Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü V. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Ben bunları yazdığım sırada Edward üzerini çıkartıyor ve yatmaya hazırlanıyordu. Az önce bana çok güzel birşey söyledi, bunu da günlüğüme not etmek isterim: ‘Daniel bizi Tanrı’yı insanlaştırmakla suçluyor, ama Tevrat’ta Yahova’nın Lût kavmini helâk etmeye giderken yolda tâkâtinin azalıp dinlenmek için İbrâhim’in çadırına gittiği, İbrâhim’in onu çadırında ağırladığı yazıyor. Pekî böyle bir tanrı imgesi Tanrı’nın insanlaştırılması anlamına gelmiyor mu? Biz Îsâ Mesih’in tanrılaştırılmasına karşı çıkıyoruz, pekî bize karşı çıkanlar bize atfettikleri yanlışları bizzat kendileri sâhiplenmiyor mu!..’ Hem Sabbat gününde dinlenmek, bu günü kutsal saymak.. Yorulan bir tanrı imgesi, insansal özelliklerin Tanrı’ya atfedilmesi; Sabbat gününde Yahova’nın yaptığını yapmak, ona öykünmek.. Sanırım Daniel’in superbiası bunları kabûl etmesini engeller. Ama dilerim Tanrı onu da affeder.. Edward’a bunları niçin Daniel’e söylemediğini sorduğumda bana ‘Est res magna tacere!..’ dedi. Evet, haklısın Edward.. Est res magna tacere!..

 

Sümeroloji çalışmalarım netîcesinde bu haklılığı temellendirecek sağlam argümanlar buldum. Şöyle ki: Sümerler tanrılarının yeryüzüne indiklerinde insan bedenine büründüklerine inanıyordu. Sümerlerde her kent-devletinin kendi tanrıları ve bu tanrılar için inşâ ettikleri kent tapınakları vardı. Bu tapınakların yanına da kuleler, yâni zigguratlar dikiyorlar, tanrılarını yeryüzü gezintileri sırasında(!?) buralarda misâfir(!?) ediyorlardı.. Eski devirlerde Sümerler için tanrılar soyut bir imge değil, halkla birlikte yaşayan, halkın sorunlarına ortak olan ve hattâ evlerinde misâfir edebildikleri varlıklardı. Zamanla baş râhibin kral olması gerektiği inancı doğdu ve bir vakit sonra krallar kendilerini tanrı ilân etmeye, tanrıların soyundan geldiklerini halka kabûl ettirmeye başladı.. Ben Lagaş kazıları sırasında Kral Naram-Suen’in hayâtını anlatan bir tablette buna bizzat şâhit olmuştum. Rubert Pilkington’la da bu meseleyi epeyce tartışmış, sonra da görüş birliğine varmıştık..

 

İşte, kralların kendilerini tanrı ilân etmeye başlamalarından sonra Sümerler kendilerine soyut bir tanrı imgesi geliştirdiler, krallarının emrinde bulunan râhipler tarafından bu imgeyi içselleştirmeye zorlandılar. Böylelikle halk ile tanrılar arasındaki yakınlık mistik bir hâl aldı, kralların siyâsî egemenlikleri de zamanla uhrevî bir boyut kazandı, sonra da tanrılarını gökyüzüne çıkarttılar.. Ne var ki kent kralları siyâseten tanrıların hâmiliğine ihtiyaç duyuyordu; aldıkları kararların yürürlüğe konması, uygulanması, denetlenmesi vb. işlerde bu hâmilik vazgeçilmez bir öneme sâhipti. Bu nedenle bu râhipler tanrıların yeryüzüne belirli dönemlerde indiği, halkı denetlediği, kendi soylarından geldiğine inanılan kralların emir ve buyruklarının yerine getirilip getirilmediğini sınadıkları türünden birtakım yalanlar uydurdular.. Bu o kadar öyleydi ki Sümerli köylü ve çiftçilere râhipler tarafından kirâ edilen topraklar arasındaki sınırları çizen ve üzerine kirâ sözleşmelerinin kazındığı taşların, yâni kudurruların üzerine Sümer panteonundan belli başlı tanrıların simgelerini kazıdılar, bu kudurrularda yazılanların yerine gitirilip getirilmediğinin bu tanrılar tarafından denetleneceğine ve bunları yerine getirmeyenlerin onlar tarafından cezâlandırılacağına inandılar.. Ve hattâ şahsî kanaatim şudur ki Yahova’nın İbrâhim’e ve soyuna toprak vaad ettiği inancının temelinde de Tammuz kültü vardır; bu râhipler toprakların sâhibinin Tammuz olduğuna, onları istediğine verip istediğinden almakta özgür olduğuna, bu topraklar hakkındaki devir işlemlerinin Tammuz’un direktifleri doğrultusunda kendileri tarafından üstlenildiğine Sümerleri inandırmıştı; işte, bu inançlar biçim değiştirerek Yahova kültüne de aksettirilmiş olmalı.. Tammuz kültünde de toprakların devrine ilişkin olarak alınan ilk ürün Tammuz’a hediye edilirdi, yanlış hatırlamıyorsam Tesniye 26; 9-12’de de Yahova’nın İsrâiloğullarına şu “vaad edilmiş topraklar”ı hediye etmesinden dolayı toprağın ilk mahsulünün hahamlar tarafından ona hediye edileceği yazıyor..

 

Tanrılar ile insanlar arasındaki ilişkide bu gibi bir konum değişikliği Kitâbı Mukaddeste apaçık bir biçimde ortaya çıkıyor: İbrâhim’in çadırına giden(!?), onun misâfiri olan tanrı imgesi zamanla kayboluyor ve Musâ’ya Sînâ Dağında dev bir ateş çemberi içinde görünen bir tanrı imgesi hâline geliyor; Musâ, Yahova’yı değil misâfir etmek, ona bakamıyor bile.. Artık Yahova onlar için o kadar gizemli, o kadar bilinemezdir ki onun adını tam olarak zikretmeyi bile yasaklıyorlar, onu YHWH şeklinde anıyorlar..

 

Görünen o ki İbrâhim’in Yahova’yı çadırında ağırlamış olduğu inancı ile Îsâ Mesih’le insan bedenine girmiş bir tanrı imgesi aynı pagan inanışlarının iki değişik versiyonudur. Hem yine Tekvin’de anlatılan Yâkup’un Beer-şeba’dan çıkıp Harran’a giderken yolda “yer üzerine dikilmiş ve başı göğe eren bir merdivenden” Yahova’yla konuşması olayı (sanırım Bap 28’deydi) ile onunla yeryüzünde karşılaşması olayı da (bu da sanırım Bap 32’deydi) Sümerlerin ziggurat kültünün bir yansımasıdır ve bunun temelinde de yine aynı pagan inanışları vardır.. İlk modern paganlar da Tanrı ile insanlar arasında yeniden bir yakınlık kurmayı denemiş, âdetâ İbrâhim ile Yahova ilişkisini andıran bir sıcaklığı yeniden tesis etmeye çalışmış olmalılar. Meselâ Sînâ Dağında Tanrı’nın bir bulutun üzerinde yere inmesi ve Îsâ Mesih’i kutsaması anlatısı bu imge değişikliğine duyulan ihtiyâcın bir yansıması olsa gerek.. Ancak İznik Konsülünden sonra bu anlatı da değiştirilerek bir “evlât edinme töreni”ne dönüştürüldü ve mevcut anı kitapları birkez daha tahrif edildi.. Tüm bu inanışlar değişik formlarla değişik toplumlara da yayılmıştır, meselâ Greklerin Priamos’u da aynı pagan inanışlarının Grek kültürüne adapte edilerek sürdürüldüğünü apaçık gösteriyor..

 

Bugün de Sümerleri anlamamızı sağlayan en önemli kaynak Tevrat’tır, çünkü Tevrat, Mezopotamyalı kavimlerin ve bu kavimlerle ilişki içinde olan diğer kavimlerin inanç haritasıdır.. Öte yandan modern paganlığın da önemli bir esin kaynağıdır. Göklerin egemenliği, gökyüzü krallığı vb. söylemler bu râhiplerin kendi krallarının siyâsî egemenliklerine meşruiyet kazandırmak ve güçlendirmek için geliştirdiği söylemlerdir ve modern paganlık Romalılar devrinde bu uydurmaları da aynı nedenlerle sâhiplendi.. Ne var ki sonradan işler tersine dönecek, İmparator Jüstinyen hem Papa hem de Caesar olma istemiyle hareket edince Vatikan’ın etekleri tutuşacaktı..

 

Görünen o ki Mezopotamya kültlerinin modern paganlığa geçişinde Yahudiler kilit bir rol üstlendiler, ilk modern paganlardan îtîbâren bu kültler Roma İmparatorluğunun kendi şart ve koşullarına uydurularak sürdürüldü, yer yer de değişen şart ve koşullara göre biçim değiştirdi.. Yahudilerin özellikle de Yahova kültü tüm bu geçiş sürecini ve bunun nedenlerini açık bir biçimde gösteriyor.. Yahudilerin bu kültü geliştirmelerinde Mişkan kültünün büyük bir önemi oldu: Musâ, Yahudileri Mısır’dan çıkarttıktan sonra Kenan iline gelmeleri yıllar sürdü. Bu sırada kendisine On Emir gönderilmiş, İsrâiloğulları tek tanrı inancını kabûl etmeye çağrılmıştı. Ancak Yahudiler henüz Mısır paganlığının etkisinde olduğu için böyle bir tanrı imgesi onlara çok yabancıydı.. Bu o kadar öyleydi ki Musâ’nın Sînâ Dağında geçirdiği kırk gün içinde yeniden eski inançlarına dönmüşler, altın bir buzağıya tapınmaya başlamışlardı. Bu yeni dönemde Yahudiler bu tanrı imgesini kabûle yanaşmıyordu. Sonunda Kenan iline yolculukları sırasında tapınma ihtiyaçlarını karşılamak üzere çadırdan bir tapınak yapmaya karar verdiler, adını da Mişkan koydular. Mişkan’ın Yahova’nın evi olduğuna inandılar, yâni Yahova’nın yeryüzü yolculukları sırasında ziyâret ettiği evi.. İşte bu Mişkan kültünün temelinde de Sümerlerin tapınak ve ziggurat kültü var.. Mişkan’ın yapımını Yahova’nın buyurduğuna inandılar.. Buradaki saçmalık onlar için henüz bir çelişki değildi, kendine yeryüzünde konaklamak için ev yapmalarını buyuran bir tanrı imgesi, hem de tanrıya çadırdan bir ev yapmalarını buyuran bir tanrı imgesi onlar için çelişki değildi..

 

Yahudiler Mısır’dan çıkışlarının ikinci yılında Mişkan’ı tamamlamıştı. Mişkan iki bölümden oluşuyor, ilk bölümde meşhur mihrap, yedi kollu altın şamdan ve altın bir masa bulunuyordu. İkinci bölümde ise Musâ’ya taş bir levha hâlinde gönderilen On Emir bir sandığın içinde, sonradan verdikleri isimle: Ahit Sandığının içinde saklanıyordu. İşte bu ikinci bölüm Yahova’nın istirahat ettiği mekândı(!). Sözde Musâ, Yahova’yla bu mekânda konuşarak Yahudilere kardeşi Hârun aracılığıyla sesleniyordu(!).. Yahova kültü o kadar pagan temellere dayanıyordu ki On Emrin yazıldığı levhaların bile bizzat Yahova’nın elinden çıktığına inandılar, Yahova’yı emrindekilere buyruk veren yarı insan yarı tanrı bir varlık gibi, tıpkı bir firavun gibi algılamaya devâm ettiler.. Bu saçmalıklara o kadar inandılar ki Musâ’ya Sînâ Dağında dev bir ateş çemberi içinde görülen Yahova’nın bu çadırda nasıl olup da ikâmet edebileceğini sorgulamadılar.. Belli ki çölün ortasında inançsız, kimliksiz, kişiliksiz, tanrısız kalan İsrâiloğulları şu ya da bu biçimde belirli bir tanrının kucağında olduklarına, onun şefkatli kolları arasında olduklarına, onun himâyesi altında güven içinde seyahat etmekte olduklarına inanmak istemişler.. Hele bir de Mısır’dan çıkışları sırasında Ramses’ten gördükleri baskıları hatırlayınca.. İşte, Musâ’ya Sînâ Dağında dev bir ateş çemberi içinde görünen bir tanrı imgesinin sonunda Mişkan’ın içinde ikâmet eden bir tanrı imgesine dönüşmesinin kaynağında bunlar olmalı..

 

Yahudiler Kral Davut zamânına kadar Mişkan kültünü sürdürmüşler. Ancak Kral Davut’un Kudüs’ü işgâl etmesiyle birlikte Yahudiler deyim yerindeyse altın çağlarını yaşadılar ve artık Yahova kültünün Mişkan’da yaşatılamayacağına, Yahova’ya daha görkemli bir tapınak yapmaları gerektiğine inandılar. Kral Davut bu işe soyundu, ama kâhin Nathan ona Yahova’nın bu tapınağı kendisine oğlu Süleyman tarafından yaptırılmasını istediğini söyledi. Bunun üzerine bu tapınağı Süleyman yaklaşık olarak M.Ö. 970’lerde inşâ ettirdi. Ve Tevrat’ın anlatımına göre yaklaşık olarak şunları söyledi: ‘Yahova koyu karanlıkta oturduğunu söylemişti, oturması için ona ebedîyen mesken tutacağı bir yer yaptım’. (sanırım I. Krallar Bap 8’deydi) Görünen o ki Süleyman’la birlikte Yahudiler Mısır paganlığından hareketle geliştirdikleri Mişkan kültü ile Kenan ilinde tâ Sümerlerden beri sürdürülegelen tapınak kültünü birleştirerek Mezopotamya paganlığını tek tanrılı(!?) bir dîne özgü bir hâle getirdiler.. Sümerlerde her kent-devletinin bir koruyucu tanrısı vardı ve kentin en görkemli yapısı da bu tanrıya adadıkları tapınaktı, Yahudiler de Kral Davut zamânında kendi toplumlarının koruyucu tanrısı olarak Yahova’yı kabûl etmiş, onun mekânı olarak en görkemli yapı olarak Süleyman Tapınağını da Kral Süleyman zamânında dikmişlerdi..

 

İşte, bu yeni dönemde Kenan ilinde Yahova kültünün gelişimi bu şekilde oldu. Ancak bu noktada Sümerler ile Yahudiler arasında önemli bir farklılık dikkat çekiyor: Sümer ülkesinde bir kent tanrısına başka kent-devletlerinde de tapılır, bu tanrının ünü özellikle de tapınak râhipleri tarafından diğer kent-devletlerine de duyurulurdu. Sümerler kendi kent tanrılarına başka kent-devletlerinde de tapınılmasını övünülecek bir durum olarak görür, bunun olanaklı koşullarını hazırlarlardı. Sümer mitolojisinde bu durumu betimleyen çok sayıda örnek olmalı. Biz Sümerologlar bugün îtîbârîyle ancak Enlil’in ve Ekur’un Sümerler için anlamını göreli olarak daha kesin bir biçimde çözebiliyoruz, bu bağlamda Gılgamış’ın kendi kent tanrıçası İnanna’dan yardım dilemek yerine çoğu defâlar Ekur’a gelerek Enlil’den yardım dilediği konusunda apaçık bulgularımız var.. Ne var ki Yahova kültü yalnızca Yahudiler tarafından benimsenmiş ve Yahudiler bu kültü başka kavimlere benimsettirmeye çalışmamış, Yahova yalnızca Yahudilerin koruyucu tanrısı olarak kalmış.. Yahudilerin henüz erken dönemlerden îtîbâren başka kavimlerden kız alıp vermeleri yasaklanınca Yahudiler olanaklı olduğu ölçüde en geniş oranda “saf” kalmayı başarabilmiş bir kavim. Şu hâlde akla şu soru geliyor: Yahudilere göre Yahova, Rab, yâni kâinâtın yaratıcısıysa o zaman niçin Yahudi olmayanların Rab’be tapınma hakkı ve hattâ yükümlülüğü olmasın!.. İşte buradaki çelişki Talmud metinlerinin henüz Musâ zamânından îtîbâren değişen coğrâfî, siyâsî ve kültürel ortamlara her defâsında yeni baştan uyarlandığını, bu metinlerin Mezopotamya mitolojisinden hareketle Yahudi şovenizmine uydurulmaya çalışıldığını gösteriyor.. Dolayısıyla Sümerlerin kent tanrıları kültü ile Yahudilerin Yahova kültü arasındaki bu farklılığın kaynağında da Yahudi şovenizmi olmalı.. Bu o kadar öyle ki kendi soylarından olan Araplara bile Yahova’ya tapınmayı yasaklamışlar.. Şahsî kanaatim şudur ki Kabala ile Yahudi şovenizmi bir bütündür, biri anlaşılmadan diğeri aslâ anlaşılamaz..

 

Yahudilerin Yahova kültünü benimsemesi hiç de kolay olmadı. Özellikle de Mısır’da geçirdikleri üç yüz yıl boyunca Mısır panteonunu benimsemiş, henüz Kral Davut ve Süleyman zamânında bile yeni yerleşmekte oldukları coğrafyaların pagan inanışlarına yakın durmuşlar ve hattâ Mısır panteonunun yerine Filistin ve Bâbil panteonunu koymaya başlamışlardı.. Şahsî kanaatim şudur ki Kral Süleyman’dan sonra aralarındaki birlik ve berâberliği kaybetmelerinin en temel nedeni de Yahova kültünü benimseyen Yahudiler ile Filistin ve Bâbil paganlığını benimseyen Yahudiler arasındaki çekişmelerdir, ancak bundan çok da emin değilim.. Fakat görünen o ki zamanla Bünyaminoğulları ile Yahudaoğulları arasında da Filistin ve Bâbil paganlığı etkili oldu ve Îsâ Mesih zamânına gelindiğinde yeniden inşâ edilmiş olan Süleyman Tapınağında başta Baal olmak üzere Filistinlilerin ve Bâbillilerin tanrılarına tapınılmaya başlandı. Süleyman Tapınağında Tanrı’ya tapınılması için ilk ve en önemli adımı Meryem Ana atmış, ancak başarılı olamamıştı. Onun yarım bıraktığı işi Îsâ Mesih tamamlamaya çalıştı, ama o da Yahudilerin gazâbından kurtulamadı.. Ne var ki Yahudilerde tek tanrı inancının yeniden oluşmaya başlaması Îsâ Mesih’le birlikte gerçekleşti, fakat Îsâ Mesih onları Tanrı’ya tapınmaya dâvet etmişken Yahudiler yeniden Yahova’ya, sâdece Yahova’ya tapınmaya başladı. İşte, Yahudiler bugün Yahova kültünü hâlâ yaşatabiliyorlarsa bunu Süleyman Tapınağından Filistin ve Bâbil tanrılarını kovan Îsâ Mesih’e borçlu olduklarını da kabûl etmeliler..

 

Bütün bunlar bir tarafa, Mezopotamyada tanrılar ile insanlar arası ilişkide Sümerlerin tüm bu boş inançlarını Hammurâbi daha da ileri götürmüş: Hammurâbi iktidârına tanrılar aracılığıyla meşruiyet kazandırmak ve kendini tanrıların evlât edindiğine inandırmanın da ötesinde, bizzat tanrılara bile hükmedebilen bir tanrı olduğuna başta Bâbilliler olmak üzere hemen tüm Mezopotamyayı inandırmayı başarmış. Görünen o ki insanın tanrı olma isteği Hammurâbi’de en uç noktasında tezâhür etmiş.. Daha önce ben bu değişim üzerine epeyce kafa patlatmıştım. Yeri gelmişken bunları da günlüğüme kaydedeyim:

 

Mezopotamyada iki Bâbil Devleti kuruldu. Bunlardan ilki M.Ö. 2000’ler ile 1000’lerin henüz başlarına kadar hüküm sürmüş olmalı. İkincisi ise M.Ö. 700’ler ile 500’ler arasında.. I. Bâbil Devleti, Sümerler zamânında Ur’un bir uç karakolu niteliğindeydi. Ur kralları Bâbil’i, Güney Mezopotamyaya inmeye çalışan göçebe-istilâcı kavimlere karşı bir barikat olarak kullanmışlar. Bâbil’e ilk yerleşenler de muhtemelen Ur’dan giden askerler ve kölelerdir.. Zamanla Sümer ülkesindeki iç karışıklıklar nedeniyle Bâbil’le ilişkiler kopmuş olmalı.. Batı Sâmilerden Ammurular bu kenti işgâl edince ortaya melez bir ırk çıkmış olmalı.. Eğer yanılmıyorsam I. Bâbil Devleti’nin kurucusu da Sumu Abum olmalı..

 

Kaynaklardan anladığım kadarıyla Bâbilliler kısa zamanda güçlenmişler ve sınırlarını genişletmeye koyulmuşlar. Hem yalnızca Sümer ülkesinde de değil, kuzeyde Elâm, güneyde de Kenan iline kadar gidebilmişler.. Sümer ülkesindeki iç karışıklıklar ve otorite boşluğu konusu Bâbillileri epeyce meşgûl etmiş olmalı. Hammurâbi zamânına gelindiğinde kendisi güçlü bir merkezî teşkilât geliştirmeye çalışırken bunların bilincinde olmalı. Sümerlerin hatâlarından sakınmayı mümkün kılacak yeni arayışlar içine girmiş olmalı. Kuvvetle muhtemeldir ki kendisini tanrılara yakışır mutlak egemen bir güç yapma ihtiyâcı da bu arayışların bir sonucudur, Hammurâbi’nin bu buluşu, yâni kendisini tanrılara bile hükmedebilen bir tanrı olarak sunma buluşu insandaki mutlak egemen güç saplantısının resimleşmesidir. Hem üstelik sınırlar genişledikçe ve farklı kent-devletlerinde Sümer panteonuna ilişkin ritüeller arasındaki farklılıklara bağlı olarak dînî birtakım tartışmalar başlamışsa ve bu tartışmalar Bâbil Devleti’nin siyâsî birliğine zarar verecek bir hâl almaya başlamışsa Hammurâbi’nin mutlak egemen bir güç olarak kendini öne sürmesinin bir diğer nedeni de bu tartışmalar olmalı ki bunlar da insanın tanrı olma saplantısını (ve hattâ tanrılara bile hükmedebilen bir tanrı olma saplantısını) beslemiştir..

 

Kuvvetle muhtemeldir ki Hammurâbi zamânında kent-devletlerinin tapınaklarında ciddî birtakım dezenformasyonlar gerçekleştirildi.. Hammurâbi kendisini tanrılara bile hükmedebilen bir tanrı olarak ilân ettikten sonra bu tapınaklarda baş tanrılara ilişkin olarak düzenlenen ritüellerde önemli birtakım farklılaşmalara gidilmiş olmalı.. Çünkü benzer uygulamalar Eski Mısır’da Ramses tarafından da kaydedilmiş.. Ramses de Mısır panteonunda kendisini en tepeye yerleştirmiş ve tapınaklardaki tüm hiyeroglifleri kazıtarak kendini baş tanrı olarak kaydettirmiş..

 

...

 

Son elli yıldır British Museum’a bağlı ekipler Mezopotamyayı yağmalıyor.. Ancak son üç yıldır bu yağmalamalar emsâli görülmemiş bir düzeye ulaştı: İngilizler Mısır’ı Güney Asya’ya geçişte bir üs olarak kullanmak istiyordu, hem yaklaşık on beş yıl kadar önce açılan Süveyş Kanalı da Mısır’ın ekonomisini canlandırmış, burayı yeni bir câzibe odağı hâline getirmişti. Mısır bu süreç içinde kendi ekonomisini geliştirebilmek için Batılı devletlerden borç almıştı, ancak zamanla bu borçları ödeyemez hâle geldi. Ve sonunda Hidiv İsmâil Paşa döneminde ekonomisi iflâs etti. Bunu fırsat bilen İngilizler bundan üç yıl kadar önce Ahmet Urâbi Paşa’yı rüşvetle kandırarak Kâhire yönetimine karşı ayaklandırdı. Kâhire yönetimi bu ayaklanmayı bastırmakla meşgûlken Krâliyet Donanması da İskenderiye’yi topa tuttu, böylelikle Mısır, Birleşik Krallığın siyâsî egemenliği altına alınmış oldu.. İşte bu târihten sonradır Eski Mısır’a âit taşınabilir ne varsa tüm bunların British Museum’a kaçırılmasının aşırı bir biçimde ivmelenmesi.. İngiliz yönetimi Mısırlı köleleri karın tokluğuna çalıştırarak bu eserlerin gemilere yüklenmesini sağlıyor. 1882 öncesinde yerel yöneticiler bu işe pek yanaşmazken şimdi artık bu yağmacıların önünde hiçbir engel kalmadı..

 

Fransızlar da İngilizlerden geri değil.. Napolyon’un Mısır işgâlinden beri Fransızlar da Eski Mısır’ı fetiş hâline getirdi. Almanlar da Eski Mısır’a karşı son derece hassas, onlar da Romantiklerin açtığı çığırla bu furyaya katılıyor.. Görünen o ki Eski Mısır, Avrupa’da yeniden inşâ ediliyor, böylelikle Ramses’in başta ölümsüzlük olmak üzere hemen tüm saplantıları gerçekleşmiş oluyor!.. Bütün bu gidişât insanlık adına gerçekten de tehlikeli.. İleride yazacak olduğum kitabımda tüm bu tehlikeleri göze almalıyım, modern paganlığın Sümerlerle ilişkilerini gösterirken onların tanrılarını yeniden diriltmemeliyim.. Tanrı bana yardımcı olsun!..

 

Şu son dönemlerde Eski Mısır’ın fetiş hâline getirilmesi gerçekten de kaygı verici: Napolyon, Mısır işgâli sırasında aslında İskender’e özendiği için, onun gibi büyük bir lîder(!?) olarak anılmayı ve dünyâ târihinde unutulmaz bir yer edinmeyi kafasına koyduğu için İskender’in Mısır’da yaptıklarına öykünmüştü. Bu işgâl için Direktuvar’ın onayını almak için de Birleşik Krallığın sömürge yolunu kesmek yönünde bir gerekçe sunmuştu. Bu onayın çıkması zor değildi: Direktuvar, Napolyon’un ileride Fransa’yı boş hayâllerin içine sürüklemesinden endişe ediyor, vakit varken bu cânînin güçlenmesini engellemeye çalışıyordu zâten.. Birleşik Krallığın böyle bir şeye fırsat vermeyeceğini, Napolyon’u Mısır’da ağır bir hezîmete uğratacağını bildikleri için onu Mısır’a yolladılar.. Gerçekten de Napolyon, Mısır’da çok ciddî bir hezîmete uğradı, İngilizlerin de yardımıyla Osmanlı Devleti, Mısır’da yeniden siyâsî egemenlik kurdu ve Birleşik Krallığın sömürge yolu üzerinde yeniden bekçilik yapmaya başladı. Ama Direktuvar’ın öngördüğünün aksine Napolyon daha da güçlendi. İşte bunu Fransız masonlarına borçludur. Fransız masonları Napolyon’un Mısır seferini büyük bir zafer olarak pazarlamayı başardı. Direktuvar’ın aksi yöndeki tüm beyânatlarını görmezden gelerek Napolyon’un bu sefer sonunda üstün başarılarının artık anlaşıldığı, Tanrı’nın lûtfu sonucu Eski Mısır’ın hemen tüm gizemlerinin çözüldüğü, başta Tufan olmak üzere hemen tüm Yahudi efsânelerinin çöpe atılması için Eski Mısır kayıtlarının incelenmesini olanaklı kılmak üzere bu seferin Tanrı’nın irâdesi altında gerçekleştiği yalanlarını uydurdular.. Ve hattâ Champollion’un bile ekipte yer aldığı, hiyeroglifleri sökmesinin orada edindiği bilgilerle mümkün olduğu yalanını uydurarak buna îmân ettiler, bilim çevrelerinden de aynı şeyi beklediler. Napolyon’un tamâmen emperyalist amaçlarla gerçekleştirdiği bu sefere mistik birtakım anlamlar yüklediler ve buna hemen tüm Avrupa’yı inandırdılar.. Sonunda o kadar ileri gidildi ki Avrupa’da Eski Mısır kültleri hem de modern paganlığa aktarılmamış biçimiyle yeniden canlandırıldı. Bunlar arasında sanırım en önde geleni de dikilitaş kültü. Şu son dönemlerde Avrupa’da ve hattâ Amerika’da bile şehir merkezlerine Mısır’dan getirilen bu taşlar dikiliyor, Kâhire’deki İngiliz yönetimi bu taşları Batılı devletlere kendi şâhsî mülkleriymiş gibi tahsis ediyor. Kocaman bir târih göz göre göre Anglo-Sakson ruhuna teslim ediliyor; parçalanmaya, bozulmaya, yok olmaya mahkûm ediliyor.. Dilerim Mısırlılar daha fazla geç kalmadan bu târihî hazînelerini korumak konusunda sorumluluk hissederler ve bu işlere bir son verirler. Eğer bu çılgınlık devâm ederse korkarım günün birinde Piramitleri de Avrupa’ya taşımak isteyen birileri çıkacaktır.. Tanrım.. Belki de Auguste Ferdinand François Mariette ölmeden önce bunun plânlarını bile yapmıştır, Fransız masonları bu adam sâyesinde Pâris’e çok sayıda târihî eser kaçırdılar. Bu lânet herif Hıdiv Said Paşa’yı satın alarak Osmanlı idâresinin bu işlere seyirci kalmasını sağladı. Böylelikle Osmanlı idâresi altında üç yüz yıl kadar hiç el sürülmemiş ve olduğu gibi korunmuş olan bu târihî hazîneler Hıdiv Said Paşa öncülüğünde Fransız masonların evlerini, iş yerlerini, mason localarını süslemeye başladı.. Tanrım.. Bu lânet herif Sakkara kazıları sırasında elde edilen buluntular arasında taşıyabildiği ne varsa hepsini gemilere yükletti, taşıyamadıklarını da Fransız masonlarına verilmek üzere koruma altına aldırttı, başına da Osmanlı askerlerini bekçi diye dikti.. Tanrım.. Dilerim günün birinde bu târihî hazîneler âit oldukları topraklara yeniden getirilir ve çok daha titiz ve duyarlı yöneticiler tarafından koruma altına alınır, geçmiş ile bugün ve gelecek arasında bağlantı kurmak, daha önce kurulan bağlantıları sınamak isteyen tüm araştırıcıların hizmetine sunulur.. Dilerim günün birinde Louvre Müzesi’nin Eski Mısır Yapıtları Bölümü tamâmen tasfiye edilir ve bu eserler Kâhire Müzesi’ne nakledilir.. Şüphesiz ki işte o zaman insanoğlu Auguste Ferdinand François Mariette gibi lânet heriflerin târihe ve kültüre karşı işlemiş oldukları suçların hesâbını da soracaktır..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bundan altmış beş yıl kadar önce Mısır Vâlisi Mehmet Ali Paşa bu dikilitaşlardan birini Birleşik Krallığa hediye etmişti, ama bunun Londra’ya getirilmesi epeyce gecikmişti. Bu işi sonunda Sir James Aleksander, Kraliçe Victoria’nın talebi üzerine başardı ve bu dikilitaş Londra’nın merkezine dikildi.. Açılış törenleri de bundan sekiz yıl kadar önce yapılmıştı.. Birleşik Krallığa bu dikilitaş fetişizmi Fransızlardan geçmiş olmalı, yoksa onca zamandır aranıp sorulmayan bu taş neden bir anda kıymete binsin.. Kraliçe Victoria’nın sâyesinde biz İngilizler de bu dikilitaş kültünü yaşatmaya başladık(!)..

Bütün bu gidişât beni gerçekten de çok endişelendiriyor.. Yoksa modern paganlık kendi özsel köklerine mi dönüyor, nedir!? Modern paganlar biz Sümerologları kıskandıracak bir biçimde kendi köklerini bizzat kendileri mi araştırıyor.. Kim bilir, belki de İngilizlerin Mısır’ı ele geçirmesinin bir nedeni de bu gibi araştırmaları daha iyi bir biçimde yapmak istemeleridir.. Hele Kraliçe’nin Eski Mısır’a olan yoğun ilgisini de birkez daha hatırlayınca..

Mezopotamya mitolojisinde Osilis kültü son derece önemlidir.. Efsâneye göre Osilis, kız kardeşi İsis’le evlidir, ama kardeşleri Set de İsis’e âşıktır. Sonunda Set, Osilis’i öldürür ve cesedini parçalayarak altın bir tabuta koyar ve Nil’e atar. İsis haberi alır almaz kocasının cesedini bulmak ve şânına yakışır bir törenle onu defnetmek ister ve onu aramaya koyulur. Sonunda Biblos yakınlarında onu bulur ve cesedin parçalarını birleştirmek ister. Tüm parçaları birbirine diker, ama bir parça balıklar tarafından yenilmiştir: erkeklik organi. Osilis’in cesedini erkeklik organisiz bir biçimde gömdürür ve Osilis bir süre yeraltı dünyâsında kalır. Bu sırada Osilis’in oğlu Horus, Set’i yakalayarak öldürür ve babasının intikâmını alır. Daha sonra da mezarının başına giderek Osilis’i diriltir. Bu süreç zarfında Osilis yeraltı dünyâsının kralı ve aynı zamanda da baş yargıç olmuştur. Onun yeniden dirildiğinde erkeklik fonksiyonlarını yerine getirememesi hem aile içinde hem de halkın gözünde hoş karşılanmayacaktır. Bunun üzerine İsis kocasına taştan bir erkeklik organi yapar ve ona monte eder.. İşte, dikilitaş kültü de bu erkeklik organiten geliyor, başta Eski Mısırlılar ve Bâbilliler olmak üzere Mezopotamyada dikilitaş yeniden doğuşu, erkeklik fonksiyonlarının yeniden dirilmesini simgeliyor.. Kim bilir, belki de Kraliçe Victoria eşinin eski günlerindeki performansına duyduğu özlemi anıtlaştırmak istemiştir.. Belki de Kraliçe eşinin ilk gençlik yıllarında tecrübe ettiği erkeklik organiine duyduğu özlemi bu dikilitaşla başta İngilizler olmak üzere tüm dünyâya anlatmak istemiştir.. Bilemiyorum..

Mezopotamya mitolojisindeki bu dikilitaş kültünün temelleri de kuşkusuz Sümerler tarafından atılmış olmalı: Sümerlerin tapınak kültlerinden biri de adama törenleriydi. Sümerler cinsel bozuklukların kaynağına (da) tanrılarına karşı işledikleri günâhları koyuyor, yeniden cinsel sağlıklarına kavuşabilmek için paşişulardan yardım istiyordu. Paşişular da tapınaklarda yaptıkları adama törenlerinde hastalarının cinsel organlarının maketlerini yapıyor, bunları tanrılarına adıyor, böylelikle bir tür diyet ödeyerek hastalarının eski performanslarını kazanmalarına yardımcı oluyordu(!).. Ben Musul kazıları sırasında kent tapınaklarından birinin zemin katında taştan yapılmış altı adet erkeklik organi maketi bulmuştum. Ayrıca Lagaş kazıları sırasında da yine kent tapınaklarından birinin zemin katında taştan yapılmış sekiz adet erkeklik organi maketi bulmuştuk. Ben bunların tapınaklarda görevli râhibeler tarafından bir tür vibratör olarak kullanılabileceği olasılığı üzerinde durmuştum. Arthur Talcott da benimle hemfikirdi. Ne var ki kısa bir süre sonra yanıldığımızı anlamıştık. Rubert Pilkington’la birlikte tapınak ritüellerinin anlatıldığı bir tabletten paşişuların bu adama törenleri sırasında uyacakları ilke ve kuralları çözmeyi başarmıştık, böylelikle bu maketlerin sırrını da çözmüştük.. İşte bu maket kültü sonradan evrile çevrile hemen tüm Mezopotamyaya yayılmış ve değişik biçimler kazanmış olmalı.. Görünen o ki yaklaşık dört bin yıl sonra tüm bu kültler Avrupa’yı bile, Rönesans ve Aydınlanma’yla birlikte aklı ve bilimi kutsanan değerler olarak benimseyen Avrupa’yı bile işgâl etmeye hazır..

...

Bugün birkez daha anladım ki benim arkeolog olmak istememle Naturalist olmak istemem birbirinden bağımsız değil.. Özellikle de Sümeroloji alanında kendimi geliştirdikçe Hıristiyanlığa daha büyük hizmetler ettiğimi düşünüyorum. Mezopotamya paganlığını yeniden diriltme tehlikesine karşın ki şu modern paganların hangi saçmalıklara inandıklarına bakarsak bu tehlikenin hiç de azımsanamayacak bir tehlike olduğunu görüyoruz, yine de Sümeroloji bilgilerimiz geliştikçe modern paganlığın yıkılması kolaylaşacak diye düşünüyorum.. İşte o zaman Marovenjler gibi heretiklerin de defterleri dürülecek.. Sözde Îsâ Mesih, Maria Magdelana’yla evlenmiş ve bugünkü Marovenjler, Îsâ Mesih’in soyundan geliyormuş.. Bundan yaklaşık dört bin yıl öncesinin masalları hâlâ nasıl olur da benimsenir!? Mezopotamya kralları ve râhipleri tarafından uydurulan şu tanrı soyundan gelme masalı hâlâ nasıl olur da inandırıcılığını korumayı başarır.. İşte, modern dünyâ bu denli büyük bir inkârın, bağnazlığın, çürümenin içinde.. Daha Maria Magdelana’nın Tanrı’nın gelini mi yoksa karısı mı olduğuna bile karar veremiyorlar.. Marovenjlerin saltanatı da temelini Vatikan’dan alıyor.. Biz Naturalistler tüm bu saçmalıkları çürütmeyi başardıkça Tanrı’ya ve Îsâ Mesih’e bağlılığımızı apaçık bir biçimde ortaya koyuyoruz. Biliyoruz ki Îsâ Mesih yeniden yeryüzüne indiğinde bize olan şükrânını sunacak ve bizi alıp Cennet’e götürecek. İşte o zaman tüm Naturalistler bu emeklerinin karşılığını alacak ve Cennet’te yeniden natural bir hayat sürdüreceğiz.. Âdem ile Havvâ’nın günâh işleyip son verdikleri natural hayat bizimle birlikte yeniden başlayacak.. O zaman örtünmeye de gerek kalmayacak, çünkü günâh işlemekle kaybolan naturallik biz Naturalistlerin bu faaliyetleriyle yeniden egemen olacak..

Nil desperandum!..

28 Nîsan 1885

*

Bugün sabah kahvaltısından sonra kamarama doğru ilerlerken Kaptan Plummer bana seslendi ve benimle konuşmak istediğini söyledi. Kendisine az bir işim olduğunu ve işimi hâlleder etmez yanına geleceğimi söyledim. Kamarada Edward’la birlikte şükür duâmızı yaptıktan sonra kaptan köşküne doğru yöneldim. İçerde bizden başka kimse yoktu. Kaptan Plummer uzaklara, çok uzaklara bakıyor, arada bir nemlenen gözlerini temizliyordu. Dümenin yanındaki sandalyeye oturdum ve ona canını sıkan şeyin ne olduğunu sordum. Kahvaltı sırasında yapılan bir konuşma ona geçmişte yaptığını düşündüğü bâzı hatâları anımsatmış.. Ben konuşmanın başına yetişemedim. Geldiğimde Geary vaftiz törenleri hakkında konuşuyordu. Anladığım kadarıyla o da bu törenlerin doğumdan hemen sonra olması gerektiğine inanıyor..

Kaptan Plummer, Amerika’da yine kendisi gibi bir İrlandalıyla evlenmiş ve bir erkek çocukları olmuş. Adını Jeffrey koymuşlar ve Katolik olmalarına karşın onu doğumdan hemen sonra vaftiz etmemişler. Kaptan Plummer’e göre vaftiz törenleri Tanrı’nın hizmetine katılma törenleridir ve bu tören birkez gerçekleştikten sonra işlenen günâhların cezâsı çok daha büyüktür. Bu nedenle Jeffrey’in yeterince büyümesini ve daha sonra vaftiz edilmesini istemişler. Ama Jeffrey dokuz yaşına geldiğinde yakalandığı verem sonucu hayâtını kaybetmiş.. Ne zaman aklına Jeffrey gelse içi böyle darmadağın oluyormuş..

Kaptan Plummer gerçekten de çok bilge bir insan. Pek çok şey görüp geçirmiş. Hayat tecrübesi nice kaldırım filozofuna taş çıkartır.. Ancak bu gibi konulara sıra geldiğinde bu bilgeliğinden eser kalmıyor doğrusu.. Kendisine çocukların doğar doğmaz vaftiz edilmesi gerektiği inancının asıl kaynağını anlattım. Bana çarçabucak hak vermesini beklemiyordum, ama kulaklarını geriye çekerek ve gözlerini büyüterek bana öyle bir baktı ki ben o öfkeyi daha önce İngiliz yönetimi hakkında konuşurken bile görmedim.. Tanrım.. Gerçekten de insanların inançları tüm siyâsî dâvâların önüne geçiyor.. İnançlar değil midir zâten insanlığın ultime ratiosu.. Tanrım..

Bana Markos İncilinin hemen girişinden bir pasaj okudu ve vaftizin önemini ve kendi inançlarındaki yerini göstermek istedi.. Orada Îsâ Mesih’in henüz vaftiz olmadan önce sıradan bir insan olduğu, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında herhangi bir olağanüstü olay yaşamadığı falan anlatılıyor. Kaptan Plummer bana bu pasajı Tanrı’nın hizmetine giriş töreni olarak gördüğü vaftiz töreninin mistik yönünü anlatmak için okudu, Îsâ Mesih’i Tanrı’nın Oğlu yapanın bu tören olduğunu, tören sırasında Kutsal Ruh’un bir güvercin şeklinde inerek Ona ‘Sen Tanrı’nın Oğlu Îsâ Mesih’sin’ dediğini, bu nedenle Jeffrey’in bu inâyetten mahrum kaldığını söyledi..

Kaptan Plummer’e İnciller hakkındaki gerçekleri söyleyemedim. Vaftiz törenlerinden sonra yeni bir hayâtın başlayacağı inancının Havârîlerin o dönemin paganlarını ve Yahudilerini sözde Hıristiyanlığa çekmek için uydurduğu bir yalan olduğunu ve bunun kökeninin de Sümerli paşişuların tapınak kültleri olduğunu söyleyemedim. Sonradan bu yalanın da Kilise tarafından ekonomik ve siyâsî nedenlerle sâhiplenildiğini söyleyemedim.. Onu çocukların henüz o yaşlarda mâsum olduklarına, işledikleri “günâhlar”dan(!?) dolayı hesâba çekilmeyeceklerine/çekilemeyeceklerine iknâ etmeyi denedim. Bu sefer de bana Augustinus’un Îtiraflar’ından bahsetti ve çocukların henüz o yaşlarda da günâh işlemiş olduklarını söyledi.. Ah şu Augustinus.. Katolikler seni bile aziz yaptı ya.. Tanrı günâhlarınızı bağışlasın..

Başpiskopos Baldwin’le Augustinus hakkında uzun uzun konuşurduk. Çünkü benim ve kız kardeşimin yetiştirilmesi de Katolik usûllerine göre olmuştu ve Başpiskopos Baldwin’in anlattığı hemen herşey benim daha önce inandıklarımın tam aksini söylüyordu.. Başpiskopos Baldwin bana günâh ile sevap kavramlarından bahsedilebilmesi için belirli bir ahlâkî olgunluğa ulaşmış olmanın zorunlu olduğunu, bu nedenle çocukların henüz ergenlik öncesinde herhangi bir günâh işlediğini iddiâ etmenin Tanrı’nın kurduğu düzene aykırı olduğunu söylemişti. Oysa ki Augustinus ‘Gerçekte, hiç kimse, bir günlük bebek bile, senin karşında günâhsız değildir’ diyordu. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle devâm ediyordu: ‘O zamanlar ne gibi günâhlar işliyordum? Ağlayarak meme emmek için ağzımı uzatmam günâhtı. Aynı şeyi şimdi yapsam, memeye doğru değil de ağzımı bir karış açıp yaşıma uygun bir yiyeceğe uzatsam bana gülerler, haklı olarak da ayıplarlar. Gerçekten de bu kötü bir oburluktu, büyüyünce bu oburluğu içimizden söküp atıyoruz. İnsanların çocuk yaşta bile olsa ellerinden geldiği kadar kötülük yapması iyi bir şey mi?’

İşte.. Tanrı adına hüküm vermek, Tanrı’yı gaddar ve zâlim, kinci, intikam düşkünü bir varlık olarak göstermek, hattâ o kadar ki küçük çocukların en doğal davranışlarını bile bir günâh nedeni olarak göstermek.. Henüz ahlâkî olgunluğa erişmemiş bir çocuğu bile ahlâkî eylemin öznesi olarak konumlandıran Katolikliğin zırvasının zırvası..

Kaptan Plummer’e bunları uygun bir dille anlatmayı denedim. Başaramayacağımı biliyordum, ama yine de denemek istedim. O sırada kaptan köşküne Edward geldi, beni merak etmiş, kamaradan çıkarken ona söylemeyi unutmuştum buraya geleceğimi. Ben de bunu fırsat bilip Kaptan Plummer’den müsaade istedim. Kamaraya geldiğimde Edward’la bunları konuştuk.. Kaptan Plummer’e yine söyleyemediğim birkaç şeyi Edward’la paylaştım. Bunları da günlüğüme not etmek istiyorum:

Roma İmparatorluğu her ne kadar güçlü bir merkezî idâreye sâhip olsa da aslında feodal bir imparatorluktu ve Katolik Kilisesi de bu feodal yapı içinde kendi topraklarına sâhip olabiliyor, bunları senyörlere kirâ ederek zenginliklerini arttırıyordu. Bu topraklardaki ortakçılar ürünlerin ancak üçte birini alabiliyor, geri kalanı da senyörler ile Kilise arasında paylaşılıyordu. Toprak ne kadar işlenirse o kadar pay alınabilecek, ailelerin geçimi de o kadar iyileşecekti. O yüzden ortakçı ailelerinde çok sayıda bireye ihtiyaç duyuluyordu. İşte Katolik Kilisesi çocuklar ve günâhları ile cinsel ilişki hakkındaki uydurmaların pek çoğunu bu ihtiyaçlar nedeniyle sâhiplendi. Cinsel ilişkinin yalnızca çocuk doğurma amacına hizmet etmesi gerektiğini savundu. Katolik Kilisesi insanlar hayatlarından cinsel ilişkiyi söküp atamayacağı için bunu daha fazla sayıda toprak işçisi “üretilmesi” için kullandı. Ortakçı ailelerinin çok sayıda çocuk sâhibi olmasını sağlayarak onların sırtından kazandığı rantı arttırmak istedi. Ancak çocuklar küçük yaşlarda henüz çalıştırılmaya müsâit bir nitelikte değildi. İşte çocukların o en doğal davranışlarının bile günâh olarak algılanmasının nedeni budur; bu günâhların affedilmesi için onlara Kilisenin emrine girmekten başka bir seçenek bırakmadılar.. Tanrım..

Augustinus’u aziz ilân eden zihniyet işte bu zihniyettir!.. Bu zihniyet ki Kutsal Topraklarda kadınların sayısı artmasın, kadınlar bu toprakları “kirletmesin” diye onlara haç görevini yasaklayan Augustinus’u göklere çıkartmaktan yüksünmeyerek kadınların lânetlenmesini sürdürür.. Hem kadınlar sürekli “el altında” tutulmalıdır ki bu toprak işçisi üretimi sağlıklı bir biçimde sürdürülebilsin!.. Bu zihniyet ki Augustinus’un gençliğinde işlediği günâhların telâfîsi nâmına ortaya attığı bu zırvalıkları hemen tüm hayâtını Hıristiyanlığa hizmetle geçirmiş ve Hıristiyanlığın özünü kavrayarak bunu tüm hayâtı boyunca tatbik etmiş yüce bir insanın tamâmen ilâhî bir aşkla ortaya koyduğu mutlak hakîkatler olarak görür, öteye beriye Augustinus şapelleri dikerek bu günâhları ölümsüzleştirir.. Bu zihniyet ki Araplara tek eşliliği öğütleyerek çok eşliliği ancak çok istisnâî durumlarda ve ağır şartlar altında olanaklı kılan ve cinsel ilişkinin yalnızca çocuk doğurma amacına hizmet etmeyebileceğini, bedensel zevklerin de insânî ve meşru çerçeveler içinde karşılanabileceğini öğütleyen Muhammet’i Kıyâmet Gününün habercisi, yâni Deccal ilân eden zihniyettir.. Oysa ki Muhammet, bu eşsiz insan, başta geri çekilme metodu olmak üzere birtakım metotlarla hemen her cinsel ilişki sonrasında kadınların hâmile kalmasını, bir kadının menopoz dönemine kadar deyim yerindeyse kedi gibi yumurtlamasını engellemeye çalışmış, kadınları tanrısal bir koruyuculukla taçlandırmıştı.. Bu zihniyet ki yapılan işin doğruluğuna yanlışlığına bakmaksızın kendi çıkarlarına uygunluklu ne varsa herşeyi Tanrı’dan bilen, bunları yapanları da aziz ilân eden zihniyettir.. Meselâ Şamlı John’un aziz ilân edilmesi bunun güzel örneklerinden yalnızca biridir; Şamlı John, Muhammet’i yalancı peygamber, Müslümanlığı da Hıristiyanlığın heretik bir mezhebi olarak nitelendirmiş, verdiği Yunanca vaazlarda Müslümanları katletmenin vâcip olduğunu söylemişti.. İşte, bu lânet herif St. John olarak anılmayı hak etmek bir tarafa, insanlık düşmanı olarak anılmayı hak ederken Vatikan’ın yaptığı bu iş durumu fazlasıyla anlatıyor..

Daha üç yıl kadar önce de Vatikan yine bir insanlık düşmanını aziz ilân etti: İskenderiye Piskoposu Kyrillos. Bu lânet herif de İskenderiye Kütüphânesini yağmalayan, burada beş yüz bini aşkın kitabı yakan, bunlar yetmiyormuş gibi bir de kütüphânenin yöneticisi ve aynı zamanda da ünlü bir matematik bilgini olan Hypatia’nın derisini deniz kabuklarıyla soyduran bir cânîydi.. Vatikan bu cânîyi de aziz ilân etmekle onun işlediği insanlık suçları karşınındaki konumunu da belli etmiş oluyor.. Vatikan bu cânîye Kilise Bilgini unvânını verdi, onu onore etti; onca kitabı yakan ve bir bilgini öldüren bir bilgin!? Katolikler ne biçim bir kafaya sâhip ki buradaki çelişkiyi göremiyorlar.. Ama onlara aslında kızmamak lâzım: tanrılarının bir kadının mahrem yerinden çıktığına inanan bir insan kitlesinden ne beklenebilir ki!.. Şu hakîkat apaçık ortadadır ki bu iki adamın yeri de cehennemin dibidir!.. Tıpkı Augustinus’unki gibi.. Onların azizliği Tanrı katında değil, ancak Şeytan indinde geçerlidir.. Hem üstelik Vatikan da aslında Tanrı Devleti değil, Şeytan İmparatorluğudur.. Dilerim günün birinde Katolikler tüm bu zırvalıkları aşmayı başarırlar da Hıristiyanlığın özüne göre yaşamlarını yeniden inşâ ederler.. Tanrı onlara yardım etsin..

Vatikan’ın aziz ilân ettiği insanlık düşmanları arasında benim içimi en çok acıtanlardan biri de Kartaca Piskoposu Cyprianus’tur.. Bu lânet herif de Kuzey Afrika’da Romalılarla anlaşarak Kilisenin dünyevî ve uhrevî egemenliğini korumak ve güçlendirmek nâmına on binlerce Afrikalının katledilmesinden ve geri kalanların da köleleştirilmesinden bizzat sorumludur: Afrikalılar erken dönemlerden îtîbâren Romalıların ikinci sınıf yurttaşı olmuş, doğal kaynakları ve insan gücü onlar tarafından sömürülmüş, Romalıların siyâsî egemenliğine başkaldıracak olduklarında ise toplu katliâmlara mazhar olmuşlardır. Bunlardan en trajik olanlardan birini M.S. 250’de Decius başlatmıştı. Romalılar bu katliâmla Afrikalıları mutlak hâkimiyetleri altına almak istiyor, bu amaç doğrultusunda onlara unutamayacakları bir ders vermeye çalışıyordu. Decius’un bu katliâmı sırasında Kuzey Afrikalılardan pek çoğu modern paganlığı bırakıp Roma paganlığını kabûl etti, böylelikle Romalıların bu insanlar üzerinde kurmuş olduğu hâkimiyet “ilâhî” bir niteliğe de kavuşmuş oluyordu. Ancak başta Kartaca olmak üzere bâzı bölgelerde bu insanlar modern paganlığı bırakmamakta ayak diredi, sonunda da Orta Afrika’ya kaçarak canlarını kurtardılar. Katliâm sona erdiğinde yurtlarına geri dönen bu insanlar kendilerini bizzat Îsâ Mesih’in koruduğuna inanıyordu ve kendilerine bundan böyle Îsâ Mesih’in Dostları adını vermeye başladılar. Bu insanlar kendilerini modern paganlığın ve kilise görevlilerinin üzerinde görüyor ve Îsâ Mesih’in onları modern paganlığa bağlılıklarından dolayı ödüllendirdiğine, bu nedenle başta vaftiz ve günâh çıkartma yetkisi olmak üzere modern paganların din görevlilerine “bahşedilen” görev ve yetkilerin kendilerine “bahşedilmiş” olduğuna inanıyorlardı. Kartaca’ya döner dönmez bu insanlar alternatif bir kilise oluşturmaya yöneldi, böylelikle modern paganların din görevlilerinin tekeline de çomak sokulmuş oluyordu. Bunun üzerine Kartaca Piskoposu Cyprianus, Romalıları bizzat dolduruşa getirerek Kuzey Afrika’ya yeni bir sefer düzenlemelerini ve bu insanları Romalılara yok etmeyi plânladı, aradan iki yıl geçtikten sonra İmparator Gallus bu coğrafyada yeni bir katliâm başlattı, hem üstelik yalnızca Îsâ Mesih’in Dostları Kilisesini yerlebir etmekle kalmadılar, Kartaca’nın neredeyse tamâmını yerlebir ettiler, başta modern paganlığı kabûl etmiş Afrikalılar olmak üzere bütün bu insanları köleleştirdiler; onları başta Roma olmak üzere pek çok coğrafyaya sürgüne gönderdiler ve onların emek gücünü sömürerek Romalıların sözde ihtişamlı kent yapılarının inşâsında kullandılar..

İşte Vatikan, Kartaca Piskoposu Cyprianus isimli bu lânet herifi de azizliğe lâyık gördü, sözde Hıristiyanlık için yaptıkları hakkında bu lânet herifin adını da ölümsüzleştirdi.. Tanrım.. İşte, bunları öğrendikçe, târih bilgimi arttırıp derinleştirdikçe modern paganlığa duyduğum öfke de geometrik artışla katlanarak artıyor, buna koşut olarak Tizard’a ve Naturalizme duyduğum ilgi ve sempati de büyüyor.. İşin belki de en kötü taraflarından biri de: Afrikalılar, özellikle de Kuzey Afrikalılar tâ öteden beri Hıristiyanlığa uzak durmuşlardır, ama maalesef onlar da Hıristiyanlığa karşı çıkmak nâmına modern paganlığa karşı çıkıyorlar, fakat Hıristiyanlığın özünü bilmedikleri ve öğrenemedikleri ve onlara bu yanlış öğretildiği için bizim tarikata bağlı misyonerler burada etkin olamıyor. Dolayısıyla bence Kuzey Afrika’da bizim misyonerlerin başarısız olmasının nedeni bu insanların Müslümanlığa olan aşırı bağlılığı veya özellikle de örtünme konusundaki birtakım hassâsiyetleri olamaz.. Şimdi düşünüyorum da Başpiskopos Baldwin’in bu coğrafyadaki başarısızlığı çok daha kökensel bir nedene dayanıyor, târihî olgu ve olaylarda anlamını buluyor. Ama şahsî kanaatim şudur ki günün birinde Kuzey Afrikalılar da Hıristiyanlığın özünü öğrendiklerinde bizim tarikatımıza geçecekler ve hattâ bölgenin şu sıralar Müslümanların denetimi altında olması da bu geçişi kolaylaştıracak, çünkü Müslümanların modern paganlık karşısındaki tutumları bölgeyi bizim misyonerlerin faaliyetlerine hazırlıyor.. Dolayısıyla biz eğer Orta Afrika’da bu kadar başarılı olabilmişsek bunun en önemli nedeni: bu coğrafyada Romalıların veya modern paganların çok büyük *********liklere imzâ atmamış olmaları olsa gerek. Çünkü bu böyle olsaydı bu insanlar da en az kuzeydeki komşuları kadar Hıristiyanlığa, ama aslında modern paganlığa karşı ateş püskürüyor olurdu ve muhtemelen Müslümanlığı tercih ederlerdi.. Dolayısıyla bizim tarikatımız dünyânın doğal kaynaklar bakımından zayıf, insan gücü açısından da pek sömürülmemiş bölgelerinde daha etkin olmaya öteden beri pek müsâittir, öte yandan bu kaynakları fazla olan ve insan gücü açısından da fazlasıyla sömürülmüş bölgelerdeki insanlar da Müslümanlığı benimsemeye daha yatkındır, çünkü bu *********liklere mazhar olmuş kimseler Hıristiyanlığa bir tepki olarak, ama aslında modern paganlığa bir tepki olarak Müslümanlığı benimsiyor olsa gerek.. Özellikle de Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Hindistan’da Müslümanlığın bu kadar yayılmış olmasının nedeni bu olsa gerek.. Ama önünde sonunda bu insanlar da bizi ve Hıristiyanlığın özünü öğrenecek ve benimseyip tatbik edeceklerdir ve hattâ Müslümanlığın benimsenip tatbik edilmesi bizi her defâsında bu hedefe doğru biraz daha yaklaştırmaktadır desem sanırım yanlış olmaz.. Tanrı bize tüm dünyâda Hıristiyanlığın özünün benimsenip tatbik edileceği günleri bağışlasın..

29 Nîsan 1885

*

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.