Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Kapitalist Sistem İçinde Hümanist Etiğin Rolü Üzerine I - II


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Efendim Etik Üzerine ve Akademik Felsefenin Sefâleti isimli yazılarım hakkında bir süredir yoğun bir mail yağmuruna tutuluyorum. Öğrencisinden polisine birtakım sivil toplum örgütü yöneticilerinden avukatlara varıncaya kadar toplumun pek çok kesiminden mailler alıyorum. Bu maillerin ortak noktası: kapitalist sistem içinde hümanist etiğin rolü hakkında eleştiriler ve analizler içermeleri. Bu mailleri yazan tüm dostlara en içten duygularımla birkez daha teşekkür ediyorum.

 

Ben bu yazıda sizlerden gelen görüşlerden birkaçını kamuoyuyla paylaşmak ve bu meseleleri tartışmaya devâm etmek istiyorum. Ama öncelikle bir iki noktada kısa bir hatırlatma yapmamda fayda var:

 

İmdi efendim Etik Üzerine isimli yazımda zamânımızın moda kavramlarından bir tânesinin de etik olduğunu söylemiş ve etik’in aslında çoğu defâlar yanlış kullanıldığına dikkat çekmiştim. Hattâ bir kısım etikçilerin bile etik’i yanlış kullandığına deyinerek Etik ile etikler arasında bir ayrım yapılması gerektiğini savunmuştum. Böyle bir ayrım yapmayan hümanist etikçilerin de bir Felsefe disiplini olarak Etik’i; yâni eylemin ne olduğunu ve eylemleri içersinde insanı kavramaya çalışan bir Felsefe disiplini olarak Etik’i belirli bir etik dizgesine indirgediğini serimleyerek bunun yanlışlığını ortaya koymuştum. Ne var ki hümanist etikçiler Etik’i belirli bir değerlilik tasarımı hâline getirerek ona birtakım spesifik amaçlarla belirli bir misyon yüklemişlerdi. Bu amaçlardan en önemlileri de şunlardı: mevcut statükonun olumlanması ihtiyâcı, otoritenin yüklediği ödevlerin yerine getirilmesi kaygısı, zamânın modasına uymak gerektiği saplantısı, yapılıp edilenlerin şu ya da bu şekilde haklı çıkartılmaya çalışılması, uluslararası çevrelerde îtîbâr görme ihtiyâcı ve kimi filozoflara sırt yaslama ezberciliği. İmdi Akademik Felsefenin Sefâleti isimli yazımda da serimlediğim gibi bu amaçlar doğrultusunda hareket eden hümanist etikçiler belirli köşe başlarına oraları kendilerine birilerinin hediye etmesi netîcesinde geliyor, emperyalistlerin ve siyonistlerin talep ve beklentileri doğrultusunda ortaya attıkları bir insan modelinin; etik kişi modelinin benimsenmesi için sürekli bir propagandaya kalkışıyordu. Hâl böyle olunca bugün îtîbârîyle felsefe yapıldığı sanılan pek çok kurumda aslında hakîki anlamda felsefe yapılmasına engel olunuyor, görev yapmakta oldukları akademileri kendi şahsî mülkleri olarak gören hümanist etikçiler borularının öttüğü bu akademilerde tüm işleri ahbap çavuş ilişkileri içinde götürüyor, etraflarına iyi örgütlenmiş bir mürit kadrosu toplayarak sürekli bir beyin yıkama faaliyeti içine giriyor ve Felsefe’den beklenen görevlerin karşılanamamasına neden oluyordu.

 

İşte burada özetinin özetini sunduğum bu iki yazı sizlerden yoğun bir ilgi gördü ve hümanist etiğin kapitalist sistem içindeki rolü hakkında yaptığınız eleştiri ve analizlerinizi bana ileterek beni yoğun bir mail yağmuruna tuttunuz. Aşağıda bu maillerden birkaçını kamuoyuyla paylaşacağım ve bu meseleleri tartışmaya devâm edeceğim.

 

*

 

Efendim aldığım maillerden birinde Mehmet Bey şunları yazıyor, okuyorum, iyi dinleyin: “(…) bir süredir yazılarınızı yakından tâkip ediyorum. “Akademik Felsefenin Sefâleti” isimli yazınız beni gerçekten de çok etkiledi. (…) Gerçekten de millî devletin ölümü hakkındaki söylem bir süredir devâmlı kabûl ettirilmeye çalışılıyor. Ama bence aslında devletin öldüğü falan yok. Devletin millî olması; millî çıkarlar için hareket etmesi gerektiği düşüncesi öldürülmek isteniyor. Bunun nedeninin de şu olduğuna inanıyorum. Kapitalist sistemin devlete müthiş bir gereksinimi var. Bu sistem içinde uluslararası petrol şirketleri bir ülkeye gelip oraya çöreklenince oralarda kurdukları fabrikaların alt yapı hizmetleri, ürünlerini satabilecekleri pazarların inşâsı, bu pazarların bakımı, yollarının yapılması, güvenlik gereksinmelerinin karşılanması ve daha birçok ihtiyaçlarını en iyi yoldan gidermek için devlete ihtiyaç duyuyor. Ancak millî devlet; millî çıkarlar için hareket eden devlet değildir onların ihtiyaç duyduğu devlet. Bu bakımdan millî devletin ölümü değil; millî devletin içindeki millî birlik ve berâberliğin ölmesidir onların işine gelen. Bence bu millî birlik ve berâberliğin yok edilmesi işiyle ilgilenmek üzere hümanist etikçiler kullanılıyor. Yazınızda da çok doğru bir biçimde analiz ettiğiniz gibi birilerine birtakım kürsüler hediye ediliyor ve onlar “borularının öttüğü akademilerde” millî birlik ve berâberlikten kendilerini soyutlamış insanlar yetiştiriyorlar. Bu kişilerin kendi kişisel egoları ve hırsları kapitalist sistem içinde özellikle de bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çok derin sıkıntılara yol açacak. Hümanist etikçiler Batı emperyalizmine çanak tuttukça akademiler de birer nifak yuvası hâline geliyor. Bu gibi konuları çok doğru bir biçimde analiz ederek bunları bizlerle paylaştığınız için size teşekkürlerimi sunuyorum.”

 

Bir başka mail de Kezban Hanım’dan, o da şöyle yazıyor, okuyorum, iyi dinleyin: “Hümanist etik hakkındaki değerlendirmelerinizi son derece isâbetli buluyorum. Kapitalist sistem içinde bu etikçiler felsefeyi bir üst-yapı kurumu hâline getirdiler. Özellikle de “insan hakları” hakkında ortaya koydukları insan haklarının bir üst-yapı kurumu olarak kabûl edilmesi gerektiğini en açık biçimde belgeliyor. Kültürel haklarla ilgili olarak yaptıkları çalışmalarda ülkemizin etnik yapısı içinde birtakım bölücü çevrelerin ekmeklerine yağ sürüyorlar. Kapitalist sistem ülkemizi içeriden yıkmaya çalışırken onlara en büyük desteği de bu hümanist etikçiler sağlıyor. Unutmayalım ki târihte hiçbir Türk devleti dışarıdan yıkılmamış; her biri düşmanla işbirliği yapanların katkılarıyla yıkılmıştı. Yaptığınız değerlendirmeler gerçekten de çok yerinde. Hümanist etikçilere karşı açtığınız bu savaşım için sizi tebrik ediyorum.”

 

Sevgili Ozan ise şunları yazıyor, okuyorum, iyi dinleyin: ““Etik Üzerine” isimli yazınız beni çok etkiledi. Ben (...) Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde birinci sınıf öğrencisiyim ve bizim derslerin ekseni de insan hakları ve etik üzerine kurulu. Bizim bölümde de birileri köşe başlarını tutmuş ve sürekli olarak Batı emperyalizminin işine gelen fikirlerin propagandasını yapıyor. Söyledikleri şeyleri eleştirecek olsam sen ne anlarsın bu işlerden demeye getiriyorlar. “Akademik Felsefenin Sefâleti” isimli yazınızda da çok doğru bir biçimde analiz ettiğiniz gibi şu günlerde felsefe yapıldığı zannedilen yerlerde gerçek anlamda felsefe yapmaya mâni olunmakta. Kamuoyunun dikkatini bu konuya çektiğiniz için size kendi adıma ve arkadaşlarım adına teşekkürlerimi iletiyorum.”

 

Sevgili Burak’ın maili ise şu şekilde, okuyorum, iyi dinleyin: “Ben (...) Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde üçüncü sınıf öğrencisiyim. “Etik Üzerine” isimli yazınızda okuduklarım ile bana burada öğretilenler birbirini tutmuyor. Aslında ben de sizin gibi düşünüyorum ve günümüzde hümanist etikçilerin insanı kutsal ineğe dönüştürdüğüne inanıyorum. Emperyalist devletlerin gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelere birtakım uluslararası belgelerle yağdırdıkları ev ödevlerinin gerçek amacını görmeyi engelleyen hümanist etikçiler beni de felsefeye küfrettirme noktasına getirdi. Bu etikçiler bâzı yetkilileri göreve çağırırken yazınızda da belirttiğiniz gibi uluslararası çevrelerde îtîbâr görme amacıyla hareket ediyor. Ortada samîmiyetsizliği aşan çok ciddî sorunlar var. Meselâ bu etikçiler türban sorununu bir insan hakları sorunu olarak görmeye hiç yanaşmıyor. Çünkü türban sorununun siyâsî doğası gereği bâzı çevrelerin kendilerine sağladığı desteği kaybetmekten endişe ediyorlar; kendilerine hediye edilen kürsüleri kaybetmekten korkuyorlar. “Akademik Felsefenin Sefâleti” isimli yazınızda akademik felsefenin tüm sıkıntılarını çok doğru bir biçimde analiz etmişsiniz, sizi yürekten tebrik ediyor ve çalışmalarınızda başarılar diliyorum.”

 

Sevgili Nazlı ise şöyle yazıyor, okuyorum, iyi dinleyin: “Ben (...) Üniversitesi Felsefe Bölümü üçüncü sınıf öğrencisiyim. “Akademik Felsefenin Sefâleti” isimli yazınızı ilk okuduğumda sanki bizim okulda olup bitenleri anlatıyorsunuz diye düşündüm. Sorun yalnızca bizim okulla kalsa önemli değil; bununla baş edebilmek mümkün. Ama görebildiğim kadarıyla sorun genel bir sistem sorunu ve bu sorunu aşmaya çalışmak konusunda sizin kadar iyimser değilim. Belki de değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabûl etmek en iyisi.”

 

Neriman Hanım da şöyle yazıyor, okuyorum, iyi dinleyin: “Bana sorarsanız hümanist etikçiler “evrensel normlar”a vurgu yaptıkça millî kültürün dejenere olmasına neden olmaktalar. Millî değerlerden uzaklaşıp Batılı değerlere dayalı bir yaşam sürdürmemizi istiyorlar. Bence bu etikçiler birileri tarafından kullanılıyor. Bu birileri geçmişte azınlık okulları açarak emperyalizme hizmet etmişti. Şimdilerde ise birçok dil kursunda bu birileri kendi kültürlerine özenen insanlar yetiştirmek istiyor. Bu kurslara akıtılan paralarla ya da kendi ülkelerine düzenlenen gezilerle insanlarımızın ceplerinin boşaltılması ileride olabileceklerin yanında çok küçük şeyler. Kendi kültürüne yabancılaştırılanlar birileri tarafından kullanılacaktır. Hümanist etikçiler bunların belki farkında belki de farkında değil. Ama yol açmakta oldukları tehlikelerin farkında olmamız gerekir. Bu tehlikeler konusunda kamuoyunu uyarmaya çalışmanız nedeniyle sizi tebrik ediyorum.”

 

Kemâl Bey’in maili ise şu şekilde, okuyorum, iyi dinleyin: “Ben emekli bir polis memuruyum. Şu günlerde polis teşkilâtının içine düştüğü durumdan son derece müteessirim. Hümanist etikçiler polisi iş yapamaz bir hâle getirmeye çalışmaktan bir an olsun bile yılmıyorlar. Çeşitli kânun tasarılarının hazırlanması sırasında, çeşitli tartışma programlarında, çeşitli dergi ve gazete yazılarında, verdikleri sözüm ona insan hakları dersleri aracılığıyla polisin elinin kolunun bağlı kalmasına ve suçla mücâdele ederken sürekli olarak bir kafa karışıklığı yaşamasına neden oluyorlar. Evlâdım bence bunlar devlet otoritesini zayıflatma ve suçu özendirme yoluyla değişik coğrafyalarda değişik çatışmalar çıkartarak silâh satışlarını arttırmak isteyen silâh tüccarlarının bir buluşu. Hümanist etikçiler yaptıkları işlerle insan haklarına ilişkin olumlu şeyler başardıklarını zannetseler de uzun vâdede bunlar insan haklarına ilişkin çok daha felâket bir tablo yaratacak. Bu etikçiler silâh tüccarlarının ekmeğine yağ sürüyorlar. Bu etikçilerin (...).”

 

*

 

Daha birçok mail aldım sizlerden; ne var ki burada hepsini aktaramayacağım. Tüm bu mailleri temele aldığımda kapitalist sitem içinde hümanist etiğin rolünü şu başlıklar altında derleyip toplamayı uygun görüyorum: a) millî devlet içinde millî birlik ve berâberliği bozmaya çalışarak devleti kapitalist sistemin uşağı hâline getirmek, B) devleti oluşturan millet içinde yer alan çeşitli azınlıkların kültürel haklarını bahane ederek milleti parçalamak, c) kapitalizmin kendi geleceği ve güvenliği açısından ortaya koyduğu birtakım söylemleri haklı çıkartmaya çalışmak yoluyla insanları bunları kabûl etmeye zorlamak, d) insanları değiştiremeyecekleri(!?) şeyleri kabûl etmeye zorlayarak bu şekilde daha iyi bir yaşam sürdüreceklerine inandırmak, e) millî kültürü dejenere ederek önce kültür emperyalizmine, sonra da diğer emperyalizm türlerine çanak tutmak ve f) emperyalizme (ve daha birçok şeye) karşı milletini korumak durumunda olan devletin kolluk güçlerinin iş yapamaz bir hâle getirilmesine zemin hazırlamak.

 

*

 

Efendim nice kavramlar vardır ki onların arkasına saklanılarak nice kötülükler şirin gösterilmeye çalışılmamış olsun. ‘Özgürlük şunu gerektiriyor’, ‘demokrasi bunu gerektiriyor’, ‘laiklik şunu gerektiriyor’, ‘çağdaşlık bunu gerektiriyor’ … diyerek türümüzün hem kendi üyelerine hem de doğaya yapmadığı zulüm, vermediği zarar kalmadı. Böyle bir tablo karşısında şöyle bir yol ayrımıyla kalakalıyoruz: ya bu tür kavramların içinin boş olduğunu; her isteyenin istediği biçimde bunları kullanabileceğini kabûl edeceğiz ya da bunların nesnel bir biçimde ve hiçbir spesifik amaç gözetmeksizin ne olduklarını dillendirip, bunları anlamsızlaştıranlara karşı savaşım vereceğiz. Ben ikincisinden yanayım. Bu kavramların (da) aslında anlamları vardır ve bu anlamlar bir kez bulunup ortaya konacak olursa bunlara dayanılarak yapıldığı iddiâsı taşıyan; fakat gerçekte birtakım zulümleri ve zararları şirin gösterme amacına hizmet etmekten başka bir şey olmayan tüm işlere ve bu işleri sürdürenlere mâni olma olanağına sâhip olacağız. Ne var ki yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu yana moda olan post-modernizmin plüralist yaklaşımının estirdiği fırtına böyle bir olanağın görülmesine mâni olmakta. Bunu göremeyenler ilk yol üzerinden yürüyüp tam da bu çevrelerin ekmeğine yağ sürüyor, küplerini doldurmalarına destek vermiş oluyor. İmdi post-modernizme göre bir kavramı içeriklendirme çalışmalarından hiçbiri bir diğerinden doğru değildir; bu çalışmalar değer bakımından bir ve aynıdır. Ne var ki bu iddiâ safsatadan başka bir şey değildir. Ancak asıl sorun bu safsatanın kendisinden değil; buna inanılarak bu tür kavramların şirinleştirme amaçlı kullanılmasına mâni olunamayacağının düşünülmesinden kaynaklanıyor. Zamânımızın nice aydını(!?) bunu kavrayamıyor.

 

Tartıştığımız konuya geri dönelim: yakın bir dönemden bu yana insan hakları kavramı hakkında gerçekten de dehşet verici bir durum var. İnsan hakları kavramına ilişkin çeşitli içeriklendirme çalışmaları yapılıyor ve bu çalışmalar önceki yazılarımda tartıştığım ve yukarıda da kabaca deyindiğim bâzı spesifik amaçlar doğrultusunda şekillendiriliyor. Diğer içeriklendirme çalışmaları (şimdilik) bir tarafa, ben bu yazıda sizlerden gelen mailler doğrultusunda kapitalist sistem içinde hümanist etiğin rolünü tartışacak olmam nedeniyle hümanist etiğin insan hakları kavramına ilişkin yaptığı içeriklendirme çalışmasını analiz etmek ve bu analiz ışığında kapitalist sistem içindeki rolünü irdelemek, bu irdeleme çerçevesinde de yukarıda altı başlıkta toparladığım bu rolü tartışmak istiyorum:

 

*

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Efendim hümanist etiğe göre insan hakları öncelikle belirli bir düşüncedir; bâzı insanların insanlık târihine getirdiği bir düşünce. Bu düşünceye göre tüm insanlar salt insan olduklarından dolayı belirli olanaklara; yâni insansal olanaklara sâhiptir. Bu olanaklar nedeniyle belirli bir muameleyi hak ederler ve kendileri de ancak bu türden muamelelerde bulunmalıdır. Bu muameleler insansal olanakların kişilerce gerçekleştirilmesini sağlayan muamelelerdir.

 

Bu görüşe iki îtirâzım var: birinci îtirâzım: insan türünün her bir üyesi bu olanaklara sâhip değildir. İmdi burada sâhip olmama durumu şu ya da bu insansal olanağa sâhip olmama durumu olarak anlaşılmamalı; hiçbir insansal olanağa sâhip olmama olarak anlaşılmalı. Bu tür kişilere en iyi örnek olarak sanırım psikopatlar gösterilebilir. Ama hümanist etikçilere bakarsak psikopatlar da insan türünün bir üyesi olduğu için(!?) onların da birtakım insansal olanaklara sâhip olduğunu görmemiz gerekir(!?). Ne var ki onlara bâzı fırsatlar verildiğinde neler yapabileceklerini gördüğümüzde hümanist etikçilerin nasıl yanıldıklarını da görmemiz gecikmez. Söz gelişi hümanist etikçilere göre Hitler de insansal olanaklara sâhip; bu bakımdan insan haklarının öznesidir. Ama onun türümüze yaptığı zulüm bu kişinin hiçbir insansal olanağa sâhip olmadığını görmemizi gerektiriyor. Hümanist etikçiler bu gerçekleri görmeyi engelliyor.

Hümanist etik insansal olanaklara örnek olarak söz gelişi sanatta, bilimde, felsefede ve bunun gibi insan başarılarında; bunlardan birinde, birkaçında ya da hepsinde yeni bir değer yaratmayı gösteriyor. Eğer bu tür olanaklara; birine, birkaçına ya da hepsine birden türümüzün her bir üyesi sâhip olmuş ve bunları gerçekleştirmiş olsaydı dünyâ hiç bugünkü gibi bir yer olur muydu? Düşünsenize: insan türünün her bir üyesi sanatçı, bilimadamı, filozof veya bunlardan birkaçı ya da hepsi birden olmuş ve yeni değerler yaratmış. Ne müthiş bir dünyâ olurdu. Ama bu bir ütopyadır. İnsan türünün her bir üyesi insansal olanaklara sâhip değildir. Eğer türümüzün bütün üyeleri bu olanaklara sâhip olduklarından dolayı insan haklarının öznesi olacaksa bu, insan haklarının evrensel (yâni türün her bir üyesi için geçerli) olmadığının ispatından başka nedir ki!..

 

Ancak bana şöyle bir karşı çıkış yapılabilir: bu olanakları tüm insanlar gerçekleştirmeyebilir ve bunları yalnızca belirli insanlar gerçekleştirecek olsa da bu olanaklar türümüzün olanakları olduğundan dolayı türümüzün her bir üyesi bunlara sâhiptir; ama gerçekleştirebilmiş değildir. İmdi bu karşı çıkış da boş bir lakırdıdır. Nitekim eğer bu olanaklar türümüzün her bir üyesi tarafından gerçekleştirilemiyorsa bunların gerçekten de türümüzün her bir üyesinde var olduğu sonucunu nasıl ediniyoruz? Ancak bunların türümüzün her bir üyesinde olmadığını doğrulamamız için yalnızca Hitler’in yapıp ettiklerine bakmamız (bile) yeterli. Fakat olduğunu iddiâ etmek hem de bunu hümanizm gibi değer yüklü bir kelimenin sâhip olduğu elektrikle temellendirmeye çalışmak anlamsızdır. Dolayısıyla bu karşı çıkış da aslında boş bir lakırdıdır. Bu lakırdıya inananlar (da) insanın değişmeden kalan bir yapısının da olduğunu göremiyor; insanı sürekli kendini yenileyen bir canlı gibi ele alıyor.

 

İkinci îtirâzım: insansal olanaklara sâhip olanların bu olanakları gerçekleştirebilmeleri de herşeyden önce benim antropolojik yeterlilik dediğim belirli bir yeterliliğe sâhip olmayı gerektirir; bu olanakları gerçekleştirenlerin antropolojik yeterlilik taşıdığını görmemiz gerekir. İmdi şöyle düşünelim: doğuştan sağır, kör, dilsiz, felçli ve hiçbir biçimde düzelme imkânına sâhip olmayan bir insan olsun. Biz de hümanist etikçiler gibi, bir an için olsun, bu insanın da türümüzün bir üyesi olmasından dolayı insansal olanaklara sâhip olduğunu düşünelim. Ne var ki bu insan bu olanakları gerçekleştirmek için gerekli bulunan hiçbir antropolojik yeterliliğe sâhip değildir. Ancak bu noktada şöyle bir yanlış anlama ortaya çıkmasın diye şunu belirteyim: imdi benim antropolojik yeterlilik derken kastettiğim şey: belirli bir olanağın gerçekleştirilmesini olanaklı kılan yeterliliktir, her bir insansal olanağın gerçekleştirilmesi için gerekli bulunan antropolojik yeterlilik de farklıdır. Bu bakımdan örneğin vücudunun belirli bir bölümünde belirli bir sorun yaşayan bir engelli eğer ilgili insansal olanağı gerçekleştirme bakımından herhangi bir soruna sâhip değilse o olanağı gerçekleştirebilmesi için gerekli bulunan antropolojik yeterliliğe sâhiptir. Ancak şurası kesindir ki doğuştan sağır, kör, dilsiz, felçli ve hiçbir biçimde düzelme imkânına sâhip olmayan bir insan herhangi bir insansal olanağın yerine getirilmesi için gerekli bulunan herhangi bir antropolojik yeterliliğe kesinlikle sâhip değildir. Aslında bana sorarsanız bu kişinin insansal olanaklara sâhip olup olmadığı hakkında konuşamayız (ilk îtirâzımı hatırlayınız); fakat diyelim ki bu kişinin de insansal olanakları var. Pekî bu durumda bu kişinin insan haklarının öznesi olarak görmesi gereken muamele konusunda bir sorunla karşılaşıldığında; söz gelişi bu kişiye bir işkence yapıldığında, bu muameleye engel olmak isteyen bir hümanist etikçi ne gibi bir karşı çıkışta bulunabilir? Başka durumlarda; yâni örneğin belirli bir antropolojik yeterlilik taşıyan ve insansal olanaklardan birine ya da birkaçına sâhip olduğuna inanılan bir kişinin işkenceyle karşılaşması durumunda şunu der: ‘o kişinin birtakım insansal olanakları var ve bunları gerçekleştirebilmesi için işkenceden uzak tutulması gerek.’ Pekî herhangi bir antropolojik yeterliliğe sâhip olmayan bir kişi hakkında ne söylenebilir? İmdi bu kişi sanat mı yapabilir, bilim mi yapabilir, felsefe mi yapabilir veya başka bir şey mi? Şu durumda bu kişiye işkence yapmak yanlış değildir gibi bir sonuç mu çıkartacağız? Efendim gördüğünüz gibi hümanist etiğin bunlara verecek bir cevâbı yoktur. Hümanist etiğin bu içeriklendirme çalışması gördüğünüz gibi birçok paradoks yaratıyor. Ne var ki bu çalışmanın mutlak hakîkat olduğu dayatması ise beni çıldırtıyor. Öte yandan bunların kapitalist sistem içinde ne gibi bir rolü olduğuna baktığımızda ise ana hatlarıyla şunları görüyoruz:

 

Hümanist etikçilere göre insan hakları salt insan olmaktan dolayı sâhip olunan haklardır ve bu hakların evrenselliği vardır, bu evrensellik bu hakların türümüzün her bir üyesi için geçerli birtakım istemler dile getirmesinden gelir. Bu haklar evrensel olduklarından dolayı tüm devletlerin de bunları koruması, gerçekleştirmesi ve geliştirmesi gerekir. Ne var ki bana sorarsanız bu haklardan ufak bir bölümü hâriç (yâni yaşama hakkı, kişi dokunulmazlığı hakkı vb. gibi ufak bir bölümü hâriç) geri kalanların hiçbiri için evrensellik yoktur. İmdi bunu daha iyi serimleyebilmem için hümanist etiğin yaptığı haklar sınıflandırmasına biraz daha yakından bakmamız gerekecek:

 

Hümanist etik hakları taşıyıcılarına bakarak iki guruba ayırır, bunlar: kişi hakları ve grup hakları. Bunlardan kişi haklarına insan hakları der ve bunları niteliklerine bakarak temel haklar ve yurttaşlık hakları olmak üzere iki gruba ayırır. Temel hakları da korunma yollarına göre doğrudan korunan haklar ve dolaylı yoldan korunan haklar olmak üzere iki gruba ayırır. İmdi doğrudan korunan haklar örneğin yaşama hakkı, kişi dokunulmazlığı hakkı gibi haklardır. Dolaylı yoldan korunan haklar ise bu hakların gerçekleşmesini sağlayan ön koşullara ilişkin talepleri dile getirir. Örneğin eğitim hakkı, çalışma hakkı, sağlık hakkı gibi haklar bu grupta yer alır. Yurttaşlık hakları ise bir devletin yurttaşı olmaktan dolayı sâhip olunan haklardır. Örneğin ekonomik haklar, sosyâl haklar ve siyâsal haklar bu grupta yer alır. İmdi hümanist etiğe göre temel haklar herkese aynı biçimde davranmayı talep eder. Yurttaşlık hakları ise bir devlet içinde tüm yurttaşları eşit gören haklardır. Bu haklar aynı zamanda da dolaylı yoldan korunan hakların çerçevesini çizer. Ancak farklı devletlerin bunlara çizecek olduğu sınırların farklı olması nedeniyle dolaylı yoldan korunan hakların sınırlarının da farklı çizilecek olması durumu aslında temel hakların herkese aynı biçimde davranmayı talep etmesi durumuyla çelişkili bir durum yaratır; yâni temel hakların bir kısmının aslında sınırlarının nesnel olarak belirlenemeyeceği ortaya çıkmış olur ki bu da hümanist etiğin insan hakları kavramını içeriklendirme çalışmasının bir başka paradoksudur. Bu paradoksun biraz daha temeline indiğimizde ise şunları görüyoruz:

 

İmdi hümanist etikçiler diyor ki: ‘yurttaşlık haklarının sınırlarını devletler çizer. Bu haklar da dolaylı yoldan korunan hakların sınırlarını belirler.’ Pekî o zaman neden birtakım uluslararası belgeler aracılığıyla yurttaşlık haklarına ilişkin evrensel olma iddiâsı taşıyan belirlemeler yapılıyor? Bu her bir devletin içinde bulunduğu koşulları dikkate alarak kendisinin belirlemesi gereken sınırları neden bu belgeleri kaleme alanlar belirliyor? İmdi hümanist etik bunların evrenselliğini kurtarmaya çalışıyor, gerçekte yapılmak istenen ise şu: bu belgeleri hazırlayanlar bu tür belirlemeler yaparak özellikle de geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin kendi iç işlerine müdahâle etmek ve kendi küplerini en iyi ve en kolay yoldan doldurmak istiyor, bunun için çalışıyor, bunu çok da iyi bir biçimde başarıyor. Bunları yaparken de hümanist etikçileri birer maşa olarak kullanıyor.

 

Efendim biz bu filmi daha önce Tanzîmat’ta da görmüştük, bu film bize hiç de yabancı değil. Azınlıkların haklarını bahane ederek yağdırmadıkları talepler kalmadı. II. Abdülhamid de bu taleplerle baş edebilmenin en iyi yolu olarak Meşrutiyet’i ilân etmeyi buldu; ama bu talepler yine bitmek bilmedi. O dönemlerde Meclîs-i Mebusan’dan öyle yasa teklifleri onay görüyordu ki bu Meclîs’in kimin meclîsi olduğu; hangi millet için çalışıp hangi milletin çıkarlarını korumaya hizmet ettiği belli değildi. Öte yandan bize öğretilen resmî târihte II. Abdülhamid’in demokrasiye karşı pek de iyi niyetli olmadığı yazıyor; ama bunun nedenleri yazmıyor. Bu nedenleri bu bağlam içinde düşünürsek sanırım bunları anlamakta herhangi bir zorlukla karşılaşmayız. Ancak benim asıl anlayamadığım hümanist etikçilerin yaptıkları çalışmalarla “târih tekerrürden ibârettir” görüşünü inatla haklı çıkartmaya çalışmaları ve bunu bu denli büyük de bir ustalıkla başarırken henüz toplumun nitelikli çoğunluğundan yoğun bir karşı çıkışla karşılaşmamış olmalarıdır.

 

Tanzîmat’tan bugüne gelelim: son yarım yüzyıldır bir Avrupa Birliği sevdâsıdır almış başını gidiyor. AB’ye katılım süreci içinde ne dedilerse yaptık. Hümanist etikçiler diyor ki: ‘AB’nin çıkartmamızı istediği yasalar biz AB’ye katılsak da katılmasak da bizim çağdaş bir devlet olmamız için çıkartmamız gereken yasalardır.’ Bu konuyu da uzun uzadıya tartışmak lâzım; ancak bu noktada şu kadarını söyleyeyim ki hümanist etikçiler çağdaşlaşma yaftası altında sürdürdükleri çalışmalarla millî çıkarlarımızdan ödün verilmesine neden olmaktalar ve Felsefe’yi de belirli bir üst-yapı kurumu hâline getirerek bu işlere âlet etmekteler.

 

Bugün hakkında konuşmaya devâm edelim: hümanist etiğin bu evrensellik lakırdıları aslında emperyalistlerin ve siyonistlerin yaptıkları işleri meşru göstermeyi başarmalarına katkı sağlıyor. Hattâ hümanist etikçiler bunu yapsınlar diye birtakım köşe başlarına yerleştiriliyor, işgâl ettikleri akademilerde bu lakırdıların propagandasını yapıyor. Sözde ABD, Irak’a özgürlük ve demokrasi getirecekti. Oysa ki bugün Irak’ta ne özgürlük var ne de demokrasi. Üstelik Irak Devleti diye bir devlet bile yok. Daha Evrensel Bildirgenin; yâni İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin imzâlanmasının hemen ardından Fransızların Cezâyir’de yaptıklarını da aslâ unutmamak lâzım. Hani bu bildirge insan haklarını korumak için kaleme alınmıştı! Şu durumda ya Cezâyir’de yaşayanlar insan değildi(!?) ya da -Sevgili Burak’ın tâbiriyle konuşursak: ortada samîmiyetsizliği aşan çok ciddî sorunlar var. İmdi bugün îtîbârîyle türümüzün yirminci yüzyıldaki en büyük başarılarından biri olarak kabûl edilen Evrensel Bildirge ve daha sonra hazırlanan birtakım sözleşmeler ve antlaşmalar yukarıda serimlediğim bu şirin gösterme işinde aslan payını üstlendi ve üstlenmeye de devâm ediyor. O târihten bu yana hem iç politikada hem de dış politikada emperyalistlerin ve siyonistlerin yaptıkları işleri şirin göstermede hiçbir sorun yaşamamasına eğer türümüzün en büyük başarısı olarak bakılacaksa ben bu başarının gerçekte kimlerin başarısı olduğunun görülemeyişine yanarım ki ne yanarım. Ne var ki hümanist etikçiler bunların görülmesini engelliyor. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de millî politikaların insan hakları temeline oturtulması gerektiğini iddiâ edip bu faaliyetlerle de Felsefe’yi yine emperyalistlerin ve siyonistlerin hizmetine koşuyor. İmdi Mehmet Bey, Kezban Hanım, Neriman Hanım ve Kemâl Bey bu konuda yaptıkları değerli analizlerle bizlere ışık tutuyor. Ben ise bu değerli analizlere ek olarak şunları ortaya koymak istiyorum:

 

İmdi efendim insan hakları kavramı henüz birtakım belirsizlikler taşırken millî politikaların amacı nasıl olur da insan haklarını korumak, gerçekleştirmek ve geliştirmek olur? Ne var ki bu serzeniş “her türlü hak ihlâli yapmak meşrudur” hükmünde anlaşılmamalı; neyin, neden dolayı ve nasıl bir hak olduğu henüz açık bir biçimde ortaya konamamışken millî politikaların oturtulması gerektiği düşünülen temelin ne denli sakat olduğunun görülmesini sağlamalıdır. Ama bu da yetmez. Bir de bunun arkasında yapılmak istenenler analiz edilmelidir:

 

Efendim her millet kendi millî çıkarlarını gözetmek amacıyla iş görsün diye vekillerine yetki verir ve onlar da bu yetkileri doğrultusunda pozitif hukuku belirler/belirlemelidirler. Ne var ki özellikle de bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde pozitif hukukun neye göre belirlendiğine baktığımızda insan hakları ve evrensellik lakırdıları arkasına gizlenen, emperyalistlere ve siyonistlere hizmet eden birtakım ekonomik ve siyâsî tasarrufları görüyoruz. İmdi benim görüşüme göre millî politikaların amacı millî çıkarları korumak, gerçekleştirmek ve geliştirmektir. Bu bakımdan bu çıkarlara zarar veren bir talebi, istemi veya uygulamayı hak olarak kabûl etmek aslâ mümkün değildir. Hümanist etikçileri bıraksak kültürel haklara ilişkin evrensel normlara uyalım diyerek Mîsâk-ı Millî’den ödün vermemizde; söz gelişi Diyarbakır merkezli bir Kürt Devleti kurulmasında etkin bir rol oynayacaklar. Tekrar söylüyorum ve daha çok söyleyeceğim: hümanist etikçiler emperyalistlerin ve siyonistlerin birer maşası olarak iş yapıyor, uluslararası çevrelerde bunlara birtakım imkânlar yağdırılıyor ve bunlar millî çıkarlarımızdan ödün verilmesi için çalışma işini üstleniyor. Bu amaç doğrultusunda çok büyük bir hipnoz gerçekleştirerek hem millî birlik ve berâberliğimizin altını oyuyorlar hem de millî politikalarımızın millî çıkarlarımıza göre değil de emperyalistlerin ve siyonistlerin kendi çıkarlarına göre belirlenmesini sağlamaya çalışıyorlar. Öte yandan aslında sâdece bizde değil; hemen tüm gelişmekte olan ülkelerde de hümanist etikçilerden çok var ve onların üstlendiği veya onlara yüklenen misyon da bizimkilerinkiyle aynı. Dolayısıyla tüm hümanist etikçiler sâdece bizde değil; hemen tüm gelişmekte olan ülkelerde oldukça pirim yapıyor, onlara inanılmaz imkânlar yağdırılıyor. İmdi bunları gördükçe bir felsefeci olmaktan ve onlarla aynı mesleği paylaşmaktan dolayı gerçekten de çok büyük bir hicap duyuyorum.

 

*

 

Efendim bugünkü hümanist etikçiler insanı sevgili Burak’ın da söylediği gibi kutsal inek hâline getirdiler; insanın tapınılacak bir metâ olmasını sağladılar ki bunu da niçin ve nasıl yaptıklarını da önceki yazılarımda da uzun uzadıya tartıştım; ama gördüğüm kadarıyla bunlar yetmemiş: bu yazımın başında aktardığım maillerden farklı olarak aldığım başka bâzı maillerde pek olumlu şeyler yazmıyordu. Bu mailleri gönderen dostlar bu acı gerçekleri görmek istemediklerinden dolayı böyle yazmış olsalar gerek, en azından ben buna inanıyorum. Oysa ki bu acı gerçekleri herkesin görmesi, bunu sağlamak için de birilerinin kral çıplak demesi gerekiyor. Günümüzde, insan hakları konusunda söylenen her olumlu söz ki bunların büyük bir bölümü yalnızca boş lakırdılardan ibârettir; son derece büyük bir reyting topluyor. Hâl böyle olunca birilerinin çıkıp da kral çıplak demesi yeterli olmuyor.

 

Ne var ki umutsuzluğa da düşmemek lâzım. Söz gelişi belli ki sevgili Nazlı’nın umudu yok. Efendim umutsuzluk en çok kapitalist sistemin aktörlerinin işine yarar. Ancak şu noktada o da haklı: bu sorun genel bir sistem sorunudur. Fakat şunu da unutmayalım: Kurtuluş Savaşı yıllarında ülkemizin mâruz kaldığı şartlar bugünkü şartlardan bin beterdi. Biz bu Savaşı o zaman nasıl kazandıysak bugün de kazanma olanağına sâhibiz. O zamanlar da içte düşmanla işbirliği yapan vatan hâinleri vardı, sonları da İstiklâl Mahkemeleri oldu. Bugün de onlarla işbirliği yapan vatan hâinleri var; ancak ne yazık ki bunlar şurda burda sürekli onore ediliyor, köşe başlarına getirilerek bu hâinliklerini rahatça sürdürebilmelerine zemin hazırlanıyor.

 

*

 

Değerli dostlar, ben değişik yazılarımda bu meseleleri sizlerden gelen mailler doğrultusunda daha değişik boyutlardan tartışmaya devâm edeceğim. Amacım: hümanist etiğin ipliğini pazara çıkartmak ve belirli bir üst-yapı kurumu hâline getirdiği Felsefe’yi sömürülmekten kurtarmaya çalışmak, bunları yaparken de ortak projeler geliştirerek kapitalist sisteme karşı mücâdele etmek. Bunları ne kadar başarabilirim, bilmiyorum; bunu zaman gösterecek. Ama en azından kendi safımı belli etmenin haklı gurur ve mutluluğunu yaşamak bile güzel. Bu gurur ve mutluluğu hep birlikte yaşamak dileklerimle!..

 

***

 

Gün Dönümü II; Felsefe ve Kapitalizm'den

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.