki kentleri en ince ayrıntılarına kadar anlatmış.. Bu o kadar öyle ki ticâret yolları üzerindeki namazgâhları ki bunlar Müslümanların günde beş defâ Tanrı’ya ibâdet etmelerine dönük olarak düzenlenen mekânlardır, işte bunları bile saymış..

 

Ben kitabı incelemeye Mezopotamya bölümünden başladım. Eğer Sümerler hakkında doğru şeyler yazmışsa ki yazmış, diğer yazdıklarının da doğru olma ihtimâli yüksek olacaktır diye düşündüm. Ve gördüm ki İbn-î Ceydân bin Ekber bu bölgenin târihsel coğrafyası hakkında biz Sümerologlardan daha fazla şey biliyor..

 

Şimdi kitabı incelemeye ara verdim ve Edward’tan kitabın Mezopotamya ve Güney ve Batı Anadolu bölümlerinin kopyasını çıkartmasını istedim.. Edward kitap kopyalama konusunda son derece başarılıdır. Başpiskopos Baldwin’in yanında ayda iki kitabı rahatlıkla kopyalayabiliyordu. Bu kopyalar benim için çok önemli, ileride Sümeroloji çalışmalarını son derece etkileyebilecek ayrıntılar var içinde.. Edward kitabı kopyalamakla uğraşırken ben de aldığım notları ve bunlar hakkındaki görüşlerimi günlüğüme kaydedeyim:

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Mezopotamyanın en güneydoğusuna Dilmun Krallığını yerleştirmiş ki bu doğrudur. Çalışmalarımız sırasında biz de bu krallığın Basra Körfezindeki Bahreyn Adasında kurulduğunu gösteren bulgulara, Dilmun krallarının Lagaş krallarıyla yaptıkları yazışmalara ve tapınaklara gönderdikleri hediyelerin tutanaklarına rastlamıştık. Muhtemelen Fâilâka Adaları da bu krallığın siyâsî egemenliği altındaydı, çünkü Pusarık Geçidinin Dilmunlu tüccarlar tarafından kullanıldığına eminiz.. Ancak İbn-î Ceydân bin Ekber, Dilmun’un Sümerler ile İnduslular arasındaki ticâret yolunun geçiş kavşağı olduğunu söylüyor ki biz bunu doğrulayabilecek sağlam bir bulguya ulaşamadık, biz bu yolun Îran’ın Erak-Dizful yolu üzerinden geçtiğini sanıyorduk, daha önce Arthur Talcott, Kemre Düzlüğünde yaptığı çalışmalarda İndus tanrı ve tanrıçalarına âit heykelcikler bulmuştu.. Biz de Lagaş’ta sabuntaşından yapılmış yuvarlak mühürler ve değişik bir bakır türünden yapılmış bilezik ve kolyeler bulmuştuk ki bunların İnduslulara âit olma ihtimâli kesine yakındır.. Dolayısıyla Sümerler ile İnduslular arasında canlı bir ticâret olduğunu düşünmek için haklı nedenlerimiz var.. Eğer Avrasya’dan kalkıp Mezopotamyaya inen istilâcı-göçebe kavimler karayolunu denetim altına almışlarsa bu durumda Erak-Dizful ticâret yolunun kapatılarak bu ticâretin deniz üzerinden gerçekleştirildiğini ve böylelikle Dilmun’un yeni bir ticâret kavşağı hâline geldiğini düşünürsek taşlar yerli yerine oturmuş oluyor.. Çünkü Kemre Düzlüğünde yapılan kazılarda Arthur Talcott’un elde ettiği buluntular yabana atılır gibi değil.. Ne var ki daha kesin çıkarımlar için Dilmun’da kazılar yapılması şart..

 

Bundan iki yıl kadar önce Amerikalı sözde arkeologların Bahreyn Emîri’ne kazı için başvuruda bulunduklarını duymuştum, ama Emîr buna izin vermemiş, Amerikalıların aslında petrolün peşinde olduğunu anlamış olmalı.. Tâkip edebildiğim kadarıyla şu sıralar Bahreyn’de çok ciddî siyâsî çalkantılar var ve Emîr’in devrilmesi de an meselesi. Bir grup Bedevî kendi aralarında örgütlenerek halkı Emîr’e karşı kışkırtıyor. Asıl amaçlarının ne olduğunu bilmiyorum, ama bunun aşîretler arası siyâsî bir mesele olduğunu sanıyorum.. Dilerim bu karışıklık ortamı birilerince fırsat bilinerek kullanılmaz ve gerçek bir kazı ekibi bu bölgede ciddî araştırmalar yapar.. Eğer İbn-î Ceydân bin Ekber haklıysa Dilmun’da İnduslulara âit bir tapınak olmalı, eğer burası önemli bir ticâret kavşağıysa Dilmun kralları İnduslu tüccarların dînî gereksinmelerine kayıtsız kalmış olamaz.. Hem Dilmun’daki paganlık inanışlarının İnduslularınkinden etkilenmiş olabileceği de düşünülebilir..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Sümerlerin ilk yerleşim bölgesi olduğuna inandığımız Eridu’nun Eski Zî Kâr kentinin 5 km kadar güneyinde, Birsam Vâdîsi’nin 8 km kadar kuzeybatısı ile Kardelen Geçidinin 6 km kadar doğusunda kaldığını söylüyor ki bunlar doğruysa şâyet Eridu’yu elimizle koymuş gibi bulabiliriz.. Ben Lagaş kazıları sırasında Kenneth Ouchi’yle birlikte Zî Kâr’ı ziyâret etme fırsatı bulmuştum. Burası Osmanlı idâresine girdiğinden beri fazlasıyla Araplaştırılmış bir kent. Kent câmîsinin temelleri de eski bir tapınağın üzerinde yükseliyor. Kalıntılar bile taşlardaki el emeğini fazlasıyla gösteriyor.. Biz Eridulu taş ustalarının tüm Sümer ülkesindeki en kaliteli ustalar olduğunu biliyoruz. Eski Zî Kâr kent yerleşiminde de bu ustaların emeği olabilir.. Burası uzunca bir dönem Perslerin yönetimi altında kalmış ve Persler burada kendi tapınaklarını inşâ edecek köleleri civâr kentlerden ya zorla almış ya da para karşılığı kirâlamış. Bu nedenle Eridulu ustaların buraya gelmiş olma ihtimâli yüksek ve Eridu’nun buraya yakın bir yerlerde olma ihtimâli de kabûl edilebilir. Dolayısıyla İbn-î Ceydân bin Ekber’e güvenebilmemiz için mâkûl nedenlerimiz var.. Ancak maalesef Kardelen Geçidinde şu sıralarda Şiîler ile Sünnîler arasında bâzı anlaşmazlıklar var ve bu bölgede inceleme yapmak epeyce ileri bir târihe ertelenmek zorunda.. İbn-î Ceydân bin Ekber bu geçidin 3 km kadar doğusunda Ali Kemâl Paşa Kervansarayı olduğunu söylüyor ki ben de bu kervansarayın adını çok duymuştum.. Bölgedeki Sünnî Araplar bu kervansarayın Yavuz Sultan Selim zamânında bizzat Pâdişah tarafından yaptırıldığını ve denetiminin de kendilerine verildiğini iddiâ ediyor, Şiî tüccarlar bu kervansaraydan yararlanamıyor.. Şahsî kanaatim şudur ki bu kervansarayın denetimi yeniden Osmanlı idâresine geçmedikçe bu anlaşmazlıklar ortadan kaldırılamayacak ve her geçen gün Kardelen Geçidinde inceleme yapmak imkânsız hâle gelecek..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Eridu’nun eski adının Abu Salabikh olduğunu söylüyor ki bunu nereden öğrendiğini veya bu adın hangi dilde konduğunu söylemiyor. Zâten kitapta hiçbir kaynak da belirtmemiş. Bu, onun güvenirliliğini sarsıyor, ama yine de bize kaynaklık edebilir.. Abu Salabikh adının Tevrat’ta geçip geçmediğini araştırmam lâzım.. İbn-î Ceydân bin Ekber, Abu Salabikhlilerin pagan olduklarını, Allah’ı inkâr etmeleri nedeniyle kum fırtınasına mâruz kalarak yok olup gittiklerini söylüyor ki bunu kendi kutsal kitaplarından öğrenmiş olamaz, bildiğim kadarıyla Kuran’da buna dâir bir iz yok.. Ama neyse ki Ilgım Tepesinin Eridu’nun yok olup gitmesine neden olan kum fırtınası sonucunda ortaya çıktığını söylüyor ve bu tepenin açık koordinatlarını veriyor ki bu, söylediklerini sınamamız ve Sümerler hakkında çok ciddî ipuçlarına ulaşmamız için eşi bulunmaz bir hazîne.. Açık koordinatlar şu şekilde: Kardelen Geçidinden doğuya doğru giderken Zeker Geçidinin 2 km güneyi ile Fülüs Ovasının 4 km batısı..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber bu koordinatlar hakkında nasıl bu kadar emin konuşuyor, bunu bilmiyorum, ama Abbâsîler zamânında yaptırılan Seyyid Ali Han Câmîsi’nin koordinatları tamâmen doğru, bu câmî gerçekten de Zülfâris Ovasının Fırat’a bakan yamacından 5 km güneyde.. Bu câmî ve imamının bizim anılarımızda yeri büyüktür. Lagaş kazıları sırasında câmînin imamı Hacı Abdullah el-Nusrî gerçekten de bize çok yardımcı oldu, bize kendi evinin kapılarını bile açtı. Cemaatine de bize yardımcı olmaları için Cumâ Hutbelerinde vaazlar verdi, biz “tanrı misâfirleri”ni en iyi şekilde ağırlamaları gerektiğini öğütledi. Cemaati de bu öğütlere uygun olarak bize destek oldu, aklımda kalan en önemli şey: günün hemen her saati yaptıkları soğuk ayran servisiydi.. Gerçekten de hava sıcaklığı aşırı yüksek olan bu coğrafyada soğuk ayranın değeri paha biçilemez.. Ben bir konuşmamız sırasında İmam Nusrî’ye bize olan bu ilgisinin nedenini sormuştum, bana bu yaptığımız işin Allah katında yüksek bir değeri olduğunu, “helâk olmuş kavimler” hakkındaki araştırmaların insanları Allah’ın şeriatına bağlayacağını, bu kavimlerin nasıl yok olup gittiği aydınlatıldıkça insanların ondan daha fazla korkup ona daha fazla sığınacağını söylemişti.. İmam Nusrî’nin bu düşüncelerine katılmasam/katılamasam da bize kendisinin ve cemaatinin yaptıkları yardımları unutamıyorum.. Şahsî kanaatim şudur ki İmam Nusrî de Tanrı’yı gaddar, kinci ve intikam düşkünü gören ve gösteren Yahudi geleneğinin etkisi altındaydı, ama Tanrı’ya şükürler olsun ki yardımlaşma, insânî ilişkiler ve konukseverlik bakımından bu geleneğin etkisi altında değildi..

 

Eridu’nun biz Sümerologlar için önemi çok büyük. Bu kenti ivedilikle bulmalı ve tapınaklarını incelemeliyiz. Dilerim günün birinde ben de böyle bir kazı ekibinde yer alabilirim.. Sümerler bu kentteki Enki Tapınağının, yâni Abzu’nun yeraltı dünyâsına giden yolun başlangıcı olduğuna inanmış.. Sümercede yeraltı dünyâsı anlamına gelen çok sayıda kelime var: arali, ganzir, irkalla, kigal ve kukku bunlardan birkaçı. Biz Akadcaya da geçmiş olan ganziri kullanmayı tercih ediyoruz.. İnanışa göre Abzu’dan bir merdivenle ganzire iniliyor ve kapısının önünde iki kocaman sfenks var ve ganziri bunlar koruyor.. Biz Abzu râhiplerinin ganzire yiyecek ve içecek temin etmek için özel olarak görevlendirildiğini tahmin ediyoruz, çünkü kaynaklarda ganzirde de yaşamın sürdüğü, yaşamsal fonksiyonların devâm ettiği, ama burada yiyecek ve içecek olmadığı yazıyor..

 

Sümerler için ganzir aynı zamanda ölü tanrı ve tanrıçaların(!?) da yurduydu. Sümerler tanrı ve tanrıçalarına insansal özellikler atfettikleri için ölümlü bir tanrı veya tanrıça fikri onlar için çelişkili değildi.. Hem ganzirde de düzen ve adâlet sağlayacak tanrılar ve tanrıçalar olmalıydı!.. Üstelik ölümden sonraki hayatta bu dünyâda işlenen günâh ve sevapların karşılığı insanlara verilmeliydi ve bu işleri de ancak bu tanrı ve tanrıçalar yürütebilirdi!.. Sümerler bu dünyâdaki toplumsal statülerinin ganzirde de korunacağına, aynı toplumsal düzenin orada da süreceğine inanıyordu. Sümercede bu düzeni ifâde etmek üzere namtar kelimesi kullanılmış.. Şahsî kanaatim şudur ki namtar kültü de Sümerli râhiplerin kendi krallarının siyâsî egemenliklerini meşruiyet altına almak için uydurdukları bir külttü ve bu kült aracılığıyla da toplumsal yapıyı krallarının hizmetine sunabildiler.. Bu râhipler krallarına ve kânunlarına karşı çıkarak âsî konumuna düşenlere verilecek cezâların ganzirde de süreceğine Sümerleri inandırmış olmalı. Böylelikle statükoyu olumlamayı baş değer olarak kabûl etmiş olmalılar. Dolayısıyla ganzire de tanrı ve tanrıça göndermek mecburiyetindeydiler!..

 

Yine şahsî kanaatim şudur ki ganzir kültü Fenîkeliler aracılığıyla Greklere geçti ve Grek kültürüne adapte edilerek  kültünü meydana getirdi.. Grekler için de ölü bir tanrı veya tanrıça fikri çelişkili değildi. Grekler de Kronos’un öldürüldükten sonra yeraltı dünyâsını teslim aldığına aynı nedenlerle inanmış olmalılar.. Greklerde kölelik çok yaygındı. Batı Anadolu’da ve Pontus’ta çok sayıda koloni kurmuşlar ve buralardan köleler getirmişlerdi. Bu köleleri itaate zorlarken ganzir kültünden yararlanmış olmaları da kuvvetle muhtemeldir..

 

Grek felsefesinde kültü başat bir konumda bulunuyor. İlk filozoflardan tâ Platon’a kadar insan sorunları ve özellikle siyâsî meselelerde gerekli temellendirmelerde bu külte dayanmışlar. Ben bunu ilk defa Başpiskopos Baldwin’den duymuştum. Sonra bunu araştırmış, pek çok önemli sonuca ulaşmıştım. Bunları uzun zamandır yazmak istiyordum, ama başlamak bir türlü içimden gelmedi.. Şimdi bu gemi yolculuğu ve bu günlük bana bunları yazmak için güzel bir vesîle oldu..

 

Bu araştırmalarım sırasında kültü hakkında ulaştığım en önemli sonuç: Platon’un devlet teorisinde bu kültün yeri oldu. Platon, Politeia isimli kitabında bu teorisini açıklarken Er Mitosu adı verilen bir mitostan bahseder ve bunu ideâl bir devlette olması gerektiğine inandığı sınıflaşmayı haklı çıkartmak için kullanır. Kitabının onuncu bölümünde yer verdiği bu mitos şöyleydi:

 

Pamphylialı Armenios’un oğlu Er bir savaşta ölmüş. On gün kadar sonra cesedini bulmuşlar, fakat bu süre içinde bunun bozulmadığını görmüşler. Alıp şehre getirmişler ve Er tam gömülmeye hazırlanırken dirilmiş. Kendine gelir gelmez de Hadeste, yâni Greklerin ölüler diyârında olup bitenleri anlatmış. Er öldükten sonra ruhu bedeninden ayrılmış ve diğerleriyle birlikte yola koyulmuşlar, sonunda kutsal bir düzlüğe gelmişler. Önlerinde bir kapı belirmiş, kapının önünde, yerde iki delik, bunların tam karşısında, gökte de iki delik varmış. Bu iki deliğin arasında da yargıçlar oturuyormuş. Ölüler yargılandıktan sonra doğru işler yapan ölüleri göğe, eğri işler yapanları da yere yolluyorlarmış. Sıra Er’e gelince yargıçlar onu burada gördüklerini dirilere anlatmak üzere görevlendirmeye karar vermişler ve ona burada olup bitenleri iyice izlemesini söylemişler.. Öteki iki delikten sürekli ruhlar geliyormuş. Yerden gelen ruhlar kir pas içinde ve çok büyük acılar çekerek, gökten gelen ruhlar ise pırıl pırıl bir görünümle ve büyük bir huzur içinde geliyormuş. Tüm ruhlar çayırın ortasında toplanıyor, orada birbirlerine yaşadıklarını anlatıyormuş. Bu yaşadıkları da bu dünyâdayken işledikleri günâh ve sevapların karşılığıymış. Ve tabiî tanrılarına ve krallarına karşı suç işleyenlerin cezâları daha büyük oluyormuş. Daha sonra sıraya dizilmişler ve önlerine hayat örnekleri sunulmuş. Kendi kaderlerini yine kendileri seçecek, seçtikleri hayâta katlanmayı da bileceklermiş. Kendi kaderlerinden tanrıları sorumlu tutma hakkına da aslâ sâhip olamayacaklarmış. İşte, Er hayâta dönünce bunları anlatmış..

 

Platon da muhtemelen Grek râhiplerinin Fenîkelilerden öğrendikleri ganzir kültünden hareketle uydurdukları bu masala dayanarak ideâl devlet teorisini bu şekilde temellendirmeye çalıştı.. Başka deyişle Grek toplumsal yapısı içinde başta köleler olmak üzere tüm ezilen ve sömürülen sınıfların tanrılarına ve krallarına karşı çıkma olanaklarını ortadan kaldırmaya, onlara kendisinin biçtiği toplumsal statülerin aslında kendi seçimleri olduğunu tıpkı Grek râhiplerinin yaptığı gibi kabûl ettirmeye çalıştı.. İşte, modern dünyânın baş tâcı ettiği Grek filozoflarının en önde geleni Platon’un gerçek yüzü ve ideâl devlet teorisinin dayandığı sömürü düzeninin esasları.. Pekî bu düzenin Sümerlerin namtarıyla kültürel farklılıkların dışında ne farkı var!.. Her iki düzenin de özü siyâseten aynı değil mi!.. Bu aynılık bize modern dünyânın kendisini inşâ ettiği temelin sömürü olduğunu ve bunun tâ Sümerlerden beri sâhiplenildiğini göstermiyor mu!.. Bu o kadar öyledir ki başta biz İngilizler olmak üzere hemen tüm Batı Avrupa sömürgeciliği normâl buluyor.. Birleşik Krallığın Çin’i ve Hindistan’ı, Fransa’nın Kuzey Afrika’yı ve Çarlığın da Balkanları sömürgeleştirmesine sesini çıkartmıyor. Modern dünyâ için sömürgecilik dünyânın en sıradan olayı!..

 

Şimdi düşünüyorum da Kaptan Plummer’in tüm İngilizleri sömürgeci olarak düşünmesi hiç de yersiz değil.. Ona İrlandalıların bağımsızlık mücâdelelerini desteklediğimi söylediğimde yüzünde gördüğüm o tebessüm de sanırım ‘sizin gibilerden kaç tâne var ki, hemen tüm Batı Avrupa sömürgecidir’ demeye geliyordu.. Kaptan Plummer son derece haklı!..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Eridu’nun kuzeydoğusunda, Fırat’ın yaklaşık 20 km kadar batısında, Sergüzeşt Dağları’nın da 10 km kadar güneyinde Ur kentinin olduğunu söylüyor.. Abbâsîler bu bölge üzerinde siyâsî egemenlik kurduktan sonra buraya bir köprü ve bir de han inşâ etmişler, köprünün adı: Minâreli Köprü, hanın adı: Ebu Yusuf Hanı. İbn-î Ceydân bin Ekber’in söylediğine göre bu handa iki büyük yangın çıkmış ve ikisini de halîfeliği ellerinden kaybeden Emevîler çıkartmış, Abbâsîlerle bir olup kendilerine cephe alan yöre insanından intikam almak istemişler. Ancak her iki yangından sonra da han eski hâline dönüştürülmüş ve yeniden hizmete açılmış.. Zî Kâr gezimiz sırasında yaptığımız çevre incelemesinde bölgede yerleşimin çok dağınık bir arâzîye yayılmış olduğunu görmüş ve çok eski târihlere dayanmış olduğunu anlamıştık. Sanırım daha geniş bir çevre incelemesi yapsaydık bu hanı da bulabilirdik, Sünnîler için böylesine anlamlı olan bir hanın yok olup gitmiş olması pek mümkün değil.. Ancak bizim yaptığımız incelemeler bu kentteki yerleşimlerin çok eskilere dayandığını açıkça gösteriyordu, çünkü pek çok evin ön çeperinde sfenks kabartmaları hâlâ duruyordu ve Araplar için bu tür kabartmalar da birer put olduğu için, Tanrı’nın yerine konulan nesneler olduğu için bunları Araplar yapmış olamaz, kuvvetle muhtemeldir ki Araplar eski Sümer evlerinin üzerine kendi evlerini inşâ ettiler..

 

Kenneth Ouchi buranın Ur kenti olabileceğini söylemişti, çünkü Tevrat’ta bildirilen bâzı koordinatların buraya âit olabileceğini düşünüyordu. Şimdi düşünüyorum da haklı olma ihtimâli çok yüksek, çünkü İbn-î Ceydân bin Ekber, Sergüzeşt Dağları yakınlarında başka hiçbir yerleşim bölgesinden bahsetmiyor ve bu da Tevrat’taki koordinatlarla uyumlu.. Ur kenti de Yahudiler için oldukça önemli bir kent, İbrâhim’in Harran’dan kalkıp Kenan’a gelirken bu kentte mola verdiğine ve yaklaşık bir yıl boyunca burada ikâmet ettiğine inanıyorlar.. Kentin merkezinde kent tanrıları Nanna’nın tapınağı olmalı. Sümerlerin bu tapınağa ne ad verdiğini henüz bilmiyoruz, ama bu tapınağın fazlasıyla büyük olduğunu biliyoruz.. Biz Sümerologlar bir kent-devletinin tapınağı ne kadar büyükse o kent-devletinin o denli zengin olduğunu düşünürüz, çünkü tapınakların getirilen hediyeleri saklamak için yeterli miktarda odası olmalı ve bir kent-devleti ne kadar zenginse tapınaklara bağışlar da o denli fazla olmalı..

 

Sümer mitolojisinde Ur da oldukça önemli bir kent. Ancak maalesef bunu henüz tam olarak aydınlatamadık. Fakat Lagaş kazıları sırasında bulduğumuz Nammu kozmogonyasına gönderme yapan bir tablet bize fikir sağlıyor: bu tablete bakılırsa Enlil yeryüzünde gelişmiş bir medeniyet yaratması için Enki’yi görevlendirmiş ve Enki bu amaç doğrultusunda yeryüzüne indiğinde ilk olarak Ur’da mola vermiş, kentin toprakları verimli olsun diye Fırat’ı kutsamış.. Sümer ülkesinde tarım ve hayvancılığa geçiş ilk olarak Ur kentinde başlamış ve sonra buradan yayılmış olabilir. Ayrıca Sümer mitolojisindeki bu anlatı sonradan evrile çevrile değiştirilerek İbrâhim’e atfedilmiş de olabilir. Zâten güçlü bir sözlü anlatım geleneği olan hemen her toplumda, kaynağı ve aktörleri bilinmeyen hemen her anlatıyı bölgenin önemli şahsiyetlerine atfetme geleneği vardır, bu anlatıları belirgin ve mâkûl kılma gereksiniminin bir sonucudur bu. Dolayısıyla Yahudiler de Ur kentine medeniyet getiren kişinin aslında İbrâhim olduğuna inanmış ve Sümerlerin Enki’ye atfettiği şeyleri İbrâhim’e atfetmiş olabilir. Bu konuda kesin kanıt ancak Nanna Tapınağındaki kayıtlara bakıldığında anlaşılabilir sanıyorum. “Bu tapınak ne zaman yapıldı?”, “Ur’daki gelişmeler İbrâhim’in buraya gelmesinden önce mi sonra mı gerçekleşti?”, işte bu sorulara sağlam bir cevap verebilirsek bu konu da aydınlatılabilir..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Uruk’un 30 km güneydoğusunda, Kavil Ovasının 5 km kuzeyinde Larsa kentinin olduğunu söylüyor. Biz bu kentin I. Bâbil Devleti’nin en önemli kentlerinden biri olduğunu biliyorduk, ama yeri hakkında sağlam bir bilgiye ulaşamamıştık. Fakat Lagaş kazıları sırasında Larsa’nın kent tanrısının Utu, tapınağının adının da Ebabbar olduğunu öğrendik. Bulduğumuz silindir mühürlerde Utu omuzlarından ışıklar saçan bir kral-tanrı olarak resmedilmişti. Sağ dizine çömelmiş yâverinin de Ebabbar’ın eni Bunene olduğunu düşünmüştük. Ayrıca bu mühürlere Utu’nun sabah erken saatlerde Ebabbar’dan çıkarak gökyüzünü dolaştığı, akşam olunca da tapınağına geri döndüğü resmedilmişti. Belli ki Sümerler gece ile gündüzün oluşumunu da bu şekilde açıklamışlar..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber yakın bir geçmişe kadar bu bölgenin Osmanlı idâresinde olduğunu, buraya Şehzâde Mustafa Sancağı adının verildiğini, ancak Îranlı komutan Pehrivânî’nin bu sancağı ele geçirdikten bir süre sonra bölge insanlarını göçe zorladığını ve bölgeye Îranlıları yerleştirerek burayı bir Îran yurdu hâline getirdiğini söylüyor. İbn-î Ceydân bin Ekber’in belirttiğine göre Pehrivânî, Şehzâde Mustafa’nın yaptırdığı Mîyâr Kalesi’ni denetim altına almak için kaleye ve aynı zamanda da Kibriyâ Ovasına ulaşımı sağlayan Yalvaç Köprüsü’nü yıktırmış, böylelikle Sancak açlığa terk edildiği için bir ay gibi kısa bir zaman içinde Pehrivânî bu kaleyi denetimi altına almayı başarmış. Daha sonra da köprünün yeniden inşâ edilmesinde bölge insanları köle olarak çalıştırılmış ve köprü tamamlandıktan sonra bu insanlar göçe zorlanmış.. İbn-î Ceydân bin Ekber, Larsa’da Hammurâbi’nin bir eski bir sarayının olduğunu, burayı yaz aylarında ziyâret ettiğini ve kendisine hediye edilen kadın köleleri buraya yerleştirdiğini, ancak Yalvaç Köprüsü’nün yeniden inşâ edilmesi sırasında bu saraydan bugüne ulaşmayı başaran kalıntıların kullanıldığını ve dolayısıyla bu sarayın tamâmen yok olup gittiğini söylüyor. Tanrım.. Gerçekten de kültür varlıklarının yok olup gitmesi hiç kabûl edilebilir değil, hele bunların emperyalist faaliyetlere bağlı olarak yok olup gitmesi aslâ kabûl edilebilir değil.. Bu sarayı bulmayı başarsak, bunun içindeki analı incelesek kim bilir Sümerler ve Mezopotamya medeniyetleri hakkında daha nelere ulaşabilirdik.. Tanrım.. Ama bir ihtimâl, bu kalıntıların temeline kadar inmiş değillerse bu anala ulaşma olasılığımız var.. Gerçi İbn-î Ceydân bin Ekber sarayın açık koordinatlarını bildirmemiş, ama saray yolunun Fırat’ın kuzeybatısındaki Lagahan Tepesinden başladığını ve Alâimisemâ Düzlüğünden geçtiğini ve bu düzlükte Molla Kebir Hanı olduğunu söylüyor ki bu han eğer bugüne ulaşmayı başarmışsa sarayın kalıntıları bu handan çok uzakta olamaz..

 

Gerçekten de bu anal bizim için çok önemli, Larsa’nın gizemini eğer Romantiklere özgü kurgularla değil de pozitif bulgu ve belgelerle aydınlatmak istiyorsak bu anala ulaşmamız şart.. Çünkü bu kenti Hammurâbi hükümdarlığının henüz ilk yıllarında işgâl etmiş ve erken bir yaşta bu denli büyük bir askerî başarıyı nasıl kazandığı bizim için çok önemli.. Larsa’da o dönemler Kral Rimsin güçlü bir idâreye sâhipti, kendisi kısa zamanda İsin’i ele geçirerek Bâbil’e gittiğini sandığımız ticâret yollarını denetim altına almayı başarmışsa Hammurâbi’nin bu kenti nasıl ele geçirdiği bizim için son derece önemlidir. Hammurâbi’nin kendisini tanrılara bile hükmedebilen bir tanrı olarak kabûl ettirdiğine bakarsak Larsa’nın ele geçirilmesinde yerli râhiplerin işbirlikçiliğinin olma ihtimâli kuvvetleniyor. Ama kesin sonuca ulaşabilmemiz için bu anala ihtiyâcımız var..

 

Lagaş kazıları sırasında Larsalı köle tâcirlerinin mektuplarına da rastlamıştık. Tabiî bunları da British Museum’a getirmiştik ve ben arşivde bunlar üzerinde de özenle çalışmıştım. Bugün îtîbârîyle Hammurâbi Kânunlarını henüz tam olarak toparlayamadık. Hâlâ ciddî noksanlarımız var. Ama elimizde olan kadarıyla bile bu kânunların önemini apaçık bir biçimde anlıyoruz.. Bu mektuplardan birinde Ligustar isimli bir köle tâciri kölelerini övüyor, Larsa’da Hammurâbi yönetiminin kölelere son derece iyi davrandığını anlatıyordu. Biz bu tablete Ligustar’ın Mektubu Tableti adını vermiştik. Tablette şu uygulamalara yer verilmişti: savaşlarda esir alınanlar köleleştirilir, ancak gerekli ücreti ödemeleri karşılığında özgürlüklerine kavuşabilirmiş, bu bedeli ödeyemeyecek durumda olan kimseler yaşadıkları kentlerin râhiplerinin bu bedeli ödemesi durumunda da yine azât edilirmiş ve kölelerin çocukları köleleştirilmezmiş..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hammurâbi hemen tüm Sümer ülkesinde öteden beri yaygın olan örfî ve ahlâkî normları, dînî inanışları, ekonomiye ve siyâsete ilişkin düzenlemeleri toplatmış ve dönemine göre en ileri hukuk düzenlemesini yapmış. Ben daha önce Kral Urgakina Kânunları üzerine çalışırken ki bu kânunlar insanlığın bugün îtîbârîyle sâhip olduğunu sandığımız ilk yazılı kânunlardır, işte bu kânunlarda da benzer düzenlemeleri görmüştüm; belli ki Hammurâbi kendisine bu kânunları temel almış. Gerek Kral Urgakina gerekse Hammurâbi toplumsal yapıda herhangi bir ahlâkî çöküşe yol açabilecek tüm fiillere bugünden bakıldığında çok ağır görülen cezâlar getirmiş. Her iki düzenlemede de cezâ hukuku kapsamına giren fiillere esas olarak kısas uygulaması öngörülmüş. Meselâ bir kimsenin gözünü çıkartan kişinin gözünün çıkartılması (yanlış hatırlamıyorsam madde 196), bir kimsenin dişini kıran kişinin dişinin kırılması (gene yanlış hatırlamıyorsam madde 200) şu an aklıma gelen kısas uygulamaları. Hem bizim dilimize hem de hemen tüm dünyâ dillerine giren ‘göze göz, dişe diş’ deyiminin kaynağı da burası olsa gerek..

 

Sümerlerden sonra bu düzenlemeler Bâbillilere geçtiğine göre başka kavimlere de geçmiş olmalı.. Sâdece Mezopotamyalı kavimlere de değil, göçebe kavimlerin etkisiyle başka coğrafyalara da taşınmış olmalı.. Bugün maalesef arkeoloji dünyâsı henüz bu ilişkileri aydınlatamıyor, ama günü geldiğinde bunlar da aydınlatılacaktır kuşkusuz.. Öte yandan kısas uygulamasının Yahudiler tarafından da Tanrı’ya, daha doğrusu Yahova’ya atfedilmesi de oldukça dikkat çekici: Musâ, Yahudileri Mısır’dan çıkartmadan önce onlar da Mısır kânunlarına tâbi tutuluyordu. Ancak Mısır’ı terk ettiklerinde yeni bir hukuk sistemine doğal bir ihtiyaç duydular ve geldikleri coğrafyada hâlâ devâm etmekte olan kısas uygulamalarını sâhiplendiler. Bunları tanrı kelâmıyla bir tutup kendi kutsal kitapları Tevrat’a eklemlediler. Hâl böyle olunca kısas sanki Tanrı’nın isteğiymiş gibi bir nitelik kazandı. Böylelikle Sümerler ve sonraki kavimlerin kânunlar ile tanrılar arasında kurduğu ilişkiler ilk tek tanrılı(!?) din olarak görülen Yahudilikte böyle bir biçim değişikliğine uğratılarak sürdürülmüş oldu..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Uruk kentini Tevrat’taki ismiyle, Erek olarak anıyor. Uruk adı ise Akadlıların verdiği bir ad ve biz bunu kullanmayı tercih ediyoruz. İbn-î Ceydân bin Ekber, Uruk’un 10 km kadar uzunlukta surlarının olduğunu söylüyor ki bu doğrudur, hem bu surları Gılgamış’ın yaptırdığına dâir bulgularımız da var. İbn-î Ceydân bin Ekber’in anlatımına göre Uruk, Zî Kâr’ın 8 km kuzeybatısında kalıyor ki bu da doğrudur. Kendisi Uruk’un en önemli yapısının İnanna Tapınağı, yâni Ana olduğunu söylüyor, ama bunun yerine ilişkin birşey bildirmiyor. Bu kenti Sümerlerin kültür başkentlerinden biri olarak tanımlıyor ki Grek târihçi Plonistus da yâni bu kent için aynı şeyi söylüyor ve kentin mitolojik önemi hakkında çok değerli bilgiler veriyor. İbn-î Ceydân bin Ekber’in Ana hakkında söyledikleri Plonistus’unkilerle çakışıyor.. Ama maalesef her iki kaynakta da Anu’nun yeri belirtilmiyor..

 

Uruk da biz Sümerologlar için son derece önemli bir kent. Kentin en gözde mekânı da Ana olmalı. Biz bu tapınağın rölyefleriyle meşhur olduğunu ve Sümer ülkesinde bu rölyeflerin dilden dile konuşulduğunu biliyoruz.. Bu kentin mitolojik önemi gerçekten de çok büyük, hakkında çok sayıda destan yazılmış. Uruk Destânı, Tanrıça İnanna Destânı, Gılgamış Destânı bunlar arasında en meşhur olanları. Ama maalesef bugün îtîbârîyle bu destanlar hakkında pek çok noksanlarımız var. O dönemlerde bu tür edebî eserler Sümercenin yanı sıra Eski Yunanca ve Arâmîce de yazılır, tüccarlar aracılığıyla başka kültürlere de taşınırdı. Daniel bana Kudüs kazıları sırasında Arâmîce yazılmış bir tablette Uruk’tan bahseden birkaç satırlık birşeyler bulduklarını söylemişti. Bunlar Kudüslülerin eski zamanlardan beri Sümer mitolojisine yabancı olmadığını kanıtlıyor..

 

Uruk Kralı Lugalzagizi, Lagaş’ı siyâsî egemenliği altına aldıktan sonra Uruklular ile Lagaşlılar arasında ciddî bir yakınlaşma olmuş olmalı.. Lagaş kazıları sırasında bulduğumuz üç kudurru bize Uruklular ile Lagaşlılar arasındaki sınır kavgalarının sona erdiğini düşündürmüştü. Bunlara Dinnarsim Kudurrusu, İkisin Kudurrusu ve Gunumgun Kudurrusu isimlerini vermiştik. Bunlardan Dinnarsim Kudurrusu, Uruk ile Lagaş arasında bulunan Gelana Düzlüğünün Uruklu ve Lagaşlı çobanlar tarafından hangi zamanlarda kullanılacağına ilişkindi. Sözleşmede bu düzlük haftanın ilk üç günü Uruklu çobanlara, sonraki üç günü de Lagaşlı çobanlara tahsis edilmişti. Haftanın son gününü de belli ki dînî törenlere ayırmışlar. Zâten Sümer dînî takvimine göre tüm özel günler haftanın son gününde düzenlenmişti.. Bu dînî törenler kültü Yahudilere Sabbat kültü olarak geçmiş olmalı. Modern paganlık da haftanın son günü olan Pazar gününü Îsâ Mesih’in göğe yükseldiği gün olarak kabûl edip Sümer kültlerini yaşatıyor.. Hem modern paganlığın yortu kutlamaları da Sümerli paşişuların vasiyeti!.. Onlar değil midir ki dînî bakımdan önemli günlerin ille de Pazar günleri kutlanması gerektiği inancını ortaya atan.. Bizim tarikatımızın da özel yortuları var, ama biz Sümerli paşişuların vasiyetini değil, güneş takvimini esas alıyoruz!..

 

İkisin Kudurrusu ise Gelana Düzlüğünün yakınlarındaki bir arâzî hakkındaki bir sınır anlaşmazlığını çözüme bağlıyordu. Gunumgun Kudurrusu da bu arâzînin hangi bölümünün hangi tapınağa âit olduğunu, bu bölümlerin kirâsının hangi tapınağa ödeneceğini düzenliyordu.. Her üç kudurrunun üzerinde de Tammuz’un, İnanna’nın ve Nusku’nun sembolleri vardı.. Sümerler her ne kadar kent-devletlerinin etrâfını surlarla çevirmiş olsalar da otlakları birlikte kullanıyor, hâl böyle olunca da çobanlar ve çiftçiler arasında birtakım anlaşmazlıklar ortaya çıkıyordu; meselâ sürüler birbirine karışıyordu. Kral Lugalzagizi’nin Lagaş işgâlinden sonra bu ortak alanlar meselesi de hâlledilmiş ve bu kudurrularla kesin bir karâra bağlanmış olmalı..

 

İbn-î Ceydân bin Ekber, Nippur’un güneydoğusunda Şuruppak kentinin olduğunu ve buradaki ilk yerleşimlerin tâ M.Ö. 5000’lere kadar geri gittiğini söylüyor. Ona göre Tufan da bu kentte kopmuş. Biz de böyle düşünüyoruz ve Tufandan sonra bu kentin yok olduğuna inanıyoruz.. Kral Urgakina’nın sarayındaki analda bulduğumuz bir tablette ki biz ona Abubu Tableti, yâni Tufan Destânı Tableti adını vermiştik, deniz tanrıçası Nammu’nun tapınağında bulunduğuna inanılan sözlüğü çalanları cezâlandırmak için onları Tufânın dalgalarında boğduğu, mâsum insanları korumak için de Şuruppaklı Ziusudra’ya bir gemi inşâ ettirdiği yazıyordu. Sümer mitolojisine göre bu sözlüğü ele geçiren bir kimse yeryüzündeki tüm dilleri konuşabilirmiş ve Nammu’nun tüm insanları anlayabilmesini sağlayan araç da bu sözlükmüş. Nammu ile tüm insanlık arasındaki bağı koparan bu hırsızlar onun gazâbından kurtulamamış..

 

İşte bu hikâye zaman içinde evrile çevrile, nesilden nesile değiştirilerek aktarılarak ilk önce Gılgamış Destânındaki Utnapiştim’in, sonra da Tevrat’taki Nuh’un hikayesi hâline gelmiş olmalı.. Bu hikâye başka bir koldan ki muhtemelen Fenîkeliler aracılığıyla, Greklere kadar yayılmış olabilir, çünkü onların da ve efsâneleri bunun değişik versiyonları.. Eğer bu hikâyeyi Greklere Fenîkeliler öğretmediyse muhtemelen Helenistik dönemde bizzat kendileri bâzı sözde Yahudi bilginlerinden öğrenmiştir. Çünkü M.Ö. 332’de Makedonya Kralı İskender’in Pers Kralı III. Dâra’yı yenmesinden sonra Asya ve Afrika’nın kapıları Greklere açılmıştı, buralar artık Anglo-Grek kültür hinterlandı hâline gelmişti. Bu hinterlant içinde Grekler, Yahova kültü gibi kendilerine yabancı bir kültle tanışmıştı. Kısa zamanda bu kültün etkisine girdiler ve hattâ kimi filozofları bu kült ile Zeus kültünü birleştirmenin yolunu aradı ve zamanla Yahova kültünü Iao kültü şeklinde Grek mitolojisine adapte ettiler. Kendilerinden sonraki dönemde de Romalılar bu Yahudileşmiş Grek kültürünü benimsediler ve baş sıraya oturttular. Kurdukları kolonilerde bu kültürü empoze ettiler; yerel dilleri yasakladılar, yerel tanrıları yok saydılar, bunlara karşı gelenleri katlettiler.. İşte, eğer bu hikâyeyi Greklere Fenîkeliler öğretmediyse kuvvetle muhtemeldir ki kendileri Helenistik dönemde öğrenmiştir..

 

Bu konuda şimdiye kadar inceleme fırsatı bulduğum en önemli kaynak Georg Friedrich Creuzer’in 1810-12 yılları arasında dört cilt hâlinde yayınladığı Symbolik und Mythologie der alten Völker besonders der Griechen isimli kitabıdır, ancak Creuzer de bu etkileşim hakkında kesin bir bulguya ulaşamamış, daha çok bu ikinci olasılık üzerinde duruyordu.. Creuzer birtakım olasılıklara dayanarak bu etkileşim hakkında Pelasgları baş role yerleştiriyor ve hattâ tüm bu kültlerin temelinde aslında vahiy bilgisi olduğunu, ancak bunların sonradan bozulduğunu, bunu yapanların da Pelasglar olduğunu iddiâ ediyordu. Ben doğrusu Pelasglar hakkında duyduğum ve öğrendiğim tüm bulguları Creuzer’e borçluyum, bu konuda yayınlanmış ne bir başka çalışma ne de bir başka tez var ve bu konu hakkında arkeoloji dünyâsı şimdilik maalesef kesin bir tez ortaya koymaktan uzak. Ama kaynağı ve niteliği ne olursa olsun şu gerçek apaçık ortadadır ki başta Grekler olmak üzere Avrupa’yı esir alan kültlerin kaynağı Mezopotamyadır, özellikle de Sümer paganlığı zaman içinde evrile çevrile ve başka unsurların da katkısıyla modern dünyâya egemen olmuştur, egemen olmaya da devâm edecek gibi görünmektedir, çünkü modern paganlık güçlendikçe Sümer paganlığı da yeniden dirilmektedir..

 

Tanrım.. İnsanoğlunun neden arama çabası gerçekten de takdîre şâyan!.. Her olaya mutlakâ kendince mâkûl bir neden yapıştırıyor. Bu nedeni de hemen her defâsında pagan inanışlarıyla ilişkilendiriyor. Zâten paganlık değil midir insanlığın zihnini esir eden.. Dolayısıyla paganlık hem bir nedendir hem de bir sonuç.. Doğa olaylarının nedenlerini yine doğada aramak yerine böyle kurgularda arayan insanlık zihnini bu pagan inançlarından ne zaman temizleyebilecek acabâ!.. Veya temizleyebilecek mi.. Benim bu konuda derin endişelerim var.. Hem bilimin mitoslarına ne demeli..

 

Kenneth Ouchi ve ben Lagaş kazıları sırasında Şuruppak’a uğramayı çok istemiştik. Kenneth Ouchi benden daha hevesliydi; kendisi Yahudi olduğu için ve yaklaşık son yarım yüzyıldır Avrupa’da anti-semitizm hızla yükselmekte olduğu için özel olarak Tevrat’ta yer alan hikâyeleri doğrulayacak kanıtlar peşindeydi. Kendisi Lagaş kazılarından önce de Doğu Anadolu’da bâzı incelemeler yapmıştı, sözüm ona bu bölgede Cennet’in izini sürüyordu(!).. Biz bu konuyu onunla çok tartışmıştık, ama o zamanlar onu henüz iknâ etmeyi başaramamıştım.. Kenneth Ouchi’yle uzun zamandır görüşemiyoruz, bu yolculuğa çıkmadan kısa bir süre önce kendisinin Suriye’de olduğunu öğrenmiştim. Sanırım yine aynı amaçla hareket ediyor. Fakat diyeceğim şu ki belki kendisi de Yahudi inancında anlatılagelen cennet kültünün ne denli saçma olduğunu sonunda kavramıştır, bilemiyorum.. Yeri gelmişken bunları da günlüğüme kaydedeyim:

 

Yahudi inancına göre Cennet, Aden Bahçesinden başka bir yerde değil(!?), yâni Cennet bu dünyâdan farklı bir yerde değil(!?).. Tanrı, Âdem ile Havvâ’yı Aden Bahçesinde yarattı ve günâh işlemeleri sonucunda onları buradan kovdu(!?).. Bu cennet kültüne göre Aden Bahçesini sulayan ırmak dört kola ayrılıyormuş; bunlardan ilki olan Pişon ırmağı Havilâ’yı, Gihon ırmağı Kuş ilini, Dicle ırmağı Âsur’u, Fırat ırmağı da Ur’u suluyormuş ve bu bahçe de Nod diyârının batısında kalıyormuş.. Kenneth Ouchi bu “bilgiler” doğrultusunda Cennet’in izini Doğu Anadolu’da aradı, fakat eli boş döndü, böyle dönmesi de tabiî normâldi.. Bu o kadar öyledir ki Talmud metinleri dikkatlice okunduğunda bu kültün de kendi içinde çelişkili olduğu görülecektir. Ne var ki başta Kabalacılar olmak üzere Yahudiler ve tabiî ki Kenneth Ouchi bunları bir türlü göremiyordu.. Bu çelişkiyi günlüğüme ana hatlarıyla şu şekilde kaydedeyim: Tekvin’de Rab’bin kâinâtı altı günde yarattığı yazıyor ve Cennet de eğer yeryüzünde idiyse Rab dünyâyı yaratmadan önce neredeydi? Başka bir kozmik Cennet vardı da sonradan dünyâya mı taşındı? Hem yine Tekvin’de anlatılan Tufandan sonra yeryüzündeki herşeyin, bilâistisnâ herşeyin yok olduğu, bir tek Nuh ve gemisinin sağ kurtulduğu yazıyor. O hâlde Cennet de bu Tufanla birlikte yok oldu.. Pekî o zaman Rab nerede ikâmet ediyor? Rab niçin kendi ikâmetgâhını yok etsin? Yoksa Tufan sırasında yine daha önce ikâmet ettiği kozmik Cennete mi taşındı veya yeryüzü cennetini kısa bir süreliğine oraya mı taşıdı? Daha da önemlisi, Rap şu an nerede?

 

Bu tür bir cennet kültüne, başka deyişle yeryüzü cenneti imgesine karşı Îsâ Mesih, Yahudilere çok şey anlatmış olmalı.. Fakat onlar özellikle de şu vaad edilmiş topraklar kültü nedeniyle buna inanmak istememiş olmalılar.. Hahamları -sanırım Tammuz kültünden hareketle- şu vaad edilmiş topraklar kültünü geliştirip Yahudilerin kendi kimliklerini, dinlerini, dillerini, kültürlerini vb. korumayı mümkün kılacak siyâsî bir projeye imzâ atmıştı; târihleri boyunca topraksız, devletsiz ve köle olarak yaşayan bu Yahudiler hahamları öncülüğünde toprağı bir tür cennet olarak algılamış olmalılar.. Cennet’te Âdem’le birlikte ahbaplık eden bir tanrı imgesi de kendilerine böyle bir toprak vaad ettiğine inandıkları Yahova’nın İbrâhim’in çadırında misâfir olduğuna inanmaları da Yahudileri hayâta bağlamak isteyen hahamların yüksek başarıları olsa gerek.. Tevrat’ta sık sık ‘semereli olun ve çoğalın’ gibi ifâdeler geçer, bu ifâdeler de yine hahamların öncülüğünde Yahudilerin nüfus artış hızını arttırmak ve yok olup gitmekten kendilerini kurtarmak için başvurdukları bir çâre olsa gerek..

 

Şu son dönemlerde başta Orta Avrupa olmak üzere Avrupa’nın hemen her köşesinde Sosyalistler hızla yükseliyor ve bu da başta Liberaller olmak üzere tüm karşı grupları endişelendiriyor.. Sosyalistler de Yahudi inançlarından devşirme bir yeryüzü cenneti imgesini en yüksek ideâl olarak benimsiyor, bu kültü sekülârize ederek geniş halk kitlelerini peşlerinde sürüklemeye çalışıyorlar.. İşte, şu son dönemlerde Sosyalistlere karşı duyulan tepkiler anti-semitizmi körüklüyor.. Başta Vatikan olmak üzere hemen tüm Avrupa imparatorları Yahudilerin bu şekil değiştirmiş kültüne karşı çıkarken onları daha fazla aşağılıyor.. Kenneth Ouchi de Doğu Anadolu kazılarına aslında anti-semitizme karşı kendince mücâdele etmek için katılmıştı.. Ama maalesef bu çabası boştu: Talmud metinlerinin sonradan Mezopotamya kültleriyle yoğrulduğuna, Musâ’ya gönderilen Tevrat’ın korunamadığına, ondaki kanonik parçaların zamanla tahrif edildiğine bir türlü inanamıyordu.. Musâ’ya müjdelenen Cennet’in sonradan Mezopotamya kültleriyle yoğrularak ganzir kültüyle birleştirildiğini ve ganzirin yeryüzüne çıkartıldığını, çölün ortasında serap gören hahamların Yahudi toplumunun beklentileri doğrultusunda bu işe kalkıştığını bir anlasa.. Ganzire su taşıyan ırmaklar kültünün sonradan Aden Bahçesine su taşıyan ırmaklar kültüne dönüştürüldüğünü bir kavrasa.. Kendisiyle uzun süredir görüşemedim; kim bilir, belki de iknâ olmuştur..

 

Kenneth Ouchi bir bilimkadını olması nedeniyle, apaçık hakîkatler karşısında daha sağlıklı düşünebilir ve belki günün birinde tüm bu kültlere îmân etmekten vazgeçebilir, ama Yahudilerin ve modern paganların iflâh olacağı yok gibi.. İncillere sonradan eklemlenen Vahiy bölümüne bakılırsa ilk modern paganlara göre Yahova tüm yeryüzünü cennete çevirmek istedi(!?), bunun için tüm kötülüklerin yeryüzünden silinip gitmesi için kendilerini görevlendirdi(!?).. Modern paganlar bu kötülükleri yeryüzünden silmeyi ancak Armagedon Savaşından sonra tam anlamıyla başaracak(!?) ve bundan sonra Şeytan hapsedilecek(!?), bu savaştan sağ kurtulmayı başaran inançlı modern paganlar da Îsâ Mesih lîderliğinde Tanrı Devletini, yâni yeryüzü cennetini yeniden inşâ edecek(!?).. Bu cennette artık insanlar gençleşecek(!?), günâhlarından arındırılacak(!?), ölüler dirilecek(!?), hastalıklar sona erecek(!?).. İşte, ilk modern paganların Yahudi inançlarından devşirdikleri cennet imgesine verdikleri yeni biçim ve yeryüzü cenneti zırvalıkları.. İşte, ilk modern paganların misyonerlik faaliyetlerine meşru bir görünüm kazandırmak için uydurulan zırvalıkların en önde gelenleri.. İşte, Pavlus ve ondan sonra gelenlerin öteye beriye yazdıkları mektuplarda yaptıkları dâvetlerin gerekçeleri..

 

Tanrım.. Tâ öteden beri Anglo-Sakson vahşîliği şu Armagedon kültüyle birleşince başta Avrupa olmak üzere dünyânın hemen her yerinde çok büyük felâketler ortaya çıkmıştır. Ve hattâ bu amaç doğrultusunda özel birtakım tarikatlar bile kurulmuş, bu felâketler bizzat organize edilmiştir.. Bu tarikatlar arasında biz Anglo-Saksonlar arasında en meşhur olanı kuşkusuz Beşinci Krallık Tarikatıdır. Ben bu tarikatın ismini Katoliklik hakkında öğrendiğim tüm diğer şeylerde olduğu gibi ilk kez babam Henry Crosner’den duymuştum, kendisi de ilk gençlik yıllarında bu tarikatın bir kolu olan Trust Tarikatına ilgi duyuyormuş, ama hiçbir zaman bu tarikatta aktif bir görev almamış, büyükbabam Heinrich Crosner onu bu tarikattan korumuş.. İşte, bu Beşinci Krallık Tarikatına gönül vermiş modern paganlar 17. yüzyılın ortalarında Thomas Harrison öncülüğünde örgütlendiler ve I. Charles’ı devirip yerine kendi yandaşlarından oluşan bir hükümet geçirmeye çalıştılar; sözüm ona bu hükümet azizlerden(!?) oluşacakmış ve Îsâ Mesih yeniden yeryüzüne ininceye kadar iktidârı elinde tutacakmış.. Tanrım.. Bu heretik tarikat bu amaç doğrultusunda Britanya Adalarında emsâli görülmedik bir iç savaş çıkarttı, I. Charles’ı bu olaylardan sorumlu tutarak onun îdâm edilmesini ve iktidâra gelmelerini sağlamak için on binlerce mâsum insanın kanını akıttı.. Tanrım.. Bu heretik tarikat I. Charles’ı devirmeyi başardı, ama yerine II. Charles’ın geçmesine mâni olamadılar, II. Charles da bu heretik tarikatın Britanya Adalarında bir daha böyle bir işe yeltenmesine fırsat vermemek için ciddî adımlar attı, en başta da Thomas Harrison isimli bu lânet herifi tutuklatarak îdâm ettirdi, daha sonra da bu tarikatın finans kaynaklarını kuruttu ve üyelerini de hapse yollattı. Ancak maalesef bu tarikatın Britanya Adalarında bugün bile ve çeşitli alt kollarıyla birlikte etkin olduğunu görüyorum ve şu Armagedon kültünün yeni bir felâkete yol açmasından endişe duyuyorum..

 

Ne Yahudilik ne de modern paganlık.. Bunlardan hiç biri Cennet’in bu dünyâ üzerinde kurulmayacağını hâlâ kavrayamıyor.. Bütün bu zırvalıkların kaynağında en temelde tüm dünyâya hükmedebilme arzusu olmalı.. Bu arzu özellikle de modern paganların akıllarını o kadar tahakküm altına almış olmalı ki Tevrat’ta tasvir edilen Kıyâmet Gününün tâ M.Ö. 515’te, yâni Süleyman Tapınağının yeniden inşâ edildiği ve İsrâiloğullarının yeniden Kral Davut’un soyundan gelen bir kralla birlikte özgürlüklerine kavuştukları Zerubabel zamânında kopması gerektiği gerçeğine yüzyıllardır gözlerini kapıyorlar.. Ve hattâ bu ve bundan sonra ortaya çıkan çelişkileri de yeni zırvalıklar uydurarak aşmaya çalışıyorlar: meselâ Îsâ Mesih’in gerçek misyonunu, onun Tanrı tarafından hangi işle görevlendirildiğini unutarak onu Yahudilerin Kralı ilân etmeleri bunlardan yalnızca biri.. Bu ve bu gibi çabalarla, hahamların çölde gördükleri serapları haklı kılmaya çalıştılar ve hâlâ bu çabaları sürdürüyorlar.. Hem üstelik Tevrat’ta anlatılan Kıyâmet Gününün Îsâ Mesih zamânında da gerçekleşmemiş olduğunu da bir türlü görmek istemiyorlar.. İşte, ilk modern paganlar bu çelişkileri aşmak için de Armagedon kültüne sığınmıştı, ancak sonradan Vatikan da kendi ekonomik ve siyâsî egemenliğini kurumsallaştırmak, korumak ve güçlendirmek için bu kültü de sâhiplenince işler içinden çıkılmaz bir hâle dönüştü; artık kimse bu zırvalıkların ardını kurcalamaya yanaşmıyor ve hattâ bunu yapanları inançsızlıkla suçluyorlar.. Tanrım.. Yüzyıllardır hem Yahudiler hem de modern paganlar Tanrı’ya bu ve bu gibi yalanlar atfediyorlar.. Ama dilerim Tanrı kendisine karşı bu denli boş, bu denli hayâl ürünü, bu denli heretik fikirler geliştiren ve kendi sözlerini çarpıtarak onları tahrif ederek içini boşaltmakta birbirleriyle yarışan tüm Yahudileri ve modern paganları da affeder..

 

Kenneth Ouchi ve ben Lagaş kazıları sırasında Şuruppak’a da uğrayamamıştık, o sıralar Osmanlı idâresinin Tel Fârâ’ya atadığı mültezimler (bir tür senyör) ile yerli halk arasında bâzı çatışmalar vardı ve bize Şuruppak’ta can güvenliğimizin sağlanamayacağı söylenmişti. Hatırladığım kadarıyla bu çatışmaların nedeni de mültezimlerin Osmanlı idâresinden bağımsız olarak halktan topladıkları verdileri arttırmak istemeleriydi.. Şu sıralar da Osmanlı Devleti oldukça buhranlı günler yaşamakta.. Gerek merkezî idâresi gerekse mahâllî teşkilâtı günbegün zayıflıyor/zayıflatılıyor. Dilerim bu süreç içinde Kutsal Topraklar Batı ve Rus emperyalizminin eline geçmez. Biz her ne kadar Osmanlı idâresi altında misyonerlik yapamamış olsak da eğer bu topraklarda Osmanlı Devleti’nin siyâsî egemenliği sona ererse Yahudiler, Katolikler, Ortodokslar ve Protestanlar buraları ele geçirmek için birbirleriyle amansız bir savaşa girecektir. Ve hattâ, Tanrı korusun, Vatikan yeni bir haçlı seferi düzenleyerek bölgeye yeni bir çapulcu sürüsü yollayabilir. Dolayısıyla burada Osmanlı Devleti’nin siyâsî egemenliği hiç değilse bile bölge insanının can ve mal güvenliğini sağlıyor..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.