Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü IV. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Bugün Coimbra’yı geride bıraktık. Yârın sabah gözümüzü Roka Burnunda açacağız.. Portekiz’de son olarak Lagaş yolculuğum sırasında yarım gün geçirmiştim. Sintra’nın eski sokaklarından birinde hârika bir balık lokantası vardı. Orada istavrit yemiştim, tadı hâlâ damağımda.. Balıklar Cartagenalı balıkçılar tarafından La Unión Körfezi açıklarında yakalanıp kara yoluyla Lizbon’a getiriliyor, sonra da balık pazarında satışa sunuluyormuş. Ben ömrümde böyle güzel istavrit yemedim.. Kaptan Plummer’e söyledim, yârın Roka Burnundaki balık pazarından bol miktarda istavrit alacağız.. Akşama ziyâfet var..

 

Sabah şükür duâmızı yaptıktan sonra Edward’la birlikte mutat Latince derslerimize devâm ettik. Bu dersler sâyesinde Eski Latincem ve tabiî ki Eski Yunancam epeyce ilerliyor. Ekipte Edward’tan başka Eski Latinceyi bilen bir tek Gelis var. Ama onun bilgisi daha çok ticâret hukukuyla sınırlı. Kendisi eski tapınak kayıtları konusunda uzmanlaşmış ve Eski Latincenin günlük kullanımları ona yabancı. Edward ise Eski Latincenin her kullanımına hâkim..

 

Öğleden sonra saat tam üçte St. Simeon Yortusu için Edward’la birlikte âyin düzenledik.. St. Simeon 27 Nîsan 53’te Ephesos’ta saat tam üçte Romalılar tarafından hunharca katledildi ve tarikatımız bu târihi St. Simeon Yortusu olarak kabûl etti.. Biz St. Simeon’un Meryem Ana İncilinin yazarı olduğuna, bu İncili Meryem Ana’nın direktifi üzerine yazdığına inanıyoruz. Kendisi Meryem Ana’nın Filistin topraklarından göç etmesi sırasında ona eşlik etti, onu Romalılardan ve Yahudilerden sakındı..

 

Hayâtı acılar içinde geçti St. Simeon’un.. Hıristiyanlığa en iyi biçimde hizmet etti ve sonunda da şahadet mertebesine ulaştı.. Ne var ki Vatikan, St. Simeon’un azizliğini tanımıyor. Vatikan bizim değerli bulduğumuz herşeye lânet yağdırıyor. St. Simeon’un Hıristiyanlık için yaptıklarını yok sayıyor.. 1756 Noel’inde yayınladığı bildiride de St. Simeon için akıl almaz bir çirkefliğin içine girmişti. Bildiride ‘Plaudite amici, comoedie finita est. Quodcunque ostendis mihi sic, incredulus odi..’ gibi ifâdeler yer alıyordu. Başpiskopos Baldwin bana bildirinin tam metnini okumuş, Vatikan’ın Tanrı katında bağışlanması için duâ etmiştik.. Sanki St. Simeon’un Custodes Libertatis isimli bir muhafız alayı kurup Meryem Ana’yı kendi canları pahasına korumak için elinden geleni esirgemediğini bilmiyormuş gibi ona cephe almasını, bu saçma apolojisini umarız Tanrı affeder. Atqui licet esse beatis!..

 

Tizard’a göre İznik Konsülü Meryem Ana İncilini paganlığın etkisiyle bozulmuş olarak nitelendirdiği için tanımadı. Konsül Hıristiyanlık öğretisinin temel esaslarını belirlerken Hıristiyan âyinlerinde paganlığın tüm etkilerini silmeye çalıştı(!?). Hattâ bir ara vaftiz töreninin bile yasaklanması, dînî törenlerde çıplaklığa aslâ yer verilmemesi gerektiği görüşü genel kabûl görmüş, ancak sonunda vaftiz törenlerinin doğumdan hemen sonra yapılması, bu şekilde olursa çıplaklığın mâkûl karşılanmasının mümkün olacağı hükme bağlanmıştı.. Konsül öncesine kadar yılda bir defâ düzenli olarak gerçekleştirilen Kutsal Birleşme Âyini de pagan âdetidir(!?) denilerek yasaklanmıştı. Oysa ki bu âyin de Îsâ Mesih’in ana rahmine düşmesini sembolik olarak yaşatıyor, âyin sırasında bir bâkire âyini yöneten râhiple sembolik bir ilişkiye giriyordu. Bu tamâmen sembolikti, bu bir unio mysticaydı.. Ama konsül bu âyini de yasakladı.. Biz ilk Kutsal Birleşme Âyininin St. Simeon tarafından yapıldığına inanıyoruz ve Cebrâil’in Meryem Ana’ya Îsâ Mesih’in doğumunu müjdelediği 25 Mart’ı Kutsal Birleşme Yortusu olarak kutluyoruz.. In majorem dei honorem!..

 

İznik Konsülündeki tüm tartışmaların temelinde aslında bâkire bir kadının, Meryem Ana’nın nasıl olup da bir çocuk doğurabildiği tartışması vardı.. İlk bakışta bâkire bir kadının böyle bir şey yapması imkânsız görünüyor, ona bir koca bulunarak bu sözde çelişki(!?) aşılmak isteniyordu. Ancak Meryem Ana’nın tüm yaşamı boyunca herhangi bir fânîyle ilişkiye girdiği yönünde tek bir kanıt bile yoktu, o hâlde bu çocuğun babası bir fânî olamazdı.. Böylelikle Îsâ Mesih’in babasının Tanrı olduğuna, Îsâ Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olduğuna hükmettiler ve bu sözde çelişkiyi(!?) aştıklarını sandılar.. Ne var ki burada asıl çelişki şudur: niçin Tanrı’nın gücü bâkire bir kadından çocuk doğurtmaya yetmesin!.. Tanrı istemesi hâlinde niçin bir bâkire herhangi bir cinsel ilişkiye girmeden hâmile kalamasın!.. Başka deyişle, İznik Konsülü Tanrı’nın irâdesine sınır koydu, bu durumu bir çelişki olarak nitelendirerek Tanrı’nın irâdesini çelişkili olarak damgaladılar ve bu sözde çelişkiyi(!?) Meryem Ana’nın Tanrı’dan hâmile kaldığı uydurmasıyla aşmaya çalıştılar. Böylelikle Meryem Ana imgesi, Tanrı’yla ilişkiye giren bir kadın imgesine bürünüverdi..

 

Ne yazık ki yüzyıllardır Hıristiyan dünyâsının kavrayamadığı şey şudur ki tanrıyla ilişkiye giren bir kadın imgesi pagan inançlarına âittir. Örneğin Grek mitolojisi Zeus’un fânî kadınlarla olan ilişkileriyle ilgili anlatılarla dolup taşar.. İznik Konsülüne katılanlar henüz paganlıktan tam olarak kurtulamadığı için tanrıyla ilişkiye giren bir kadın imgesi onlara saçma gelmedi. Henüz daha Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı ilk yıllarda bile paganlık egemendi, Pavlus ve yol arkadaşı Barnabas bile gittikleri hemen her yerde birer tanrı olarak karşılanmıştı, İncillere eklemlenen Resullerin İşleri bölümünde bunlar tafsîlâtlı bir biçimde anlatılıyor.. Görünen o ki İznik Konsülünde (ve hattâ bugün bile) hiçbir şey değişmemiş.. Daha da kötüsü: arada nikâh var mı? Yok.. Demek ki Tanrı, Meryem Ana’yla evlilik dışı bir ilişkiye girmiş ve Îsâ Mesih de Arapların deyimiyle: veled-î zînâ.. Hem bir de Tanrı ile Meryem Ana’nın evlendiği yollu bir şey uydursalar bu tam anlamıyla eski dünyânın paganlığının modern dünyâya taşındığının resmi olurdu, o zaman bu konuda düşünmeye, konuşmaya, tartışmaya hiç gerek kalmazdı.. İşte, Vatikan Hıristiyanlığının Îsâ Mesih’e bakışındaki *********lik, menfurluk, aptallık, şuursuzluk, küstahlık, nadanlık!.. Zînâ yapan bir tanrı imgesinin modern paganlığa geçişi de kuşkusuz Yahudilik üzerinden oldu; Kitâbı Mukaddesin Yeremya bölümü bu saçmalıkların geniş bir dökümünü sunuyor ve hattâ 20. Bapta Yahova’nın Yeremya’ya tecâvüz ettiğini anlatıyor.. Sözüm ona Yahova, Yeremya’yı baştan çıkarmış, Yeremya ona karşı koyamamış, vs.. vs.. vs.. Görünen o ki Zeus, hem tanrı ve tanrıçalara hem de insanlara yaptığı tecâvüzlerde Yahova’yı örnek almış!..

 

İznik Konsülünden beri pagan inançları modern dünyâyı teslim almıştır ve korkarım ki almaya da devâm edecektir.. Vatikan modern paganlığın yayılmasını sağlamaya çalıştıkça gerçek Hıristiyanlara yapılan zulümler de yayılıyor ve katlanarak artıyor. Vatikan bugün bile Tanrı’nın eğer istemesi hâlinde bir bâkireden herhangi bir ilişkiye bağlı olmadan çocuk doğurtmaya gücünün yetmeyeceğine inanıyor, Îsâ Mesih’in doğumunu pagan mantığıyla haklı kılmaya çalışıyor.. Bizi pagan geleneklerini sürdürmekle suçlayanlar modern paganlığın içinde boğulduklarını anlasalar Hıristiyanlığı tüm dünyâda yaygınlaştırabiliriz. İşte tarikatımızın en büyük misyonu bunu sağlamak, bunun gerçekleştirilmesine katkı sağlamaktır. Sevginin tüm insanlık tarafından baş değer olarak kabûl edileceği bir dünyâ kurmak, buna çalışmak, bu çalışmalara katkı sağlamak bu misyonla dolayımsız bir ilişki içindedir..

 

Vatikan ne kadar aksini iddiâ ederse etsin bizim tarikatımız Hıristiyanlığın özüdür.. Tarikatımız Hıristiyanlığın par excellencesidir, Tizard’ın geliştirdiği öğreti bu dînin propriumudur. Vatikan’ın güneşi balçıkla sıvamaya çalışması boştur. Sol lucet omnibus!.. Günün birinde Meryem Ana İncili ortaya çıkınca Vatikan’ın tüm ilâhî otoritesi sarsılacaktır. Tizard henüz doğru zamânın gelmediğine inanıyordu, o zaman ne zaman gelecek, bilmiyorum. Meryem Ana İncilini kim, nerede bulacak, onu da bilmiyorum.. Tizard, Meryem Ana İncilinin yanlış ellere geçmesinden korktuğu için yaşamı boyunca bu İncili nerede sakladığını kimseye söylememiş ve herhangi bir pusula da bırakmamış olmalı. Ama şundan eminim ki bir gün Vatikan bize uyguladığı tüm baskı ve zulümlerin hesâbını verecek ve biz Naturalistler tüm dünyâya hâkim olacağız..

 

Dum spiro spero!..

 

27 Nîsan 1885

 

*

 

Bugün Roka Burnuna vardık. Limandan istavrit ve beyaz şarap aldık. Stuart balıkçılarla koyu bir pazarlığa tutuştu. İknâ kâbiliyeti çok yüksek Stuart’ın.. Carlo ile Harold da mutfakta aşçılara yardım etti. Miles bugün biraz rahatsızlandı, yemeğini de kamarasında yedi. Kaptan Plummer, İrlandalılara özgü bir bitki çayı yapıp Miles’a ikrâm etti. Şimdi sanırım biraz daha iyidir. O çayı ben de biliyorum, tuhaf bir adı var, dilim dönmüyor.. Tadı kötüdür, ama adamı kısa zamanda ayağa diker..

 

Akşamüzeri bir ara temiz hava almak için güverteye çıktım. Güvertenin arka tarafında Evans ile Nagel harâretli bir tartışma yapıyor, sesleri tâ kapıya kadar geliyordu. Tam karşımda ise Anthony vardı, sırtı bana dönük biçimde duruyor, göçmen kuşları seyrediyordu. Anthony’nin yanına gittim ve Evans ile Nagel’i böyle tartıştıran şeyin ne olduğunu sordum, bana dün akşam oynadıkları pokerde yenilen Evans’ın kumar borcu nedeniyle tartıştıklarını söyledi. Ben yanlarına yaklaşmak istemedim, bu gibi konularda taraf olmamak daha iyi..

 

Anthony pek durgun görünüyordu, ona kendisini üzen bir şey olup olmadığını sordum. Bana olmadığını söyledi, ama gerçekten de çok durgundu, o da bunun farkında olmalıydı. Anthony’e benimle istediği herşeyi paylaşabileceğini söyledim, o da ‘sağol dostum’ diyerek elini omzuma koydu, ‘konuşacak bir şeyim olursa senle mutlakâ paylaşacağım’ diyerek güverteden ayrıldı.. O sırada güverteye Moses geldi ve akşam için müsâit olup olmadığımız, müsâitsek eğer Daniel’le birlikte bizi ziyâret etmek istediklerini söyledi, ben de müsâit olduğumuzu ve yemekten sonra kendilerini bekleyeceğimizi söyledim, sonra da gidip Edward’a bunu bildirdim.. Az önce Moses ile Daniel bizim kamaradaydılar. Onlarla epeyce sohbet ettik, pek çok konu hakkında tartışma fırsatımız oldu. Edward daha çok dinlemede kaldı. Zâten tartışmayı hiç sevmez Edward..

 

Moses bize “vaad edilmiş topraklar” hakkında Eski Ahit’ten bâzı pasajlar okudu ve Büyük İsrâil Devleti’nin kurulmasına dönük birtakım projelerden bahsetti. Kendisi Daniel’le birlikte Birleşik Krallıkta bu amaç doğrultusunda kamuoyu oluşturmak için görev yapan bir teşkilâtta çalışıyormuş. Mason olup olmadıklarını sordum, bana net bir cevap vermediler. Ama ben mason olabileceklerini düşünüyorum.. Söylediklerine göre İngiliz bankerler Osmanlı Devleti’ne yüksek fâizler karşılığı büyük borçlar vererek Osmanlı idâresi üzerinde ekonomik ve siyâsî tahakküm kurmaya çalışıyormuş. Dört yıl kadar önce Duyûn-i Umûmiye konusunda kaydettikleri başarılar da bu bankerler sâyesinde olmuş. Amaçları: II. Abdülhamid’ten bu borçlar karşılığı Filistin topraklarını satın almak ve bölgedeki Arapları yurtlarından çıkartarak Büyük İsrâil Devleti’ni kurmak..

 

Moses çok koyu bir Yahudi. Benle konuşurken gözlerini gözlerime öyle bir dikiyor ki ters birşey söylersem sanki beni boğacakmış gibi bakıyor.. Tâ öteden beri onların şu “vaad edilmiş topraklar” hakkındaki saplantıları çok garibime gidiyor doğrusu.. Sözde bu topraklar İbrâhim’in soyuna vaad edilmiş. İbrâhim’in İshak ve İsmâil olmak üzere iki oğlu vardı, İsrâiloğulları İshak’ın, Araplar da İsmâil’in soyundan geliyor, o hâlde bu topraklarda İsrâiloğullarının olduğu kadar Arapların da hakkı var. Arapları bu topraklardan çıkartmaya çalışmalarına bir anlam vermek gerçekten de çok güç. Hem bunu yapacak olurlarsa kendi tanrıları Yahova ile İbrâhim’in kurduğuna inandıkları akdi de bozacaklar.. Bunun kendileri de farkında olmalı.. Ama sanırım mesele ilâhî boyutu olan bir mesele olmaktan çıkıp siyâsî bir mesele hâline geldiği için bu gerçeğe gözlerini kapıyorlar.. Yahudiler târihleri boyunca bir devlet kurmayı başaramamış, hep başka devletlerin siyâsî egemenliği altında yaşamış ve çok büyük acılar çekmiş bir millet. Yalnızca kendi insanlarından oluşan bir devlet kurma özlemleri de sanırım buradan kaynaklanıyor. Yoksa niçin kendi soylarından olan Araplara kin beslesinler ki!.. Târihleri boyunca başka milletlerin boyunduruğu altında köleleştirilmiş olmak Yahudiler için aslâ unutulmaması gereken bir şey. Kendi kimliklerine sâhip çıkmadıkları taktirde yine köleleştirileceklerine inanıyorlar..

 

Kendi kişisel gözlemlerim bana Yahudilerin Kral Süleyman’dan sonra ikiye ayrılması, kuzeydeki on kabîlenin Âsur Kralı Salmanasar tarafından sürgüne yollanması ve zamanla Âsurlular içinde eriyip gitmesi olayının Yahudiler arasındaki şovenist duyguları besleyici en temel anlatı olduğunu gösterdi.. Özellikle de Bâbil sürgününden sonra bir Yahudiyi hayâta bağlayan en temel dürtü kendi kimliklerini koruma ve Yahova ile İbrâhim arasında kurulduğuna inandıkları akdi gerçekleştirme çabası oldu. Hem üstelik Bizans İmparatoru II. Theodosius zamânında Yahudilere uygulanan ırkçılığı ve Frank Kralı Dagobert’in onları şovenist duygular nedeniyle Galya’dan kovması olayını da unutmamak lâzım.. Dolayısıyla Yahudi şovenizmi ile Yahudilik bir bütündür ve sanırım hiçbir Yahudi şovenist duygular ile dînî inançlar arasında bir ayrım yapamıyor. Ne de olsa bugün kendisini Yahudi olarak tanımlayan insanlar güneyde kalan ve Âsurlular tarafından yok edilemeyen Bünyaminoğulları ile Yahudaoğullarından geliyor..

 

Yahudilerin kutsal kitapları da aslında kendi kimliklerini kaybetmemeleri için biraraya getirilen yarı kanonik, yarı uyarlama ve yarı hayâl ürünü anlatılardan oluşuyor.. Bu o kadar öyle ki içinde yer yer çok ciddî çelişkiler taşıyor.. Talmud metinlerinin kuşaktan kuşağa aktarılması sırasında bunların değişen coğrâfî, siyâsî ve kültürel ortamlara her defâsında yeni baştan uyarlandığı anlaşılıyor.. Bu o kadar öyle ki Yahudi mistisizmi olarak anılagelen Kabala da aslında Tevrat’ın içindeki bu gibi çelişkileri giderme çabası olarak ortaya çıktı.. Erken dönemlerde bu gibi çelişkiler Yahudiler arasında herhangi bir sorun yaratmıyordu, ancak özellikle de Helenistik dönemde Yahudilerin felsefeyle tanışmaya başlaması, onları inançları hakkında daha sorgulayıcı bir tutum takınmaya sürükledi ve artık Yahudiler hahamların kendilerine anlattıklarıyla yetinmemeye, kendi akıl ve imgelemlerini kullanarak Talmud metinlerini tartışmaya başladı. Helenistik dönemin ilk evrelerinde hahamlar bu gibi çelişkileri ilk olarak Yahova hakkında mistik yönü kuvvetli birtakım masallar uydurarak gidermeyi denedi, ancak zamanla bu masallar da birbiriyle çelişkili hâle gelince işler hepten karıştı.. İşte, Kabalacıların temel sorunu da tüm bu çelişkileri ortadan kaldıracak bir berraklıkla Yahova kültüne yeni bir şekil vermekti. Ancak sonradan Kabala da çarpık zihinli hahamlar tarafından medyumculuk hâline getirildi, tamâmen keyfî çıkarımlarla Tevrat’a dayalı olduğuna inandıkları kehânetler uydurdular.. Bütün bunlara karşın Yahudiler İbrâhim’in soyunu korumaya çalışıyor, bu bir bakıma atalarının geliştirdiği Yahova kültünü yaşatma çabasıdır. Ne var ki bu kült de içindeki tüm çelişkilere rağmen modern dünyâyı etkisi altına alıyor ve hem Tanrı’yı tanrı olmaktan hem de insanı insan olmaktan çıkartıyor.. Bunları Moses’e söyleyemedim, onlar gidince Edward’la konuştuk..

 

Daniel çok zekî bir arkeolog.. Daha önce Kudüs’te Îsâ Mesih’e âit olduğu sanılan bir mezarın incelenmesinde görev yapmış. O da iyi bir Yahudi olmasına karşın Hıristiyanlığı iyi biliyor. Ama bildikleri fazlasıyla Vatikan menşeyli.. Ona tarikatımızdan ve öğretimizden bahsetmedim. Zâten gemide ben ve Edward’tan başka kimse bizi bilmiyor ve bilmelerini de istemiyoruz. Ama öyle sanıyorum ki bunları anlatsam Daniel’i bile etkilemeyi başarabilirdim. Fakat risk almak istemedim. Bu bir duyulursa Anglikan Kilisesinin Lordlar Kamarası üzerinde baskı kurarak ekibi dağıtmasından veya beni görevden almasından çekindim. Sözde Anglikan Kilisesi, Vatikan’ın ilâhî otoritesini tanımıyor. Ama siyâseten kurduğu dirsek temâsına bakılırsa Anglikan Kilisesi de tıpkı diğer Protestan Kiliseleri gibi yeri geldiğinde Vatikan’ın hâmiliğine ihtiyaç duyuyor. Bu bakımdan Anglikan Kilisesinin bizi satması hiç de zor olmaz..

 

Tartışma sırasında Daniel bana çok enteresan bir şey sordu ve beni doğrusu çok şaşırttı. Bana dedi ki: ‘Mâdem Îsâ Mesih insan kılığına girmiş Tanrı’dan başkası değildi ve ilk günâhın bedelini ödemek için bu acıları çekti ve insanlığı bedel ödemekten kurtardı, pekî o zaman Tanrı’ya işkenceler çektirenlerin, onu çarmıha gerenlerin ve bu emri verenlerin günâhının bedelini kim ödeyecek.. Eğer işlenen günâhların yükümlülüğü kişilere âitse o hâlde Âdem ile Havvâ’nın günâhından tüm insanlık sorumlu tutulamaz. Yok eğer insanların Tanrı’ya karşı işlediği günâhların yükümlülüğü tüm insanlara âitse o hâlde Îsâ Mesih’e yapılan işkencelerin günâhı da yine insanlığa âittir ve insanlık yeniden bedel ödemek durumundadır..’

 

Daniel gerçekten de çok zekî, ama tek hatâsı var ki o da bizim tarikatımızı ve Tizard’ı hiç bilmiyor, bilse eminim böyle konuşmazdı.. Gerçi bu tam olarak onun suçu da değil aslında, aforoz edildikten sonra kayıtlardan Tizard’a âit ne varsa herşey silindi, sanki târihte böyle önemli bir şahsiyet hiç yaşamamış gibi bir hava estirildi, yâni Tizard unutturuldu, gelecek nesillere hitâp etmesi engellendi.. Tanrı’ya şükürler olsun ki bugün başta doğum ve ölüm kayıtları olmak üzere evlilik, tapu vb. kayıtlar Kilise tarafından tutulmuyor, 1789 Devriminden sonra millî devletlerin kurulma süreci içinde Kilisenin bu görevleri bürokrasiye devredildi, artık bir insanı târihe gömmek eskisi kadar kolay değil. Hem sâdece bu kişileri târihe gömmek de değil; çiftliklerine, hayvanlarına, mallarına, mülklerine el koymak da artık eskisi kadar kolay değil. Zâten Avrupa’da millî devlet fikrinin benimsenmesinin en önemli nedeni: Kiliseden bağımsız bir bürokrasiye duyulan ihtiyaçtı, millî devlet ve bu yeni bürokrat sınıfı bu gibi konularda ve özellikle de mîras hukukunda Avrupalılara önemli bir güvence kapısı sunuyordu..

 

Bizim inancımıza göre Îsâ Mesih, Tanrı değildi, sonradan tanrılaştırıldı. Pavlus onu Tanrı hâline getirdi ve bugün Vatikan’ın sâhiplendiği öğretinin temellerini attı. Îsâ Mesih, Tanrı’nın mesajını bildirmekle görevliydi ve Tanrı onu bize örnek insan olarak yaratmıştı. Bize nasıl yaşamamız gerektiğini gösterecek, niçin sevgiyi baş değer olarak kabûl etmemiz gerektiğini yaşayarak öğretecekti. İlk günâh hakkında söylenenler Pavlus’un ve ondan sonra gelenlerin uydurmasından ibâret yalnızca. Onu tanrılaştıran da Pavlus’tur.. Şu Katolikler ne biçim bir kafaya sâhip ki Tanrı’nın bir kadının mahrem yerinden çıkabileceğine inanıyor ve bu inancı ortaya atan bir kimseyi aziz ilân ediyor.. Non compos mentis!.. Bizim inancımıza göre Tanrı herkesi yalnızca kendi günâhlarından dolayı sorumlu tutar ve dilediğini affeder. Yaşarken merhamet sâhibi olanlara Tanrı’nın merhameti de sonsuz olacaktır. Tabiî ki Tanrı’yı çarmıha gerebilecek bir insan figürü kendi içinde saçmanın saçmasıdır. Ama Vatikan kendi dünyevî ve uhrevî egemenliğini tesis edebilmek için böyle bir uydurmayı da sâhiplenmiştir..

 

Ben bunları Daniel’e uygun bir dille anlattım. Ancak Moses beni Hıristiyanlığın özünü kavrayamamakla ithâm etti. Moses’e kızmadım. Belli ki Vatikan’ın sâhiplendiği uydurmalar onun gözüne de aşılması imkânsız bir duvar örmüş. Varsın beni böyle bilsin, ben ona karşı da merhametliyim. Tıpkı Îsâ Mesih’in kendisini peygamber olarak tanımayanlara gösterdiği merhamet gibi..

 

...

 

İnsanın tanrı olma istemi târihin en eski çağlarından beri var. Bu, insanda ölümsüzlük, sınırsız bir güç, zenginlik vb. özlemlerin uç noktasıdır. Eğer ki insana bir dileğinin olup olmadığı sorulur, buna vereceği cevap ortadadır: ‘tanrı olmak istiyorum’. Sâdece modern paganlıkta değil, farklı dinlerde ve bu dinlere inanan insanlar arasında da bu istem kendini değişik biçimlerde dışa vuruyor. Söz gelişi İslâm mistisizmindeki vahdet-î vücût ilkesi bunun bir formudur. İslâm mistikleri ‘ben tanrı oldum’ demez de ‘ben tanrıyla bir oldum’ der ki bu da insanın tanrı olma isteminin dışa vurulduğu en güzîde örneklerden biri olsa gerek..

 

Pavlus, Tanrı’yı insanlaştırmakla insan ile tanrı arasındaki farkı eriterek insanı tanrılaştırdı, tanrılaştırdığı insana tapındı.. Bunun da arkasında, erkeği yücelti ve erkek egemen toplum yapısını ‘Tanrı’nın ilâhî düzeni’ olarak ilân etti. Oysa ki Îsâ Mesih’in kadın müritleri de olmuştu ve O, kadınları hep el üstünde tutuyordu.. Pekî ama niçin Vatikan’da târih boyunca bir tek kadın bile önemli bir mevkîe gelemedi.. Oğul’un babası var da annesi yok muydu!.. Anne niye dışlandı.. Bırakalım Vatikan’da bir kadının önemli bir mevkîe gelmesini, kadınları şeytanın hizmetçisi olarak gören zihniyet, onları cadılıkla ve baştan çıkarıcılıkla suçlayan zihniyet Meryem Ana’nın öğütleriyle ne kadar uyumlu!? Bunları düşündükçe Meryem Ana İncilinde nelerin yazdığına duyduğum merak giderek artıyor ve Vatikan Hıristiyanlığının yıkılıp gideceği güne duyduğum umut beni kamçılıyor..

 

Vatikan Hıristiyanlığının kadınlara bakışındaki çarpıklığın simgeleştiği en önemli söylem Kutsal Üçleme.. Baba-Oğul-Kutsal Ruh.. Sözde bunlar tek bir tözün üç farklı görünümüymüş.. Pekî Meryem Ana nerede? Bu nasıl bir iştir ki Baba ile Oğul arasında köprü kurduğuna inanılan Kutsal Ruh bu ilişki içinde değerlendiriliyor da Baba’nın Oğul şeklinde ete kemiğe bürünmesini sağladığına inanılan Meryem Ana’ya bu ilişkide herhangi bir yer verilmiyor; Meryem Ana, Kutsal Ruh karşısında ikincil bir değerde konumlandırılıyor.. Oysa ki Tanrı’nın inâyetiyle Îsâ Mesih’i dünyâya getiren Meryem Ana’nın baş tâcı edilmesi gerekmez miydi.. Oğul, babasıyla aynı tözdense bu tözü karnında taşıyabilecek bir kadının da aynı tözden olması gerekmez mi.. Eğer Oğul da tanrıysa, onun gibi sonsuz ve sınırsız bir varlığın fânî bir kadının karnında nasıl yer edinebileceği sorunu şu Katoliklerin gözünü açamıyor mu.. Hıristiyan dünyâsı İznik Konsülünden beri Baba ile Oğul’un aynı tözden olup olmadığını tartışıyor, Meryem Ana’nın da bu tözden olup olamayacağını tartışan yok.. Buradaki zırvanın zırvasını henüz bizim tarikatımızdan başka gören yok.. Bunu ilk gören Tizard olmuş. Öyle sanıyorum ki Vatikan, Hıristiyanlık teolojisinin yeni bir çelişkiyle târumâr edilmesinden büyük bir endişe duymuştur ve Tizard hakkında verdiği cinsel sapkınlık karârının temelinde de aslında Tizard’ın bu zırvalıklar hakkında insanları uyandırmaya çalışması vardır..

 

Modern paganlık Kutsal Üçlemedeki bütün bu çelişkileri, bütün bu zırvalıkların anlamını kavrayamaz, çünkü bu zihniyet Süleyman Tapınağına bir kadın olduğu için Meryem Ana’yı sokmayan zihniyetin devâmıdır.. Bu zihniyet ki Süleyman Tapınağında yaptıkları sabah duâlarında Yahova’ya kendilerini köle, pagan veya kadın olarak yaratmadığı için şükranlarını sunan zihniyettir.. Onlara göre kadınların kutsal mekânlarda işi olamaz.. Ancak Vatikan bu konuda çok daha ileri gitmiş ve çok daha ********* bir öğreti geliştirmiştir: cinsel ilişki sonrasında, insan vücûdunun anatomik yapısı gereği erkek orgazmı ile kadın orgazmı arasında önemli bir farklılık gerçekleşiyor. Kadınlar orgazmın hemen sonrasında yeni bir cinsel ilişkiye girmek için herhangi bir bekleme süresi geçirmiyor, erkekler ise yeni bir cinsel ilişki için belirli bir süre hazırlık evresi içinde bulunmak durumunda kalıyor. Vatikan erkeklerin anatomik yapısı îtîbârîyle geçirdiği bu bekleme süresini cinsel tatmînin devam etme süresi olarak görünce, böyle bir evrenin kadınlarda olmamasını kadınların doyumsuz varlıklar olduğu, sürekli cinsel ilişki yaşamak istediği biçiminde çarpıttı.. Vatikan erkek egemen toplum yapısının kadın bedeni üzerindeki baskı ve denetiminin sözde ilâhî yoldan, ama bu denli ********* bir gerekçe ve yöntemle meşruiyet altına alınmasını sağladı. Vatikan’a göre evlilik öncesinde baba, evlendikten sonra da koca, kadın bedenini bu nedenle denetlemeliydi..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Görünen o ki modern paganlığın kadına ve kadın cinselliğine bakışındaki bu *********lik, kökensel karşılığını tam olarak Yahudilikten almıyor. Her ne kadar Yahudilerde de kadın ikincil bir konumda olsa da kadın cinselliğine böyle ********* bir yaklaşım geliştirmemişlerdi. Yahova kültünde kadının yaratılma gerekçesinin erkeğe yardım etmek olduğu, ona hizmet etmesinin en temel varlık nedeni olduğu ve hattâ Havvâ’nın Âdem’i kışkırtarak ona yasak meyvadan yedirdiği, Yahova’nın da buna karşılık bir cezâ olarak Havvâ özelinde tüm kadınları erkek otoritesine tâbi kıldığı inancı var ki bu inanç Yahudi toplumunda kadının ikincilliğinin en temel gerekçelerinden biridir. Fakat kadın cinselliği özelinde Yahudilik, Vatikan’dan çok daha insancıldır. Meselâ Yahudiler âdet dönemlerinde cinsel ilişkiye girilmesini yasaklamışlardı, ama bu, kadınların bu dönemlerde kirli oldukları yollu saçma bir inanca dayanmıyor, bu süreç içinde erkeğin karısını özlemesi, onu bu sürecin sonunda yeniden bilmesi sağlanarak karı-koca ilişkilerini canlı ve korunaklı tutmaya çalışıyorlardı. Bu sürecin sonunda kadın özel bir banyo yapmalı ve kocasıyla gireceği yeni bir cinsel ilişki için özel olarak hazırlanmalıydı. Böylelikle âdet sonrası cinsel ilişki özel birtakım ritüellerle süslenen ve karı-koca ilişkilerini düzenleyen özel bir ilişki şekline giriyordu.. Oysa ki modern paganlıkta bundan eser yok. Modern paganlıkta âdet dönemi içinde kadın dünyânın en ********* “nesnesi”..

 

Şahsî kanaatim şudur ki modern paganlığın kadın cinselliğine yönelttiği bu *********liğin beslendiği en önemli mecrâ Roma İmparatorluğunun toprak sistemine dayalı toplumsal yapısıdır ve hattâ boşanmayı yasaklamak da romantik aşkı romanslara özgü bir baştan çıkarıcılık ve şehvet düşkünlüğü olarak gören bu zihniyetin bir ürünüdür; bu toprak sistemi içinde mülkiyet sorunlarının, ilkel bir mîras hukukunun ve kadını kocasına bağlamaya çalışmanın bir sonucudur.. Dolayısıyla kadın kendini sürekli “âciz” ve “kocasına bağımlı” hissetmelidir(!?), ona bu “âcizliği” ve “bağımlılığı” her ay periyodik olarak hatırlatılmalıdır(!?).. Kadın o kadar “âciz ve bağımlıdır” ki âdet dönemlerinde kocasının ona katlanması(!?) ondan görebileceği en büyük lûtuflardan biridir(!?)..

 

Bu *********liklerin paganlık târihindeki kaynağı ise sanırım Yunan paganlığıdır; çünkü Yunanlılar kadınların âdet dönemlerinin aslında  isimli kötü bir ruh tarafından onlara cezâ olarak verildiğine, tanrılara karşı işledikleri suçların karşılığı olarak bu şekilde cezâlandırıldıklarına inanırlardı. Kadınlar âdet dönemlerinde cinsel ilişkiye girmez, günâhlarından arınmamışken cinsel doyuma ulaşacakları taktirde tanrıların daha büyük cezâlarına mazhar olmaktan korkarlardı. Kadınların bu dönemlerinde erkekler arası eşcinsel ilişkiler yaşanır,  kültü eşcinselliği arttırıcı bir unsur hâline gelirdi.. Yunan mitolojisindeki bu  kültü hemen tüm Ege Adalarında etkin olmuş, bütün bir Ege Havzasına yayılmış, ancak ona değişik isimler vermişler; ,  ve  bunlar arasında önde gelenleri. Fakat hepsinin ortak noktası: kadınların kendi anatomik yapıları îtîbârîyle vücutlarında yaşadıkları bu değişimleri günâh kavramıyla ilişkilendirmeleri ve kadınları lânet varlıklar olarak gösterip eşcinselliği özendirmeleri.. Görünen o ki Vatikan değişen ekonomik ve siyâsî şart ve gereklere göre  kültü ile Yahova kültünün ********* bir sentezini yapmış..

 

Düşünüyorum da Yahudiler, Talmud metinlerini diledikleri gibi bozup yeniden yazarken eşcinselliğin lânetlendiği bölümlere hiç dokunmamışlar, meselâ isteselerdi Lût kavmi bölümünü, Sodom Gomora’nın yerlebir edilmesi olayını Tevrat’tan silebilirlerdi, ama bunu yapmamışlar.. Bunun birçok nedeni olabilir, ama sanırım bunda en etkin unsur şu oldu: Yahudiler kendilerini seçilmiş bir millet olarak görüyordu, ayrıca sürgün edildikleri yerlerde ve uğradıkları asimilasyon politikaları nedeniyle sayıları hızla azalıyordu. Dolayısıyla Yahudiler için çoğalmak en önemli sorundu, bu nedenle homoseksüel ilişkinin yasaklanması, heteroseksüelliğin özendirilmesi gerekiyordu, dolayısıyla özellikle de bunun için bu işe yeltenmemiş olmaları muhtemeldir..

 

...

 

Gerçekten de Avrupa kültüründe Havvâ imgesi ile Meryem Ana imgesi arasında sürekli bir çatışma olmuş; Avrupa’da değişen ekonomik ve siyâsî şart ve gereklere göre Vatikan tarafından kimi zaman bunlardan ilki, kimi zaman da ikincisi ön plâna çıkartılarak Vatikan’ın bu şart ve gerekleri en iyi biçimde yönetmesi ve kullanması sağlanmıştır. Meselâ şu cadılık zırvalıklarının zihinleri tahakküm altına aldığı dönemlerde Vatikan, Havvâ imgesini ön plâna çıkartmış, kadınların yaradılışları îtîbârîyle Şeytan’a daha yakın oldukları, Şeytan’ın Âdem’i tanrı yolundan saptıramayacağını bildiği için Havvâ’yı kullandığı, bu nedenle kadınların Şeytânî varlıklar olduğu yalanını uydurmuştu, bu yolla Avrupa’da hemen tüm dulların diri diri yakılmasını sağlamış ve onların mal ve mülklerinin üzerine konmuştu. Ve hattâ bu zırvalıklar bizzat dulların mallarına konmak için uydurulmuştu, çünkü Avrupa’da yapılan ve uzun süren savaşlarda erkek nüfus cephede hayâtını kaybederken onların mal ve mülkleri eşlerine kalıyordu. Eşlerin eğer çocukları yoksa dullar bu mal ve mülklerle yaşamlarını sürdürmeye çalışıyordu, işte Vatikan bu mal ve mülklere göz koymuş, Avrupa’da erkek nüfusun azalması durumunu kendi lehine kullanmıştı. Hem üstelik çocuklu ailelerde erkek çocuk eğer yaş îtîbârîyle küçükse bu mal ve mülklerin kontrolünü de onların nâmına “üstlenmiş”, ancak hiçbir zaman bunların mülkiyet hakkını devretmemişti. Böylelikle hem dulların mal ve mülklerinin üzerine konmuş hem de babalarını kaybeden çocuklu aileleri kendi mal ve mülkleri üzerinde kirâcı konumuna getirmişti..

 

Ne var ki uzun vâdede Vatikan’ın bu politikası Katolik dünyâsı için ciddî bir tehlike hâline gelmeye başlamıştı, hem erkek hem de kadın sayısı hızla azalıyordu. Zâten haçlı seferlerinden de eli boş döndükleri gibi binlerce insan bu seferlerde hayâtını kaybetmiş, bu da Katolik nüfusu Ortodokslar nezlinde ikinci sıraya düşürmüştü. İşte bu ekonomik ve siyâsî şart ve gerekler içinde Vatikan, Meryem Ana imgesini ön plâna çıkarttı ve doğumu özendirmeye koyuldu. Doğumun tanrısal olduğunu, bir kadının kadın olabilmesi için mutlakâ anne olması gerektiğini, doğum yapmamış kadınların kişilik haklarından yoksun olduğunu vb. savundular. Ve hattâ bâzı piskopos kentlerinde yedinin üzerinde çocuk doğuran kadınlara özel bir endüljans tahsis edildi, böylelikle Avrupa’da Katolik ordusuna yeni askerler üretildi..

 

Öte yandan bu şart ve gereklerden bağımsız olarak bu iki imgeden her biri de belirli kurumlarda gelenekleştirilmiş ve bu imgeler aracılığıyla bu kurumlardaki işleyişler meşrulaştırılmış.. Meselâ toprak işçisi ailelerinde Havvâ imgesi egemendir, bu imge aracılığıyla aile içinde erkeklerin denetimi meşrulaştırılır, kadınlar denetlenmesi gereken varlıklar olduğuna inandırılarak kendilerini erkeklerin hizmetine adarlar.. Manastırlarda ise Meryem Ana imgesi kurumsallaştırılmıştır, bu da manastır yaşamı içinde cinselliğin yasaklanması nedeniyle aseksüel bir kadın imgesine duyulan ihtiyaçtan gelir..

 

Gerçekten de Avrupa kültürü içinde nerede, ne zaman, nasıl bir imgeye ihtiyaç duyulmuşsa bu imgeye tutunulmuş, en nihâyetinde bu işten en kârlı çıkan da hep Vatikan olmuştur. Ne kadar acıdır ki Vatikan, Meryem Ana’yı hiçbir zaman örnek bir insan modeli olarak görmemiş ve göstermemiştir, zâten modern paganlığa bağlılığı nedeniyle ve kendi ekonomik ve siyâsî yapılanması içinde bunu yapmasını beklemek de yersiz olurdu, ama Katolikler de Meryem Ana’yı gerçek mânâda örnek bir insan modeli olarak görmemiş, kulaktan dolma bilgilerle onun bâzı yönlerini içinde yaşadıkları kendi ekonomik ve siyâsî şart ve gereklere göre sâhiplenmiştir, aslında bunları sâhiplenmek zorunda bırakılmışlardır..

 

Düşünüyorum da bu meseleye bir Naturalist olarak bakınca, dışarıdan bakınca benim Barbara’da tecrübe ettiğim en önemli özellik de ortaya çıkıyor: Barbara gerçekten de Meryem Ana’yı kendine örnek alıyordu.. O da bunu sanırım bir Katolik olmamasına borçludur. Çünkü Katolik olsaydı Vatikan’ın boyunduruğu altına girecek ve hiçbir zaman bunu gerçekleştiremeyecekti. Ve üstelik halam Karen ile Barbara’yı karşılaştırdığımda bunu çok daha iyi anlıyorum; halam tamâmiyle Vatikan menşeyli bir Meryem Ana imgesine sâhipti.. Hâl böyle olunca da Kilise duvarlarını süsleyen bir ikonadan öte bir varlık nedeni yoktu sanki şu hayatta.. Evet, halam Karen tam bir ikona, çiftliğin ikonası.. Şu hâlde sevgili Eleanor da çiftliğin Havvâ’sıydı..

 

...

 

Selmâ’yla evlendikten kısa bir süre sonra halamın çiftliğine gittiğimiz o günlerde Bradford’ta bâzı karışıklıklar vardı.. Sta. Anna Manastırının râhibeleri kasabanın kadınlarını örgütlüyor, Anglikan Kilisesinin ve aynı zamanda da Katoliklerin kadın imgesini yıkmak için özel bir çaba sarf ediyorlardı. Amaçları: Manchester’da iki gün sonra düzenlenecek olan gösteri yürüyüşüne Bradford’tan da insan götürmekti. Râhibeler bölgedeki çiftlikleri ayrı ayrı dolaşıyor, hazırladıkları bildirileri dağıtıyor, özellikle de çiftliklerde çalışan kadınların bu yürüyüşe destek vermelerini bekliyorlardı..

 

Halamın çiftliğine gelen râhibe, adını şu an hatırlayamadım, bizimle de konuşmuş ve görüşlerini anlatmıştı. Eleanor onu giriş katındaki salona buyur etmiş, çiftlik çalışanlarını da yanına katarak râhibenin önünde toplamıştı. Halam Karen ise odasında kalmayı tercih etmiş, ama bu küçük toplantıyı engellemeye de çalışmamıştı. Râhibe dînî birtakım görevleri yerine getiren kadınların da erkeklerle aynı yetki ve sorumluluklara sâhip olması gerektiğini anlatıyor, Kilisenin cinsiyete dayalı ayrımcığını kınıyordu. Kilise yapılanması içinde erkek egemen otoritenin hükümranlık haklarının sınırlanması gerektiğini söylüyor, Îsâ Mesih’in kadın müritlerinin de olduğunu; Maria Magdelana’nın tövbe ettikten sonra Îsâ Mesih’in yoldaşı olduğunu ve kötü yola düşmüş kadınları Tanrı’nın yoluna sokmak üzere bizzat Îsâ Mesih tarafından görevlendirilmiş olduğunu anlatıyor, Îsâ Mesih’in Kilisesinde kadınların da yetki ve sorumluluklara sâhip olmaları gerektiğini savunuyordu.. Ah, şimdi hatırladım, râhibenin adı Taylor’du, Râhibe Taylor.. Evet, Râhibe Taylor kadınlar ile erkeklerin birbirlerine eşit olarak yaratıldıklarını, erkeklerin kadınlar üzerinde güç kullanmasının Tanrı’nın adâletine aykırı olduğunu söylüyor, Kitâbı Mukaddesin erkekler tarafından yazıldığını ve bu nedenle erkeklerin kendi arzu ve beklentilerine göre çarptırıldığını anlatıyordu.. Gerçekten de bu görüşler Naturalizmin kadın imgesine uygun görüşlerdi ve ben o an için Râhibe Taylor’un bir Naturalist olabileceğini düşünmüştüm.. Ama çok geçmeden fark ettim ki bizim inançlarımızda Manastır hayâtı diye bir hayâta yer yok, bizim için dünyâ kendi inançlarımızı yaşamamız için en doğru mekân, kendimize başka bir dünyâ yaratmak, bu dünyâdan el etek çekerek yaşamak bize göre değil, bu insânî görev ve sorumluluklardan kaçıştır bizim için..

 

Râhibe Taylor konuşmasını bitirdiğinde Eleanor ve Barbara yüksek bir heyecan içinde onu alkışladılar. Diğer hizmetçilerimiz de belli belirsiz bir tebessümle bu alkışa katıldılar. Salondaki zencî görevliler de bu konuşmadan etkilenmişti, ama başta Vincent olmak üzere çiftlikteki beyaz çalışanlar Râhibe Taylor’a karşı fazlasıyla soğuk bakıyor, konuşması sırasında onu onaylamadıklarını da yüz ifâdeleriyle belirtiyorlardı. Ve hattâ Parkin henüz Râhibe Taylor konuşmasını tamamlamadan aramızdan ayrılmış, Vincent da yerinden doğrulur gibi olduğunda Eleanor’un sert bakışlarının üzerine çevrilmesinin ardından bunu yapamamıştı.. Sonraki yıllarda öğrendim ki Vincent o sıralar Britanya Adalarında fazlasıyla etkin olan Clapham Tarikatına üyeymiş. Bu tarikat özellikle de Londra ve çevresinde etkin olmayı başarmış Püriten bir tarikattı. Tarikatı Clapham Kilisesi Başpapazı John Venn kurmuş, daha çok lordlar üzerinde etkin olmuştu. Sonradan anladım ki bu tarikat da tıpkı diğer Püriten tarikatları gibi İngiliz ekonomisi ve siyâsetini ayakta tutan ana kurumlardan biriydi; bu tarikat da sınıfsal farklılıklara ve ayrıcalıklara ilâhî bir temel kazandırmaya, bunların benimsenmesini ve uygulanmasını mümkün kılarak sistemi ayakta tutmaya çalışıyordu. Bu tarikatlara lordların, aristokratların ve burjuvanın desteği anlaşılabilirdi, ama Vincent gibi insanların bu tarikatı ve öğretileri benimsemesi gerçekten de çok düşündürücüydü, insanlık ideâlleri adına son derece kaygı vericiydi.. Hele bu tarikatların yayın organı olan The Christian Observer’ın baskılarını öteye beriye dağıtmak için gösterdikleri çabaları görünce..

 

İlk soru Selmâ’dan geldi: ‘Bu gösterinin işe yarayacağından emin misiniz?’ Râhibe Taylor vakur bir gülümsemeyle ellerini birleştirdi ve Semâ’ya dönerek: ‘Koskocaman ormanları yakan ateşin de ilk olarak küçük bir kıvılcım olduğunu unutmayınız küçük hanım!..’ dedi.. Tanrım.. Bunun üzerine Eleanor ile Barbara’nın heyecanları daha da coşkulu bir hâle gelmişti ve râhibe sözünü bitirir bitirmez sanki önceden anlaşmışlar gibi aynı anda ‘biz bu gösteriye katılacağız’ dediler. Bunun üzerine çiftlikteki diğer zencîler de aynı şeyi söylediler. Ve hattâ Selmâ da, evet bu Müslüman ve insan sevgisiyle dolu eşsiz kadın da bu gösteriye katılacağını söyledi ve Râhibe Taylor gönül rahatlığı içinde çiftlikten ayrıldı..

 

Râhibe Taylor’u henüz yeni yolcu etmiştik ki halam Karen merdivenlerden aşağıya indi ve yere bastonunu vurarak ve kaşlarını da çatarak ‘Sizin yeriniz burası, miting meydanı değil. Siz çiftliğimize Tanrı’nın lânetini çekmek mi istiyorsunuz? Tanrı’nın emir ve buyruklarını anlamak sizin gibi küçük beyinlilere mi kaldı!? Siz Kiliseden daha mı iyi bileceksiniz!? Kadınsanız şâyet bir kadın gibi yaşamayı öğrenmeli, bizden beklenen görev ve sorumlulukları karşılamalısınız.. Gösteriye katılanlar bir daha bu çiftliğe adım basamaz.. Şimdi dağılın ve bu saçmalıkları da unutun..’ dedi.. Halamın sesi salonda çınlıyordu, ben onu uzun zamandır hiç bu kadar sinirli görmemiştim.. Ancak Vincent’ın ağzı kulaklarına varıyordu; pek neşelenmiş, pek sevinmişti. O an Vincent’ın gözlerinin içinde sâhibine en iyi şekilde itaat eden ve bunun mükâfâtını da fazlasıyla alan bir köpeğin neşesini gördüm.. Tanrım..

 

Sonunda halamın dediği oldu ve biz de dâhil olmak üzere Manchester’daki gösterilere bizim çiftlikten hiç kimse katılamadı.. Gösteri son derece olaylı geçmişti, Sta. Anna Manastırı râhibeleri ön saflarda yerlerini almış ve gösteri sırasında üzerinde ‘Tanrı Anamız’ yazan bir pankart açmışlardı.. Gazete manşetlerine yansıyan bu fotoğraflar başta Ada Avrupası olmak üzere hemen tüm Avrupa’da dikkatleri bir anda Manchester’a ve Sta. Anna Manastırına çekmişti. Vatikan’ın resmî yayın organı olan Osservatore Romano’da da bu manastırın artık lânetlendiği, bu nedenle ivedilikle tasfiye edilmesi gerektiğine ilişkin yazılar çıkıyor, hemen tüm Avrupa bu olayı konuşuyordu.. Sonunda Anglikan Kilisesi kamuoyunda artan talepleri geri çeviremedi ve Sta. Anna Manastırını tasfiye etti.. Ne var ki aynı râhibeler bu sefer de Sta. Maria Magdelana Manastırını kurdular ve çaktıkları bu ilk kıvılcımı Vatikan’ın ve modern paganlığın yok olup gideceği bir yangına dönüştürmeye çalıştılar.. Buna hâlâ devâm ediyor olmalılar..

 

...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.