Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

William Crosner'in Günlüğü I. Bölüm


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Asyalı ve Afrikalı aydınlar

Batının kültür ve medeniyetini tanıyıp

bunun ne kadar değersiz olduğunu anlamadıkça,

yâni oryantalizmin aptallık hipnozuna son verilmedikçe

emperyalizm bu coğrafyalardan aslâ silinemez..

 

 

Okur’a Not:

 

Elinizde tutmuş olduğunuz bu günlük son altı aydır İngiliz kamuoyunu fazlasıyla meşgûl eden William Crosner cinâyetini aydınlatmada belki de en sağlam delil. Bildiğiniz gibi William Crosner, 12 Mayıs 1885 Salı günü Edward Trowler, Athenagoras Minorites ve Roger Mildred’la birlikte Osmanlı Devleti’nin İzmir kentine bağlı Cinaslı Köyü girişinde hâince düzenlenen bir saldırıda hayâtını kaybetti ve Hükümetimiz bölgede âsâyişi sağlamak ve İzmir-Aydın Demiryolu Projesini tamamlamak üzere Osmanlı idâresinin izniyle bölgeye asker gönderdi, kısa bir süre sonra bölgede çıkan ayaklanmalar sonucu da sayıları bini aşkın Türk ve beş yüzden fazla Rum hayâtını kaybetti. Aldığımız haberlere göre bölgede sıcak çatışmalar hâlen devâm etmekte, Osmanlı Devleti bölgeyi İngiliz askerlerine emânet etmekte. İşte tüm bu olayların başlangıcı William Crosner ve arkadaşlarının ve Roger Mildred’ın öldürülmesi olayıdır. Elinizde tutmuş olduğunuz bu günlük bu olayın nedenlerini anlamamızda eşi bulunmaz bir hazînedir. Fazla söze gerek yok, bu günlükte yazanlar tüm bunları açık bir biçimde ortaya koyuyor zâten.

 

Bu günlüğün elime nasıl ulaştığına gelince: bölgedeki çatışmaları tâkip etmek üzere olaydan bir hafta sonra The Times tarafından görevlendirildim. O sıralar Atina’da görevliydim, derhâl bölgeye intikâl ettim. Kazı ekibi henüz Konsolosluktaydı, ben geldikten iki hafta sonra da Birleşik Krallığa geri döndüler. Bana bu günlüğü kazı ekibinden Dennis Ennew verdi. Ona bunu nereden ve nasıl ele geçirdiğini sordum, bana bunun cevâbını verdi, ancak bunu kamuoyuna anlatmamam üzere ona söz verdim. Dennis Ennew’e verdiğim söze sâdık kalacağım.

 

Son olarak belirtmek istediğim önemli birşey var: William Crosner bu günlüğün aslâ yayınlanmamasını istiyordu, yaşasaydı eminim bu günlüğü imhâ ederdi. Ne var ki burada Crosner’in yazdıkları târihsel bir değere sâhip ve gerek Birleşik Krallıktaki gerek Avrupa’daki gerekse Ortadoğu’daki güç ilişkilerine ışık tutuyor ve bizlere nasıl bir dünyânın içinde yaşamakta olduğumuzu ve yetkililerin bizi nasıl ve niçin kandırmakta olduğunu apaçık bir biçimde gösteriyor. Burada William Crosner’in özel hayâtına ilişkin pek çok şey var, ben bunları aslında metinden çıkartmayı düşünüyordum, ama Dennis Ennew bana bunu yapmamam gerektiğini söyledi; gerçekten de William Crosner yazmayı düşündüğü kitabını belki hiç yazamadı, ama bu günlük o kitabın yerini fazlasıyla tutacak gibi görüyor. İşte bu nedenle Dennis Ennew’in önerisi doğrultusunda metne hiçbir müdahâlede bulunmadım.

 

Arthur Kasarda

The Times Ortadoğu Temsilcisi

16 Aralık 1885

Bermondsey/Londra

 

*

 

Ben William Crosner. British Museum’da yirmi yılı aşkın bir süredir görev yapıyorum. 14 Nîsan 1885 Salı günü Lordlar Kamarasının talebi üzerine British Museum tarafından özel bir göreve atandım. Hâlen Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde bulunan Ephesos antik kentinin yaklaşık 2 kilometre kuzeyinde yeni bulunan kalıntıları incelemekle görevlendirildim. Kazı ekibimde yirmi beş arkeolog ve iki tercüman var. Tüm masraflarımız Lordlar Kamarası tarafından karşılanacak. Yolculuk için sâdece dört günüm var. 19 Nîsan Pazar günü Birleşik Krallıktan gemiyle ayrılacağız ve Akdeniz üzerinden Ephesos’a varacağız. Çalışmalarımızı en geç bir yıl içinde tamamlamamız isteniyor. Gelişmeleri haftalık raporlarla British Museum’a bildirmemiz bekleniyor..

 

Lordlar Kamarasının ve British Museum’un aslında tam olarak neyin peşinde olduğunu bilmiyorum. Ama uzun zamandır müze arşivinde paslanmıştım, burası benim residuumum olmuştu. Doğrusu bu görev benim yeniden doğuşum olacak.. Katıldığım son kazı Lagaş kazılarıydı. Ekipte Rubert Pilkington, Kenneth Ouchi ve Arthur Talcott olmak üzere çok sayıda değerli Sümerolog vardı ve onlardan çok şey öğrenmiştim. Lagaş’ta Sümer medeniyetini anlamamızı sağlayacak çok sayıda tablet bulmuş ve bunları British Museum’a götürmüştük. Sümercemi bu tabletlerle geliştirmiştim..

 

Bundan bir ay kadar önce, bölgede yaşayan bir köylü çok sayıda sikke bulmuş ve eski eserlere meraklı bir konsolos yetkilisine bunları satmak istemiş. Yetkili bunları incelenmesi için derhâl British Museum’a göndermiş. Sikkeler I. Theodosius dönemine, yâni M.S. 4. yüzyıla âitmiş. Konsolos yetkilisi köylüye bu sikkeleri nereden bulduğunu sormuş ve onunla birlikte bölgeye gitmişler. Yetkili kısa bir yüzey incelemesi sonucu bölgede eski bir antik kentin kalıntılarını görmüş ve British Museum’u durumdan haberdâr etmiş. İşte ben ve ekibim bu kalıntıları inceleyeceğiz. Tanrı bana ve ekibime yardımcı olsun..

 

...

 

Ben aslında günlük tutmayı beceremem. Edebiyatla aram da zâten pek iyi sayılmaz.. Tuttuğum son günlük Lagaş kazıları sırasındaydı, ama o daha çok elde ettiğimiz arkeolojik bulgulara, bunlar hakkındaki görüşlerime ve kazı ekibine ilişkin bir tutanak niteliğindeydi. Bu sefer böyle olmasını istemiyorum, ama nasıl olması gerektiğine de doğrusu tam karar veremedim.. Günlük tutmak gerçekten de çok zor bir iş.. Eğer gün gün olup bitenlere ilişkin bir tutanak niteliğinde olmak yerine kişinin yaşadıklarından hareketle kendi iç dünyâsına yolculuk yapmasını sağlayacaksa bu, gerçekten de çok zor bir iş.. Bâzen insan kendine bile îtirâf edemediği tuhaf bir maske takınıveriyor, gerçek duygu ve düşüncelerini gizleyerek ortalama bir insan görünümüne bürünüyor, kendine karşı samîmiyetini yitirerek kendine yabancılaşıyor.. Dilerim bu günlük beni kendime yabancılaştırmaz.. Dilerim bu günlüğü tekrar okuduğumda ‘Bu satırları gerçekten de ben mi yazdım?’ diye düşünmem hiç.. Bu mesele bu günlüğü başkaları okursa şâyet beni şöyle tanısınlar, bu şekilde bilsinler meselesi değil. Hâyır, bunun çok daha ötesinde bir mesele.. İnsan kendini nasıl göstermek isterse öyle gösteriyor zâten, ancak bunu belirleyen toplum, içinde yaşadığı çevre vb. unsurlar oluyor. Ama bir de insan bâzen kendini görmek istediği biçime sokmaya yöneliyor ki benim kastettiğim de bu zâten. İşte bu biçime toplumun, içinde yaşadığı çevrenin vb. etkisi yok. Olduğum ben, olmak istediğim ben, göründüğüm ben.. Bu günlüğü tekrar okuduğumda bu satırlardan bakalım hangi ben bana göz kırpacak..

 

Ben kendimi bildim bileli sosyâl târih, dinler târihi ve felsefe metinleri okumaya bayılırım. Bu metinlerde gördüğüm en önemli ortak özellikler: lâfı dolandırmadan söylerler, gereksiz betimlemelerden özenle sakınırlar, ortaya bir iddiâ koyarlar.. Ne var ki bu metinlerde insan unsuru hep eksik kalır. Hakkında konuşulan târihsel bir olayın aktörlerinin düşünme süreçleri, onları bu olaylara iten nedenlerin kendi iç yaşantılarıyla ilişkisi vb. hep eksik kalır.. İşte bence edebiyat bu boşluğu dolduruyor. Örneğin bir târihçi Caesar’ın niçin öldürüldüğünü ve bu cinâyetin sonuçlarını hem de pek güzel açıklar, ama üvey oğlu Brutus’un babası için ne düşündüğünü, Caesar’a düzenlenen bu entrikaya niçin katıldığını; bu süreç içindeki hissiyâtının ne olduğunu teğet geçer, bunu teğet geçmesi istenir de.. Shakespeare bu boşluğu çok güzel doldurmuş. Ve hattâ Caesar’a ‘Sen de mi Brutus’ diye de bir söz söyletmiş ve bu söz tâ öteden beri moda bir deyim olmuş. Caesar’ın böyle bir söz söyleyip söylemediğini bilmiyoruz, ama Shakespeare’in anlatımıyla Caesar’ın hissiyâtını pek güzel anlıyoruz..

 

Tâ öteden beri ben de Sümerler hakkında bu tür bir “boşluk doldurmaca” yapmak istemişimdir. Gerçi Sümeroloji çalışmaları henüz daha emekleme döneminde ve birgün Sümerlerin kendi edebiyatlarına dâir pek çok şey bulacağımızdan eminim. Belki o zaman buna gerek kalmaz.. Ama çağımız insanının Sümerlerin dünyâsına girebilmesi için böyle birşeyler yazmak lâzım diye düşünüyorum.. Ben yıllardır bunun tasarılarını yaptım, ama bunları yazmaya pek cesâret edemedim.. Arkeolojik bulgular ve târihsel kayıtlar göstermektedir ki modern dünyâda Sümerlere âit pek çok kült birtakım değişim ve dönüşümlere uğrayarak egemen olmuş ve böyle bir çalışma aslında modern dünyânın paganlığını ortaya çıkartmak anlamına gelecek..

 

Başta Shakespeare olmak üzere bizim edebiyatçılarımız arasında bu tür bir “boşluk dordurmaca”ya kalkışanların en önemli hatâsı: Grek paganlığına yeni bir form vererek, bu paganlığı kendi îcatları olan şu “insan doğası” kavramına taşıyarak “modern insan”ın zihnini buna esir etmeleri oldu: Grek paganları doğada ve insan dünyâsında olup biten hemen herşeyi tanrılar arası birtakım ilişkilerle açıklar, insan dünyâsında meydana gelen değişim ve dönüşümleri bu mitik kurgularla anlamlandırmaya çalışırdı. Grek paganlarına göre insan tanrıların kararlarına karşı korunmasız, zavallı ve mutlak itaatkâr bir konumdaydı, Greklerin en meşhur tragedyalarında bu konum tafsîlâtlı bir biçimde gözler önüne serilirdi.. Avrupa’da hümanist hareketle birlikte filologlarımız bu tragedyaları modern dünyâya takdim ettiler ve başta Shakespeare olmak üzere bizim edebiyatçılarımız böyle bir insan anlayışını sâhiplendiler; ancak bu insanı korunmasız, zavallı ve mutlak itaatkâr yapan şey olarak tanrıları değil, kendi îcatları olan şu “insan doğası”nı gösterdiler. Sözde insan bu doğası îtîbârîyle duygularının, bencilliklerinin, şehvet ve arzularının esîri olduğu için(!?) yaşamı boyunca karşılaştığı bütün olumsuzluklar bu doğanın sıkı belirleyiciliği altında şekilleniyordu(!?).. İşte, başta Shakespeare olmak üzere bizim edebiyatçılarımız Greklerin insan anlayışını bu hâle getirerek insanın akıl sâhibi bir varlık olduğu ve yaşamını kontrol edebilme gücüne ve olanağına sâhip olduğu gerçeğine sırt çevirdiler.. Bence edebiyat insana yeni dünyâlar açmalı, bu çarpık “insan doğası” tasarımına meydan okuyarak bu gerçeği apaçık bir biçimde göstermeli.. İşte, benim bu “boşluk doldurmaca”mda dikkat etmem gereken en önemli şey de bu olmalı.. Ben de modern dünyânın paganlığını bu çalışmamda ortaya koyarken bu çarpık tasarımı besleyecek bir tutum içinde olmamalıyım ve edebiyatçılarımızın düştüğü bu yanılgıdan özenle kaçınmalıyım..

 

Tanrım.. Tâ öteden beri bunu gerçekleştirmek için dönem dönem birtakım girişimlerim olmuştur, ama hemen her defâsında cesâretimi kıran birtakım döngülerin içinde bulmuşumdur kendimi.. Ama bugün geldiğim nokta îtîbârîyle bunu yapma zorunluluğunu karşı konulamaz bir biçimde hissediyorum.. Hem üstelik karım ve çocuğumun uğradığı cinâyet aklıma geldikçe modern dünyâya ve onun değerlerine duyduğum öfke de giderek artıyor.. Evet, ben bir edebiyatçı değilim, ama sanırım arkeologların ve târihçilerin teğet geçtiği insan unsurunu gösterebilecek kadar bu işlerden anlarım ve daha da önemlisi: inandığım değerler sistemi gereği bunu yapmalıyım, evet bunu yapmalıyım. Hiç değilse bunu başarabilmeliyim.. İşte, ben sanırım bu günlüğün, ileride yazmayı plânladığım bu kitabımın taslağı olmasına özen göstermeliyim, bunu yaparken kendi iç yaşantılarıma doğru bir yolculuk yapmayı başarabilir miyim, bilmiyorum, gerçi bu yolculuğu yapmayı isteyip istemediğimi de kestiremiyorum.. Bakalım, bunu zaman gösterecek.. Tanrı bana yardım etsin..

 

...

 

İçimde derin boşluklar var.. Benim hiçbir zaman ne doğru düzgün bir aile yaşantım oldu ne işimde sonuna kadar gidebildiğim bir incelemem ne Naturalist kardeşlerimin dışında herşeyimi döküp paylaşabileceğim bir ahbâbım.. İçimde gerçekten de derin boşluklar var.. Ben bu boşlukları genellikle tarikatımızın ritüelleriyle doldurmaya çalışmışımdır, bu bakımdan çıplaklık benim için bir anlamda önemli bir ilâç oldu; bu paylaşım, bu samîmiyet, bu teslîmiyet.. Bundan farklı olarak kimi zaman Fransız edebiyâtına karşı da ilgi duymuşumdur, Fransız romancılar aile temasını bence çok iyi işliyor.. Gerçi edebiyat benim uzmanlık alanım değil, ancak kralın çıplak olduğunu anlamak için terzi olmak gerekmiyor ki.. Okumaktan en çok keyif aldığım Fransız yazar ise Louise Colet’tir. Özellikle de Fleurs du Midi’ye ve Gustave Flaubert’ten ayrıldıktan sonra kaleme aldığı Lui’ye hayrânım.. Bu ayrılığın acısıyla olsa gerek bu romanında Louise Colet sevgiyi, sadâkati, insancıllığı ve özellikle de aile temasını çok güzel işlemiş. Ayrıca La Jeunesse de Mirabeau ve Les Cœurs briés isimli romanları da böyle.. Sonra Jean Passerat’a karşı da yoğun bir ilgi duyarım. Onun da Du premier jour de mai ve J’ai perdu ma tourterelle isimli şiirlerini çok severim..

 

Ben İngiliz edebiyâtında içimdeki boşlukları doldurabilecek hemen hiçbir önemli eser bulamadım. Ne klâsik ne de modern eserler, bunlar beni hiçbir zaman tatmin etmemiştir. Zâten klâsik eserler eski dünyânın paganlığının anıtlaştırıldığı, modern eserler ise bu paganlığın modern bir hâle getirildiği eserler olmanın ötesine de geçememiştir.. Bugün bizim edebiyâtımızın yazıya geçirilmiş bölümünden ilk önemli eser olarak Caedmon’un Yaratılış İlâhîsi gösteriliyor ki bu eser eski dünyânın hemen tüm pagan geleneklerini Tanrı’ya atfediyor, bunları okumak beni çıldırtıyor.. Ben bu eseri ilk defâ St. William’s College’da okumuştum, bizim kütüphânemizde bunun eski bir elyazması vardı. Caedmon’un bu haksız ününün nereden geldiğini çok merak ediyordum ve sonunda anladım ki onu meşhur eden zihniyet eski dünyânın pagan geleneklerini hâlâ yaşatmakta olan modern İngilizlerden başkası değil.. Aynı şekilde Cynewulf’un Havârilerin Kaderi ve Elene isimli eserleri de bu tutumu yansıtıyordu, bana bunları okumamı ise Başpiskopos Baldwin tavsiye etmiş, eski dünyânın pagan geleneklerinin edebiyâtımıza nasıl sızdığını anlamam gerektiğini, İngiliz edebiyâtındaki bu irrasyonelliğin nerelerde ve nasıl başladığını görmem gerektiğini söylemişti.. Biz Anglo-Saksonlar neyse ki edebiyâta pek düşkün değiliz. Eğer düşkün olsaydık bu irrasyonellikleri daha büyük bir fetiş hâline getirir, eski dünyânın pagan gelenekleri üzerine Anglo-Sakson vahşîliğini çok daha ********* bir şekle sokabilirdik.. Gerçi Kral Alfred bunu yapmayı denemiş; Kıtâ Avrupa’daki hemen tüm önemli pagan eserlerini Latinceden İngilizceye çevirtmiş, ancak neyse ki ciddî bir başarıya imzâ atamamış. Daha sonraları tekrar bu işlere soyunan krallar çıkmış ve hattâ öyle sanıyorum ki Britanya’da romansların doğuşunun asıl kaynağı da budur. Meselâ Kral Arthur ve Büyücü Merlin isimli romans bu söylediğimin açık ispatlarından biri. Burada özellikle de Sümer kültlerinden olan kutsal kâse kültü modern paganlığa taşınmış, sözde şu meşhur Kutsal Kâsenin peşinde olan Kral Arthur ve şövalyeleri Anglo-Sakson vahşîliğinin nasıl birşey olduğunu apaçık bir biçimde göstermiş.. Gerek modern paganlık gerekse bu vahşîlik.. Her ikisi de insanı insan olmaktan çıkartmada başlı başına yeterli, ancak bu ikisi birleşince durum çok daha vahim bir hâle geliyor..

 

Ben College’daki ilk yıllarımda daha fazla kitap okurdum, bunların büyük bir bölümünü de romanlar oluştururdu. Gerçekten de Fransız romanları beni daha fazla etkilerdi, ancak maalesef kütüphânemizde bu kitaplara pek yer yoktu, bunların sayısı sınırlıydı, öğrencilere yalnızca genel bir fikir vermek üzere bu kitaplar buraya getirilmişti. Bunun nedenini ancak sonraları anlayabildim, maalesef bizim College da Anglo-Sakson şovenizminin güdümünde belirlenen eğitim ve kültür politikalarına bağlı kalmak zorundaydı ve diğer Collegelar gibi biz de önceliği İngiliz yazarlarına vermeliydik.. Düşünüyorum da Anglo-Sakson şovenizmini bu kitaplarda açık seçik tanımış olmam belki de iyi oldu. Anglo-Saksonlara olan nefretimin nüvesi de sanırım bu kitaplarla oluştu.. Meselâ Roy Walter.. Bu adamın tüm romanlarında baş rolde hep Anglo-Saksonlar bulunur ve bunlar tüm dünyâya güzellikler getirmek nâmına mâsumları katleder.. Söz gelişi St. Charles Katedrali isimli romanı ve baş kahramânı Arthur Parten bunun güzel örneklerinden biri.. Romanda Parten, Katedralin inşâsı için Britanyalı Normonları köleleştiriyor, çıkarttıkları ayaklanma nedeniyle de onları boğdurtarak öldürüyor.. Tanrım.. St. Charles Katedrali işte bu mâsum insanların kanı üzerine kurulmuş ve bunun baş müsebbibi olan Arthur Parten’i Roy Walter büyük bir kahraman, neredeyse Îsâ Mesih’in en yakın dostu gibi gösteriyor.. Roy Walter aklıma gelen ilk yazar.. Anglo-Sakson şovenizminin eserlerinde simgeleştiği başka birçok yazar var, meselâ Martin Rupert, Greg Newman, Gill Sydie, Thomas Sassen, Richard Goffmann, Francis Hall ve daha niceleri.. İşte bu yazarları okudukça, bunları okumak zorunda kaldıkça bir Anglo-Sakson olmaktan dolayı duymuş olduğum utanç bir tokat gibi suratıma çarpmıştır hep..

 

...

 

Dilerim bu günlük birilerinin eline geçmez veya bir şekilde bulunup yayınlanmaz.. Zâten şimdiden, bu kitabı yazdıktan sonra bu günlüğü imhâ etmeye karar verdim. Burada kaçınılmaz olarak biz Naturalistlere ilişkin pek çok sırra ve inandığımız değerler sisteminin esaslarına ilişkin pek çok hakîkate yer vereceğim ve tüm bunlar modern dünyâyı alt üst edecek türden hakîkatler.. Modern dünyâ henüz alt üst edilmeye hazır değil. Eğer hazır olsaydı, bunu çok önce Tizard yapardı. Bugün de hazır değil; Başpiskopos Baldwin bile susuyorsa konuşmak bana düşmez.. Ama modern dünyâyı buna hazırlayabiliriz. İşte, yazmayı düşündüğüm kitap da bu hazırlığı gerçekleştirmeli ve bu günlük de bunun ön notlarından oluşmalı..

 

Facta non verba!..

 

15 Nîsan 1885

 

*

 

Tüm hazırlıklarımız tamam. Büyük gün yârın. Gemimiz Brighton Limanından sabah saat sekizde kalkacak. Manş Denizinden geçip Cebelitârık’a gireceğiz, Sicilya’dan tercümanlarımızdan birini, Athenagoras’ı alıp İzmir’e ulaşacağız. Ekipteki elemanlardan dokuzunu henüz tanıyamadım. Yolculuğumuzun yirmi gün kadar sürmesi plânlanıyor. İzmir’de bizi konsolosluk yetkilileri karşılayacak ve derhâl bölgeye gideceğiz..

 

İçimde garip bir endişe var. Son iki gündür pek iyi uyuyamadım da zâten. Edward yine rahatsızlanmamdan endişe ediyor. Nedenini bilmiyorum.. Sanki kitabı yazmaya başlarsam herşeyin sonu gelecekmiş gibi.. Sanki kitabı yazmak değil de bu kitabı yazacağım güne duyduğum umut beni ayakta tutuyormuş gibi. Hem bana kim inanacak ki..

 

Ama yine de karamsar olmamalıyım, karamsarlığın beni ve zihnimi esir etmesine mâni olmalıyım. Kendime karşı saygımı ve samîmiyetimi de aslâ yitirmemeliyim.. Îsâ Mesih’i ve sözlerini kılavuz edinmeliyim.. Ve bu düşünceyi aklıma hiç getirmemeliyim..

 

Sic transit gloria mundi!..

 

18 Nîsan 1885

 

*

 

Herşey yolunda.. Kaptan Plummer, İrlanda asıllı bir Amerikalı. Sekiz kişilik bir mürettebâtımız var. Yemeklerimiz de güzel. Havalar da güzel. İzmir’e daha kısa zamanda varabileceğimizi düşünüyoruz. Ekipteki elemanlar da kısa zamanda kaynaştı. Aralarında herhangi bir sorun çıkabileceğini zannetmiyorum. Gemide dokuz yolcu kamarası var. Ben Edward’la birlikte kalıyorum..

 

Hayâtımda Edward’ın yeri târif edemeyeceğim biçimde büyük.. Onu tanıdığım ilk günden beri kendisine fazlasıyla bağlandım; o benim dostum, sırdaşım, kardeşim, yoldaşım, kısacası herşeyim oldu. Bu o kadar öyleydi ki Selmâ’yla evlenmem onu epeyce rahatsız etmişti; kendisinden kopacağımı, eskisi kadar sık görüşemeyeceğimizi zannediyordu. Ancak şüphelerinde haksız çıktığını sonunda kendisi de anlamıştı.. Benim Edward’tan kopabilmem, ondan ayrı kalabilmem mümkün değil.. Bu bakımdan bu projede Edward’ın yanımda olması benim için târif olunmaz bir mutluluk..

 

Dışarıdan bakıldığında belki de eşcinsel bir ilgi olarak görülecektir Edward’a duyduğum yakınlık. Şüphesiz ki bizi bilmeyenler, Hıristiyanlığın özü olan Naturalizmi tanımayanlar buna kendilerince mâkûl bir neden de bulacaktır.. Oysa ki bizler duygusal ihtiyaçlarımızı en samîmi biçimde karşılıyoruz, bizler bu ihtiyaçlarımızı karşılamak için olmadık işler yapmıyor, kendi kardeşlerimizle içimizi saran boşlukları kapatıyoruz..

 

Kıtâ Avrupa’da yaklaşık son otuz yıldır eşcinsellik üzerine türlü araştırmalar yapılıyor; eşcinselliğin farklı türleri olduğu, bunlar arasında birtakım derecelerin bulunduğu iddiâ ediliyor. Ancak bu araştırmalar eşcinselliği incelemenin, bunun nedenlerini ve kültürel yansımalarını kurcalamanın ötesinde eşcinselliği normâl göstermenin, onu sıradanlaştırmanın peşinde.. Bizce eşcinsellere uygulanan baskı ve zulümlerin hiçbir haklı nedeni yoktur. Ancak biz de eşcinselliği normâl bulmuyoruz, bunu psikolojik boyutları olan cinsel bir rahatsızlık olarak görüyoruz.. Başta Grekler olmak üzere farklı toplumlarda farklı çağlarda da eşcinselliğe rastlanıyor olması eşcinselliği meşrulaştırmaz ki.. Hem ayrıca dünyâ târihine yön çizmiş önemli şahsiyetlerin eşcinsel olması da eşcinsellerin üstün olduğu tezini temellendiremez ki.. Meselâ İskender.. Makedonya’dan kalkıp tâ Hindistan’a kadar düzenlediği fetihlerle dünyâ târihine ismini yazdırdı, ancak bu veya buna benzer olaylar İskender’in veya başka bir eşcinselin şahsında tüm eşcinsellere atfedilemez ki..

 

Neyse.. Ben gemi yolculuklarını hiç sevmem aslında. Ayaklarım toprağa basmalı benim. Toprak değil midir zâten bir arkeoloğun varlık nedeni.. Bize mezar kazıcısı diyorlar, az buçuk doğru bu. En değerli bilgilerimizi mezarlardan elde ediyoruz. Ama bunda Doğu toplumlarına özgü bir aşağılama da var ve bu biraz rahatsız edici doğrusu.. Sit venia verbo!..

 

Bundan on iki yıl kadar önce Musul’daydım. Yine British Museum’un verdiği bir görev üzerine buraya gelmiştim. Görevim bu kentte Bâbil medeniyetinin izini sürmekti. Ekipte sekiz arkeolog, bir tercüman, üç de özel güvenlik elemanı vardı. Bize bu elemanların bürokratik engelleri aşmak için yanımızda olmasının yararlı olacağı söylenmişti. Ne kadar safmışım o zamanlar!.. Oysa ki asıl maksatları arkeolojik incelemeler görünümü altında petrol aramak için gerekli bürokratik işlemleri yapmak ve İngiliz Petrol Şirketinin bu faaliyetlerini gizlemekmiş. Vitium subreptionis!.. Bunu öğrendiğimde iş işten geçmişti. British Museum’un bizi kullanması doğrusu beni ve tüm ekibi delirtmişti..

 

Musul kazılarından kızgın ve üzgün ayrılmıştım. Selmâ da olmasa yaşadığım hayâl kırıklığını sanırım uzun süre üzerimden atamazdım.. Bu olaydan iki yıl kadar sonra Lagaş kazılarında görevlendirildim. Haberi duyar duymaz ilk işim olayın ardını kurcalamak olmuştu. Bu konuda Lord Chodorow’dan büyük yardımlar görmüştüm, beni bizzat kendisi iknâ etmişti. Ne var ki ben Lagaş’tayken karım Selmâ ve sekiz aylık çocuğum Yusuf hâlâ tam olarak aydınlatılamamış bir cinâyete kurban gitmişti. Quem di diligunt adolescens moritur!.. Ben bunu çok sonra, Birleşik Krallığa döndüğümde öğrenebilmiştim. Bu olayın ardından kendimi arşive kapatmıştım. İşte şimdi yeniden yollardayım..

 

...

 

Karım Selmâ, Tunuslu bir ailedendi. Babası Cabbar, Musul’a tüccarlık yapmak için gelmiş, işleri büyütünce de buraya yerleşmişlerdi. Selmâ’yla Büyükelçiliğin bir dâvetinde tanışmıştım. Pulchrum est paucorum hominum!.. Sonradan ilişkimiz derinleşmiş, kısa bir süre sonra da evlenmeye karar vermiştik. Selmâ’nın ailesi bu evliliği onaylamamıştı. Musul’dan ayrılırken onu da yanımda götürmüştüm. Ailesiyle bir daha hiç görüşememişti. Londra’ya varır varmaz da evlenmiştik.. Evliliğimiz hem Hıristiyan hem de Müslüman usûllerine göre olmuştu. Dînî konularda her ne kadar ayrı düşsek de bu farklılıklar bizim için hiçbir zaman bir tartışma konusu olmamıştı. Hattâ benim Naturalist olmam bile onun için önemli değildi. Biz birbirimizi olduğumuz gibi kabûl etmiş, değiştirmeye çalışmamıştık..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Selmâ’dan önce ve sonra hiçbir ilişkim olmadı. Selmâ benim herşeyim olmuştu. Onun yerini doldurabilecek birini aramaya da kalkışmadım hiç. Bence her aşk sonsuz aşktır, her aşk sonsuza kadar sürmelidir. İnsan birkez âşık oldu mu bu aşkı sonsuza kadar korumalıdır.. Evlenirken hayâtım boyunca Selmâ’ya sâdık kalacağıma söz vermiştim. O öldükten sonra değişen ne ki!? Ona olan aşkım mı bitti!? Yok yok.. Bence her aşk sonsuz aşktır, her aşk sonsuza kadar sürmelidir.. Onla veya onsuz..

 

Tanrım.. Üzerimde yılların yorgunluğu var.. Ben hayâtım boyunca kendimi bırakabileceğim şefkat dolu bir kucak aradım hep. Bunu Selmâ’da en yoğun biçimde bulmuştum da.. Onu kaybettikten sonra târif olunmaz bir boşluğa düştüm.. Bence baba olmak da dünyânın en güzel, en yaşanmaya değer duygusu.. Yusuf’umu kucağıma aldığımda bütün sorunlarımı unutuyor, onun o şirin gözlerinde mâsumiyeti tadarak kendimi sonsuzluğa bırakıyordum.. Sonsuz bir mâsumiyet.. Benim huzurlu ve mutlu bir çocukluğum olmadı. Hoş ilk gençlik yıllarımda da pek farklı değildim.. Başpiskopos Baldwin de olmasa sanırım babalık nedir hiç öğrenemezdim.. Gerçekten de Başpiskopos Baldwin’de ben hep baba şefkati gördüm.. İlk zamanlar bunun eğitimimin bir parçası olduğuna, ailelerinden uzak kalan öğrencilerin her birine aynı ilgiyi gösterdiğine inanırdım, ama zamanla onun da beni öz evlâdı yerine koyduğunu gördüm ve ona karşı hep çok derin bir saygı ve sevgi besledim.. O yıllardan beri Başpiskopos Baldwin benim için hep sihirli lâmbanın cini olmuştur, ne zaman başım sıkışsa kendisine koşup sarıldığım bir cin; belki de daha düzgün bir ifâdeyle: süper baba.. İşte, ben de tam da bu babalık duygusunu yaşarken, kendimi buna alıştırmışken Tanrı, Yusuf’umu benden aldı, yanına da Selmâ’mı koruyucu kıldı.. Değil süper baba olmak, ben normâl bir baba olmayı bile başaramadım; onları tehlikelerden koruyamadım.. Bir baba en temelde ailesine güven vermeli, bunun koşullarını yaratmalı; ben ise bu koşulları hiçbir zaman yaratamadığım gibi bunların olanaklı koşullarını da hep kendi ellerimle ortadan kaldırdım..

 

Tanrım.. Çok vicdan azâbı çekiyorum, ey Ulu Tanrım.. Sen bana merhamet göster, yüreğimin yangınlarını söndür.. Teslîmiyetim ancak sanadır, duâlarımı karşılıksız bırakma ey Ulu Tanrım.. Lagaş kazılarına katılmadan önce onları halamın çiftliğine gönderme konusunda ısrarcı olmadım, Selmâ’yı buna iknâ etmem gerekirken ben bu konuda özensiz davrandım. Tanrım.. Gerçekten de hayâtımın en büyük pişmanlığıdır bu.. Ve en acı olanı..

 

Biricik aşkım Selmâ’dan ne önce ne de sonra hiçbir kadına ilgi duymadım, yeniden bir aile kurmaya da çalışmadım.. Belki de kendimi cezâlandırmak istemişimdir, bilmiyorum.. Yâni en çok istediğim şeyden, sevgi ve şefkat dolu bir aile ortamından kendimi uzak tutarak kendime verebileceğim en büyük cezâyı vermişimdir belki de.. Bundan tam olarak emin değilim, belki de kendimi babalığa lâyık görmediğim içindir bu veya başkalarını da yeniden kendi hayâtıma dâhil edip onlara da aynı şeyleri yaşatmak istemeyişimden kaynaklanıyordu bu. Bilmiyorum..

 

Seni çok özledim Selmâ..

 

Ve seni de Yusuf’um..

 

...

 

Düşünüyorum da şu hayatta insanın başına herşey gelebiliyor.. Ölümler, yaralanmalar, kazâlar, suikastlar, iftirâlar.. Asıl önemli olan bunları hiç yaşamamış olmak değil, bunlardan kaçmak için tüm olanakları seferber etmek de değil, bence asıl önemli olan: bunlarla karşılaştığında kişinin yine de sâhip olduğu değerler sistemini taşıyabilmesi ve başını dik tutmayı başarabilmesi.. Bu bakımdan Afrika’nın bilmemne kabîlesinde yaşayan bir yamyam ile Londra’nın gettolarından birinde yaşayan bir Pâkistanlı arasında ben bir fark görmüyorum.. Göreli olarak daha “geri” bir hayat yaşayabilir ve bu nedenle bu tür olumsuzluklardan göreli olarak biraz daha uzak kalmış olabilir insan. Ama onun hayâta karşı asıl duruşu bu gibi olaylar karşısında belli olacaktır şüphesiz.. Bence devletlerin hayâtı da böyle.. Bismarck, III. Napolyon’u esir etti diye Fransızlar için dünyânın sonu gelmedi.. Pekî ya insan böyle bir olumsuzluk karşısında inandığı değerler sistemini sorgulamaya açarsa.. Bilemiyorum.. Eğer insan başına gelen bu tür olayların bu değerler sisteminden kaynaklandığını düşünüyorsa ki çoğu zaman bu böyledir de, o zaman bu sistemi bir tarafa bırakıp bırakmamak arasında çok büyük bir çelişki yaşıyor.. Ben Selmâ ve Yusuf’un haberini alır almaz kendimi böyle bir çelişkinin içinde buldum.. Ama sonunda inandığım değerler sistemi baskın çıktı ve hayâtımı yeniden bir Naturalist olarak sürdürmeye devâm ettim. Ancak şu mesele içimde hep bir soru işâreti olarak kalmıştır: acabâ yeni bir hayâtı, yeni bir değerler sistemini taşımanın ağırlığı altında ezilmemek için mi bunu yaptım.. İşte, bunu tâ o zamandan beri cevaplayamadım, kimseyle de tartışmaya cesâret edemedim..

 

Tanrım.. Başpiskopos Baldwin bunları duysa kim bilir, belki de benden utanırdı.. Tanrım.. Biz Naturalistler için aramızda sır saklamamak; herşeyimizi, ama istisnâsız herşeyimizi birbirimizle paylaşmamız esastır, fakat ben bu sırrımı ne Başpiskopos Baldwin’le ne de Edward’la paylaştım.. Tanrım.. Sen beni Kıyâmet Günü onlara karşı mahcup etme..

 

...

 

Gerçekten de insan yazdıkça kendini tanıyor.. Kendini olduğu gibi, toplumunu, kültürünü, insanlığı.. Kalemimden dökülen bu satırlar belli ki daha önce zihnimin bir köşesine yerleştirdiğim, ama çeşitli nedenlerden dolayı üzerini örttüğüm düşüncelerim.. Şimdi kendimi daha mâsum hissediyorum sanki.. Kendime yaptığım îtiraflar beni günâhlarımdan kurtarmıyor şüphesiz. Ya da bu biz Naturalistlere özgü bir günâh çıkartma ritüeli değil aslâ.. Ancak demem o ki şimdi kendimi daha iyi hissediyorum..

 

Tanrım.. Şüphesiz ki günâhları bağışlamak da bağışlamamak da senin irâden altındadır.. Şüphesiz ki dilediğini affeder, dilediğini günâhlarından dolayı hesâba çekersin.. Tanrım, sen beni hesâba çekilenlerden biri yapma.. Tanrım, sen benim yaşadığım iç çelişkilerden dolayı beni sorgulama.. İçinde bulunduğum ruh hâli sağlıklı düşünebilmemi engelliyor.. Kendimi dev bir senfoni orkestrasının önüne çıkmış, ama yenik, ama başarısız, ama acemî bir şef gibi hissediyorum.. En ufak bir yanlışım tüm orkestranın ********* bir kakofoniye imzâ atmasına neden olabilir. Tanrım.. Tüm hareketlerimde ölçülü olmalıyım, aslâ şüphe uyandıracak bir fiil içine girmemeliyim.. Tanrım.. Kendimi o kadar baskı altında hissediyorum ki bu baskılara bir karşı çıkış olarak fevrî hareket etmekten ve bir çuval inciri berbat etmekten korkuyorum.. Tanrım.. Merhametine sığındım, sen bana yardım et..

 

20 Nîsan 1885

 

*

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.