Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü III. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Bugün Biskay Körfezini geride bıraktık. İki gün sonra Estaca de Vares Burnuna varacağımızı düşünüyoruz. Öngördüğümüz programdan bir gün ilerdeyiz. Finisterre’de yarım günlük bir molamız olacak, sonra da Roka Burnuna doğru harekete geçeceğiz..

 

Bugün saat dokuz sularında uyandım. Kalktığımda Edward çoktan uyanmış, üzerini giyinmiş, camdan dışarıyı seyrediyordu. Ben de üzerimi giyindim ve biraz lâfladık. Kahvaltı saatimiz on buçuk. Bu saate kadar bana Tizard’tan birşeyler okudu ve pasajlar üzerinde konuştuk. Kahvaltıdan sonra kamaramıza çekildik ve üzerimizi çıkartarak şükür duâmızı yaptık..

 

Duâ bitiminde Edward çamaşır yıkamak için banyoya gitti, ben de güverteye doğru yöneldim. Ben geldiğimde Anthony kahvesini yudumluyordu, birden benim de canım kahve istedi ve mutfağa gittim. O sırada Michel de bulaşıkları yıkıyordu, bana kahvemi kendisinin hazırlayabileceğini söyledi. Ben de işine bakmasını, kendi kahvemi kendim hazırlayabileceğimi söyledim.. Zâten oldum olası sevmemişimdir özel işlerimi başkalarına yaptırmayı. Hem ekip üzerindeki saygınlığımı kaybetmek gibi bir tehlikem olmasaydı gemideki günlük işlere yardım etmeyi de isterdim elbet. Ancak bu benim konumum açısından hiç yakışık almayacaktır kuşkusuz.. Hayâtın pek çok alanında işbölümü vardır/var olmalıdır da, her bireyin her işe koşturması beklenemez, ama bu işbölümü içinde kişi kendi görev ve sorumluluklarını başkalarına yüklemeye kalkışınca, hem üstelik bir de işin içine sosyâl prestij meselesi girince ve birileri bu konuda sömürülmeye başlanınca durum değişiyor.. Bana kalsa Michel’e de yardım ederdim, ama sâdece kahvemi hazırlayıp mutfaktan ayrıldım..

 

Güverteye döndüğümde James de Anthony’e katılmış, birlikte sohbet ediyorlardı. James elimdeki kahveyi görünce onun da canı çekti, ben de kahvemi ona verip tekrar mutfağa gittim ve yenisini hazırladım.. Michel bu hareketlerimi de pek yadırgadı.. Sanırım sevgili Michel hem bir zencî olmanın hem de hayâtının neredeyse tamâmını başkalarına hizmet etmekle geçirmenin verdiği bir düşünme biçimi nedeniyle bu hareketlerimi anlamlandıramadı. Oysa ki sevgili Michel de hepimiz gibi bir insan.. Evet, İNSAN.. Onu köleleştirenler, onu özel işlerinde kullanarak sömürenler bunu yapmakla yetinmemiş, bir de bu çarpık zihniyeti ona aşılamışlar anlaşılan.. Tanrım.. Ne var yâni kendi işimi kendim yapıyorsam, ekibin başı bensem, ekip arkadaşlarıma hizmet ediyorsam.. Asıl yadırganacak olan bu değil, bunu yadırgayanlar da değil, asıl yadırganacak olan: bunların yadırganması gerektiğine insanları inandıranlar ve onların bu çabaları.. Ah sevgili Barbara.. Seni çok özledim.. Şu an kim bilir nerelerdesin, nelerle meşgûlsün.. Ama keşke aramızda olsaydın da sevgili Michel senden biraz feyiz alsaydı.. Bana anlattığın hikâyeleri Michel’e de anlatsan da o da zencî olmaktan utanmadan yaşamayı, kendini sömürenlere karşı başkaldırması gerektiğini ve daha başka pek çok şeyi anlayabilecek ve uygulayabilecek bir düşünme biçimi kazansa..

 

Daha sonra kamarama döndüm ve yanımda getirdiğim kitaplardan okudum. Okuduklarımdan biri Rupert Player’in Mezopotamya Mitolojisi isimli kitabıydı ki bu kitap College yıllarımdan beri sıklıkla okuduğum, her defâsında yeni birşey öğrendiğim; kafamda yeni bağlantılar kurmamı, yeni köprüler inşâ etmemi sağlayan az sayıda kitaptan biridir, işte bu kitabı okurken kendimi zaman içinde yolculuk yapmış gibi hissederim hep.. Zamânı geriye çevirip Sümer kent-devletlerinden birinde olduğumu, kent tapınaklarında ilâhîler söylediğimi kurarım zihnimde.. Babamdan öğrendiğim ilâhîleri.. Gerçi çok da saçma değil, zâten modern paganların ilâhîleri ile Sümerlerin ilâhîleri arasında müzikâl bakımdan bilmem ama içerik bakımından önemli bir fark yok; modern paganların ilâhîleri de Sümerlerin ilâhîleri de hep insan kılığına girmiş bir tanrıya atfen yazılmış anlatılardır..

 

Okuduğum bir diğer kitap da Jacop Ranford’un Mezopotamya Medeniyetleri Üzerine Notlar isimli kitabıydı, kendisi çeşitli dönemlerde Mezopotamyaya yaptığı yolculukları anlatıyor, orada şu sıralar yaşayan insanların kültürlerine bakarak Eski Mezopotamya medeniyetlerinden bugüne kalan izleri araştırıyordu.. Bu kitabı da şimdiye kadar kaç defâ okuduğumu hatırlamıyorum, ama her defâsında bana yeni lezzetler veriyor.. Ben Jacop Ranford’la ortak bir ahbâbımızın, İvan Park’ın düzenlediği bir Bluestockings Toplantısında tanışmıştım, ancak maalesef pek birşey konuşamamıştık, ayaküstü sıradan bir sohbetle yetinmek zorunda kalmıştık, çünkü dâvet sırasında İvan Park’ın eşi Risselena intihar girişiminde bulunmuştu.. Tanrım.. Çok üzücü günlerdi onlar.. Hatırlamak istemiyorum şu an.. Öte yandan Jacop Ranford’la bir daha biraraya gelme fırsatımız da olmadı..

 

Neyse.. Akşam yemeğinden önce bir ara Edward’la birlikte güverteye doğru yöneldik, o sırada Erving de yeni içeri giriyordu. Bize havanın soğuk olduğunu, üzerimize kalın birşeyler almamızın iyi olacağını söyledi. Ben de ona teşekkür ettim ve Edward’ı ceketlerimizi getirmesi için kamaraya yolladım. Erving’e de bize eşlik edebilir mi diye sordum, birlikte güverteye çıktık..

 

Erving hayâtımda gördüğüm en mahcup insanlardan biri ve aynı zamanda da en adonist kişi sanırım.. Fazla genç sayılmaz, otuzunu aşmış olmalı, ama onda ergenliğe yeni girmiş delikanlıların mahcûbiyeti var, ben öyle hissettim en azından.. Sanki sürekli yanlış birşeyler yapacakmış gibi, sürekli birilerini rahatsız edecekmiş gibi bakıyor, etrâfına güvensizlik yayıyor. Ben bu duyguyu kendi yaşantımdan bilirim, ben de ilk gençlik yıllarımda sürekli bu duyguyu yaşar, arkamda beni sürekli koruyan bir el olmasını beklerdim. Hele âbi olmak dünyânın en zor işi.. Ve annesiz büyümek zorunda kalmış bir kız kardeşi varsa kişinin.. Evet, ben de hep hatâ yapmaktan korkarak büyüdüm. Benim için risk almak, hayâtı yalnız başına tecrübe etmek hep bir fantezi olarak kalmıştır. Arkadaşlarımla Cumartesi geceleri kaçıp Manuel’in meyhânesine gitmedim hiç.. Hattâ bu konuda Christopher benimle hep alay eder, ömrümün sonuna kadar bâkir yaşamak zorunda kalacağımı söylerdi.. Maalesef Christopher yakalandığı frengiye yenik düştü ve henüz on dokuz yaşındayken hayâta vedâ etti.. Sevgili Christopher bu “özgürlük”ünün cezâsını hayâtıyla ödedi.. Tanrım..

 

Edward güverteye geldiğinde Erving yanımızdan ayrılmak istedi, ben izin vermedim. O kadar saf ve mâsum bir yüzü vardı ki bana ilk gençlik yıllarımı hatırlatıyordu, onunla yemek saatine kadar sohbet etmek istedim. O sırada güverteye Gage geldi, Erving kaptan köşkünden çıkarken beş dakîka diye çıkmış, ancak kırk beş dakîka kadar ortalarda gözükmeyince Gage merak etmiş.. Erving, Gage’yi gördüğünde rahatlamıştı. Belki bizimle ne konuşacağını bilememenin yarattığı iç sıkıntısını aşmıştı, şimdi Gage bizimle sohbet edebilir, o da dinlemeye geçebilirdi, yâni benim de o yıllarda aradığım o el şimdi Erving’e uzanıyordu.. Tanrım.. Erving’in o yüz ifâdesi o kadar içtendi ki hâlâ gözlerimin önünde..

 

...

 

Düşünüyorum da çocukluk yıllarımda aldığım terbiye ve tabiî ki içimde yer eden pek çok boşluk benim Naturalizmi benimsememin ana nedenlerindendi.. Naturalist Tarikatıyla tanışmam College yıllarımda olmuştu. Oldum olası benim dinle aram pek iyi sayılmazdı. St. William’s College’da gördüğüm târih eğitimi ise hem arkeolojiye olan ilgimi kamçıladı hem de Hıristiyanlığı yeniden tanımamı sağladı.. Babam Henry Crosner koyu bir Katolikti ve ben ve benden iki yaş küçük kız kardeşim Jane’yi iyi bir Katolik olarak yetiştirmek istiyordu. Kendisi St. Peter Kilisesinde zangoçluk yapıyor, geri kalan zamanlarında da kilise korosunda bize ve kiliseye devâm eden diğer çocuklara ilâhîler öğretiyordu. Annem Teresa ise ben dört yaşındayken ölmüş, bizi babam büyütmüştü.. Biz Hıristiyanlığı bir sevgi dîni olarak değil, Tanrı’ya yaklaşabilmek için çok büyük acılar çekmeyi ve her türlü bedensel zevkten uzak durmayı zorunlu gören bir din olarak öğrenmiştik. Katolikliğin inanç ve ibâdet akîdelerine tam bağlılığın tanrısal bir zorunluluk olduğunu, bunlardan en ufak bir sapma ortaya çıktığında Tanrı’nın lânetini üzerimize çekeceğimizi sanıyorduk.. Babam Henry Crosner bize sürekli olarak Papa IV. Paul’un ‘Kilise öğretisinden sapan babam bile olsa gözünün yaşına bakmadan onu diri diri yaktırırım!..’ sözünü söyler, ben ve kız kardeşim Jane’den kendisini bu konuda denetlememizi isterdi. Biz o zamanlar babamın bu konuda samîmi olabileceğini düşünmez, bu öğretiyi daha iyi öğrenelim diye bize böyle söylediğine inanırdık. Ama yaşım ilerledikçe anladım ki babam Henry Crosner aslâ iflâh olmaz bir Katolikti ve bizim de bu şekilde yaşamamız için elinden gelen herşeyi yapmada inanılmaz bir özveride bulunmaya hazırdı.. Tanrı’ya şükürler olsun ki hayâtının sanırım en büyük yanlışını (ama benim için en doğru karârını) beni St. William’s College’a göndermekle yaptı, burada Hıristiyanlığı yeniden öğrendim, aslında ilk defâ öğrendim desem sanırım yanlış olmaz, çünkü önceki bilgilerimin Hıristiyanlıkla hiçbir alâkası yoktu, bunlar eski dünyânın paganlığı ile Yahudi paganlığının ********* bir senteziydi, işte bu yeni öğrendiğim dîne karşı ruhumun derinliklerinde târif olunmaz bir açlık doğdu. Gerçek Hıristiyanları, bu insanların hayatlarını, inandıkları değerler sistemi için yaptıklarını, dünyâya ve insanlığa getirdikleri başarıları, çektikleri işkencelere rağmen gösterdikleri yaşama dirençlerini ve daha başka pek çok şeyi gördükçe kendimi bambaşka bir dünyânın içinde buldum ve Naturalizmi benimsedim..

 

Derslerimize Yorkshire Başpiskoposu Joseph Baldwin giriyordu. Sonradan öğrendim ki kendisi Naturalist Tarikatının bugünkü lîderiymiş. Kendisi ilk gençlik yıllarından îtîbâren Naturalizmi dünyâ çapında yaymak için ömrünü adamış, pek çok önemli başarıya imzâ atmayı da başarmış. Yaşına rağmen hâlâ dinç görünüyor, kendisine bu enerjinin bizzat Tanrı tarafından verildiğine inanmış hep. Haksız olamaz, gerçekten de insan Tanrı için, Tanrı’nın adâleti için kendini fedâ etmeye birkez karar verdi mi Tanrı da onu ödülsüz bırakacak değildir ve hattâ ona mükâfatların en büyüğünü, yeniden Cennet’e gidip natural hayat içinde sonsuza kadar yaşamayı bağışlayacaktır..

 

Naturalist Tarikatının kökeni Rönesans’a kadar uzanıyor. Tarikatı ünlü İtâlyan bilgini Trevor Tizard kurdu. Kilise öğretisinin Hıristiyanlık yorumuna karşı çıkarak Hıristiyanlığın evrensel ilâhî mesajını insanlara bildirmeyi kendine misyon seçmiş bir papazdı Tizard. Tizard’a göre Hıristiyanlığın özü sevgidir. Sevgi ise tüm insanları oldukları gibi kabûl etmek. Îsâ Mesih tüm insanlara sevgiyi baş değer olarak kabûl etmelerini sağlamak için Tanrı tarafından gönderildi ve tüm insanlığın bunu başarması için çalışanlar Tanrı’nın sevdiği kullarından olacak. Îsâ Mesih, Tanrı değil, O’nun elçisidir ve görevi de bizi doğru yola, yâni sevgi yoluna dâvet etmektir..

 

İşte bu görüşler bana öğretilen Hıristiyanlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan görüşlerdi. Ama dahası da var: Tizard’a göre sevginin baş değer olarak kabûl edilebilmesi için, yâni insanların birbirlerini oldukları gibi kabûl edebilmesi için birbirlerinin en doğal hâllerini bilmeleri, bunun için özel birtakım âyinlerin düzenlenmesi gerekir. Tizard bu âyinlere vademecum-vadetecum âyinleri adını verdi. Bu âyinlere katılanlar râhibin önünde bir çember oluşturacak şekilde dizilecek, sonra da üzerlerindeki giysileri çıkartarak birbirlerinin en doğal hâllerine tanıklık edecekti. Bu âyinlerde cinsellik unsuruna aslâ yer verilmeyecek, insanoğlunun Cennet’te çıplak olarak yaratıldığı ve mutlak mâsumiyetini kaybetmeden önce çıplak olarak yaşadığı, aynı şekilde dünyâya gelirken de çıplak doğduğumuz ve doğarken sâhip olduğumuz mâsumiyeti korumamız gerektiği temaları da sembolik bir biçimde işlenecekti. Sonraki farklılıklarımızın özümüzde bir değişiklik yaratmadığı/yaratamayacağı apaçık bir biçimde özümsenecekti.. Öte yandan Tizard, Tanrı’ya yapılacak tüm ibâdetlerin de yine çıplak bir biçimde gerçekleşmesi gerektiğine inanıyordu, çünkü çıplaklık Tanrı’nın inâyetine en yakın olduğumuz anlardır; tıpkı doğarken ve ölürken çıplak olduğumuz gibi.. Tıpkı Âdem ile Havvâ’nın Cennet’te, yâni Tanrı’nın huzurunda çıplak oldukları gibi..

 

Ne var ki Vatikan’a göre Tizard büyük bir sapkınlık içindeydi. Evinin mahzen katında düzenlediği âyinlerde müritleriyle cinsel ilişkiye girdiği dedikoduları kulaktan kulağa yayılmaya başlayınca sonunda Vatikan, Tizard hakkında soruşturma başlattı ve engizisyon mahkemesi karârıyla aforoz edilerek sürgüne yollandı. Veritas odium parit!.. Bir süre Pâris’te yaşamış, ama sürekli olarak öldürülme tehdîdi almış. Daha sonra Berlin’e, oradan da Yorkshire’a gelmiş ve St. Simeon Kilisesinde kendi cemaatini kurmuş. Kısa zamanda Yorkshire’da geniş bir mürit kitlesi toplamış ve öğretisinin temel esaslarını ve bu âyinlerin ilke ve kurallarını anlattığı bir eser yazmış, eserinin adı Hıristiyanlığın Özü ve Naturalizm Öğretisi. Bana bu kitabın kopyalarından birini Başpiskopos Baldwin bizzat kendisi hediye etmişti. Yıllardır okumaktan sonsuz bir keyif aldığım tek kitap da budur zâten.. Edward’ın da sesi o kadar güzel ve Latinceye o kadar yakışıyor ki bu kitabı ne zaman onun sesinden dinlesem deyim yerindeyse mest oluyorum..

 

Tizard aynı zamanda da önemli bir dilbilginiydi ve Latincenin en eski dialektlerini araştırıyordu. Eski Yunanca üzerine de uzun yıllar çalışmış. Latincenin en eski dialektleri de Eski Yunancadan devşirme birçok kelimeyle doludur zâten.. Tizard, İznik Konsülünde kabûl edilen İncillerin, Kilise tarafından tahrif edildiğine inanıyor, kayıp İncilleri bulmaya çalışıyordu. Birgün Başpiskopos Baldwin bana Tizard’ın bu çalışmaları sırasında Meryem Ana İncilini bulduğunu söylemişti. Bunu neden yayınlamadığını veya kendi eserinde bundan neden bahsetmediğini sorduğumda ise Tizard’ın Anglikan Kilisesini kızdıracak ve Naturalistlerin sürülmesine neden olabilecek birşey yapmak istemediğini söylemişti. Bunda o sıralar Yahudi cemaatine karşı uygulanan baskılar da önemli bir etken olmuş olabilir..

 

Bizim inancımıza göre Tizard’ın tüm görüşlerinin temeli bu İncil. Ancak ne yazık ki bu İncilin nerede olduğu bugün de bilinmiyor. Fakat St. Simeon Kilisesinde bir yerlerde saklı olduğuna inanıyoruz.. Tizard’ın kitabının girişinde şunlar yazıyor ve tarikatımızın kabûlü şudur ki bu satırlar Meryem Ana İnciline âit:

 

Noa credo in estaristanomera unum sedet risstistas kurstamer. Ess arististomes niss esnistomestusa postustanistos invisibilium. Ess esnistoniko per quem kalamer factus. Poentiomera nostram dalanistas toia supramer. Noa ess dikasno ver iustitia omnibus alatikanomeratianitas toia nostasturnaem. Amorus infinitum ess essistas kuiaks ille kustas. Ess postissartoia rerum concordia discors supramer in caelum. Toia ess flagranti niss magnum opus amnis. Nankiakias ess nankaias aere perennius. Etiam qui procedit filium apostolicam.

 

Ben hiçbir zaman aileden birileriyle bu meseleleri tartışmadım/tartışamadım.. Özellikle de babam ve halama karşı hep saygıyla karışık bir korku ve çekingenlikle yaklaştım, ilk gençlik yıllarımdan îtîbâren onların gözünde belki iyi değil ama iyi olmaya çalışan bir Katolik gibi göründüm hep.. Bu, ilk gençlik yıllarımda benim için doğal bir zorunluluktu, çünkü beni St. William’s College’dan ve Başpiskopos Baldwin’den ayırma tehlikesi önümde dikili duruyordu. Ancak ben aradan yıllar geçmiş olmasına karşın kendimde bu cesâreti hâlâ görebilmiş değilim..

 

Düşünüyorum da ne maddî bağlarım var onlara karşı ne de mânevî bağlarım.. Yâni ailemin benimle görüşmeyi reddetmesi beni ne maddî yönden etkileyecektir ne de mânevî yönden. Benim iki ailem vardı, bunlardan birini Lagaş kazıları sırasında kaybettim, diğer ailem ise Naturalist kardeşlerimin oluşturduğu ailem ve ben onlarla birlikte fazlasıyla mutluyum.. Öte yandan bir de biyolojik ailem var ki ben bu aileden bir tek kız kardeşim Jane’ye derin bağlar taşıyorum, bu hep böyle olmuştur, hep böyle olacaktır da.. Ancak demem o ki ben biyolojik aileme karşı hiçbir zaman böyle bir mücâdeleye girişmedim. Hattâ doğdum doğalı Katoliklerin hemen tüm önemli günlerinde; bayram ve yortu kutlamalarında hep bu ailemin yanında oldum, tıpkı bir Katolikmişim gibi tüm âyinlere onlarla birlikte katıldım.. Tanrım.. Sevgili karım Selmâ’yla bu çelişkiyi sık sık tartışmak zorunda kalırdık. Ailem Katolik olduğu için Selmâ’yı kabûllenmeleri hiç kolay olmamıştı. Kız kardeşim Jane ise eşine az rastlanır bir olgunlukla meseleye yaklaşmış, ailesine karşı çıkarak, onların sevgisini kaybetmeyi göze alarak bizim yanımızda yer almıştı. Yâni kız kardeşim Jane düşünceleri için mücâdele etmede benden çok daha cesur davranmıştı, hattâ hep öyle davranmıştır da.. Ben bu cesâreti hiçbir zaman gösteremedim.. Tanrım.. Selmâ kendisini yalnız bırakarak bu törenlere katılmama veya kendisine karşı ailemi tercih ediyormuşum gibi bir durumun ortaya çıkmasına değil, benim bu korkaklığıma, bu cesâretsizliğime kızardı hep. Tanrım.. Sevgili karım Selmâ o kadar haklıydı ki beni üzmemek için kendini yiyip bitirir, söyleyeceklerini çoğu zaman içinde saklar, beni incitmekten özenle sakınırdı. Ben ise maalesef üzerimdeki tüm baskı ve yükün altında ezilir, çoğu zaman düşüncesizce hareket ederek etrâfıma korku saçardım.. Tanrım.. Bu fevrî davranışlarımın Selmâ’yı ne kadar üzdüğünün farkındaydım, hâlâ da kendimi affedebilmiş değilim zâten.. Tanrım..

 

İnsan hayâtında önemli değişim ve dönüşümler yaşadığında bunun bilgisini ailesine veremiyorsa, bunlar uğruna ailesini karşısına alamıyorsa bunun nedeni nedir acabâ? Maddî ve mânevî bağların zedelenmemesi ihtiyâcı önemli bir neden, ancak benim durumumda olan kişiler için durum çok farklı.. İşte, kendi hayâtıma ilişkin kafamı kurcalayan, tâ öteden beri doğru düzgün bir cevap veremediğim sorulardan biri.. Eğer kendimi kandırmaya yeltenecek olsaydım buna türlü nedenler uydurur, kendimi de bunlara inandırırdım. Ama benim için hiçbir şey kendime karşı samîmiyetimi kaybetmemden daha büyük bir sorun değildir. Bu samîmiyeti hiç kaybetmedim, Tanrı’ya şükürler olsun ve bundan sonra da kaybetmek istemem. Ama kendimi hiçbir zaman ne tam bir Naturalist olarak gördüm ne de tam bir Katolik olmayı düşündüm.. Yâni ben hep bir uç ile öteki uç arasında gidip geldim ve hâlâ bunun nedenlerini bulamadım, gerçi bulmuş olsaydım bile bunu kendime söyleyebilir miydim, bu cesâreti gösterebilir miydim, bunu da bilmiyorum..

 

Tanrım.. Neler yazıyorum ben böyle.. Yok yok.. Belki de yazmayı bıraksam iyi olacak.. Kendimle yüzleşmekten kaçmak için değil, bunlar gerçekten de benim düşüncelerim mi, bunları gerçekten de ben mi yazdım, bunlar gerçekten de bana mı âit, yoksa görünmek istediğim ben’e mi bürünüverdim? Bunu seçemiyorum.. Tanrım.. Avrupa’da Romantizm moda olduğundan beri bu tür çelişkiler, bireyin içini sarıp onu yiyip bitiren iç çelişkiler fetiş hâline geldi/getirildi, belki de kendimi bu günlükte böyle bir kahramâna büründürmeye çalışıyorumdur.. Tanrım.. Belki de bireyi bu iç çelişkilerin kurbânı olarak gören ve gösteren Romantizm ben buna ne kadar karşı çıksam da zihnimi esir almıştır.. Tanrım.. Ya da bu iç çelişkilerime böyle süslü lâflarla güzel bir kılıf geçirmeye çalışıyorumdur.. Tanrım..

 

...

 

Off, kafam karmakarışık.. Belki de şu hayatta doğru düzgün bir “kahraman” olmayı başaramamanın verdiği eziklikle yazıyor, bu tek kişilik romanımda kendimi böyle bir “kahraman” olarak sunuyorumdur kendime..

 

Off, bunları ayırt edemiyorum.. Tanrım.. Belki de bu günlüğü denize atsam iyi olacak..

 

...

 

Nedeni ne olursa olsun bir Naturalist olmak ya da böyle olduğumu hissetmek bana yaşam enerjisi veriyor, kendimi bu dünyânın içinde bir yerlere âit hissediyorum. Ve bu âidiyet bana insânî ölçütlerle düşündüğümde Katolikliğin verdiği âidiyetlik duygusundan çok daha yüksek bir değerde görünüyor.. Yapacak önemli ve büyük işlerim olduğuna inanmak, bunları yapabilecek cesâreti kendimde bulamasam bile buna inanmak, beni hayâta bağlıyor. Tanrım..

 

...

 

Ben hiçbir zaman ne babam ne de halam tarafından takdir edilmemişimdir, hattâ küçükken kilise korosunda babam beni takdir etisin diye ilâhîleri diğer çocuklardan daha kısa zamanda ezberlediğimi, ama yine de babamın takdîrine mazhar olamadığımı hatırlarım.. Küçük bir çocuktum daha.. Ben de her çocuk gibi takdir edilmek; büyüklerimin saçlarımı okşadığını, beni sevip bağırlarına bastıklarını, bana değer verdiklerini görmek istemişimdir. Bunu hak edebilmek için daha ne yapmam gerekirdi, bu eğer hak edilmesi gereken birşey ise tabiî.. Oysa ki insan olmak, bu ailenin bir ferdi olmak yetmez miydi..

 

Babamın çocuklarıyla olan mesâfesini korumaya çalışmasını anlayabiliyorum, ama ben bu ilâhîleri diğer çocuklardan daha hızlı ezberlerken beni değil de onları takdir etmesini, onların saçlarını okşayıp onlara aferinler yağdırırken benim neler yaşayabileceğimi düşünememesini anlayamıyorum, hiçbir zaman da anlayamayacağım sanırım.. Tanrım.. Ben sınavlardan düşük notlar alsam da yüksek notlar alsam da dâimâ Başpiskopos Baldwin’in ilgisine, sevgisine, şefkatine mazhar oldum.. Evet, benim biyolojik babam olmasa da gerçek babam ondan başkası değildir..

 

Tanrım.. Sen beni merhametinden aslâ eksik bırakma.. Sen bana da senin yolunda ömür tüketenlerin, son nefeslerinde bile bundan aslâ vazgeçmeyenlerin güçlü, cesur ve kararlı irâdelerinden bağışla.. Ve en önemlisi: olduğum ben ile diğer ben’lerim arasındaki farkı/farkları anlayabilecek bir içgörü zenginliği bağışla..

 

Korkarım ki bu günlükte kendime bir başka ben yaratma tehlikesi altındayım ve böyle giderse yakında ben bile kendimi tanıyamayacağım ve daha da kötüsü: kendime karşı samîmiyetimi yitirip yitirmediğimi böyle giderse hiçbir zaman tartamayacağım.. Tanrım.. Sen benim duâlarımı karşılıksız bırakma..

 

23 Nîsan 1885

 

*

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bugün öğleden önce Estaca de Vares Burnuna vardık ve akşama kadar Finisterre’de kaldık.. Akşam yemeğinde biraraya geldiğimizde gün içinde yaptıklarımızı konuştuk.. Max ile Dennis gemide kalmış. Harold, Normon, Stuart ve Evans sâhilde denize girmiş. Gelis, Harry ve David limanın eğlence salonundan dışarı adım atmamış. Clark, John, Ulrich, Ginn ve Paul limana gelen yolcuların cinsel ihtiyaçlarını karşılayan bir otelde vakit geçirmiş. James, Miles, Carlo ve Nick açık havada gezinti yapmış. Geary ve Stephen, Finisterre’nin eski bir şatosunda incelemeler yapmış. Moses ve Daniel, Finisterre Sinagogunda âyinlere katılmış. Aleksander, George, Anthony ve Nagel kentin eski sokaklarını dolaşarak sahaflardan çeşitli kitaplar toplamış..

 

Ben ve Edward, Finisterre Müzesi’ni ziyâret ettik. Burada Roma döneminden kalma çok sayıda eser sergileniyor. Müze müdürü Theodor Ayres de bizden.. Benim Theodor’la tanışmam öğrencilik yıllarıma dayanıyor. Edward da onun adını çok duymuş, ama hiç tanışma fırsatı olmamış.. Theodor bizi çok iyi ağırladı. Akşam saat sekiz sularına kadar Theodor’la birlikteydik. Sonra da limana döndük..

 

Theodor da müze müdürü olmasını Başpiskopos Baldwin’e borçlu. Tarikatımızın gelişebilmesi için müzeler bizim ilgi odağımız. Biz çıplaklığı normâl bulan kültürlere karşı doğal bir ilgi duyuyoruz. Bu kültürler hakkındaki araştırmalarımız için müzeler bulunmaz hazîne. Tarikatımız şu an Avrupa’da ve Orta Afrika’da çok sayıda müzeyi denetimi altında tutuyor. Maalesef British Museum’u ele geçiremedik. Ama orada da günbegün nüfûzumuz artıyor..

 

Theodor’la Başpiskopos Baldwin hakkında epeyce konuştuk.. Başpiskopos Baldwin gençliğini Afrika’da geçirdi. Afrikalı kardeşlerimizin Hıristiyanlaştırılmasında kendisinin çok büyük katkıları oldu. İlk olarak Cezâyir’e geldiğinde henüz yirmi sekiz yaşındaydı. Cezâyir o dönemler çok sayıda kabîleden oluşan dağınık bir eyâletti, Osmanlı Devleti’nin eyâletlerinden biri.. Bu kabîlelerin Müslümanlığa fazlasıyla bağlı olduğunu anlayınca büyük bir umutsuzluğa düşmüş. Cezâyirliler o dönemler Osmanlı Devleti’nin siyâsî egemenliğinden son derece memnunmuş, eyâlet yönetimi de misyonerlere göz açtırmıyormuş. (Neyse ki şimdilerde bu böyle değil!..) Başpiskopos Baldwin, Cezâyirlileri Osmanlı idâresine karşı ayaklandırmayı ve merkezî idârenin buradaki gücünü zayıflatmayı denedi. Bu amaç doğrultusunda gizli bir komita kurdu, komitanın adı Bağımsız Cezâyir Komitası. Ama başarılı olamamış. Büyük bir umutsuzluğa düşmüş, hattâ bir dönem papazlığı bırakmayı bile istemiş.. Ama Horatius’a kulak vermiş:

 

Rusticus exspectat, dum defluat amnis at ille

Labitur et labetur in omne volubilis aevum..

 

İşte bu satırlardır Başpiskopos Baldwin’i bizlere kazandıran..

 

Bir süre sonra Orta Afrika’ya inmeye karar vermiş. Bu karârı onun hayâtının dönüm noktalarından biriymiş, bana hep böyle söylerdi.. Burada gördüğü Muhuhuli Kabîlesinin Orta Afrika’nın Hıristiyanlaştırılmasında kilit bir öneme sâhip olduğunu, bu coğrafyanın en eski ve en güçlü kabîlesinin Muhuhulilular olduğunu, onların Hıristiyanlaştırıldığı taktirde tüm Orta Afrika’nın kolaylıkla Hıristiyanlaştırılabileceğini anlamış. Kabîle şefi Muhalihu’yla yakın bir ilişki kurmaya başlamış. Muhuhuli Kabîlesine St. Simeon Kilisesi Misyonerlik Yüksek Heyetinin finanse ettiği çok sayıda süs eşyâsı hediye etmiş ve gönüllerini kazanmış. Zamanla onlara Îsâ Mesih’i ve dînimizi anlatarak sevdirmiş. Muhuhuliluların Hıristiyanlaştırılmasında kimi kabîle inançlarının tarikatımızın inançlarına yakınlığı büyük bir kolaylık sağlamış. Zâten yarı çıplak gezen Afrikalı kardeşlerimiz tarikatımızın mesajlarına yarı açık bir hâldeydi. Başpiskopos Baldwin, Cezâyirlilere dînimizi ve tarikatımızı sevdiremeyişinin nedenini de Müslümanlığın örtünmeye olan aşırı bağlılığıyla açıklar..

 

Suum cuique!..

 

25 Nîsan 1885

 

*

 

Bugün gemideki ilk Pazar Âyinimizi yaptık. Âyini Kaptan Plummer yönetti. Moses ve Daniel ile Gage hâriç tüm ekip ve mürettebat yemek salonunda toplandık.. Kaptan Plummer duvardaki Îsâ Mesih portresi önünde yerini aldı, biz de masayı karşı duvara çekerek önüne sandalyeleri dizdik, toplam üç sıraydık ve en arkada Geary ile Stephen oturuyordu. Üzerlerinde garip bir giysi vardı. Ben Geary ile Stephen’i ilk kez gemide gördüm. Onları hiç tanımıyorum. Uzmanlık alanlarını da bilmiyorum. Gemide pek konuşma fırsatımız da olmadı. Zâten ekipteki diğer elemanlarla da pek konuşmuyorlar, yalnızca birbirleriyle ilgileniyorlar. Kamarada ise Miles’la birlikte kalıyorlar..

 

Ben Miles’ı da ilk kez gemide gördüm. Ama Miles onlar gibi değil. Miles çok genç bir arkeolog. Stajını bizimle birlikte yapıyor. Sorumlusu da James ve Miles’ın böyle kaliteli bir hocası olduğu için çok şanslı olduğuna inanıyorum.. Miles bana Geary ile Stephen’in gece geç saatlerde kalkarak tuhaf birtakım kıyâfetler giyerek kamaradan dışarı çıktıklarını söylemişti. Âyinde giydikleri bu garip kıyâfetler de bunlardan olabilir. Ayrıca günlük kıyâfetleri de birbirlerinin aynısı. Hem gaz lâmbasını da bütün gece boyunca açık tutuyorlarmış.. Flamma fumo est proxima!.. Geary ile Stephen hakkında bâzı kuşkularım var, ama bilmiyorum..

 

Neyse.. Âyin sırasında benim sağımda Edward, solumda da Carlo vardı, biz ilk sırada oturuyorduk. Aslında Edward ile ben bu âyine katılmak istemiyorduk. Tahrif edildiğini bildiğimiz, bizim değerlerimize açıkça aykırı olan bu pasajlara karşı herhangi bir bağlılık hissetmiyorduk. Bizim için bu İnciller yalnızca sıradan bir anı kitabıdır ve bunların kanonik olduğu iddiâsı sofistik bir yanılsamadır.. Ama ben ekibin lîderiydim ve ekip üzerindeki saygınlığımı korumalıydım.. Âyinden sonra Edward’la birlikte kamaramıza döndük. Kapımızı kilitledik ve biz de kendi âyinimizi kendi usûllerimizce yerine getirdik..

 

Kaptan Plummer’in gerçekten de çok güzel bir sesi var. Elinde tuttuğu anı kitaplarından pasajlar okurken insanın ağlayası geliyor doğrusu.. Âyin sırasında kendimi yine Papaz Scarman’ın karşısında hissettim, hattâ çocukluğumun o yıllarından kalma anılarını gözümün önünde canlandırdım.. Eleanor’u, Barbara’yı, George’u, halam Karen’i.. Kendime gelir gibi olduğumda gözümü Carlo’dan alamadım. Carlo kendini tutamamış, ağlamaya başlamıştı.. Carlo gerçekten de çok duygusal bir arkeolog.. İlk gençlik yıllarından beri Batı Anadolu’da kayıp Eros Tapınağını aramış. Şimdi elli sekiz yaşında, ama çok daha genç ve dinç gösteriyor.. Şu Eros Tapınağı aslında bir uydurma mı yoksa gerçekten de böyle bir tapınak var mı, bilmiyorum. Ama bu tapınağı bulmak için adanan bir ömrü gördükçe bunun bir uydurma olmaması için duâ ediyorum..

 

Carlo daha önce Ephesos kazılarında da yer almış ve buraları iyi biliyor. Ama o da bizim kazı bölgesi hakkında daha önce ne birşey okumuş ne de birşey duymuş. İlerleyen yaşına rağmen kazı ekibimizde görevlendirildiği haberini alınca çok sevinmiş. Carlo kayıp Eros Tapınağını bu bölgede bulacağımızdan, bunun Tanrı tarafından kendisine sunulacak bir armağan olacağından emin. Niçin böyle düşündüğünü sorduğumda bana Tanrı’nın geç de olsa tüm duâlara karşılık vereceğine inandığını söylemişti. Ne var ki Carlo bu tapınağın bir uydurma olabileceğini hiç aklına getirmiyor.. Bölgede bu tapınağa ilişkin herhangi bir şey bulamazsak ki bulma ihtimâlimiz pek az, Carlo eminim çok sarsılacak. Onu şimdiden böyle bir olasılığa karşı hazırlamamız lâzım..

 

Gün geçtikçe içimi kaplayan heyecan artıyor.. Bölgede ne bulacağımızı bilmiyorum. Târihî kaynaklarda bölgenin adının geçmeyişi beni hem üzüyor hem de sevindiriyor. Ya sıradan bir mesîre yeriyle karşılaşacağız ya da şimdiye kadar keşfedilmemiş bir kent-devleti bulacağız.. Son üç gündür Dennis’in haritalarını dikkatle inceliyorum. Bu konuyu Dennis’le de tartıştık. Kendisi de bu haberi duyunca pek şaşırmış. Daha önce de bu bölgeye bizzat gitmiş, ama mevsim kış olduğu için sağlıklı bir yüzey incelemesi yapamamış, bu proje onun haritacılık kariyerinde de önemli bir merhale olacak sanırım..

 

Dennis’in haritalarında bu bölgede iki köyün adı geçiyor. Bunlardan birinin adı Cinaslı, diğerinin adı da Cingirli. Bölge oldukça engebeli bir arâzîye sâhip.. Carlo da ödenek yetersizliği nedeniyle Ephesos kazıları sırasında çevre incelemesinin yeteri kadar yapılamadığını söylemişti, o da bu köyleri ilk kez Dennis’ten duymuş.. Cinaslı ve Cingirli köylerinde neyle karşılaşacağımızı bilmiyorum. Ama şahsî kanaatim şudur ki Lordlar Kamarası bu işin içine girmişse muhakkak bir bildiği vardır ve jeo-politik ve jeo-stratejik açıdan önemli bir keşif yapacağımızdan eminler. İşte bunu düşündükçe içimi kaplayan heyecan da giderek artıyor..

 

...

 

Ekip çok sessiz. En fazla konuşanlarımız da Gelis ve Harry. Âyin sırasında da sürekli fısıldaşıyorlardı. Bu ikiliyi uzun yıllardır British Museum’dan tanıyorum. Zamânında onlara da tarikatımızdan üstü kapalı bir biçimde bahsetmiştim, ancak onları da tarikatımıza çekmeyi başaramamıştım.. Gelis çok değer verdiğim bir Antikçağ uzmanı. İlgi alanı da Grek medeniyeti. Öğrenimini İtâlya’da tamamlamış, o da daha önce Ephesos kazılarında yer almış.. Carlo için o da endişeleniyor. Carlo’yla daha önce Ephesos kazıları sırasında şu kayıp Eros Tapınağı meselesini epeyce tartışmışlar. Gelis’e göre Carlo hayâtı boyunca dişe tırnağa dokunur bir arkeolojik başarıya imzâ atamadığı için kendini bununla avutuyor ve kendi başarısızlıklarını haklı çıkartmaya çalışıyor..

 

Ben Carlo’nun nasıl bir arkeolog olduğunu bilmiyorum, ama târih ve mitoloji bilgisi ile târihsel coğrafya bilgisine güveniyorum. Eğer Eros Tapınağı gibi bir tapınaktan bahsediyorsa bunun kendince haklı nedenleri de kuşkusuz vardır, ancak Carlo’nun bu tapınak hakkındaki sözlerin doğru olmama olasılığını hesâba katmayışı kaygı verici.. Gelis sanırım biraz haksızlık yapıyor. Quod tibi non vis fieri!.. Bence her arkeoloğun ille de önemli bir arkeolojik bulguyu ortaya çıkarma zorunluluğu yok ve bu bir arkeoloğun başarılı olup olmadığının ölçüsü olamaz. Eminim Carlo da Ephesos kazıları sırasında bu bilgilerini ortaya koymuş ve getirdiği yorumlarla kazıların seyrini etkilemiştir. Bence bir arkeoloğun başarısının ölçüsü de getirdiği yorumların isâbetine göre ölçülmeli. Ben Carlo’ya güveniyorum.. Şu Eros Tapınağı hakkındaki saplantısı da bir tür meslek hastalığı sanırım. Bâzen biz arkeologlar bâzı nesneleri veya olguları fetiş hâline getirebiliyoruz.. Bunun bir tedâvîsi var mı yok mu, bilmiyorum. Ama dilerim Carlo daha fazla acı çekmez..

 

Bütün bunlar bir tarafa, ekipte bunca değerli Grekolog varken Lordlar Kamarasının niçin beni ekibin başına getirdiğine hâlâ bir anlam veremedim doğrusu. Bu konuda Lord Chodorow’dan da birşeyler öğrenemedim.. Başpiskopos Baldwin bana bu bölgede yaşayan kavmin Sümerlerle akraba olabileceğini veya Sümer medeniyetinden önemli izler taşıyabileceğini söylemişti. Eğer bu böyleyse benim Sümeroloji bilgilerime güvenmiş olmalılar, dilerim onları hayâl kırıklığına uğratmam.. Pekî ama kendileri bu kavmin Sümerlerle ilgisini nasıl kurmuş olabilir? İşte buna aklım ermiyor.. Sanırım benden birşeyleri gizliyorlar.. Lord Chodorow benim ağzımın ne kadar sıkı olduğunu bilir bilmesine ama, eğer bu projeden onun da özel birtakım beklentileri varsa bana bu konuda tüm bildiklerini anlatmak istememiş olması da muhtemeldir.. Ubi dubium ibi libertas!.. Belki sikkeler de bana söylendiğinin aksine I. Theodosius dönemine âit değil, çok daha eskilere âittir. Zâten Sümerlerin M.Ö. 1950’lerde bu bölgeye doğru göç ettiklerini tahmin ediyoruz, ama henüz elimizde yeterli bir kanıt yok. Lagaş kazıları sırasında Rubert Pilkington’la bu göç meselesini çok tartışmıştık. Kral Urgakina’nın sarayındaki analda bulduğumuz bir tablette M.Ö. 1950’lere ve 1935’lere târihli iki nüfus sayımının sonucu yazılmış, nüfusun üçte bir oranında, yâni bin yüz altmış kadar azaldığı kaydedilmişti. Bu ya bir göç demekti ya da salgın bir hastalık. Aldığımız kemik örneklerinde herhangi bir salgın hastalık belirtisine rastlamamıştık, ama yine de bu göç olayını doğrulayabilecek yeterli bir bulgumuz da yoktu ve bu mesele sürüncemede kalmıştı.. Kazılar sırasında ekipten gizlenen bir buluntu ortaya çıktı mı ve bu buluntu birileri tarafından bu göçü doğrulayacak bir yorumla British Museum’a sunuldu mu, eğer böyle olduysa bu niye ekipten saklandı ve Batı Anadolu’ya Sümerlerin göç etmiş olabileceği sanısının doğrulanması ile Lordlar Kamarası ne elde edebilir? İşte, bunlar aklıma geldikçe içimi kemiren kuşkular beni girdabına çekiyor, adımımı sağlam bir biçimde atabileceğim bir zemînin ayaklarınım altından çekilmekte olduğunu ve buna seyirci kalmak zorunda olduğumu hissediyorum.. Tanrım.. Sen üzerimizden merhametini aslâ eksik etme..

 

...

 

Zamânımın büyük bir bölümünü kamarada Edward’la birlikte geçiriyorum.. Edward’la tanışmam da oldukça eskilere dayanır. Kendisi henüz altı yaşındayken ailesi tarafından Başpiskopos Baldwin’e teslim edilmiş ve bunca zamandır onun yanından hiç ayrılmamış. Başpiskopos Baldwin’e aldığım bu yeni görevden bahsettiğimde bana Edward’ı da yanıma almamı söyledi. Edward’ın kusursuz bir Latincesi var. Başpiskopos Baldwin ona Latinceyi kusursuz bir biçimde öğretmiş. Aynı zamanda Eski Yunancayı ve İbrâniceyi de çok iyi biliyor. Kamarada birlikte geçirdiğimiz zamanlarda bana Latince dersi veriyor, onun sâyesinde kendimi geliştiriyorum. Akşamları da tüm tarikat üyelerinin yaptığı gibi aynı yatakta çıplak bir biçimde birlikte yatıyoruz..

 

Târih boyunca biz Naturalistler cinsel sapkınlıkla suçlandık hep. Oysa ki bizim âyinlerimiz insanlığın evrensel ahlâk kurallarını özümsemesinin en güzel yoludur ve bizim cinsel sapkınlıklarla aslâ işimiz olmaz. Hem üstelik biz de onlar gibi evlenmeden önce gerçekleştirilecek bir cinsel ilişkiye ve eşcinselliğe karşıyız. Ama târih boyunca bizlere karşı her türlü provokasyon yapıldı, pek çok tarikat üyemiz zindanlara kapatıldı.. Bu o kadar öyleydi ki bir dönem Vatikan’ın gücünün göstergesi biz Naturalistler üzerinde kurduğu baskı ve denetimin ölçüsüne bakılarak belirleniyordu, yâni belirli bir dönem içinde ne kadar çok Naturalist aforoz ediliyorsa o dönem içinde Vatikan’ın Hıristiyan ahlâkını korumada o kadar üstün bir başarıya imzâ attığına inanılıyordu.. Biz Vatikan’ın öteki’si hâline gelmiştik ve Vatikan bizi yok etmek için elinden geleni yapıyor, haçlı seferlerinden sonra bozulan mutlak egemenliğini de bu güç gösterisiyle yeniden tesis etmeye çalışıyordu. Bu amaç doğrultusunda, haçlı seferlerinden eli boş dönen Tapınak Şövalyelerini de üzerimize saldı. Kim bilir onları da hangi yalan dolanlarla kandırmıştır!.. O dönemlerde Vatikan bizim için “hoc est ridiculum, hoc est absurdum” direktifini vermişti, bu direktif bugün bile yürürlüktedir. Bu direktif en son 16. yüzyılda “cadılar” için verilmişti.. Yâni Vatikan daha önce “cadılar” hakkında verdiği “itlâf yetkisi”ni şimdi bu Tapınak Şövalyelerine bizim için veriyordu.. Ama tâ öteden beri biz Tapınakçıları da kardeş bildik, onları da sevdik. Onlardan sakınmak için türlü yollara başvurduk, ama aslâ kin tutmadık.. Bana bu konularda Başpiskopos Baldwin çok şey anlattı. Bütün bunlar belleğimde derin bir yer tutuyor, bunları hatırladıkça geçmişte bunca sıkıntıya katlanan Naturalist büyüklerime duyduğum hayranlık da giderek artıyor..

 

...

 

Düşünüyorum da ben hiçbir zaman mücâdeleci bir kişiliğe sâhip olmamışım/olamamışım.. Bir insan birtakım değerler uğruna mücâdele etmede acabâ kendi kişiliğiyle ilgisinde nasıl bir ilişki yaşar.. Yâni bir kimse eğer çekingen bir kimseyse bu onun böyle bir mücâdele vermesine acabâ engel midir.. Bilmiyorum.. Bir de şöyle birşey var: meselâ günlük hayatta bir haksızlığa uğradığını gördüğüm bir kimsenin hemen koşar yanına gider, onunla ilgilenirim, ona bu haksızlığı yapanın karşısına dikilirim.. Ama düşünüyorum da ben şimdiye kadar hiçbir zaman göğsümü gere gere Naturalizmi savunmamışım.. Gerçi bunu Başpiskopos Baldwin bile hiçbir zaman yapmamış, ama onun konumu çok farklı.. Benim konumumdaki bir kimse niçin böyle yapmasın.. Vatikan’dan, Tapınakçılardan korkmak mı.. Hâyır, sanırım gerçek neden bu değil.. Ama kendimi kandırmak isteseydim bu korku sanırım mâkûl bir neden olurdu, belki de iyi olurdu, çünkü bu nedenin belirsiz kalmasındansa bunu belirli birşeye bağlayıp sonra onun üstesinden gelmeye çalışmak sanırım beni hayâta çok daha fazla bağlardı.. Tanrım.. Yakın çevremde karımdan başka hiç kimse benim Naturalist olduğumu bilmiyordu, Selmâ öldükten sonra bunu öğrenen başka biri de çıkmadı. Neden susuyorum ki.. Tanrım..

 

...

 

Hani insan hep birşeyler yapmak ister de “doğru zamân”ı bekler ya.. Belki de bu “doğru zaman” yalnızca bir aldatmacadır.. Belki de kişi şu ya da bu nedenle bunu yapmaktan çekinir, korkar, kendine karşı güvensizlik hisseder veya başka birşey ve kendine bu “doğru zaman” ritini yaratır.. Bilmiyorum.. Eğer böyleyse bu “doğru zamân”ın hiçbir zaman gelmeyeceği ortada.. Belki de “doğru zamân”ın gelmesini beklemeyi seviyoruzdur.. Ya da bunu beklemeye kendimizi hapsedip sonunda onu sevmek zorunda kalıyoruzdur.. Bilmiyorum..

 

Tanrım.. Kafam karmakarışık.. Tâ ilk gençlik yıllarımdan beri bir Naturalistim, ama bugüne kadar Naturalizm adına önemli hemen hiçbir şey yapmadım/yapamadım.. Naturalizmin, tarikatımızın gereklerini yerine getirmek başka, ben bunları kendim için yaptım.. Ama Naturalizm için, tarikatımız için, inandığımız değerler sistemi için hemen hiçbir şey yapmadım/yapamadım.. Yakın çevremde bu değerler sisteminin değerine dâir üstü kapalı îmâlar, benzetmeler, bunu övücü söylemler.. Bunlar beni hiçbir zaman için bu görevi karşılamış saymaz ki.. Bunu biliyorum..

 

...

 

Bütün bunlar şimdi durup dururken nereden mi aklıma geldi.. Pazar Âyinine olan tutumum hakkında yaptığım vicdan muhasebesi nedeniyle aklıma geldi.. Benim bu tutumum neye benziyor diye düşününce karar verdim ki yalnızca toplumsal prestij için Müslümanların mübârek ayı olan Ramazan ayında oruç tutup yılın geri kalan on bir ayında Müslümanlıkla alâkası olmayan davranışlar sergileyen bir Osmanlıya benziyor.. Cemaat içindeki yerini korumak.. Ekip üzerindeki saygınlığımı korumak.. Tanrım.. Kamarana gidince modern paganlara sövüp say, kamaradan çıkınca onlara düzülen methiyeleri alkışla.. Tanrım..

 

Kafam karmakarışık.. Bu tutumumun kendime karşı güvenimin ve hattâ inançlarıma dâir olası bir bozunmanın sıradan bir kamufle aracı olup olmadığını tartamıyorum.. Tanrım.. Eğer kişiliğimdeki birtakım yetersizlikler nedeniyle değilse Naturalizm için hemen hiçbir önemli şeye imzâ atamamışsam bunun nedeni ne.. Kendisini kan tutan bir kimse şüphesiz ki hekim olamaz, hekimlik yapamaz.. Kişideki bu noksanlık onu bu işten alıkoyar. Ancak bir kimse inançları için birşey yapamıyorsa bu örnek onu anlamada ne kadar elverişli.. Tanrım.. Kafamın içinde kazanlar kaynıyor.. Sen bana huzur ver..

 

26 Nîsan 1885

 

*

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.